2010 yılı yazında, "Kötü'nün karakteri" hakkında yazdığım bir yazıda, Yi Ching'in 23'üncü işaretinden yola çıkarak herşeyi bir arada tutma kapasitesine sahip "İyi Unsur"un, aşağıdan yükselerek temkinli bir şekilde gelen Kötü tarafından (son "Yang" işaretinin da) ortadan kaldırılmasından sonra nasıl ikiye bölüneceğini anlatmıştım. Bu sembolik anlatımda "Kötü faktörü", toplumsal anlamda "Yeni ruhsal/sanatsal değerler üretmeyen"dir. Kötü faktörü, var olan değerleri bozup, yerine yenilerini üretmeyen anlamında kulanılır. Ama "Ruhsal değer üretmek", sadece kültür/sanat ve iyi anlamda özgün/yeni değerler üretmekten ibaret değildir. Mesela Savaş, ruhsal yoğunluğu, ölümün üzerine yürüme kararlılığı ve buradan doğan kahramanlık/altrüizm ile bir "Ruhsal değer üretmek" biçimidir ve kuşkusuz bunun en eski yöntemidir. Bu açıdan bakıldığında savaş zaferi ve savaş yenilgisi, bundan ruhsal değer üretmek isteyen için hayati önemdedir -hele "Kötü faktörü"ne dahil tatsız/tuzsuz boş ve de kültürsüz/sanatsız İslamcılar söz konusuysa.
2013 yılından beri, bu ve bunun gibi "yazılmamış evrensel yasalar" daha bir yoğun işlemekte ve akla kara daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Katakulliyle ülkenin tüm kurumlarını ele geçirdikten sonra "AKP'ciler ve Gülenciler" diye ikiye bölünen ve birbirini yiyen Türkiye İslamcılığının iktidarını elinde bulunduran "Başkan ve Adamları"nın bu iflah olmaz ruhsal erimeyi bir yokoluştan önce durdurmalarının tek yöntemi, askeri bir başarıydı. Türkiye'nin, "toprakları büyüterek büyümek" diye özetlenebilecek islamcı feodal "Yeni aklı" ile, (IŞİD üzerinden) Ortadoğu'da yürüttüğünü sandığı "Cihad"ın başarı şansı, sadece Global Kapitalist Sistemin çöküp Türkiye'nin de onun altında kalması şartlarında vardı. Ama sistemin çökme ihtimali küçük, IŞİD barbarlığı ise haddinden fazla büyük ve Türkiye'nin çok küçük bir azınlığı dışında IŞİD barbarlığı altında yaşayabileceğini tasavvur eden yok, IŞİD yönetiminde gönüllü yaşayan Türk sayısı ise birkaçyüzün ötesine gitmiyor.
Geçen yıl Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu makamın muhalefet tarafından Erdoğan'a adeta hediye edilmesinin tek kerametinin, "savaşçı" Erdoğan zihniyetini AKP'den koparıp izole etmek olabileceğini düşünüyordum. Erdoğan'ın rasyonel akılla pek alakası olmayan -kerameti kendinden menkul- dış politikasının taşınamaz boyutlara ulaştığı aşamada, bu dış politikayı "de facto" uygulayan Gizli Servis şefi Hakan Fidan'ın istifası, ikinci bir bölünmeyi gündeme getirmiş oldu. Erdoğan-Gülen bölünmesinden sonra Hükümet-Cumhurbaşkanı arasında yaşanan bu bölünme ile, ruhen tükenen İslamcılığın bedeninde, ufalanma belirtilerinin de başladığını söylemek mümkün (aynı ufalanma belirtileri, "Gülenist cephe"de de görülüyor).
Anglosaksonların Birinci Dünya Savaşı'ndan beri Araplarla ve İslamcılarla sürdürdükleri müttefiklik ilişkilerini bile yeniden gözden geçirme aşamasına geldikleri ve bu ilişkiye ruhen son verdikleri günümüzde, buna neden olan en "önemli" kişinin Erdoğan olduğunu söyleyebiliriz. Müslüman Kardeşler tipi "Ilımlı İslam"ın süreç içinde IŞİD türevi bir modern taşdevri faşizmine dönüşerek Batı'nın gözünden düşüp bittiği aşamada, oyuna "Müslüman ANAP" dozunda başlayıp IŞİD/Mursi destekçisi pan-İslamist "Yeni Osmanlı Tek adam Başkan Saraylısı" gibi acaip bir yerde iflas eden Erdoğan'ı bu haliyle taşımak, AKP için de mümkün değildi, anlaşılan artık MİT için de mümkün değil. Ve bu çok somut durumun yansıması, daha dün İnternete düşen bir haberle de ifade edilmiş oldu: National Counterterrorism Center (NCTC) yönetiminden Nick Rasmussen, Ocak 2015'de IŞİD'e yurtdışından katılanlarda rekor bir artış olup sayının 19 binlere dayandığını, Şubat atında ise daha şimdiden bu sayıyı geçerek bir rekor kırdığını söyledi. Rasmussen, Dünyanın her tarafından gelen cihadcıları buna özendiren şeyin ise Türkiye'nin vize kolaylıkları olduğunun altını çizdi. Bu konuşma, ABD-Türkiye ilişkilerinin başladığından beri en dibi gördüğü bir dönemde, Erdoğan'ın Meksika'dan "Obama'yı Müslümanlara sessiz kalmakla" eleştirdiği, "Charlie Hebdo karikatürlerine Papa'nın bile kızdığı"nı söylediği, Hakan Fidan'ın istifa ettiği günlerin ardından geldi. Bilindiği üzere ABD, IŞİD'e karşı Irak ve Ürdün ordusuyla birlikte aktif savaş yürütüyor ve Türkiye de (Rasmussen'in deyimiyle) "Rekor sayıda cihadcının IŞİD'e katılmasına, vize kolaylıkları ile" destek olan bir "Tek Adam Yönetimi" var. İstifa eden Fidan başkanlığındaki MİT'in bunun dışında ABD'nin hoşuna gitmeyecek daha neler yaptığını bilen yok (Suriye'ye giderken Türk askeri tarafından yakalanan silah dolu TIR'ları ve bu konularda dünya basınında çıkan çok sayıda haberi saymazsak).
Geçen yılın sonunda, bu yılı değerlendirirken, Erdoğan'ın yeni sarayında pasifize edilebileceği ihtimali üzerinde durmuştum, ama bunu seçimlerden sonra kurulacak yeni Hükümetin yapabileceğini düşünüyordum. Hacmi ve ağırlığı artan sırları tutmaktan yorulup Milletvekili dokunulmazlığı arayışına girdiği anlaşılan Fidan'ın ani bir kararla, en az 3 bakanlık kudretindeki MİT'i bırakması, Türkiye'nin trajikomik "Dış Politika"sının artık tolere edilemeyecek bir noktaya geldiğinin de göstergesi. ABD'nin sahaya inmesi ve IŞİD'e karşı kararlılıkla savaşması, Obama'nın kendi Meclisinden Bush gibi "Savaş yetkisi" istemesi, işin artık olabilecek en ciddi noktaya gelmek üzere olduğunu ve adına buralarda "Dik durmak" denen kabadayı usulü inatçı höt-zötü ile (sadece karşıdakinin sabrına ve toleransına endeksli) bir tiyatronun son perdesinin sonuna gelindiğini gösteriyor ve bunu ilk anlayacak kişi elbette MİT Başkanıdır.
Seçimlerden sonra kurulacak bir AKP-HDP koalisyonunun, veya CHP-MHP-AKP'bölünenleri koalisyonunun, "Asıl dış politika"yı Erdoğan'a bırakma lüksü bulunmamaktadır, yani Erdoğan'a göre kurgulanmış sınırsız-sorumsuz bir "Başkanlık Sistemi" ihtimali bulunmamaktadır, hatta Erdoğan'ın diplomatik duyarlılıklar ötesi "Canı istediği gibi konuşma" lüksünün gazı bile kesilebilir. Sıcak savaş sath-ı mahalline girildiği aşamada, Türk Hükümetinin -mecburen- rasyonel davranacağı yeni durumda, Erdoğan'ın ileri-geri konuşmasına da bir çare bulunmak zorunda kalınabilir, çünkü iş gelmiş, Türkiye'nin bekasından da öte, ulusal sınırlarının değişmesini gündeme getirebilecek bir savaş durumuna kadar dayanmıştır ve bu durumun ilk sorumlusu elbette Tayyip Erdoğan'dır.
Türkiye'nin son seksen yıldır ürettiği karınca kararınca ruhsal değerleri (çünkü yasaklar/günahlar nedeniyle hep güdük kalmıştır) on yıl içinde tüketen ve bittiği aşamada beynelminel asfalt/beton dışında hiçbir yeni şey üretmeyen Türk İslamcılığı'nın Libya, Tunus, Mısır'da başlayıp Suriye çölüne gömülen savaşı, artık net bir savaş hezimetidir ve bu hezimet de ABD'nin ve Rusya'nın "garantisi" altındadır. Hayatta kalmak için savaşla ruh kazanmaya heveslenmişken, kaderinin kökten kesildiğini gösteren bir savaş yenilgisiyle Ankara'da tek başına kalmış Erdoğan'ın her "aykırı" sözü, İslamcı bitişinin daha da köklü ve kesin olmasına hizmet etmektedir. Erdoğan, savaşının sonunda, tıpkı Vahidettin'in Yeşil Ordusunun darmadağın olup bugün hatıralardan bile silinmiş olduğu noktaya doğru ilerliyor, üstelik bu kez çok sert bir kayaya, oluşmasına katkıda bulunduğu ABD-AB-Rusya ittifakına çarptı.
Erdoğan'ın siyasi ömrü ne kadardır? Galiba Ak-Saray'a taşındığı gün manen sona erdi, madden sona erişini de en geç 2017'de olmak koşuluyla bugün yarın görebiliriz.
Erdoğan'ın yalnızlığı ve Türk İslamcılığının sonu hakkında
Ming Çin'i, Tang ve Göktürkler'in yenilgisi
Anadolu'yu vatan edinen Türkler, bu diyara neden geldikleriyle, onların göçüne ilk ivmeyi kimin ve neyin verdiğiyle ilgilenmiyorlar. Belki de bunun artık bir önemi kalmadı. Türklerin Dünya tarihinin yeniden yazılmasını sağlayacak boyutlardaki göçlerinin önemini İlber Hoca (Ortaylı), "Türklersiz Dünya tarihi yazılamaz/olamaz" gibi bir cümleyle özetlemişti. Elbette doğrudur, ama tarihte bugünkü gibi altüstoluşlar yaşandığında, geriye dönüp bakmak, olayların doğası icabıdır ve Dünya'nın bu tarafında tarihi yeniden yazan Türkleri harekete geçirenler Çinlilerdi. Göçler, bir dizi olayın sonunda başlamış ve bir süreklilik edinmiştir. Bu yazı, aslında benim uzun zamandır ilgilendiğim Ming devri (1368-1644) Çin'indeki idare biçimini anlatmayı amaçlıyordu. Konuya çok öncesinden, Gök-Türkler devrindeki bir yenilgiyle başlamamın nedeni, nedense Çin'e karşı inanılmaz derecede ilgisiz Türkleri, bu büyük devlet ve uygarlığa bakmaya teşvik etme çabasından başka birşey olamaz, çünkü Türkiye'deki Fetret devri yaşanırken, iç savaşlar sonunda Birinci Mehmet'in Anadolu birliğiyle birlikte Osmanlı Devletini de nihayet yeniden kurması ve Osmanlı yayılması yaşanırken, İstanbul Doğu Roma'dan sonra Türklerin de başkenti olurken, Dünya'nın en ileri ve bugünkü enlamda en gelişmiş ülkesi Çin'di. Bu gelişmişliğin sadece idari formatını kısaca anlatacağım.
Türklerin yenilgisi, bir dizi garip olayla başladı.
Tang Hanedanının ikinci imparatoru Taizong, aslında Doğu Göktürkleri 600 yılında yeniden birleştiren Tuilin Kağan'ın izinden giden Türklerle müttefikti. Hieli Kağan (Xieli) 624'de Çin'e kuzey-batıdan saldırmış da olsa, Taizong kardeşlerine karşı savaştığından, Türk akınlarına karşı birşey yapamadı. İki yıl sonra Türkler yeniden bu kez Changan'a saldırdığında, Taizong babasına karşı savaşıyordu. Tang imparatorunun komutanı Li Shimin, Hieli Kağan ile bir anlaşma yapmaya muaffak oldu. Tang devleti, Doğu Göktürk kağanlığına vergi ödemeyi taahhüt ediyordu. İşte garip olaylar tam da bu anlaşmadan sonra başladı. Yaz ortasında don, kışın yaz ve daha başka acaip hava koşulları, Gökyüzünde beliren ve iyiye yorulmayan işaretlerin ardından, Türklerin çok değer verdikleri büyükbaş hayvanları ve atları öldü. Uğursuzluk öyle büyük bir şok yarattı ki, 628 yılında zirveye ulaşan bu garip duruma önce Uygurlar ayaklandılar. Türklerin ilk yazısının mucidi Uygurların Türk kağanına isyanının ardından Tang ordusu geldi. Doğu Göktürkler, Tang ordusu karşısında 630'da büyük bir hezimete uğrayıp dağıldı. İmparator Taizong, Doğu Göktürklerin de hükümdarı oldu. Çin, Orta Asya'ya doğru genişledi, bir süredir kapalı olan İpek Yolu yeniden açıldı. Tang'lar başkentleri Changan'ı, bu zaferlerinden sonra kurdular.
Ming Hanedanlığı ise, eski bir dilenci budist rahip olan Hongwu tarafından, Kubilay Kağan'ın ardılı Moğol Yuan Hanedanlığının devrilmesi üzerine kurulmuştur. Ming'ler, sadece Çin için değil, Dünya için de büyük önem teşkil ederler, çünkü bugünkü Çin'e şeklini veren asıl kökler Ming devrindedir. Ming Hanedanlığı, öncesindeki Yuan ve sonrasındaki Qing Hanedanlığı gibi Moğol (ve Mançu) değil, Çin'deki asıl halk grubu Han kökenlidir ve ulaştığı uygarlık seviyesi, Ortaçağın Dünyadaki kesin zirvesini teşkil eder (ne Avrupa ne Bizans, ne İran ne de Osmanlı).
Moğollar Çin'i yüzyıllar boyunca yönetmişlerdir ve Çin uygarlığına katkıları da yadsınamaz, ama bunları daima Çin uygarlığının çizdiği genel çizgiler dahilinde yapmışlardır. Bu açıdan bakıldığında, özgün Çin kültürü ve uygarlığının ne kadar güçlü olduğu, sağlam bir kültür sahibi olmanın ne kadar büyük bir güç demek olduğu da anlaşılır. Ming'ler, Yuan döneminde kurulan yönetim sistemini devralıp geliştirmişlerdir ve bugünkü Çin Halk Cumhuriyeti eyalet sistemi de Ming devrindekine benzemektedir. Ming devrinde ülke 13 eyalete (Fu) ayrılmıştı ve her eyalet üç farklı komisyon tarafından yönetiliyordu. Bu komisyonlardan biri, vatandaşların sorunları ile ilgilenen kamusal bir komisyondu. İkinci komisyon askerlik ve savunma işleriyle ilgileniyor, üçüncü komisyon ise diğer ikisini kontrol ediyor, denetliyordu. Eyaletler de kendi içlerinde hükümranlık alanlarına ayrılmıştı (Zhou), onların da mahallelere varan alt kısımları ve örgütlenmeleri vardı. 13 Eyalet komisyonu üzerinde hüküm süren merkezi hükümet, "Gizli kurul" adını taşıyordu ve başında bizzat İmparatorun bulunduğu en çok altı sekreterden oluşuyordu. Bu sekreterlerin emrinde de vezirler/bakanlar bulunmaktaydı. Sui Hanedanlığı (581-604) döneminde kurulan ve Ming'lerin devraldığı 6 bakanlık şunlardı: Görev dağılımı ve personel Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Gelenekler Bakanlığı, Savaş Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Kamusal hizmet Bakanlığı.
Bu bakanlıklardan her biri kendini açıklıyor, ama "Gelenekler Bakanlığı" (Libu) hakkında birkaç söz etmeliyim. Bu bakanlık, 7. Yüzyılda Tang Hanedanlığından başlayarak, Çin (Qing) Monarşisinin 1911'deki sonuna kadar sürdürülmüş bir bakanlık olarak, Kongfuzi (Konfiçyüs) ilkelerine uygun devlet kültü ve törenlerinin düzenlenmesiyle ilgilenmesinden daha da önemli bir görevi vardı. Gelenekler Bakanlığı, her yıl bir imtihan düzenleyerek, Çin'in an akıllı çocuklarını devlet memuru olarak devlete alırdı. Yani Çin devleti, Ming devrinde yeniden düzenlediği bir imtihan yasasıyla, kökeni, sınıfı, fakirliği/zenginliğine, ırkına bakmadan, ülkenin her köşesinde yaptığı imtihanlarla Çin devletine memur alırdı. Eh uygarlığın gereklerinden biri de böyle birşey olsa gerek. Gelenekler Bakanlığı, bu imtihanların düzenlenmesi ve hakaniyetli bir şekilde sonuçlanmasıyla ilgilenen bakanlıktı, tabii o da kontrol komisyonu müfettişlerinin kontrolü altındaydı. Ming İmparatorunun yüz kadar kontrol müfettişi, ülkenin her köşe bucağını gezip, istediği (veya şikayet edilen) yöneticileri denetleme, görevden alma ve hatta cezalandırma yetkisi vardı.
Ming devrinin sonlarına, 17'inci yüzyılın ortalarına doğru Çin'in nüfusu 16 milyon kadardı ve o zaman da Dünyanın en kalabalık ülkesiydi. İki başkentinden güneydeki Nanjing'in nüfusu bir milyonun üzerinde, Kuzeydeki diğer başkent Pekin'in nüfusu da 300 bin civarlarındaydı. İstanbul aynı dönemdeki nüfusunun yaklaşık 800 bin olduğunu ve Avrupa'nın en büyük şehri sıfatını taşıdığını biliyoruz.
Ming devrinde kurulan ve esasen bugün de korunan, "Bir giriş sınavıyla, ülkenin en akıllı çocuklarını devletin zirvesine taşımak" anlayışı, Ming uygarlığının en önemli sırrıdır. Bunun halkta da bir karşılığı vardı elbette. Devlet memuru olmak, Çin'de yaşayan her çocuğun ve ailesinin hayaliydi. Çünkü düzenli bir gelire ve nüfuza sahip olmak, ancak devlet memuru olarak mümkündü. Ming'lerin kurduğu devlet düzeni, hem başka prensliklerin kurulup ülkeyi bölmelerini önleyen bir dinamiğe sahipti, hem de sürekli tazelenen bir eğitimli elit sınıf oluşturmak konusunda mahirdi. Ming devrinin sonunda Çin'de 180 bin memur bulunmaktaydı ve bu insanların büyük çoğunluğu aynı zamanda şair, nakkaş, kaşif, mucid, filozof ve yazardı. Ming döneminde yazılan tiyatro oyunları bugün de (mesela Beijing'deki devasa halk tiyatrosunda) kapalıgişe oynayabilecek kadar ilginçtir. O dönemde yazılan aşk romanları bugün de okunmakta, felsefi/dini eserler, bugün de her Çinli tarafından bilinmektedir. Çin'den öğrenecek çok şey var ve Çin tarihi, Türklerin de tarihi.
Türklerin yenilgisi, bir dizi garip olayla başladı.
Tang Hanedanının ikinci imparatoru Taizong, aslında Doğu Göktürkleri 600 yılında yeniden birleştiren Tuilin Kağan'ın izinden giden Türklerle müttefikti. Hieli Kağan (Xieli) 624'de Çin'e kuzey-batıdan saldırmış da olsa, Taizong kardeşlerine karşı savaştığından, Türk akınlarına karşı birşey yapamadı. İki yıl sonra Türkler yeniden bu kez Changan'a saldırdığında, Taizong babasına karşı savaşıyordu. Tang imparatorunun komutanı Li Shimin, Hieli Kağan ile bir anlaşma yapmaya muaffak oldu. Tang devleti, Doğu Göktürk kağanlığına vergi ödemeyi taahhüt ediyordu. İşte garip olaylar tam da bu anlaşmadan sonra başladı. Yaz ortasında don, kışın yaz ve daha başka acaip hava koşulları, Gökyüzünde beliren ve iyiye yorulmayan işaretlerin ardından, Türklerin çok değer verdikleri büyükbaş hayvanları ve atları öldü. Uğursuzluk öyle büyük bir şok yarattı ki, 628 yılında zirveye ulaşan bu garip duruma önce Uygurlar ayaklandılar. Türklerin ilk yazısının mucidi Uygurların Türk kağanına isyanının ardından Tang ordusu geldi. Doğu Göktürkler, Tang ordusu karşısında 630'da büyük bir hezimete uğrayıp dağıldı. İmparator Taizong, Doğu Göktürklerin de hükümdarı oldu. Çin, Orta Asya'ya doğru genişledi, bir süredir kapalı olan İpek Yolu yeniden açıldı. Tang'lar başkentleri Changan'ı, bu zaferlerinden sonra kurdular.
Ming Devrinde kullanılan bayraklardan biri |
Moğollar Çin'i yüzyıllar boyunca yönetmişlerdir ve Çin uygarlığına katkıları da yadsınamaz, ama bunları daima Çin uygarlığının çizdiği genel çizgiler dahilinde yapmışlardır. Bu açıdan bakıldığında, özgün Çin kültürü ve uygarlığının ne kadar güçlü olduğu, sağlam bir kültür sahibi olmanın ne kadar büyük bir güç demek olduğu da anlaşılır. Ming'ler, Yuan döneminde kurulan yönetim sistemini devralıp geliştirmişlerdir ve bugünkü Çin Halk Cumhuriyeti eyalet sistemi de Ming devrindekine benzemektedir. Ming devrinde ülke 13 eyalete (Fu) ayrılmıştı ve her eyalet üç farklı komisyon tarafından yönetiliyordu. Bu komisyonlardan biri, vatandaşların sorunları ile ilgilenen kamusal bir komisyondu. İkinci komisyon askerlik ve savunma işleriyle ilgileniyor, üçüncü komisyon ise diğer ikisini kontrol ediyor, denetliyordu. Eyaletler de kendi içlerinde hükümranlık alanlarına ayrılmıştı (Zhou), onların da mahallelere varan alt kısımları ve örgütlenmeleri vardı. 13 Eyalet komisyonu üzerinde hüküm süren merkezi hükümet, "Gizli kurul" adını taşıyordu ve başında bizzat İmparatorun bulunduğu en çok altı sekreterden oluşuyordu. Bu sekreterlerin emrinde de vezirler/bakanlar bulunmaktaydı. Sui Hanedanlığı (581-604) döneminde kurulan ve Ming'lerin devraldığı 6 bakanlık şunlardı: Görev dağılımı ve personel Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Gelenekler Bakanlığı, Savaş Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Kamusal hizmet Bakanlığı.
Bu bakanlıklardan her biri kendini açıklıyor, ama "Gelenekler Bakanlığı" (Libu) hakkında birkaç söz etmeliyim. Bu bakanlık, 7. Yüzyılda Tang Hanedanlığından başlayarak, Çin (Qing) Monarşisinin 1911'deki sonuna kadar sürdürülmüş bir bakanlık olarak, Kongfuzi (Konfiçyüs) ilkelerine uygun devlet kültü ve törenlerinin düzenlenmesiyle ilgilenmesinden daha da önemli bir görevi vardı. Gelenekler Bakanlığı, her yıl bir imtihan düzenleyerek, Çin'in an akıllı çocuklarını devlet memuru olarak devlete alırdı. Yani Çin devleti, Ming devrinde yeniden düzenlediği bir imtihan yasasıyla, kökeni, sınıfı, fakirliği/zenginliğine, ırkına bakmadan, ülkenin her köşesinde yaptığı imtihanlarla Çin devletine memur alırdı. Eh uygarlığın gereklerinden biri de böyle birşey olsa gerek. Gelenekler Bakanlığı, bu imtihanların düzenlenmesi ve hakaniyetli bir şekilde sonuçlanmasıyla ilgilenen bakanlıktı, tabii o da kontrol komisyonu müfettişlerinin kontrolü altındaydı. Ming İmparatorunun yüz kadar kontrol müfettişi, ülkenin her köşe bucağını gezip, istediği (veya şikayet edilen) yöneticileri denetleme, görevden alma ve hatta cezalandırma yetkisi vardı.
Ming devrinin sonlarına, 17'inci yüzyılın ortalarına doğru Çin'in nüfusu 16 milyon kadardı ve o zaman da Dünyanın en kalabalık ülkesiydi. İki başkentinden güneydeki Nanjing'in nüfusu bir milyonun üzerinde, Kuzeydeki diğer başkent Pekin'in nüfusu da 300 bin civarlarındaydı. İstanbul aynı dönemdeki nüfusunun yaklaşık 800 bin olduğunu ve Avrupa'nın en büyük şehri sıfatını taşıdığını biliyoruz.
Ming devrinde kurulan ve esasen bugün de korunan, "Bir giriş sınavıyla, ülkenin en akıllı çocuklarını devletin zirvesine taşımak" anlayışı, Ming uygarlığının en önemli sırrıdır. Bunun halkta da bir karşılığı vardı elbette. Devlet memuru olmak, Çin'de yaşayan her çocuğun ve ailesinin hayaliydi. Çünkü düzenli bir gelire ve nüfuza sahip olmak, ancak devlet memuru olarak mümkündü. Ming'lerin kurduğu devlet düzeni, hem başka prensliklerin kurulup ülkeyi bölmelerini önleyen bir dinamiğe sahipti, hem de sürekli tazelenen bir eğitimli elit sınıf oluşturmak konusunda mahirdi. Ming devrinin sonunda Çin'de 180 bin memur bulunmaktaydı ve bu insanların büyük çoğunluğu aynı zamanda şair, nakkaş, kaşif, mucid, filozof ve yazardı. Ming döneminde yazılan tiyatro oyunları bugün de (mesela Beijing'deki devasa halk tiyatrosunda) kapalıgişe oynayabilecek kadar ilginçtir. O dönemde yazılan aşk romanları bugün de okunmakta, felsefi/dini eserler, bugün de her Çinli tarafından bilinmektedir. Çin'den öğrenecek çok şey var ve Çin tarihi, Türklerin de tarihi.
Türkün parayla imtihanı
Aslında bunu, "Türkün ateşle imtihanı" diye de okuyabilirsiniz. Halide Edip Adıvar'ın Kurtuluş savaşını, gerçek bir varoluş savaşını anlatan kitabının adıdır. Kurtuluş savaşının perde arkasını gösteren bir kitaptır. Kitabın adı daha sonra, hayat-memat meselelerini anlatan konularda bir kalıp olarak da kullanıldı, "Türkün parayla imtihanı" da böyle bir şey. Üstelik bu sınavın dindar olduğunu iddia edenlerin hükmettiği bir Türkiye'de yaşanması, daha da anlamlıdır…
Yanılmıyorsam 2004 veya 2005 yılındaydı, "Yarın" dergisinde "Kapitalist ahlaksızlığın kökeni" diye bir yazı yazmıştım. Orada belirttiğim konulardan biri de, kapitalist sistemde dürüstlüğün neden bir zorunluluk değil de bir seçim meselesi olduğu konusuydu. Dürüstlüğün bir seçim meselesi haline gelmesi, insanların sınanmaları için de bir tür kriter teşkil eder. "Parayı bulmuş" kişilerin -dinli veya dinsiz- nasıl insanlar olduğunu anlamanın en somut yöntemidir. Ama burada din faktörü altında bir bozulma, olayın katmerlenmesini ve kesinleşmesini, bugün yaşandığı gibi iyi ile kötü faktörünün birbirinden belirgin bir şekilde ayrılmasını göndeme getiriyor ve bu da sınavı hem basitleştiriyor hem de sonucun daha net görülmesini sağlıyor.
Bu kısa not, "ummadığın taş baş yarar" vecizesinin bir ürünü. Bazen eleştirdiğiniz, hatta dalga geçtiğiniz kişiler, hiç ummadığınız ölçülerde bilgeliklerle sizi tokat manyağına çevirebilirler. Eskilerin "nefsi terbiye" dedikleri ve bugün mütevazilik ve alçakgönüllülüğün abartılı hali diye yorumlayabileceğimiz durum, iyiliğin tükenmediği kaynaktır ve aslolan bir sözü kimin söylediği değil, neyin söylendiğidir. İşte kapitalizm hayranı Amerikalı kadın yazar Ayn Rand da (1905-1982), bir halkın parayla imtihanını iki cümleyle özetlemeyi başarmış ve şöyle demiştir:
"Para, bir toplumun barometresidir. İşlerin artık gönüllü olarak değil baskı altında sonuçlandırıldığını görürseniz, üretmek için hiç üretmeyen birilerinden olur almak zorunda kalıyorsanız, para onlara, mallarla/ürünlerle değil imtiyazlarla ilgilenenlere akıyorsa, insanlar işleri ile değil de rüşvetle ve ilişkiler sayesinde zengin oluyorlarsa, yasalar sizi bu insanlardan koruyamıyorlarsa, rüşvet ödüllendiriliyorsa ve dürüstlük cezalandırılıyorsa, bilin ki o toplum çöküşün eşiğindedir."
Ve aynen böyledir.
Yanılmıyorsam 2004 veya 2005 yılındaydı, "Yarın" dergisinde "Kapitalist ahlaksızlığın kökeni" diye bir yazı yazmıştım. Orada belirttiğim konulardan biri de, kapitalist sistemde dürüstlüğün neden bir zorunluluk değil de bir seçim meselesi olduğu konusuydu. Dürüstlüğün bir seçim meselesi haline gelmesi, insanların sınanmaları için de bir tür kriter teşkil eder. "Parayı bulmuş" kişilerin -dinli veya dinsiz- nasıl insanlar olduğunu anlamanın en somut yöntemidir. Ama burada din faktörü altında bir bozulma, olayın katmerlenmesini ve kesinleşmesini, bugün yaşandığı gibi iyi ile kötü faktörünün birbirinden belirgin bir şekilde ayrılmasını göndeme getiriyor ve bu da sınavı hem basitleştiriyor hem de sonucun daha net görülmesini sağlıyor.
Bu kısa not, "ummadığın taş baş yarar" vecizesinin bir ürünü. Bazen eleştirdiğiniz, hatta dalga geçtiğiniz kişiler, hiç ummadığınız ölçülerde bilgeliklerle sizi tokat manyağına çevirebilirler. Eskilerin "nefsi terbiye" dedikleri ve bugün mütevazilik ve alçakgönüllülüğün abartılı hali diye yorumlayabileceğimiz durum, iyiliğin tükenmediği kaynaktır ve aslolan bir sözü kimin söylediği değil, neyin söylendiğidir. İşte kapitalizm hayranı Amerikalı kadın yazar Ayn Rand da (1905-1982), bir halkın parayla imtihanını iki cümleyle özetlemeyi başarmış ve şöyle demiştir:
"Para, bir toplumun barometresidir. İşlerin artık gönüllü olarak değil baskı altında sonuçlandırıldığını görürseniz, üretmek için hiç üretmeyen birilerinden olur almak zorunda kalıyorsanız, para onlara, mallarla/ürünlerle değil imtiyazlarla ilgilenenlere akıyorsa, insanlar işleri ile değil de rüşvetle ve ilişkiler sayesinde zengin oluyorlarsa, yasalar sizi bu insanlardan koruyamıyorlarsa, rüşvet ödüllendiriliyorsa ve dürüstlük cezalandırılıyorsa, bilin ki o toplum çöküşün eşiğindedir."
Ve aynen böyledir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)