Devlet imkanları konusunda gemi azıya alıp azami yararlanan ve "Başkanlık Rejimi" oylamasına dönüştürülen 2015 seçimlerinde sonuç: Erdoğan'ın Yasama Yürütme ve Yargı'yı bir elde toplayıp Meclis'i de facto devre dışı bırakarak "Başkan" olma hedefi halk tarafından durduruldu. Kuşkusuz çok olumlu bir sonuçtu ve o kadar kesindi ki, kötü kedilerin bile patisi böğründe kaldı. Türkler -sadece- kendi ülkelerine, sadece bu ülke içinde dönen olaylara bakan bir halk. Bu konuda artık Ortadoğu'ya da bakan Kürtlerden daha miyoplar ve genel körlük, Türkiye'nin geleceğini teslim almış durumda. Osmanlı'nın son günlerinde koca imparatorluğun -özel işletme babında- sadece Pera Palas otelinde elektrik ampüllerinin yandığı ve bunun ilerleme sayıldığının üzerinden yüz küsür sene geçtikten sonra Avustralya'da fazla elektrik sarfiyatı yaptığından yasaklanmış demode ampul, Türkiye'deki iktidar partisinin sembolü ve sarfiyat konusunda saraylarıyla "destan" yazıyor. Ve işte Türkler de sadece bunları görüyor. Geçtiğimiz günlerde bir Hürriyet yazarı ve ünlü bir şarkıcı, adını internetten bakma zahmetinde bulunmayıp yanlış yazdıkları Guilin'deki köpek eti festivaline takmışlardı. Çin hakkındaki ilgi ve bilgi bu düzeyde. Kısacası Türkler internet çağına rağmen, Türkiye sınırları dışına taşan evrensel bir bakış geliştiremedikleri gibi, Dünyayı da Batı ve Ortadoğu'dan ibaret sanmaya devam ediyorlar, üstelik biriki istisna dışında ne Batı ülkeleri hakkında ne de Ortadoğu ülkeleri hakkında Dünya kalitesinde uzmanlara sahipler. Türkiye'de afrasından geçilmeyen köşe yazarlarının tamamına yakınının, Dünyada referans alınan yazıları yok, ortalıkta Profesör diye gezinen ve Türkiye dışında bu titri taşıyamayacak ahaliyi hiç saymıyorum. Adnan Menderes ve ardıllarının Türkiye'ye yaptıkları en büyük kötülük, azınlıklara katliam teşebbüsü, ülkenin milli gelirini kendisi ve yandaşları adına talan etmek falan değil sadece. Asıl kötülükleri, kendi gelecek korkuları nedeniyle Türk eğitim sisteminin kalitesini Dünya standartlarından koparıp kullanışlı aptallar seviyesine indirgemeleri ve Türklerin Dünyadan kopuşlarının altyapısını kurmaları oldu. Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla başlayan bu durum bugün şu vaziyette:
İnternet üzerinden bireyselleşen, herkesin en azından Facebook hesabının olduğu, en azından Tweet yazdığı günümüz yazı toplumunda, yeni bir cinse doğru evrilen Global Sistemde ekonominin ana lokomotifi iyi eğitim ve özgür ortamda gelişebilen yaratıcılıktır. Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı OECD, artık kesinleşen bu veri temelinde "Yaratıcılık ve Problem Çözme" adı altında kendince, ülkelerin inovasyon potansiyelini okullarda çocuklara kazandırılan beceriler temelinde ölçmüş ve bir liste yayınlamış. Liste, önümüzdeki dönemde ülkelerin asfalt/beton yoğunluğunun değil, yaratıcı/yapıcı aklının katsayısı gibi birşeyi gösteriyor, yani geleceğe uzanacak akıl kapasitesi. Türkiye'de OECD'nin testinden geçen çocukların oranı sadece yüzde 2.2 ve bu rakamın korkunçluğu şuradan geliyor: Bir toplumda -Türkiye de buna dahil tabii- ileri zekalı çocuk oranı, aşağı yukarı yüzde 5 civarındadır. Yani Türkiye, değil çocuklarına geleceğe uzanan özgür akıl ve yatarıcılık kazandırmak, kendi ileri zekalı yaratıcı çocuklarını bile kabataslak sersem eğitim sistemi içinde heba ediyor, onları aradan sıyırıp destekleyemeyip köreltiyor. Türkler böyle konularda Dünya ile sağlıklı bir kıyaslama da yapamıyor, çünkü bütün gazeteleri hergün Tayyip ve Kemal'i, iç politika didişmelerini yazıyor. Gazeteciler de Dünya'dan bihaber, kendi didişkenlik kültürlerini Dünyaya taşıyıp masa başında "kim kimi yener" tipi "jeostrateji" yapıyorlar. Türk basınının Çin'de bir tek yetkin muhabiri yok, e Japonya'da Kore'de Hindistan'da zaten yok. OECD testinden geçen Koreli çocukların oranı yüzde 28, İsrailli çocukların oranı da yüzde 8.8, OECD ortalaması da yüzde 12. Yani Erdoğan'ın dikta hevesinden kurtulmak sadece bir başlangıç; asıl konu, adam/kadın yetiştirmeyen eğitim sistemi ve onu bu halde tutan yasakçı/günahçı "Eski" ve "Yeni" Türkiye. Şimdi yepyeni bir Türkiye'ye ihtiyaç var, hiç kolay olmayacak ama olmak zorunda.
"Nasıl bir koalisyon olmalı?" diye konuşuladursun, Türkiye'nin İzlanda'ya komşu olmadığını hatırlaması için ilk acıtıcı dürtük ABD'den gelmek üzere. Gene büyük bir savaş oluyor, gene saflaşmalar var ve Türkiye gene yanlış tarafta savaşıyor. Türkiye-Katar-Suudi Arabistan'ın "Sünniliğin hakimiyeti"ne indirgediği ve hiçbir insani değeri takmadığı savaşta Türkiye, giderek alenileşen ölçülerde, kafa kesip kadın satan "İslami düzenin askerleri" IŞİD'in safında yer alıyor ve bir de utanmadan bunu "Kürtlerin oralarda güçlenmesine karşı" gerekçelendirmeye kalkıyor, ufuk bu kadar. Oysa sadece ABD ve AB değil, Rusya ve İran'ın, hatta Çin'in aktif veya pasif desteğine sahip YPG, Kobane'den sonra Tel Abyad'ı da ele geçirerek IŞİD'in Türkiye ile bağlantısını kesiyor. Bu olayı sadece "Kuzey Suriye'deki iki Kürt kantonunun birleşmesi ve Türkiye'ye tehdit" diye okuyan iktidar, MHP ve eski/yeni Aydınlık milliyetçiliği, tarihte belki de ilk kez kurulmuş bir Dünya koalisyonunu görmüyor. Ve bu koalisyon, uygar İnsanlık Camiasının tamamı tarafından reddedilen çağdaş IŞİD barbarlığına karşı mobilize olmuş durumda. Yani o barbarlığa karşı savaşmayı Türkiye kabul etseydi, YPG değil Türk Ordusu kahraman olacaktı. Hükümetten ziyade Erdoğan'ın sesi olarak bilinen Sabah gazetesinin YPG'yi IŞİD'den daha tehlikeli ilan etmesi, artık Türkiye'nin başka bir boyuta geçtiğinin ilanıydı, zira İktidarın bülteni gibi yayınlanan "muktedir basını" bununla da yetinmeyip ABD'yi de suçlamaya başladı, YPG'nin soykırım yaptığı gibi desteksiz yalanlar uydurdu.
Türkiye'nin sallantıdaki islamcı muktedirlerini en çok sarsan konu ise, IŞİD'e enternasyonal "piyasa"dan toplanan cihadcı takımının Suriye'ye geçişte kullandığı Tel Abyad kapısının kapanıp, buraya YPG'nin yerleşmesi oldu. Türk sınırındaki Tel Abyad, sadece cihadcı transferi değil, petrol ve silah kaçakçılığı, yani IŞİD'in ticari faliyetleri açısında da çok önemliydi. NATO üyesi Türkiye, yenilmeye doyamadığı Suriye savaşında bir yenilgi de Kürtlerden almış gibi gurur kırıklıkları yaşarken, bu noktaya nasıl gelindiğini sorgulayacak akıldan da yoksun görünüyor. Son bilgilere göre IŞİD'in başkent gibi kullandığı Rakka da YPG saldırısı altında ve düşme sırasını bekliyor. Kürtlerin, İran'ın ve havadan ABD'nin aktif rol aldığı savaşın rengi artık daha net ve Erdoğan'ın uğrunda yapmadığını bırakmadığı "Suriye içinde tampon bölge"yi, şimdi Kürtler kuruyor, Türkler değil, zira kimse Türklere güvenmiyor ve IŞİD'in Türkiye tarafından desteklendiğini Dünya alem biliyor. ABD'nin Türklerin önerdiğini Kürtlere yaptırmak için kolları sıvaması, Sünni-islamcı Erdoğan rejimine karşı da net bir tavırdır ve Dünya koalisyonu tarafından da desteklenmektedir.
Şimdi tüm körlüğüyle MHP'ye geliyoruz.
MHP, CHP'ye kapıları kapatan kabalığıyla AKP'ye yanaşarak koalisyon sinyalleri veriyor ve Türkiye'de en başta bir dahaki seçimlerde MHP'den AKP'ye ne kadar oy geçişi olacağını, Kürtlerin AKP'den nasıl kaçacağını konuşuyor, ama bir AKP-MHP koalisyonunun "Kürt düşmanlığı" adına IŞİD'i desteklemeye devam edebileceğini, iş kızışacağı için MHP'nin o Hükümette tutsak kalacağını, ayrılmaya kalkınca da AKP'ye rehin Milletvekili bırakabileceğini, velhasıl işlerin tekbaşına AKP Hükümeti şeklişemalinde aynen devam edebileceğini konuşmuyor. Türkiye, IŞİD desteğini aynen sürdürür ve ABD'ye böyle diklenmeye devam ederse, mutlaka bunun bedelini öder ve NATO/Batı dışında gideceği bir yer de olmaz. Kendi cihadcılarını mahkemeye falan sokmadan yarı yolda vuran Rusya ve Çin'in İslamcı Türkiye'yi herhangi bir birliğe alması düşünülemez. O halde eski/yeni Aydınlıkçı destekli AKP-MHP koalisyonunun "emperyalizme karşı" kuracağı "demokratik cephe", Suudi Arabistan, Katar ve IŞİD'den ibarettir.
Türkiye'nin Erdoğan tarafından Sünnici semboller kullanan Ortadoğu tipi panislamist tekadam sistemi, sadece dört yıl içinde iflas etti ve şimdi de Türkiye'yi önce ekonomik sonra savaş felaketine sürüklemek üzere. Seçim sonuçları malum, Erdoğan sistemine dur denildi, ama körlük bâkî. Otuz sene hergün gazete köşesi/kenarı yazan "tecrübeli" gazeteci esnafının bile "Doğu" denince -yüz sene öncesinin dandik Osmanlı aydını gibi- sadece Ortadoğu'yu anladığı bir Türkiye, yeteneklerini körelttiği çocuklarının arasından o yüzde 2.2'lik azınlığı ve Gezi'de sokağa inen o iyi eğitimli gençleri destekleyip onlara tüm kapıları açmakla işe başlamak zorunda. Çünkü AKP-MHP-Aydınlık perspektifiyle Kürt düşmanlığı gibi bir ilkellik temelinde yeni dış politika, seçimlerin kazanımını silip süpürebilir. AKP-MHP koalisyonu, Türkiye'nin yeni felaketi olabilir. Türkiye'nin yeni bir restorasyon Hükümetine ihtiyacı var ve korkuyu yenmenin en iyi yolu da onun üzerine gitmektir. Türkler, Kürtler kadar savaşçı olduklarını IŞİD'i dürerek gösterirler, olur biter ama bunun için önce, MHP-CHP-HDP'nin hemfikir olduğu gibi tüm Suriyeli göçmenlerin ülke içinde başıbozuk dolaşması önlenir, hepsi insani koşullarda dilenmeden yaşayabildikleri kamplarda toplanır, kimlikleri saptanır ve ülkedeki cihadcı yuvaları boşaltılır, sonra IŞİD'in tepesine binilip kahraman olunur. Bunu Kürtler de destekler, Dünya da.
Bu savaş, burada yıllardır defalarda yazdığım üzere, Riyad'da bitecektir, zira IŞİD ve El Kaide tipi islamcılığın merkezi Suud vahabiliğidir ve Türkiye'deki Erbakancılığı, cemaatleri, Müslüman Kardeşleri, her zaman parayla/imkanla destekleyip büyüten de Suudi Arabistan rejimidir, Dünya cephesinin karşısındaki "Sünnici ittifak"ın temel unsuru Suudlardır. Türkiye'nin bu cephede yer alarak elde edebileceği herhangi bir şey yok. Olmadığı da 2011'den beri süren gelişmelerle defalarca kanıtlanmıştır. Türkler, eğitim seviyelerini evrensel ölçülere taşıyıp, AKP gibi kümelenmelerin yeşerdiği Ortadoğu tipi cehaleti eğitimle aştıklarında, Dünya'nın birinci sınıf ülkelerinden biri olabilecekler, ama şimdi bulundukları yer: Ya herro ya merro. Ya Dünya cephesinin yanında yer alıp sahici bir demokrasi kuracak ve cehaletle dişe diş mücadele edip özgür düşünceyi ve yaratıcılığı destekleyecek, ya da Dünyadan esaslı bir şamar yiyecekler.
Sovyet tipi ısırgan siyasi fıkralar ve Stalin'in şakası...
Marksizm-Leninizmin şakası olmaz. Daha doğrusu, galiba ben işi gereğinden fazla ciddiye alıyordum. Seksenli yıllarda Berlin'de yaşarken, kapımın dibinden başlayan Sovyet Rejimi hakkında sayısız kitap okudum. Berlin kitapçılarını tavaf ederken elimin gittiği kitaplar genellikle, "Hayalim" dediğim (Reel) Sosyalizm hakkındaki kitaplardı. Türkiye'deki Türkçe kısıtlı malzeme ile kıyaslanamayacak kadar çok kitap vardı ve elime geçenleri en azından evirip çevirmeden bırakmadım. Stalinizmin nasıl büyük bir fecaat olduğunu, Stalin'in bir emriyle kendini Gulaglarda, sülalesini Sibirya'da bulanların sayılarının binlerle ifade edildiklerinden tutun da, Sovyetler Birliği'nde gizli gizli daktiloyla yazılıp teksirle çoğaltılan yasak edebiyat Samizdat'a ve sayısız kaçış öyküsüne kadar çok zengin bir külliyata gömülmüştüm. Onca şey okuduktan ve kitapçılardaki sayısız kitabı karıştırdıktan sonra bugüne kadar değişmeden kalmış az sayıda fikrimden biri de şudur: Doğu Berlin ile Batı Berlin arasında mekik dokuyanlar başta olmak üzere, "Sovyet tipi sosyalizmi" savunmaya devam eden eski TKP (Türkiye Komünist Partisi) eşrafı, ya saf ya da içten pazarlıklı kötü insanlardır. Hele Moskova'ya kadar gidip orada "Parti (TKP) adına" eğitim görmüş geçirmiş "yoldaşlar"ın Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bile ağızlarını açıp bu rejim hakkında tek söz söylememeleri, eskinin Nazi tipi körbiatkar zihniyetinin, Türk Sol entelijansiyası içindeki tezahürüdür. (Bu tipolojiyi şimdi islamcılar arasında görüyoruz) Çünkü Sovyetler Birliği'ni içeriden anlatan onca kitaba "yalan" deyip kestirip atmak mümkün değildi. Eski TKP ve ondan arta kalanlar, Sovyetleri eleştiren kitapları eleştirmediler eleştiremediler ve bu konularda dişe dokunur birşeyler de yazmadılar.
İşte bu mihverdeki "ciddiyet" atmosferime Sovyet fıkraları, güneş gibi doğuvermişti. İnsanların böyle tekdüze ve faşizan bir atmosferde siyasi fıkralarla nefes almaya çalışmaları takdire şayandı!..
Alexander Drozdzynski'nin "Der politische Witz im Ostblock" (Doğu Blokunda siyasi fıkra) kitabı, aslında 1974'de yayınlanıp, benim elime rötarlı geçti, ama esasen Sovyetler Birliği'ndeki üniversite öğrencilerinin üretip yaydığı, halk tarafından da benimsenen bu fıkralardan örnekler sunan en iyi kitaptı. Okuduklarım, çabucak ayrılmaz bir parçam oldular.
Proleteryaya mensup üç işçi, hapishanedeki koğuşlarında konuşuyorlarmış, daha ilk günleri, tanışma faslı. Aralarında en yaşlı olanı:
"Ben işe hep on dakika geç geliyordum, 'Sabotör'lükten tutuklandım" demiş.
"Ben" demiş sarışın olanı, "işe hep on dakika erken geliyorum diye 'Ajan'lıktan ceza yedim."
Üçüncüsü kocaman gözlerle iki işçiye bakmış ve "Ben" demiş, "işe hep tam zamanında gittiğim için tutuklandım."
Diğer ikisi, "Neyle suçlanıyorsun?" diye sormuşlar.
"Yurt dışından kaçak getirilmiş bir saate sahip olduğumdan şüpheleniyorlar."
Evet o saati belki hiç bulamamışlardır, ama Sovyet malı saatler de gerçekten çok kötü kalite, bir taraftan da çok havalıydılar. Kızıl bayraklı, TCDD cep saatlerindeki gibi lokomotif motifli iri saatler.
Drozdzynski'nin kitabındaki fıkralar o kadar çarpıcıydı ki, hepsini ezberlemiş kadar oldum ve bir dönem herkese anlattım. Sol devrin, kahkahalı Gezi devriyle en yakın akraba olduğu günlerdi benim için.
"Denizsiz Çekoslavakya Sosyalist Cumhuriyeti'nin deniz kuvvetleri olabilir mi?"
"Kültürsüz Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin nasıl kültür bakanlığı olabiliyorsa, onların da deniz kuvvetleri bal gibi olabilir" -gibi oldukça acımasız fıkralar da vardı aralarında, hatta ırkçılığa kapı açanları da. Mesela:
"Lumumba kimdir?"
"Çukulataya batırılmış Kuruşçev."
Afr ikalı Sosyalist lidere böyle diyorlardı...
Unutamadığım kitaplardan bir diğeri de Milo Dor'un "Der politische Witz" adlı, kendini Doğu blukuyla sınırlamayan eseriydi. (Ve bu kitapları yazan adamların tamamına yakını Balkan ve Doğu Avrupa kökenliydi).
Sosyalist ülkelerde alttan alta yayılan iğneleyici muhalif fıkraların izine rastlayıp onlar hakkında ilk yazıyı 1962 yazan Newsweek'in Moskova muhabiri Whitman Bassow, yazısı yayımlandıktan sadece üç gün sonra "Sovyetler Birliği'ne iftira attığı" gerekçesiyle sınır dışı edilmiş. Yani fıkraları Amerikalıların uydurduğu gibi akla ziyan bir gerekçe. Rus halkının kıvrak zekası ve mizah anlayışına hakaret.
Rus asıllı Bassow sayesinde Dünyada insanlar "Erivan radyosu" diye fiktif bir radyo istasyonundan haberdar oldular. Muhalif Sovyet fıkralarının ilk biçimi, soru-cevap şeklindeydi. Güya halk radyo istasyonuna soru soruyor, o da yanıtlıyordu. Mesela şöyle:
"Sovyetler Birliği'ni neden seviyoruz?"
"Bizi kurtardığı için."
"Amerika'yı neden sevmiyoruz?"
"Bizi kurtarmadığı için."
Ben bu soru-cevap türünden ziyade, daha sonra piyasaya düştüğü anlaşılan uzunca olan ve anlatması daha zevkli olanları seviyordum.
Bir Sovyet vatandaşı öldükten sonra Cehenneme gitmiş, içeri girecek, kapıda şeytan sormuş:
"Kapitalist cehennemine mi gitmek istersin, sosyalist cehennemine mi?"
"Sosyalist cehennemine gideyim ben" demiş adam, "garanti orada da ocaklar ve fırınlar bozuktur, işlemiyordur."
Bir de doğrudan Sovyetlerin ünlü aparatçikleri, parti büyükleri, liderleri hakkında anlatılan fıkralar vardı ki, konu edilen kişileri ayrıca anlatmak gerektiğinden buraya almıyorum, -ama birini özellikle alacağım:
Yosif Vissarionoviç Cugaşvili. Namı diğer Stalin...
Benim bu konuların ve Doğu Bloku fıkralarının kapağını kapatalı, şimdi saymaya üşeneceğim kadar uzun zaman oldu, ama yeniden, hem de damdan düşer gibi gündemime düşmesi, edebiyat okumalarım sırasında edindiğim ve beni son derece şaşırtan yeni bir bilgi sayesinde...
Diktatörler mizah sevmez. (Bir tanesi de Türkiye'nin başında olduğundan herkesin malumu) Zira mizah, rahatlatıcı özgürlük alanı yaratan anlık kahkahalarla her tür diktatörlüğün baskısı dışına çıkabilen, yer-zaman tanımayıp ele avuca sığmayan bir şeydir ve diktatörler, halkı güldürebilen kişilerden korkarlar. Mizah, betonarme diktatöryal yapıların en yasakçı katı katmanlarında bile kendine yer bulabildiğinden, o taşlaşmış yapıları çatlatan en etkili unsurlardan biridir aynı zamanda. Diktatörler, kendileri hakkında halk arasında fısıltıyla anlatılan fıkraları sevmezler. Ama bu, diktatörlerin mizah duygusu olmadığını göstermez -miş...
Ben açıkcası, Stalin'in ince bir mizah duygusuna sahip olduğunu bilmiyordum, -hem de Stalin'in incecik mizah duygusuna kanıt sayılabilecek "Kruşçev'in Anıları" adlı kitabın, kütüphanemde uzun yıllar sürtmüş olmasına rağmen...
Leonid Brejnew, Kruşçev'i 1964'de iktidardan uzaklaştırdı ama Sovyet "geleneği"ne uyup, onu astırmadı veya kurşuna dizdirmedi. Nikita Kruşçev, Stalin devrine son veren SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) lideriydi. Stalin'in 1953'de ölümünden sonra partinin başına geçip, Stalin'in en önemli adamı, gizli servis şefi Lavrenti Beriya'yı alaşağı ederek -bir yere kadar- Stalin devriyle hesaplaştı da, ve tabii Stalin yaşarken onun en yakın çalışma arkadaşlarından biriydi!
Kruşçev'in anılarının Almancası "Chruschtschow erinnert sich" (Kruşçev hatırlıyor) adıyla 1971'de yayımlandı ve ben onu asla okumadım. O zamanlar, kitapdaki bazı bilgilerin doğruyu yansıtmadığı konusunda yazılar çıkmış basında. Ben o yazıları bir şekilde bulmuştum ve kitabı hemen bir köşeye kaldırmıştım.
İşte o kitaptan bir anekdotu, büyük yazar Milan Kundera'nın son romanı "Kayıtsızlık Şenliği"nde görünce, aykırılamasına şaşırdım! (Can Yayınları 2015, Ayça Sezen çevirisi)
Politbüro'nun Sovyetler Birliği'ni yöneten en elit kesimi, bir avuç insan, iş saati sonunda Stalin'i dinliyorlar. Şimdi Milan Kundera'dan alıntılıyorum:
"Bir gün, Stalin ava çıkmaya karar verir. Sırtına eski bir parka geçirir, ayaklarına kayaklarını giyer, uzun bir tüfek alır ve onüç kilometre yürür. Sonra, önünde, bir ağaca tünemiş duran keklikler görür. Durur ve keklikleri sayar. Yirmi dört tanedirler. Ne talihsizlik! Yanında sadece on iki fişek vardır. Ateş eder, kekliklerin on iki tanesini öldürür, sonra döner, evine kadarki on üç kilometreyi tekrar yürür ve on iki fişek daha alır. Aynı ağacın üzerinde hâlâ tünemekte olan kekliklere ulaşmak için tekrar onüç kilometre yol kat eder. Ve nihayet hepsini öldürür."
Stalin'in anlattığı bu fıkrada ilginç olan, fıkranın saçmalığı değil, onun ciddi ciddi dinlenmiş olması -ve doğruluğuna inanılmasa da, itirazsız dinlenmesi. Bir tek Kruşçev, kem küm etmiş...
Mesai saati dolduğu ve herkes eve gideceği için, önce lavoboya uğranırmış. Stalin'in bu en yakın adamlarının işemeleri için hepsi yan yana, her biri için özel tasarlanmış psiuarları varmış. Stalin, koridorun taa öbür ucunda, sadece ona ait bir tuvaleti kullanırmış, yani adamlarının ona duyurmadan istediklerini söyleyebildikleri bir yermiş lavoboları -öyle sanıyorlarmış.
Stalin'in mesai arkadaşları tuvalette ellerini yıkarken, bir taraftan da "Yalan söyledi yalan söyledi" diye bağırıp, Stalin'in nasıl aşağılık âdi bir yalancı olduğundan bahsetmişler, Stalin'in bu kaba saba yalanına gülmüşler. Ve o sırada Stalin'in onları gizli gizli dinleyip, onların ahmaklığına kahkahalarla güldüğü hiç akıllarına getirmemişler. (Bu "dinleme" hikayesi, romandan fiktif bir detay, ama Stalin'in dinletmediği kimse olmadığına göre, adamlarını dinlemiş olması gayet makul).
Milan Kundera'nın romandaki kahramanı Charles (yani Kundera), -Kruşçev'in Anıları'nda anlattığı- bu hikayeden o kadar etkileniyor ki, bu anektotu kendince bir sanat eseriyle taçlandırmayı bile düşünüyor.
Politbüronun kelli felli en üst yöneticileri, Stalin'in espri yaptığını anlamamışlar. Daha da vahimi, Kruşçev bu olayı yıllar sonra kitabında anlatırken bile Stalin'in şaka yapmış olduğunun hâlâ farkında değil! Kitabı keşke okusaymışım...
Stalin, bu "fıkra"yı anlattıktan sonra, belki de adamlarının "Hadi canım sen de" diyerek hep bir ağızdan gülmelerini beklemişti, veya hiç birinin onun sözlerine itiraz edemeyecek derecede koyunlaştıklarının bilinciyle içten içe onlarla dalga geçmişti. Kundera, buradan muhteşem bir çıkarımda bulunuyor ve kahramanı Charles'a, Stalin'in çalışma arkadaşlarının tavrı hakkında şunları söyletiyor:
"Zira etrafındaki kimse artık şaka nedir bilmiyordu. İşte, bana göre, Tarih'te yeni, büyük bir dönemin açıldığını haber veren tam da buydu." Tam da öyle oldu, Türkiye'de de öyle olacak...
Siyasi fıkralar diktatörlerle dalga geçer, her zaman böyledir. Ama diktatörler de, etraflarındaki biatkar koyunlar olmadan diktatörlük yapamazlar ve koyunlaştırılmaya itiraz atmeyen adamlarıyla böyle dalga geçmelerinin bence bir mahsuru da yoktur -hele koyunlar onca yıl aradan sonra, kendileriyle nasıl dalga geçildiğini hâlâ anlamamışlarsa ve hatta anlayışsızlıklarını bir de kitaba yazıp sonsuzlaştırmışlarsa...
İşte bu mihverdeki "ciddiyet" atmosferime Sovyet fıkraları, güneş gibi doğuvermişti. İnsanların böyle tekdüze ve faşizan bir atmosferde siyasi fıkralarla nefes almaya çalışmaları takdire şayandı!..
Alexander Drozdzynski'nin "Der politische Witz im Ostblock" (Doğu Blokunda siyasi fıkra) kitabı, aslında 1974'de yayınlanıp, benim elime rötarlı geçti, ama esasen Sovyetler Birliği'ndeki üniversite öğrencilerinin üretip yaydığı, halk tarafından da benimsenen bu fıkralardan örnekler sunan en iyi kitaptı. Okuduklarım, çabucak ayrılmaz bir parçam oldular.
Proleteryaya mensup üç işçi, hapishanedeki koğuşlarında konuşuyorlarmış, daha ilk günleri, tanışma faslı. Aralarında en yaşlı olanı:
"Ben işe hep on dakika geç geliyordum, 'Sabotör'lükten tutuklandım" demiş.
"Ben" demiş sarışın olanı, "işe hep on dakika erken geliyorum diye 'Ajan'lıktan ceza yedim."
Üçüncüsü kocaman gözlerle iki işçiye bakmış ve "Ben" demiş, "işe hep tam zamanında gittiğim için tutuklandım."
Diğer ikisi, "Neyle suçlanıyorsun?" diye sormuşlar.
"Yurt dışından kaçak getirilmiş bir saate sahip olduğumdan şüpheleniyorlar."
Evet o saati belki hiç bulamamışlardır, ama Sovyet malı saatler de gerçekten çok kötü kalite, bir taraftan da çok havalıydılar. Kızıl bayraklı, TCDD cep saatlerindeki gibi lokomotif motifli iri saatler.
Drozdzynski'nin kitabındaki fıkralar o kadar çarpıcıydı ki, hepsini ezberlemiş kadar oldum ve bir dönem herkese anlattım. Sol devrin, kahkahalı Gezi devriyle en yakın akraba olduğu günlerdi benim için.
"Denizsiz Çekoslavakya Sosyalist Cumhuriyeti'nin deniz kuvvetleri olabilir mi?"
"Kültürsüz Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin nasıl kültür bakanlığı olabiliyorsa, onların da deniz kuvvetleri bal gibi olabilir" -gibi oldukça acımasız fıkralar da vardı aralarında, hatta ırkçılığa kapı açanları da. Mesela:
"Lumumba kimdir?"
"Çukulataya batırılmış Kuruşçev."
Afr ikalı Sosyalist lidere böyle diyorlardı...
Unutamadığım kitaplardan bir diğeri de Milo Dor'un "Der politische Witz" adlı, kendini Doğu blukuyla sınırlamayan eseriydi. (Ve bu kitapları yazan adamların tamamına yakını Balkan ve Doğu Avrupa kökenliydi).
Sosyalist ülkelerde alttan alta yayılan iğneleyici muhalif fıkraların izine rastlayıp onlar hakkında ilk yazıyı 1962 yazan Newsweek'in Moskova muhabiri Whitman Bassow, yazısı yayımlandıktan sadece üç gün sonra "Sovyetler Birliği'ne iftira attığı" gerekçesiyle sınır dışı edilmiş. Yani fıkraları Amerikalıların uydurduğu gibi akla ziyan bir gerekçe. Rus halkının kıvrak zekası ve mizah anlayışına hakaret.
Rus asıllı Bassow sayesinde Dünyada insanlar "Erivan radyosu" diye fiktif bir radyo istasyonundan haberdar oldular. Muhalif Sovyet fıkralarının ilk biçimi, soru-cevap şeklindeydi. Güya halk radyo istasyonuna soru soruyor, o da yanıtlıyordu. Mesela şöyle:
"Sovyetler Birliği'ni neden seviyoruz?"
"Bizi kurtardığı için."
"Amerika'yı neden sevmiyoruz?"
"Bizi kurtarmadığı için."
Ben bu soru-cevap türünden ziyade, daha sonra piyasaya düştüğü anlaşılan uzunca olan ve anlatması daha zevkli olanları seviyordum.
Bir Sovyet vatandaşı öldükten sonra Cehenneme gitmiş, içeri girecek, kapıda şeytan sormuş:
"Kapitalist cehennemine mi gitmek istersin, sosyalist cehennemine mi?"
"Sosyalist cehennemine gideyim ben" demiş adam, "garanti orada da ocaklar ve fırınlar bozuktur, işlemiyordur."
Bir de doğrudan Sovyetlerin ünlü aparatçikleri, parti büyükleri, liderleri hakkında anlatılan fıkralar vardı ki, konu edilen kişileri ayrıca anlatmak gerektiğinden buraya almıyorum, -ama birini özellikle alacağım:
Yosif Vissarionoviç Cugaşvili. Namı diğer Stalin...
Benim bu konuların ve Doğu Bloku fıkralarının kapağını kapatalı, şimdi saymaya üşeneceğim kadar uzun zaman oldu, ama yeniden, hem de damdan düşer gibi gündemime düşmesi, edebiyat okumalarım sırasında edindiğim ve beni son derece şaşırtan yeni bir bilgi sayesinde...
Diktatörler mizah sevmez. (Bir tanesi de Türkiye'nin başında olduğundan herkesin malumu) Zira mizah, rahatlatıcı özgürlük alanı yaratan anlık kahkahalarla her tür diktatörlüğün baskısı dışına çıkabilen, yer-zaman tanımayıp ele avuca sığmayan bir şeydir ve diktatörler, halkı güldürebilen kişilerden korkarlar. Mizah, betonarme diktatöryal yapıların en yasakçı katı katmanlarında bile kendine yer bulabildiğinden, o taşlaşmış yapıları çatlatan en etkili unsurlardan biridir aynı zamanda. Diktatörler, kendileri hakkında halk arasında fısıltıyla anlatılan fıkraları sevmezler. Ama bu, diktatörlerin mizah duygusu olmadığını göstermez -miş...
Ben açıkcası, Stalin'in ince bir mizah duygusuna sahip olduğunu bilmiyordum, -hem de Stalin'in incecik mizah duygusuna kanıt sayılabilecek "Kruşçev'in Anıları" adlı kitabın, kütüphanemde uzun yıllar sürtmüş olmasına rağmen...
Leonid Brejnew, Kruşçev'i 1964'de iktidardan uzaklaştırdı ama Sovyet "geleneği"ne uyup, onu astırmadı veya kurşuna dizdirmedi. Nikita Kruşçev, Stalin devrine son veren SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) lideriydi. Stalin'in 1953'de ölümünden sonra partinin başına geçip, Stalin'in en önemli adamı, gizli servis şefi Lavrenti Beriya'yı alaşağı ederek -bir yere kadar- Stalin devriyle hesaplaştı da, ve tabii Stalin yaşarken onun en yakın çalışma arkadaşlarından biriydi!
Kruşçev'in anılarının Almancası "Chruschtschow erinnert sich" (Kruşçev hatırlıyor) adıyla 1971'de yayımlandı ve ben onu asla okumadım. O zamanlar, kitapdaki bazı bilgilerin doğruyu yansıtmadığı konusunda yazılar çıkmış basında. Ben o yazıları bir şekilde bulmuştum ve kitabı hemen bir köşeye kaldırmıştım.
İşte o kitaptan bir anekdotu, büyük yazar Milan Kundera'nın son romanı "Kayıtsızlık Şenliği"nde görünce, aykırılamasına şaşırdım! (Can Yayınları 2015, Ayça Sezen çevirisi)
Politbüro'nun Sovyetler Birliği'ni yöneten en elit kesimi, bir avuç insan, iş saati sonunda Stalin'i dinliyorlar. Şimdi Milan Kundera'dan alıntılıyorum:
"Bir gün, Stalin ava çıkmaya karar verir. Sırtına eski bir parka geçirir, ayaklarına kayaklarını giyer, uzun bir tüfek alır ve onüç kilometre yürür. Sonra, önünde, bir ağaca tünemiş duran keklikler görür. Durur ve keklikleri sayar. Yirmi dört tanedirler. Ne talihsizlik! Yanında sadece on iki fişek vardır. Ateş eder, kekliklerin on iki tanesini öldürür, sonra döner, evine kadarki on üç kilometreyi tekrar yürür ve on iki fişek daha alır. Aynı ağacın üzerinde hâlâ tünemekte olan kekliklere ulaşmak için tekrar onüç kilometre yol kat eder. Ve nihayet hepsini öldürür."
Stalin'in anlattığı bu fıkrada ilginç olan, fıkranın saçmalığı değil, onun ciddi ciddi dinlenmiş olması -ve doğruluğuna inanılmasa da, itirazsız dinlenmesi. Bir tek Kruşçev, kem küm etmiş...
Mesai saati dolduğu ve herkes eve gideceği için, önce lavoboya uğranırmış. Stalin'in bu en yakın adamlarının işemeleri için hepsi yan yana, her biri için özel tasarlanmış psiuarları varmış. Stalin, koridorun taa öbür ucunda, sadece ona ait bir tuvaleti kullanırmış, yani adamlarının ona duyurmadan istediklerini söyleyebildikleri bir yermiş lavoboları -öyle sanıyorlarmış.
Stalin'in mesai arkadaşları tuvalette ellerini yıkarken, bir taraftan da "Yalan söyledi yalan söyledi" diye bağırıp, Stalin'in nasıl aşağılık âdi bir yalancı olduğundan bahsetmişler, Stalin'in bu kaba saba yalanına gülmüşler. Ve o sırada Stalin'in onları gizli gizli dinleyip, onların ahmaklığına kahkahalarla güldüğü hiç akıllarına getirmemişler. (Bu "dinleme" hikayesi, romandan fiktif bir detay, ama Stalin'in dinletmediği kimse olmadığına göre, adamlarını dinlemiş olması gayet makul).
Milan Kundera'nın romandaki kahramanı Charles (yani Kundera), -Kruşçev'in Anıları'nda anlattığı- bu hikayeden o kadar etkileniyor ki, bu anektotu kendince bir sanat eseriyle taçlandırmayı bile düşünüyor.
Politbüronun kelli felli en üst yöneticileri, Stalin'in espri yaptığını anlamamışlar. Daha da vahimi, Kruşçev bu olayı yıllar sonra kitabında anlatırken bile Stalin'in şaka yapmış olduğunun hâlâ farkında değil! Kitabı keşke okusaymışım...
Stalin, bu "fıkra"yı anlattıktan sonra, belki de adamlarının "Hadi canım sen de" diyerek hep bir ağızdan gülmelerini beklemişti, veya hiç birinin onun sözlerine itiraz edemeyecek derecede koyunlaştıklarının bilinciyle içten içe onlarla dalga geçmişti. Kundera, buradan muhteşem bir çıkarımda bulunuyor ve kahramanı Charles'a, Stalin'in çalışma arkadaşlarının tavrı hakkında şunları söyletiyor:
"Zira etrafındaki kimse artık şaka nedir bilmiyordu. İşte, bana göre, Tarih'te yeni, büyük bir dönemin açıldığını haber veren tam da buydu." Tam da öyle oldu, Türkiye'de de öyle olacak...
Siyasi fıkralar diktatörlerle dalga geçer, her zaman böyledir. Ama diktatörler de, etraflarındaki biatkar koyunlar olmadan diktatörlük yapamazlar ve koyunlaştırılmaya itiraz atmeyen adamlarıyla böyle dalga geçmelerinin bence bir mahsuru da yoktur -hele koyunlar onca yıl aradan sonra, kendileriyle nasıl dalga geçildiğini hâlâ anlamamışlarsa ve hatta anlayışsızlıklarını bir de kitaba yazıp sonsuzlaştırmışlarsa...
Seçim sonrası 'Yepyeni Türkiye'nin iktidar pratiği hakkında
Türkiye 7 Haziran 2015 seçimleri ertesinde, önümüzdeki dönemde gerçeğin belirginleşecek yeni kalitesiyle daha yakından tanıştı. Bu gerçek, Türkiye'de kendini çeşitli üst başlıklar altında tanımlayan farklı gerçeklerin varlığı ve devinip/dönüşüp başka üstbaşlıklar üreten bu gerçeklerin kendi sonsuzlukları içinde varoldukları ve varolacakları gerçeğiydi. Özgürlük faktörünün, yüksek kültürün ve barışın temel alındığı dönemlere özgü dinamik bir durum 2013 Haziranından beri bu yeni kaliteyi destekliyor. Gezi Ruhu, farklılıkların kendi özgün gerçekleri içinde alabildiğine özgür ama diğer gerçeklerle birlikte yaşayabileceklerini gösteren çarpıcı bir deneyimdi. Namaz kılan antikapitalist Müslümanlarla travesti ve homoseksüellerin yan yana varolduğu ve kendi gerçekliklerini alabildiğine yaşayabildikleri bir atmosferin sağlanması, evrensel insani değerler sayesinde gerçekleşti. Türkiye'de uzun zamandan beri ilk kez, ülkenin bütün özgün faktörleri, kendilerine dikte edilen başka bir gerçeğe uymayıp, bildikleri gibi diğerleriyle yanyana yaşayabileceklerini gösterdiler. Anadolu ve İstanbul gibi onbin yıllık kesintisiz uygarlık tarihine sahip bir yerde, farklılıkların büyük bir kazanç ve zenginlik olduğunun farkına varıldı ve bu birlikteliğin hangi temelde olabileceği de anlaşıldı.
Gezi'de, çoğunluğa üniter bir makro kimlik giydirmeye ve dikte etmeye çalışan, özgürlük/eşitlik/demokrasi bir yana, yalan/iftira/aldatmaca gibi insani değerleri sorunlu bir çevre dışında herkes vardı. Buradan, Anadolu ve İstanbul'un ortak paydası çok net olarak belirginleşti. Gezi Ruhu bu nedenle, sadece yüksek evrensel değerleri değil, temel insani değerleri de baz alıyordu ve bu değerlere uyan herkesi bağrına basıyordu.
7 Haziran seçimlerinden sonra artık, "Ben Solcuyum Türk faşistlerle görüşmem" sözö ne kadar abes ise, "Ben Türküm, Kürtçülerle görüşmem" sözü de o kadar abestir, çünkü ortak payda, "Aralarında Türkçe anlaşıp evrensel değerleri esas alan iyi insanlar olmak"tır. İnsan olmak ve insan kalmak temel değerinin ne kadar önemli olduğu ve birçok sorunu kendiliğinden nasıl çözdüğü anlaşıldıktan sonra, bu çerçeve içinde kavgasız döğüşsüz bir hayatın -hem de her çevrenin kendi gerçeğini yaşayarak- gerçekleşebileceği anlaşılmıştır. Türkiye ve Anadolu'da yaşayan halk da tam bu bilinci yansıtan bir sonuç sunmuştur siyasi partilere.
Türkiye, "İyi" ile "Kötü"nün net bir şekilde birbirinden ayrıştığı çok özel bir dönem yaşıyor ve bu sayede bu topraklarda birlikte yaşamanın en sağlam biçimini de keşfediyor. Türkiye'yi geleceğe doğru gereğinde ite kaka ilerletecek bu gerçek, sadece dünyanın bir kısmında yaşayan İslam dininden de, sadece Türkiye'de yaşayan Türk milliyetçiliğinden de, hatta kapitalizmin şartları altında yaşayan ulusdevlet milliyetçiliklerinden de daha güçlüdür, çünkü insanoğlunun ve insankızının -insan olmakla ilgili- dinler ötesi mental kökenine yaslanmaktadır.
Türkiye'de kötülüğü temsil eden ve her türlü insani değeri rahatlıkla çiğneyebilen mukdedir İslamcılığa ve onun büyük tahribatına karşı çıkan üç muhalefet partisinin -birbirlerinden tamamiyle farklı olmalarına rağmen- bir koalisyon kurmaları, Türkiye'yi gelecekte yönetecek "İyilik" faktörünün ortak paydasını işletip yeni eşsiz deneyimler kazanmak için hem bir fırsat hem de bir zorunluluktur. Türkiye, kendi gerçeği/perspektifi/tarihyaklaşımı olan farklı kesimlerin görünür olacağı ve biraraya geldiği yüksek kalitedeki ortak paydayı daha da net tarif edip daha sağlam bir temele oturtacağı ve dünyanın belki başka yerlerine de uzanıp örnek olacağı bir döneme giriyor. Şimdi kimsenin kimseye, "ben onunla yan yana bile gelemem" deme lüksü yoktur, zira bu laf doğru değildir. Sadece "Kötü"nün yalanı/dolanı/IŞİD'cibarbarlığı/hırsızlığıyla bir araya gelinemaz. Onun dışında bir araya gelinir ve hatta birlikte aynı hükümette doğrudan veya dolaylı/uzaktan yer alınabilinir.
Gelecekte MHP anlayışının dünyanın Türk tarihi üzerinden okunmasını nasıl bir zenginlik sayacaksak, HDP'nin Türkiye ve Kürtler/Kürdistan üzerinden bölgeyi okumasını ve kültürünü geliştirmesini de, homoseksüellerin saygın bireyler olarak topluma kazandırılmasını da, Özgün Türk İslam'ının derviş geleneğini canlandırmasını da, Batılı klasik müzik sanatının Türkiye'nin her köşesinde çalınmasını ve bu sanatın virtüözlerinin bu topraklarda yaşamasını da, Süryani kültürünün herkesçe bilinmesini de, Süryani şarabının gene dünya markası olmasını da, zenginlik sayacağız ve birbiriyle çatışmayan bu gerçekliklerin kendi özgün alanlarında sonsuzluklara uzanmasını özendireceğiz. Buradan doğacak sinerji, Anadolu ve İstanbul Uygarlığının hakkını verecektir. Bu muhteşem atmosferde yer almayacak olan tek şey, adı üzerinde kendini "tek ilahi doğru" ila edip varoluşun kendisiyle çelişen islamcılık türü olacaktır ve başkalarına kendini zorla dikte eden her gerçek. Özgürlük ve barış anlayışlarını içselleştiren Gezi Ruhu, bu muhteşem birliğin ve yeni dönemin koruyucu ruhu olacaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)