Demokrasinin topyekün tahribi, global ekonomi için bir zorunluluk mu?

Türkiye'de demokrasinin ve hukuk devletinin ayaklar altına alınması konuşuşurken, Macaristan'dan benzeri -sistemli- girişimler bütünü geldi... Colin Crouch'un "Postdemokrasi" diye adlandırdığı şekilsel demokrasi daha da bozuluyor ve çoğunlukçuluğa dayanan yeni tip diktatörlüklere dönüşüyor. Fransa'da da, Sarkozy'nin hukuk sistemini kontrol eder hale geldiği ve yargı bağımsızlığının ortadan kalkmak üzere olduğu konuşuluyor. Sol eğilimli Liberation gazetesi, bu "yenilikler"e dayanarak, "Sarkozy seçime hazır" diye manşet attı.
Demokrasi, aynı zamanda bir mücadeleler tarihi demektir ve bu mücadeleyi veren esas unsurlar da "Görünür unsurlar" ve "Görünmez unsurlar" diye ikiye ayrılır! Görünür olanların adına 'Sol', görünmez olanlaın adına da 'Kadın' diyebiliriz.

Türkiye'nin karışıklıklar devri 2012 ve 'Farklılıkları yaşamayı öğrenmek'

Türkiye, zayıflık olarak kabul edilen bir özelliğini güce çevirmeye hazırlanıyor. Bunu başardığı takdirde, sadece kendi iç barışını kurmakla ve ülkenin dinamiklerini serbest bırakmakla kalmayacak, geleceğin dünyasına örnek olabileceği önemli yanlarından belki de ilkini olgunlaştırmak için yeni bir süreci başlatacak. Bu süreci ben kısaca, 'Farklılıkları yaşamak' diye adlandırıyorum (farklılıklara sadece mecburen tahammül etmeyi çağrıştıran "farklılıklarla yaşamak" demiyorum).
Türkiye, neoliberal kapitalist çağın bozulma dönemine has bir postdemokratik totalitarizmin etkisinde. Bu dünyaya kazık çakabileceğini sanan bu geçkapitalist 'yeni muhafazakar' zihniyetin karikatür modelini Macaristan'da görüyoruz, -Türkiye'deki ilk modelini Menderes devrinde görmüştük. Bu sistem kısaca, oy çoğunluğuna dayanarak her istediğini yapaabileceğine inanan, global finans kapitalle tekparti devletinin bütünleşmesine dayanan bir tür postdemokrat "imdat kapitalizmi"dir. Sistemin global krizi aşamasında -denize düşen sisteme sarılan- yerel menfaat kapitalizmidir. Sadece ülkenin bir tek kesimi tarafından kontrol edilen neoliberal sistemin hayatta kalmak için her türlü hinliği ve vahşeti yapabileceği son haline böyle bir ad takabiliriz. 2012'nin ikinci yarısından itibaren, bunun siyasi ifadesinin nasıl çirkefleşebileceği daha "iyi" görülülüp anlaşılabilir.

Ankara ile Paris arasındaki 'Soykırım yasası' gerginliği Avrupa basınında

Fransız Parlamentosu, ülkenin yasalarına göre kabul edilmiş Ermeni Soykırımını inkar edenlerin bir yıl hapis ve kırkbeşbin Avroya kadar para cezasına çarptırılmasını öngören yasa önerisini sadece 40 oyla kabul etti. Karar Türkiye'de büyük ve duygusal bir tepkiyle karşılandı. Avrupa basınında olay hakkıda çok sayıda yorum yazısı çıktı. Sol eğilimli Süddeutsche Zeitung, hem Türkiye hem de Fransa'daki ölçüsüzlüğü eleştiriyor. "Birçok Türk, Avrupa Birliğine (AB) girmeye hazır, ama Tayyip Erdoğan'ın Hükümeti hazır değil" denilen yorumda, bunun gerekçesi şöyle anlatılıyor: "Erdoğan Hükümeti'nin Fransa'ya yönelttiği ölçüsüz tehditleri, AB'ye nasıl zararlı olduğunu hissettiriyor. AB'yi milliyetçiliğiyle rehin alırdı. Kendi tarihini bastıran (unutmaya çalışan) bir ülke patlayıcı maddedir. Türkiye'yi eleştirmek, Fransa'yı yeni kabul ettiği Soykırım Yasası nedeniyle övmek anlamına gelmiyor. (...) Fransa, Ermeni Soykırımını, 2001'de bir yasayla kabul etti. Bu iyi ve yeterli. Şimdi Soykırıma kuşkuyla yaklaşanları hapis cezasıyla tehdit etmek, bir ifrat/tecavüz (taşkınlık). Fransa, yasasını geri çekmeli -Türkiye de (Soykırımdaki) Türk sorumluluğunu kabul etmeli." (23.12.11)
Le Monde gazetesi, Ermeni oylarını kapmak için bir Muhafazakar oyunu olarak gördüğü kanunun kabulüyle, Ermenilerin durumlarının iyileşmesi gibi bir durumun sözkonusu olmadığı, ama Ankara ile kalıcı bir sorun doğduğuna dikkat çekiyor.

Büyük savaşta cepheler belirginleşirken, tarafsız haberin önemi

Burada bir zamandır, büyük bir savaş olasılığından sözediyoruz. Güya "iyimserlik" edip bu tehlikeye değinmekten mümkün olduğunca imtina etmek, olası gelişmelere -panik yapmadan- alttanalta hazırlanmak gibi bir sonuç doğurmadı. Suriye savaşına karşı kararlılıkla karşı çıkan, mücadele eden az sayıda kişinin sesi soluğu da kesilmek üzere. İyimserlik uykuya neden oluyorsa, uyuyanları tekmeleye tekmeleye uyandırmak da bir zorunluluktur. Burada sadece Suriye ve İran savaşından bahsetmiyoruz. Dünyada büyük bir cepheleşme yaşanıyor ve bu durum, pokerci suratlı diplomatlar/politikacılar tarafından önemli ölçüde gizleniyor. Sızan bilgiler kıt ve güvenmesi zor. İran/Suriye olayı buzdağının sadece görünen ucu.
Türkiye'de Suriye'ye karşı esip gürleyen iktidar çevrelerini ciddiye almak mümkün değil. Hem Suriye'yle ve İran'la köprüleri atmak, hem de İsrail'le ve şimdi de Fransa'yla "papaz" olmak, -savaş öncesi politikaları açısından değerlendirilirse- mantıksızlığın ötesinde, en hafif deyimiyle "çocuksu bir gayrıciddiyet". Böyle bir dönemde, kerameti kendinden menkul bir takım politikacıların "duygu patlamaları" ile yürütülen bir dış politikanın önümüzdeki dönemde Türkiye'nin başına fena patlayabileceğini nedense kimse düşünmüyor, konuşmuyor. Basında Suriye konusu neredeyse unutuldu. O unutulanın alttan alta yandığını gösterir çok sayıda işaret var. Ayrıca savaşa, sadece İran'da Suriye'de falan değil, birçok yerde hazırlanıldığı yönünde alametler görülüyor.

Paylaşımcı ekonominin ilk örnekleri ve temel kuralı: İyilik, dürüstlük

Burada sürekli bir 'Postkapitalist' dönemden bahsediyoruz. Hayatındaki hiçbirşeyi değiştirmeden, geleceğin güllük gülistanlık olabileceğini düşünen yurdum/dünyam insanı da böyle şeyleri hem merakla hem de inanmayarak okuyor. Nihayetinde "sosyalizm" de böyle tatlı laflardan oluşmuyor muydu? Sosyalistler ya reklamcı, ya da köşe yazarı oldu. Köşeyi dönüp ipek kravatlara dolananlar da az değil. Ama bir "kafa/gönül" sporu olarak, sosyalistimsi şeyleri okuyorlar!
Bu yazı onlar için değil. Burada Kim İl Sung'un cillop yeğenine uygun sosyalistik teorilerden değil, değişen alışkanlıklardan bahsedeceğiz -ki tüm ideolojilerden daha önemli ve daha gerçektir.
Bundan on yıl kadar önce ekonomist Jeremy Rifkin, mülkiyet devrinin sona ermekte olduğundan bahsetmiş ve büyük laflar etmişti, mesela "bir çağ sona eriyor" falan demişti (Bkz. "The Age of Acces" 2000). Burada Rifkin'i savunacak değiliz, ama özellikle iş sistemi ve ücretli çalışma ile ilgili kitaplarını değerli bulduğumuzu (ve burada değindiğimizi) belirtelim (Bkz. "The End of Work" 1995). Tabii bu kitapları aşıldı, başkaları tarafından güncellendi. Ama, 2008-2024 dönemine verdiğimiz adıyla 'Postkapitalist dönem için önemli popüler eserler/fikirler olmayı sürdürüyorlar. Ama bunlardan çok daha önemlisi, insanlar mülkiyet anlayışını sahiden terk ediyorlar.

Endüstri toplumundan "Hiperaktif toplum"a, acıtan bireysel rekabet mantığı

Bu yazı bambaşka bir yerden başlamıştı, ama bambaşka bir yerden yeniden yazılıyor ve esasen 'Sistemin merkez ülkeleri'ndeki toplumsal değişimin enteresan bir yönünü, Türkiye'yle paralellikler kurarak anlatmayı amaçlıyor.
Eski Sol jargona has sosyolojik dili benimsemiş Türkiye'de, bu dilin deyimleri ve tarzıyla konuşmak daha kolay. Konu, aslında endüstri toplumunun son çeğrek yüzyılda nasıl bir değişime uğradığı ve bugün nereye geldiğiyle ilgil -ama bu gelişmenin tek tek bireyler üzerindeki yansımasına bakıyor. Ve aynı zamanda sosyal medyayı da kapsama alanına dahil ediyor. Öyleyse nedir? Endüstri toplumu neydi ne oldu?
Endüstri toplumu; fabrika/iş toplumuydu, işçi sınıfı ve burjuvazi çatışmasına göre konumlanmış Sağ/Sol ayrımının toplumuydu, reel ekonominin haala asıl olduğu toplumdu, yani sosyalizmin çöküşü öncesinin "Liberal" toplumuydu.
İşte bu toplumun bireysel açıdan özelliği, karşınızda, sizin zıddınız veya kendinizi ona karşı çıkarak tanımladığınız yapılar/fikirler vardı -daha önemlisi, sizi bir konteksin içinde örgütleyen bir iş toplumu vardı. Sistemin merkez ülkelerinde bu yapı, -artık belirgin bir şekilde değişmiş, Türkiye'de ise yapay/sanal bir konteksin ortaya çıkmasıyla birlikte "bölünmüş" görünüyor. Türkiye, Sistemin ikinci çemberi içinde yer alan bir ülke olarak, hem 'Sistemin merkez ülkeleri'ndeki bu değişimi yaşıyor, hem de eski 'Liberal' dönemlere benzer -onun sanalı/yapayı- 'Neoliberal' bir yalancı iş toplumunu, eskiye benzeyen ama ondan tamamen farklı bir biat "kültürü" üzerinden yaşatıyor. Yalancı bir istikrar.

Şafak Pavey / Güçlü gelecek toplumun ortak hayalleriyle kurulur

Şafak Pavey'in 12 Aralık günü TBMM'inde AB Bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmasını buraya alıyoruz.

Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri...

Güçlü gelecek toplumun ortak hayalleri ile kurulur. Bizim de, çağdaş ülkelerin vatandaşları gibi özgürleşmek ve zenginleşmek hayalimiz vardı. Dünyaya huzurla bakan, üretici meslekleri olan bireyler olarak bir diğerine özen gösteren, diğerinin varlığına kin gütmeyen vatandaşlar birliği…
Gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de bu birlik bir sosyal demokrasi projesiydi.
AB ile süreç tamamlandığında bu rüya yerini daha yükseğine bırakacaktı. Fakat hükümet Avrupa Birliği pusulasını kaybetti. Çünkü insanlık değerleri üstünden dönüşmeyi değil, para üstünden ticareti hedeflemişti… Özgürlük ve hukuk nutukları, çakma reformlardan ibaret kaldı. Hrant Dink duruşmalarını size utanç örneği olarak sunuyorum.
İnsanı, siyasal değerler yüksek vatandaşlığa ulaştırıyor. Göç yönlerine bakın. Size insanın kaliteli hayat için nereye aktığını doğrudan gösterecektir. İyi yönetilmeyen ülkelerin vatandaşlarının, iyi yönetildiğini düşündükleri özgür ülkelere canları pahasına akması gerçeğine bakın.. Gerçek her zaman hamasetten güçlüdür.
Askeri vesayeti azaltmak için AB değerlerini kullanan hükümet, niyetini gerçekleştirdikten sonra, kendi sultanlığı devam etsin diye AB kurallarına uyum sağlamayı reddetti. Görüldü ki, niyeti özgür bir toplum değil, efendisi değişmiş bir toplum inşa etmekmiş…

Büyük bir 'Dünya Savaşı senaryosu'nu yeniden konuşmak ve Türkiye

Burada yıllardır bir 'Sistem Krizi'nden bahsediyoruz. 2007 yılında finans kriziyle başlayan aşamada, "finansal ekonomi" denen şeyin "reel ekonomi"den (ve gerçeklerden!) kopmasından bahsederken, bu kopuşun askeri alandaki yansımalarından bahsetmemiştik. Endüstrileşmiş kapitalizm nasıl krizdeyse, endüstrileşmiş savaş da krizde. Kriz nasıl bir sistem kriziyse ve dünyaya yayılma eğilimindeyse, bu atmosferde başlayacak savaş da öyle. Herşeyden önce şu önemli: Konjonktürel bir krizle karşı karşıya değiliz. Kriz doğrudan, sistemin yapısal sorunlarından doğuyor ve yayılıyor. Yıllardır ABD'nin global askeri stratejilerine ve büyük bir savaş tehlikesine dikkat çeken Kanadalı Profesör Michael Chossudovsky, 2005'den beri, "Üçüncü Dünya Savaşı" adını verdiği bu büyük savaşın operatif kısmına Türkiye'nin de dahil edildiğini söylüyor.

'Düşünmek', insanı neden mutsuz kılıyor, nasıl mutlu kılabilir?!

Bu çok eski bir sorun...
Friedrich Schelling'in doğa ve insan ilişkisi hakkındaki tüm iyimserliğine rağmen, 'Düşünmek' denen şeyin, derin bir yaratıcı-melankoli ile ayrılmaz bir bütün olduğu görüşü, 2008-2024 Değişim/dönüşüm dönemiyle ve gelecekle ilgilenen bu blogun da ilgi alanına giriyor.
Düşünmek denen şey nedir?
Düşünmek düşünülebilir mi?
Böyle sorular, tarihin fena halde hızlandığı günümüzde, kulağa belki biraz lüks entel züppeliği gibi gelse de, konuşulmak zorunda -hele düşünmek ve melankoli arasındaki bağın kırılması gibi bir sorundan bahsedeceksek.
Düşünmek konusunda tonla kitap yazılmış olmasına rağmen, bu olayın aslında ne olduğunu bilen yok. Düşüncenin ötesinde ne olduğunu da -rasyonel yoldan- konuşmak mümkün değil!
Peki  biz de konuyu rasyonel olmayan yoldan konuşsak?
Neden olmasın? Ama oraya gelmeden önce söylenecek çok şey var...

(yeni yazı)

Aralık 2012 eşiğinde İlerlemeci düşüncenin iflası ve postkapitalist mirası

Bugünkü anlamda İlerlemeci düşünce, 19'uncu Yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktı. Tarih felsefesi ve kültür felsefesi formatında, 20'inci yüzyılı belirleyen asıl düşünce olduğunu söyleyebiliriz. İlerlemeci düşünce, Modernizmin temel felsefesi haline geldi. Bu düşüncenin tarihte ilk versiyonunun ilk kez, dünyanın bu tarafında Stoacılar tarafından kullanıldığını biliyoruz. Fizik, mantık ve ahlak üzerine kurulu Helenistik Stoacı düşünce, İstanbul'un kurucusu İmparator Konstantin döneminde (Doğu) Roma'nın tek tanrılı Hristiyanlık dinini kabulüyle birlikte terkedildi, ama çeşitli biçimlerde yeniden ortaya çıktı. İlerlemeci düşünceye göre tarih, bir çizgi halinde durmadan ileriye doğru gitmektedir. Linear tarih anlayışının "ürünü" İlerlemecilik fikri, aynı zamanda, dünyanın bir yerde başlayıp bir yerde de sona ereceği eski-mantığının deforme edilmiş seküler devamıdır. İlerlemeciliğe göre, genel yaşam koşulları (modern anlamda) sürekli daha iyiye gider, herşey eskisine nazaran daha iyi ve de güzel falan olur. Hatta bu gelişmenin bir "hedefe" doğru ilerlediği de düşünülmelidir. (Peki ilerleyerek nereye böyle?) Mesela "Diyalektik Tarihi Materyalizm"e göre toplumsal gelişmenin istikameti, ille de dünyanın heryerinde "ilkel toplum, köleci toplum, feodal toplum, paracı toplum -pardon kapitalist toplum-, sonra da sosyalist toplum ve nihayet komünist toplum" istikametinde ilerlemelidir! (Dikmedirek ilerlerken 'Komünist toplum'da neden duruyor, bilen yok. Bu konuda Marx da birşey söylememiş malesef!)

İsrail'in kaderi ve Türk-Yahudi dostluğunu yeniden inşa etmek


Giriş...
Burada Kolbrin incilinden bahsederken ve Hz. Musa'nın Denizin içinden bir yol açarak halkını Filistin'e nasıl getirdiğini eski Mısır kaynaklarından aktarırken, Yahudi Halkının çektiği büyük acıları da hatırlamıştık (mesela tıklayınız).
İnternette 'Yahudi' diye yazıp arama motorunu harekete geçirdiğinizde, resimler arasında gene ilk sıralarda ırkçılardan kalma "kötü Yahudi" "tasvirleri"ni görüyorsunuz. İşin kötü yanı, buna şaşıramıyorsunuz, çünkü bugün bile dünyada, Yahudilere (çoluk-çocuk ayrımı yapmadan) peşin kin duyan ve onlardan nefret eden bir haşere sürüsü var. Bizim konumuz, bu küçük ama etkili halkın ve onların Filistin'deki ulus-devleti İsrail'in 2012 sonrasındaki olası kaderi ve son zamanda sistemli bir şekilde bozulan Türk-Yahudi dostluğunu bu süreçte yeniden kurmak ve yeni bir zemine oturtmak.
İsrail'in içinde bulunduğu zor zaman kalitesinden bahsederken (tıklayınız), orada etkiyen bir "kandırılma" durumuna dikkat çekmiştik. İsrail'in dolduruşa getirilmesi veya bir şekilde provoke edilmesi şeklinde de okunabilecek olan bu durum, güncel savaş tehlikesiyle birleşince, İsrail'in, etkisini 2012 Şubatına kadar sürdürebilecek son derece önemli (tayin edici) bir süreç yaşadığını gösteriyor olabilir. Asıl konumuz 2012 Aralık ayı sonrasındaki süreç olduğu halde bu etkiye dikkat çekmemizin nedeni, İsrail'in yaşayacağı büyük değişimin işleyiş türünü göstermesi bakımından önemli.
İsrail'deki değişimi, Ortadoğu'daki, Mezopotamya'daki ve özellikle Suudi Arabistan'daki değişimle birlikte ele alınca, konu daha da netleşiyor.

Rus Cumhurbaşkanı Medvedev'in konuşması ve Dünya Savaşı tehlikesi

Dimitri Medvedev, geçen hafta (23.11) yaptığı bir televizyon konuşmasında Rus halkını, Kızılordu'ya verdiği emirler konusunda uyardı. Bu emirler, Rusya'yı atom roketlerine karşı korumakla ilgili çok ciddi emirler ve yeni olmadıkları da anlaşılıyor. Olaydan çıkartılacak sonuç çok açık. Medvedev, Suriye kıyılarında bir Amerikan Uçak gemisiyle burun buruna duran Rus savaş gemilerinin, ürkmeyeceklerini ve Rusya'yı savunmakta kararlı olduklarını söyledi. Anlaşıldığı kadarıyla Rusya'nın NATO yayılmacılığına karşı tolerans sınırına erişilmiş bulunuluyor. Rusya, kendini korumaktan ve atom roketlerinden bahsediyor. Türkiye'nin bu denklemde koçbaşı rolü oynayarak ilk saldırı dalgasında yer alması, ülkenin intiharı olabilir. O nedenle Suriye ile savaşa/işgale/içsavaşa karşı çıkmak, şimdi bir yurtseverlik görevi haline gelmiş görünüyor.
Geçtiğimiz hafta Rusya ve İran, Türkiye'yi de uyarmıştı. Soğuk Savaş sırasında bile olmamış bir durumdu. Medvedev'in konuşmasından bazı bölümleri buraya alıyoruz...

2012 sonrasına doğru, demokrasiyi siyasî partiler tasallutundan kurtarmak

Tartışılmayan öyle önyargılar var ki -ben onlara "önyargı" demek istiyorum- artık mutlaka konuşulmaları ve fikren de olsa aşılmaları gerekiyor. Mesela, 'Demokrasi' diye birşey olabilmesi için ille de siyasi partiler mi olmalı? Partiler olmadan demokrasinin işlemediğini/ işlemeyeceğini söyleyen bir kural yok. -Tam tersi.
Son seçimlerde TBMM'ne iki Sol milletvekili girdi. Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü...
Bağımsız Milletvekili olarak seçilen bu iki yeni Milletvekili, iki büyük hayal kırıklığı oldular. BDP'nin parti disiplinini benimsediler ve hiç yoktan, aslında aktivisti olmadıkları bir partinin gönüllü olarak sultası altına girdiler. Onların durumlarına bakarak, Simone Weil'a hak vermemek elde değil. Weil'e göre siyasi parti kurumu şu üç temel nedenden dolayı iptal edilmelidir:
1. Siyasi Partiler, kollektif hırsların üreticisi ve taşıyıcısı haline gelmişlerdir.
2. Siyasi Prtiler, düşünce üzerinde kollektif bir baskı oluşturarak, fikirsel çeşitliliği önlemektedirler.

Dayanışmacı ekonominin temel ilkeleri hakkında

Kapitalizmin gerçek anlamda alternatiflerini konuşmak büyük ilgi uyandırıyor. Zaten asıl sorun da buradaydı: Bir zamanlar Magaret Thatcher'ın moda ettiği TINA "prensibini" kırmak... ("there is no alternative.")
Sistemin alternatifsiz olduğu yanlış kabulünü ortadan kaldırmak ve bunun da (sosyalizmler devrindeki gibi) kuru laftan ibaret olmayacağını görmek, insanları heyecanlandırıyor...
Şimdilik pek anlaşılmayan şey şu: Eski ideolojiler devrindeki gibi yukarıdan aşağıya yeni bir ekonomi kurulmayacak. İşte buradan, kapitalizmin alternatifleri konusunda asla unutulmaması gereken ilk ilkeye gelebiliriz. Bilinmeyen birşey değil: Özgürlük. Yani devlet dahil hiçkimse hiçkimseye yukarıdan aşağıya iş dayatamaz. İnsanlar ne yapacaklarını (piyasaya/devlete göre değil) kendilerine göre belirlemelidirler. Bu anlayış, daha baştan, ideolojik düşünceyi dışlar...

Arap devriminin yeni ivmesine Avrupa basınından yorumlar

Tahrir Meydanı yeniden hıncahınç. Sosyal paylaşım siteleri üzerinden haberleşip, yeniden meydanı doldurdular. Bu kez çok açık ve net, Mısır Ordusu'nun iktidarı sivillere devretmesini istiyorlar. Dün akşam (21.11.11) Geçici Mısır Hükümeti istifasını sundu. Tahrir Meydanı'na sert müdahale eden polis, 30'dan fazla eylemciyi öldürdü, 1700'ünü de yraladı. Ama mücadele sürüyor.
Hafta sonundaki kanlı protesto eylemlerine dikkat çeken Sol eğilimli İsveç gazetesi Aftonbladet, Mısırlı devrimcilerin, sadece eski Mübarek despotları yenileriyle değiştirmekle yetinmeyeceğini yazıp, asıl konuya geliyor: Devrimin konusu soba borusu değil, "Rejimi otoriter iktidar sahiplerinin elinden kurtarıp Halka vermektir. Ordu, dünkü Tahrir olaylarının da gösterdiği gibi, bu yolda bir engel teşkil etmeye başladı. İplerin perde arkasından çekildiği uyduruk bir gösteriş demokrasisinin istenmediği, Mısırlı generallere gösterilmek zorundaydı." Gazete, demokrasi aktivistleri, blog yazarları ve göstericilere uygulanan baskıların son bulması gerektiğini de yazmış. (21.11.11)

Asil Ruhlu İnsanlar olmak (3)

Yüce mutluluğa eişmek için 'Özgürlüğün' peşinde koşmak gerektiğini, insanın üzütü-sevinti dalgalanmalarından özgürleşmesi gerektiğini ve Asil Ruhlu İnsan olmak yolunda ilerlerken kendi doğasına sadık kalmasının öneminden bahsetmiştik. Ruhu özgür olmayanın asil ruhlu olamayacağını vurgulayarak konuya devam edeceğiz. Evcilleştirilmiş insanlar mı olacağız, yoksa Özgürleşmiş Asil Ruhlu İnsanlar mı?
Ruhu; zenginliğin, ünün ve zevkin kısıtlayıcı etkilerinden nasıl kurtaracağız? Onu asil duygularla nasıl yıkayıp arındıracağız ve 'Yüce mutluluk' tanımına doğru ilerlerken, daha yüksekte, ortak bir alanda kalıp oradan konuşmayı nasıl sağlayacağız? Konuya değişik açılardan devam ediyoruz. Amaç, bu konuda yeni bir kültür ve insanların birbirini tanıdığı yeni bir atmosfer oluşturmak...

(yazı hazırlık aşamasında)

Kapitalizme alternatifleri konuşurken değişenler ve "Ne değişmeli, nasıl?"

Kapitalizm deyince önce aklımıza, sürekli artmak zorunda olan bir para türü/cinsi gelir. Burada “zorunda” sözcüğünün altını çiziyoruz. Çünkü kapitalist para türü ancak bu sayede varolabiliyor (sistemin anafikri).
Kapitalizme alternatif sistemin ana fikri de "kâr" dürtüsüyle değil, "insani değerler" dürtüsüyle işlemesi olmalıdır. Bunun için biraz geriye bakmakta fayda var. Klasik Türk ekonomisi deyince benim aklıma Ahiler gelir. Anadolu'da Ahiliği kuran muzip Ejder Hace Nasreddin, halka doğru yayılan kalıcı bir refah için, kazancın ana kuralını da koymuştur: Paylaşmak. Paylaşmak ve yardımlaşmak çok önemsenmiştir. Gelir uçurumu asla bu günkü gibi olmamıştır dünyada. Anadolu Sultanının tebasıyla arasındaki gelir farkı, bugünün bir kasaba tüccarıyla topraksız köylüsü arasındaki farktan büyük değildi. Mütevaziliği emredip faizi yasaklayan Türk İslamı da, gelir dağılımında uçurumların oluşmasını yüzyıllar boyunca önlemiştir ve bunda başarılı da olmuştur, çünkü Anadolu’ya iki şey henüz (dışarıdan) gelmemişti:
1. Faizin çeşitli biçimleri üzerinden sürekli artan kapitalist para biçimi.
2. Bu para biçimini en ufak bir kuşku duymadan benimseyen, siyasi güç edinmek için kullanan Nakşbendilik ve Vahabilik (onun bu adı henüz taşımayan biçimi). Önce Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgesine, derken büyük şehirlere gelen bu iki ithal Orta-Asya ve Arap akımı, baş düşmanları Türk İslamına en çok zarar veren şeyin, (o sıralar Anadolu’da sadece şehirli Hristiyanların bildiği) Kapitalizm olduğunu anladılar.
Türk İslamı paylaşımcılığı öğütlerken, onlar sadece sebolik bir fitze/zekatı öğütlemiş, ama daima zenginliği övmüşlerdir. Daha sonra kapitalist mantığın Anadolu’da yavaş yavaş Müslümanlar arasında da tutmaya başladığı 18’inci yüzyılda, bu dervişlerde herşeyi görürsünüz ama dervişliğin kadim “fakirlik” kuralını göremezsiniz.

Rusya'nın İran'a yapılacak askeri saldırıya karşı uyarısı ve ciddi savaş hazırlığı hakkında

Geçen hafta perşembe günü Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Alexander Lukaşeviç, dünyayı bir İran saldırısı konusunda uyarmıştı. En dikkat çekici olan, sert bir üslup kullanan sözcünün argümanlarıydı. Lukaşeviç, askeri müdahale için bir BM kararı istiyor ve ancak Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'nden saldırı kararı çıkması halinde İran’ın cezalandırılabileceğini söylüyor.
BM'de konu gündeme geldiği takdirde başta Rusya'nın saldırıyı veto edeceği, herkesin malumu olmasına rağmen, uluslararası hukuk diye birşeyin olduğunu (yoksa da olması gerektiğini) hatırlatıyor. Gücün "kanunu" ile hareket eden "Saldırgan haydut devlet" mantığına karşı çıkıyor. İlginç olan, BM kararını şart koşan ve bunda yerden göğe haklı olan Rusya'nın, ABD-İngiltere-İsrail-Türkiye-Suudi Arabistan koalisyonunun İran ve Suriye'ye eşzamanlı saldırısı halinde, hareketlenmesi ihtimalidir. Rusya, müttefiki lojistik dev Çin'in desteğiyle tekniğiyle, İran'a Suriye'ye olacak bir saldırı durumunda haketlenmek zorunda kalabilir.Bu hareketlenmenin yıllardan beri, garip/absürd gizli servis operasyonları şeklinde başladığını biliyoruz. Anlamsız görünen birçok olay, anlam kazanabilir.

Kapitalizmin alternatiflerini konuşmak...

Türkiye'deki aydınların bir zamanların onca Solcu afra-tafralarına rağmen ağızlarına dahi almadıkları "Kapitalizm" konusu, artık bütün dünyada tartışılıyor. Burada size kapitalizmin temel sorunlarından ziyade, sistemin bugünkü bozukluklarının herkese doğrudan yansımaları, yani pratik konular üzerinde duracağız. Merak etmeyin Marx'dan sözetmeyeceğiz. Oraya gelene kadar söylenecek çok şey var. Şimdi pratik hastalık semptomları ve onların aşılmasıyla ilgilenmek için, mutlaka Marksist olmak gerekmediğinin altını çizerek, herkesin bu tartışmada yeri olduğunu peşinen söyleyelim. Bunun için Dürüst ve önyargısız olmak yeterli. Amaç, bu konuları birkaç belgeli Marksist'in tekelinden -şimdiden çıkarmak. Konunun "sosyalizm iyidir" türünden peşin lafazanlıklarla ilgisi yok...

Yeni yazı dizisi

Türkiye'nin önündeki entelektüel daralmaya işaret eden zaman kaliteleri

Türkiye'nin önünde, Şubat ayına kadar etkiyebilecek bir tür "yükseliş" bulunduğunu ama bunun kötüye kullanıldığını ve vasat politikacıların kibrine kurban edildiğini yazmıştık. Bu dönemin etkisi sürüyor, ama politikacıların tehlikeli sesini kısacak üç önemli olay oldu. Bunların ilki, Mersin sahillerinde alçaktan uçan İsrail uçakları ve Obama'nın "dostça uyarıları" oldu, ikincisi (resmi verilere göre) 24 askerin ölüp, 18'inin yaralandığı Yüksekova/Çukurca saldırıları ve bir gün sonra gelen Van depremi/depremleri.
Bu üç önemli olay, Türkiye'yi etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Bugünkü (16.11.11) Cumhuriyet Gazetesi, Türkiye'nin İsrail'le koordineli olarak Suriye'ye saldırabileceğini yazıyor. İsrail'in İran'a saldırısıyla birlikte başlayacak bu operasyon gerçekleşirse, Türkiye çok büyük bir yalpalama sergilemiş olacak ve güvenilirliğine ikinci büyük darbeyi yiyecek. 1 Mart tezkeresinin geçmemesini sağlayan Meclis gibi bir meclis de yok. İşte tam da bu karar aşamasında ve böyle şeylerin enine boyuna konuşulması gereken bir ortamda, Türkiye'nin entelektüel kapasitesini daraltabilecek iki yeni zaman kalitesi devreye giriyor.

Mikroelektronik devrimin ve postmodern hayatın ev kültürüne etkileri üzerine

Ev kültürü önemli ölçüde değişti. Son değişikliklerle mutfağın evin merkezi haline geldiğini, yeni evlerde mutfağın çok önemsendiğini başka bir vesileyle anlatmıştık. Türkiye'de galiba en önemli yenilik, evlerdeki misafir odalarının ortadan kalkması olmuştu. Şimdi biraz daha farklı bir yerdeyiz. Son mikroelektronik devrim, birçok şeyi değiştirdi. Türkiye'de elektronik devrimin evlerdeki ikamet tarzına yansıması henüz pek hissedilmese de, işaretler -özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde- belirginleşiyor...
Şehirlerde son on yıldır artık iyice belirginleşen eğilim, dışarıda yemek yiyen ve zamanının çok büyük bölümünü evinin dışında geçiren insanlar. Bu insanlar dışarıda yemek yiyor, dışarıda eğleniyor, çalışıyor ve evini de yatmak için kullanıyor. Burada bir tür yeni göçebelikten ziyade, “yeni mağra yaşamı” sözkonusu. Yani hayat dışarıda yaşanıyor, evler de sadece dinlenmek ve uyumak için kullanılıyor. Diğer ilginç eğilim, eskiden evlerde yer tutan birçok alanın lüzumsuz hâle gelmesi. Eskiden müzik için amflikatör, pikap, kaset çalar ve kocaman plaklar vardı. Hepsi iPod’a sığıyor. Küçük kaliteli müzik Box’ları, büyüklerinden daha iyi. Ortada ne plak, ne film ne de kitap kalıyor. Hepsi, iPad ve benzeri aletlere sığıyor. Evde bir büro veya kütüphaneye gerek yok, çünkü laptop büro işlevini hakkıyla yerine getiriyor.

Lusitania transatlantiği ve 1917'de ABD'nin savaşa girişindeki rolü

John S. Smith, "Lusitania'nın batışı"
Titanic gemisinden beş yıl önce 1907 yılında inşa edildiğinde dünyanın en büyük gemisi olan Lusitania transatlantiği, 1 Mayıs 1915 Cumartesi günü saat 12.20'de New York'tan Atlantiğe açıldığında, tarihi değiştirecek bir yolculuğun başladığını henüz hiç kimse bilmiyordu.
Okyanusun öbür tarafındaki Liverpool Limanı'na doğru yola çıkan dev geminin mühürlenmiş deposunda, on küsür ton ağırlığında 8200 sandık dolusu her türden savaş mühimmatı bulunmaktaydı. Savaşa lojistik destek verenler, esasen Amerikan silah tüccarları ve Wall Street bankerleri olduğu için, Amerikan Hükümeti'nin Alman uyarılarına reaksiyonu, oldukça yumuşaktı. Amerikan Hükümeti İngiltere ve müttefiklerine sempati duyuyordu ama tarafsız kalmaya özen gösteriyordu.
Alman İmparatorluğu'nun Amerikan Büyükelçiliği, siyasilerin pek karışmak istemediği ama göz yumduğu savaş ticaretinin esasen "hür" Amerikan müteşebbislerinin ticari "meselesi" olduğunu bildiğinden, Amerikan gazetelerine 22 Nisan günü çarşaf çarşaf ilanlar vererek, yolcuları uyarmıştı. New York Limanı'nın transatlantik iskelelerine de asılan bu ilanlarda, Almanya'nın İngiltere ve müttefikleriyle savaş halinde olduğu, Büyük Britanya adaları etrafındaki Büyük Britanya bayrağı (Union Jack) taşıyan gemilere karşı saldırı yaşanabileceği uyarısı bulunuyordu.

Krizle birlikte Ekonomi Bilimi'nin ve bir zihniyetin çöküşü...

Üniversitelerde Alşimistlik fakülteleri yok, çünkü bilimden sayılmıyor. Sayılabilmesi için belli bilimsel kriterleri yerine getirmesi gerekirdi. Bu kriterlerin başında, en genel tarifiyle keşifler üzerinden sistematik bir şekilde genişletilebilen ve sınanabilen bir şey olması gerekir, bunun için de güvenilir kuralları olması gerekir.
Mesela "iki kere iki kaç?" sorusuna bilim "dört" der. Çünkü bunun bir kuralını koymuştur ve tarih içinde bunu sınamıştır. Bilim bu soruya bin türlü yanıt veriyorsa, ama yanıtlardan sadece biri "dört" ise, o şey bilim değildir. -Tıpkı bugünün "Ekonomi bilimi" gibi...
2008'de başlayan ekonomik krizi -tam tarihi bir yana-önceden tahmin edebilen "Ekonomist" sayısı, hiç yok denebilecek kadar azdır. Öyle ki, ekonomistler, deprem tahminleri yapan kahinler kadar, astrologlar kadar bile olamamışlardır. Dünyada kaç ekonomi fakültesi ve kaç ekonomi profesörü olduğunu düşünecek olursanız, durumun vahametini daha iyi anlarsınız. Ekonomistler, krizin çıkacağını önceden anlamak bir yana, krizin nasıl bir seyir izleyeceği konusunda da tam bir boşluk sergilemişlerdir.Yakın zamana kadar herkesin üniversitede "İşletme" okumak için çırpındığı bir dünyada içler acısı bir durumdur -ama çok öğreticidir.
Burada şunu rahatlıkla yazabiliriz: 2008'de başlayan ekonomik krizle birlikte, "Ekonomi bilimi" de çökmüştür ve artık bilimden sayılamaz. ("Ekonomi Bilimi"nin sonu derken, elbette önce, üniversitelerde öğretilen 'Neoklasik Ekonomi' "öğretisi"nin iflasından söz ediyoruz.)
Yazımızın konusu bu olmakla birlikte, olay çok daha geniş ve derin...

Desertec, Avrupa ve Kuzey Afrika'nın birleşmesi projesi ve düzen kurmak

Desertec, bir çok bakımdan dikkat çekici büyük bir proje. Sahra çölünde, dünyanın en büyük yoğunlaştırılmış güneş enerjisi reaktörlerini kurarak, güneş/rüzgar enerjisinin gerçek bir sektör haline gelmesini hedefliyor. Bir vakıf haline gelen Desertec, 2007'de (ilk 2003'de) Club of Rome tarafından başlatıldı, daha sonra çok sayıda firmanın katılımıyla ilk şeklini aldı. Fransa'nın aktif rol oynadığı ve geleceğin teknolojilerinin/hayallerinin devreye girdiği Desartec projesi, başta Kuzey Afrika ülkelerini ihya etmeyi ve Avrupa'yı petrol bağımlılığından kurtarmayı hedefliyor. Büyük hedefler. İlk hedefi, Avrupa'nın fosil kökenli enerji ihtiyacının yüzde 15'ini Desertec üzerinden karşılamak.
Akdeniz'in altından Avrupa'ya ulaşacak en modern kablo ağı, elektriği, sadece yüzde 3'lük bir kayıpla Avrupa'ya ulaştıracak. Tabii bu proje, Kuzey Afrika ülkeleri ile Avrupa'nın siyasi yakınlaşmasını ve 'Akdeniz Birliği' üzerinden AB benzeri bir yapıda örgütlenmesini de sağlamayı hayal ediyor. Ama projenin zayıf noktaları var. Önümüzdeki dönemde uygulamayı zorlaştırabilecek bu zayıflıklar, olaya bugünün mantığıyla yaklaşmakla ilgili.

İran'a Amerikan, İngiliz, İsrail saldırısının alâmetleri ve Türkiye'nin pozisyonu

Basında son günlerde, İran'a karşı büyük bir askeri operasyon yapılabileceğini ima eden haberler yeniden çoğaldı. Geçtiğimiz son iki yıl içinde yapılacakken ertelenen askeri operasyon konusunda yeni gelişmeler mi var? İran İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salih, geçen hafta Hürriyet Daily News’a verdiği bir mülakatta, “İran savaşa hazır” demişti. Gerçi bu sözü, “biz her zaman savaşa hazırız” mealinde sözlerle tamamladı, ama bu kez durumun daha farklı olduğu anlaşılıyor. Global sistemin siyasi "Merkezinin Merkezi"ni teşkil eden ABD, Büyük Britanya ve İsrail üçlüsü -bu üç ulusdevlet- İran’ı ne zamandır hedef tahtasına koymuştu. Savaşın sürekli ertelenmesi, boyutlarının giderek daha korkunç olabileceğini gosteriyor. Bu üçlü, şimdi İran’ın nükleer silahlara sahip olduğu varsayımını da içeren bir savaş planıyla geliyorlar. Yani atom silahlarının kullanılma ihtimalini de içeren bir savaş yaklaşıyor. ’Asıl Savaş’ın geçtiğimiz yıl, sıkı bir ajanlar savaşı formatında başladığı ve tarafların bu görünmaz savaşın gölgesinde pozisyonlar aldıkları, son hazırlıkların tamamlanmak üzere olduğu biliniyor. Bu yaz gözlemlediğimiz son savaş alametleri, ABD'nin bu savaşı artık erlemeyeceği (erteleyemeyeceği) istikametinde, çünkü İsrail inisiyatif alıp savaşı başlatmaya muktedir.

Global sisteme karşı yeni isyan hareketlerine dünya basınından yorumlar

Macaristan'da yayımlanan Sol Heti Vilaggazdasag gazetesine konuşan sosyal bilimci Immanuel Wallerstein, Amerika'da çok etkili olan Occupy Wall Street hareketinin daha şimdiden büyük bir başarı kazandığını ve 1968 Hareketi'nden beri ABD'de yaşanan en önemli olay olduğunu söylüyor. Hoşuma giden de şu sözü oldu: "Hareketin daha önce veya üç yıl sonra değil de, neden şimdi başladığını, belki asla öğrenemeyeceğiz." (Bakın bu sözüne aynen katılıyorum!..) Dünyada fakirlik hızla artarken, toplumun sadece yüzde birinin, yani Wall Street'in inanılmaz ölçülerde zenginleşmesi, bu korkunç eşitsizlik, dünyanın her yerinde tepki görüyor. Gazete, Occupy Wall Street Hareketinin, daha şimdiden 68 Hareketi gibi büyük bir dalga yarattığını ve bir süre sonra durulsa bile, etkisinin uzunca süre devam ettireceğini, bunun 1968 gibi bir devrimci dalga olduğunu yazıyor. (24.10.11)

Jean-Luc Godard ile para ve kapitalizm üzerine

Sinemanın en büyük sanatçılarından Jean-Luc Godard'ın yeni filmi vizyona girmek üzere. Sanatçıyla yapılan son söyleşiyi, kısaltarak çeviriyoruz. (Die Zeit, 41/2011)


Parayla aranız nasıl Jean-Luc Godard?
Benim için tek başına bir amaç teşkil etmiyor, sadece araç. Alman işgaline karşı Fransız Direniş Örgütü Résistance'ın eski savaşçılarının yazdığı kitaplardan birinde paranın, 1943’e kadar bir değiş-tokuş aracı olduğu, sadece hayatta kalmak ve silah satın alabilmek için kullanılan birşey olduğu yazılı, Kâr etmek için kullanılan birşey değil.
Benim sorunum şu: Ben filmlerimin parasıyla geçiniyorum. Onun için film çekmeye devam etmeliyim.
Kendinizi kültürel bir Résistance’ın üyesi olarak görüyor musunuz?
Bu büyük bir laf.
Yeni film eserinizin başında, “Para, tıpkı su gibi kamusal bir maldır” deniyor.
Para elbette kamusal bir mal değil, ama öyle olmalı: Herkesin kullanabileceği bir değiş-tokuş aracı. Bizim sistemimizde bazıları parayı kullanıyor, bazıları hiç kullanamıyor. Sorun, birilerinin az diğerlerinin çok parası olması değil, bazılarının bu değiş-tokuş sistemine hiç girememesi.

Sistemi vurmak...

Son bilgiler, Global Sistemin zayıflıklarını iyice ortaya çıkardı. Arap Baharı, Amerikan Sonbaharı (Occupy-Wall-Street Hareketi) ve belki Yunan Kışıyla desteklenecek isyan ruhu, anonim grupların daha sofistike gizli operasyonlarıyla önemli başarılar elde edebilir ve sistemi çökertebilir.
Sistemin asıl zayıf yanı, artık tamamen sanal bir hal almasıyla ilgilidir. Bankaların en merkezinde yeraldığı "Sistemin Merkez Firmaları" AĞ'ı, Lehman Brothers benzeri yeni çöküşlere nereye kadar dayanabilir? Yunanistan'ın durumu, bu konuda tayin edici önemde görünüyor. Bugünkü haberler, Yunan Hükümeti'nin borç krizi konusunda bir referanduma gideceği yönünde. Bunun anlamı, Yunan Halkı'nın -büyük bir ihtimalle- AB'nin dayatmasına karşı duracağı demektir. Hükümetin bu kararına ilk tepki borsalardan geldi, ikinci tepki Yunan Meclisinden geldi!
(Bazı Bakan ve Milletvekilleri aşırı stres nedeniyle hastaneye kaldırıldı!)
Şimdi asıl sorun, sitemin çökertilmesi değildir. Asıl sorun, sistemin (yani -ilk elden- 'Finans sistemi'nin) çökmesinin ardından hangi kurumların nasıl kurulup nasıl ve niçin işletileceği, yeni bir sistemin nasıl kurulacağı ve bütün bunlar yapılırken barışın nasıl korunacağıdır...

Rusların Kuzey Kutbu'nda inşa ettikleri gizli şehir, hangi geleceğe hazırlık?

Efsaneler bitti mi?!..
Modern zamanlarda önemli bir rasyonel bilgi birikimi sözkonusu olduğundan, onların boşluğunu yakalayıp yeni efsaneler (söylenceler) üretilemiyor!
Mesela son Euro krizi esnasında AB ülkelerinin kendi aralarındaki gisli servis savaşları, neredeyse Soğuk Savaş dönemi Doğu-Batı zıtlaşmalarını aratmayacak ölçülere kadar gidip gelmiş. Türkiye kendi içine kapanmış vaziyette pek birşey görmedi, duymadı ama...
Son ilginç bilgi, Rusların Kuzey Kutbu'nda, kendi askeri ve bilimsel eliti için hazırladığı bir yeraltı şehri hakkında.

Dünya ekonomisini/siyasetini yönlendiren AĞ ve "Sistemin merkez firmaları"

Sistemin "Merkez firmaları"nın bir numarası: Barclays Bank
Orbis bilgi bankasına kayıtlı 37 milyon firmanın ilişkilerini inceleyen, çok karmaşık sistemlerin işlemesi türünden sofistike konularda uzman üç ("Sistem dizaynı") bilim adamı, bir araştırma yapmışlar. Konu, global ekonomik sistemdeki güç dağılımını, firmaların karşılıklı bağımlılık derecesini ve firmaların global ekonomi üzerindeki etkilerini, ekonominin dinamiklerini ölçmek. Stefania Vitali, James B. Glattfelder ve tabii Stefano Battiston. İsviçre'nin saygın eğitim kurumlarından ETH'nın Sistem Dizaynı masasından üç bilim adamının oluşturduğu grup içinde Stefano Battiston özellikle dikkat çekiyor. Battiston, ekonomi alanındaki böyle (ama çok daha sınırlı) başka bir araştırmasını, Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz'le birlikte yayımlamıştı. Şimdiki konu, çok genel hatlarıyla bildiğimiz başka bir gerçeğin global ekonomiye (ve tabii firmalara) uyarlanmış hali: ABD ve Çin birbirine bağımlıdır ve bu iki ülke arasındaki bağımlılık ilişkisi (ortaklık), günümüz global neoliberal sistemin en temel özelliğidir. Karşılıklı bağımlılık, liberal ekonomi döneminde (1945-1980'li yıllar) asla bu ölçüde 'zorunluluk' boyutunda değildi. Stefano ve arkadaşlarının gösterdiği asıl konu, aynı karşılıklı bağımlılık ilişkisinin firmalar arasında da mevcut olmakla kalmadığı. Bir grup firmanın arasındaki ilişki çok daha "bağlayıcı" boyutlarda. Çünkü dünyanın bazı dev firmaları, diğer dev firmaların hisselerine sahip -hem de oldukça yüklü miktarda. Ortada, birbirinin sahibi olan ve mülkiyet üzerinden birbirine bağlı bir AĞ var. Bunu, karmaşık bir yumak şeklinde düşünebilirsiniz. İpe takılı 1318 firma var ve bu firmalar, başka iplerle de birbirine bağlı. Ve adına "Sistemin merkez firmaları" adını vereceğimiz bu topyekün ağ, global dünya ekonomisi toplam cirosunun yüzde 60'ını yapıyor. Battiston ve arkadaşları, bu yumağın içinde daha da küçük bir grup keşfetmişler. Birbirinin sahibi bu 174 firma grubu ise, dünya ekonomisinin yüzde 40'ına sahip.

"Abi Dünyanın sonu geliyomuş, doğru mu?"

"Mucize" tıfıllardan Azra! Felaket vız gelir, tırıs gider...
Van/Erciş yazıları 3

Van M tipi Cezaevinin arkasında, cezaevinden yüz metre kadar uzakta açık alanda çadır kurmaya çalışan bir ailenin yanındayım. Beni buraya kadar getiren Nimetullah ile Ömer, on-onbir yaşında iki cengaver. Ömer kumral, sessiz bir çocuk. Nimetullah zayıf, esmer ve konuşkan.
Deprem olduktan hemen sonra cezaevinde bir isyan çıkmış, mahkumlar kaçmışlar. Ama olay öyle birşey ki, ileride mutlaka filmi falan yapılır. Etrafımdaki on kadar çocuk arasında en makul ve mantıklıları olan orta iki talebesi üniformalı Kübra, eşofmanlarla, terliklerle dışarı kaçan mahkumların çıktıkları yeri eliyle gösteriyor. Hapishane duvarı, köşeye yakın kısmında iki yerinden yıkılmış. En köşedeki yıkıntıda duvar sadece bir metre yüksekliğinde, oradan dışarıya çıkmak çok kolay. Hemen yanındaki diğer yıkıntının yüksekliği de en çok birbuçuk metre. Yüz metreden uzun dev duvar, bir de orta kısımlarında yıkılmış, ama yıkıntı sadece üst kısımda olduğundan, oradan kaçmak olanaksız.

Van'da depremzedelerin çadır sorunu ve insanları talancılara dönüştürmek

Van/Erciş yazıları 2

"Bizi talancılara döndürdüler, böyle yardım olmaz."
Bunu söyleyen, Van Hacıbekir mahallesinden bir baba. Ufaklıklardan biri kucağımda, diğer iki kız -biri on biri onbir yaşında- iki yanımda, babalarını dinliyoruz. Btandadan yaptıkları cadırin önündeyiz. Hemen yanında küçük bir piknik çadırı var, içinde beş-altı kadın oturmüş sohbet ediyorlar. Moralleri düzgün, ama ufaklıkların babası sayesinde. Çocukları için çırpınan bu adam, yardımlardaki koordinasyonsuzluk ve çadır eksikliği yüzünden değil, asıl, yardımların yapılış tarzına isyan ediyor.
"Zeytin paketlerini insanların üzerine atıyorlar. Tutunca patlıyor, zeytinler ortalığa saçılıyor. Savaşta bile böyle yardım dağıtılmaz."

Van ve Erciş depremi ile yükselen insani değerlerin sesi, nefret dilini yendi

Erciş şehirmerkezinde...
Van/Erciş yazıları 1

Depremden birkaç saat sonra hemen uçak biletlerimizi alıyoruz ve pazartesi sabahı beş küsür uçağıyla Diyarbakır'a uçuyoruz. Van'a yer yok. Sabah yedide Diyarbakır'dan taksiyle Erciş'e doğru yola çıkıyoruz.
Malabadi köğrüsünün yanından geçip son sürat Erciş'e ilerliyoruz. Beş saat kadar sonra Erciş kapısından şehre girerken ilk izlenimimiz, eski giriş kapısının bile yıkılmış olması oluyor.
Daha önce Gölcük depremini yaşamış biri olarak, insanların inanılamayacak kadar tevekküllü ve sakin olması dikkatimi çekiyor. Burada hayat, her fakir Anadolu kasabadaki gibi yavaş ilerliyor.
Yıkımın boyutlarını görünce, durumun Gölcük'ten pek farklı olmadığını görüyorsunuz. Ama bu kez sayısız kurtarma ekibi var. Hemen Gürcü ekibi dikkatimi çekiyor. Sonra İstanbul'dan, Ankara'dan, Adana'dan ve daha birçok yerden gelenler var. Şehrin tam merkezindeki caminin yanında üç bina yanyana tamamen çökmüş. Ambulansların biri gidip biri geliyor. Bir adam dikkatimi çekiyor. Adamın yüzünde hiç bir ifade yok, ama gözlerinden yaşlar akıyor.

İnsanoğlunun, düşünsel alandaki zayıflığının kötüye kullanılması hakkında

İnsanın düşünme özürlü olduğu bazı alanlar var. Bunlar, hiç bilinmeyen şeyler de değil. Ama çok yaygın bir şekilde ve bazen sistemli bir şekilde kullanılarak insanlar fena halde aldatılabiliyorlar ve o alanlarla ilgili tahminlerin yalan/yanlış olduğunu -en akıllı olanlar bile- anlayamıyor.
İnsanoğlu belli düşünme tarzları konusunda zayıf. Tarih içindeki gelişimi ona farklı bir yol çizdiği ve bu yol sayesinde hayatta kalabildiği için, onun doğasına uygun olmayan düşünce biçimleri üzerinden tahminlerde bulunması istendiğinde, tamamen yanlış tahminlerde bulunabiliyor. İnsanın belli belli düşünce tarzlarıyla yanlış tahminlerde bulunacağını peşinen bilmek ve bu alanlarda ısrar etmek, insanoğlunun yanlış kararlar almasını istemek gibi bir hinlik içerdiğinden, bu alanlara değinmek gerek. Akıllı olanların bile uzunca bir süre kanabildiği alanlar bunlar. Ama 'Yalan Düzeni' eskisi kadar kolay işlemiyor...

2012 sonrası yeni düşünce biçimlerine açılırken, müziğin rolü hakkında

Bilinen en eski müzik aleti, 35.000 yıllık kemikten bir flüt. İnsanların neden müzik yaptıkları bilinmiyor. Ama müzik, insanı insan yapan en önemli özelliklerden. Hatta düşünmekten bile daha önemli, çünkü bugün "düşünmek" deyince akla rasyonel düşünce geliyor ve daha farklı tarzlarda düşünmek anlayışı neredeyse kaybolmuş/unutulmuş durumda. Müzik, insanın duygu/düşünce dünyasının dünü ve bugününü birbirine bağlayan, unutulmuş olanı da içinde taşıyan bir ortak payda/havzadır. Ve elbette duygusal bir yana sahiptir.
Düşünce tarzının oldukça değişeceği önümüzdeki dönemde, bu geçişin sağlıklı bir sonuca ulaşması için en önemli güvence, müzik olacaktır.

Hükümetin ekonomik önlemlerinin asıl nedenini halka anlatmak...

Sadece iki hafta içinde öyle şeyler oldu ki, politikacıların neden paniğe kapıldığını anlamak kolay. Ama ne oldu?!.. İşte bunu gazeteler henüz yazmıyor, mecburen biz yazacağız.
AKP'nin Kızılcahamam "kampı"nın ikinci gününde Başbakan Erdoğan, başka ülkede olsa kıyamet koparacak türden klasik "sert" konuşmalarından birini daha yaptı. Türk vatandaşına "Sen" diye hitab ederek, emir kipi kullanarak, pahalı arabaya binmemesini, sigara içmemesini falan "önerdi". Bu arada arabaların markalarını da verdi, örneklerinin hepsi Alman arabalarıydı.
(Danke schön!)
"Teğet" edebiyatına alıştırılmış Türk milletine veremi (Yunanistan'ı) göstererek sıtmaya (zamlara) razı etme dili şimdiden böyleyse, İktidara karşı önümüzdeki dönemde alenen bir iç savaş bile başlayabileceğini ben buraya şimdiden yazayım!
Ne mi oldu?
Elbette doğrudan Türkiye'de olan büyük birşey yok. Ama Türkiye'nin üzerinde durduğu sanal para piyasası göçmek üzere. Türkiye için sadece Kemal Derviş'in "Cari açık" ve yapılan zamların pek fayda sağlamayacağı uyarılarından bahsedebiliriz. İlginç gelişmeler oluyor, önemli sinyaller var ve olayları birlikte değerlendirmediğiniz taktirde bunların anlamı gözden kaçabiliyor.

Çökmeye aday ülkelerden Çin ve Türkiye ile benzerlikleri

Son on yıldır Çin ekonomisi ortalama yüzde on büyüyor. Çin en dikkat çekici dönemini, hemen Sovyetler Birliği'nin çöküşü ardından 1997'de yaşamıştı. O yıllarda Çinliler neye yatırım yaparlarsa kazanıyorlardı. Ama durum eskisi gibi değil artık. Çin'in nasıl ve hangi yoldan çökebileceğini ilk kez 2005'te Bush Irak'ı mahvettikten sonra Avrupalı dostlarla konu etmiştik. Çin'deki asıl sorun, "devlet kontrollü neoliberalizm"di ve batıdaki "devlet kontrolsüz neoliberalizm" versiyonu yanında bazı avantajlara sahip olmakla birlikte, o "avantajlar" önemli bir risk içeriyordu aynı zamanda. Bu ilk riske ben -şekilde görüldüğü gibi- kısaca "Devlet kontrolü" diyeceğim! Aslen geleceğe doğru önemli bir opsiyon olan "devlet kontrolü" (ve devlet müdahelesi) yanlış kullanıldığı zaman, (kriz döneminde) "devlet konolsüz" neoliberal ekonomiye kıyasla daha kötü negatif etki yapabilir. Peki neden? Çünkü Çin'in en büyük firmaları ve sektörleri doğrudan iktidar elitinin kendine çalışan (veya hortumlanan) devlet firmalarıdır ve devlet müdahale ederken, ekonominin bütününü/trendleri düşünmekten ziyade, ÇKP yandaşlarının kârını ve iktidarını "düşünerek" hareket edecektir. İktidarda kalabilmek için kendi yandaşlarını "görmek" zorundadır. Bu tip devasa firmaların başında da Çin bankalarını sayabiliriz.
Konuyu seçmemizin nedeni, bu yapının, birçok bakımdan Türkiye'ye ve Türkiye'nin ihale merkezli "yandaş ekonomisi"ne benzemesi...

İstanbul'un kurucusu Konstantin, Tanrı'nın işareti ve Karamürselli Helena

August Comte deyimiyle, "Dünyanın Başkenti İstanbul"un kurucusu Konstantin, 27 Şubat 272'de, Roma İmparatorluğu'nun Moesia eyaletinin Naissus kentinde (Niş) doğmuş. Bu eyalet o zamanlar, kuzey Trakya ve Makedonya'ya uzanan bir yönetim birimi.Konstantin'in asıl adı, Flavius Valerius Constantinus ve ilk kez, babasıyla birlikte anılıyor. Babası I. Constantius'un lakabı "Chlorus" (solgun). 293 yılında, Roma'nın 'Dörtlü İktidarı'nda yer alacak 'Küçük İmparator' ilan ediliyor.
Bu titri açıklamamız gerek...
O yıllarda Roma İmparatorluğu, dört hükümdarın birlikte hüküm sürdüğü, devrimci denecek kadar orijinal bir yönetim sistemine sahip. Tarihçilerin 'Tetrarşi' dedikleri bu sistem, 283 yılında İmparator olan Diokletian tarafından kuruluyor ve sistemin kurallarına göre; hüküm süren her iki 'Büyük İmparator' (iki Augusti), 20 yıllık iktidarlarından sonra tahttan çekilip, yerlerini 'Küçük İmparator'lara (Caesares) bırakıyorlar. 'Küçük İmparator' da, daha yaşarken, Büyük İmparator tarafından seçiliyor, böylece iktidara (kokusu sonradan çıkabilecek) "yabancı madde" sokulmamış oluyor. Bu sistemde iktidar ille de babadan oğula geçmiyor.
Roma, sarsılan gücünü korumak için bu yönteme başvururken, İmparatorlara kudsiyet kazandırmayı da amaçlıyor.

Kapitalizmin yeni aşaması: devlet kontrollü firmalar ekonomisi ve Türkiye

Kısa bir aşama olacağından kuşku yok ama mutlaka konuşulması gerekiyor...
Bu aşamayı anlamak için, Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve Çin'deki liberalleşmeye iyi bakmak gerekiyor.
"Sosyalizm" denen sistemin, bir tür kapitalizm olduğunu, para/iş sistemi (yani kapitalizmin 'Anafikri') olarak liberal kapitalizmle arasında sadece nüans farkları olduğunu yeniden yazmaya bilmem gerek var mı. 25 Aralık 1991'de Mikael Gorbaçov'un ünlü konuşmasıyla serbest piyasa ekonomisine geçildiğinin ilanı ve altı gün sonra Deng Xiaoping, "Güneye Yolculuğu" ardından daima, "free-market-capitalism" denen şeyin zafer kazandığı söylendi.
Acaba öyle mi?!
Şimdi 2008 krizine bakıyoruz ve asıl krize girenlerin (ve çıkamayanların), "Sosyalizmi yenen" serbest piyasa ekonomisinin aktörleri olduklarını görüyoruz: ABD, AB ülkeleri, vd. Kısaca "G7 Ülkeleri" de diyebiliriz.

Büyük bankalar yeniden krize girmek üzereyken, yeni para türüne doğru mu?

Eylül 2008'de Lehmann Brothers Bankası çökünce, ekonomik kriz başlamıştı. Şimdi yeniden, benzeri bir kriz tehlikesi var. Finans çevrelerine panik havası hakim. Bankaları kurtarmak için devletler milyarlarca Dolar "kredi" (yani Hibe) verdiler. Bu paraların ne olduğu, geri ödenip ödenmeyeceği hiç konuşulmadı. Yeni kriz, elbette yeniden bir 'Güven Krizi' (Çünkü para, -burada defalarca yazdığımız gibi- artık sanal hale geldiğinden, maddi karşılığını yitirmiştir ve bir tür "inanç" biçimine dönüşmüştür). Bankalar arasındaki para trafiğinin ve bankaların müşterileriyle ilişkilerinde güven bunalımı yaşandığı anlaşılıyor. Bankalar, batmak üzere olan Yunanistan gibi ülkelerin devlet kâğıtlarıyla ilişkili olabileceklere karşı kuşkulular. Devletler iflas ederse, onları büyük bankalar izleyecek. Bu korku, politikacıları da sarmış görülüyor...
Korkunun ecele faydası yok. Kriz etkilerini azaltmak ve halktaki güven duygusunu yükseltmek için, sistem ötesine doğru bir hamle yapıp, 'Yerel Para' uygulamasına geçilebilir. Yani şöyle...

'Beyaz Örtülü Kadınlar Ordusu'na ve kadınsı değerlere üç Nobel...

İsveç Nobel Komitesi zamanın ruhuna uygun davranıp üç kadına Nobel Barış Ödülü verdi. Karar o kadar doğru, o kadar yerinde ki söyleyecek söz bulmak zor! Türkiye'de iktidar kabalığının, adaletsizliğin ve elli yaş üstü karaktersizlik örneklerinin zirve yaptığı bir zaman diliminde, dünyada bu kadar güzel şeylerin olması inanılmaz -ve Türkiye için de çok umut verici. Kadınlar, yükselen yeni değerlerin sahipleri olarak, erkeklerden çok daha güçlüler. Herkesin bunu iyi anlaması gerek.
Nobel Komitesi herşeyden önce kadınsı değerleri ve kadınların yükselen gücünü ödüllendirmiştir. Burada ödüllendirilen değerlerin ne olduklarına ve nasıl işlediklerine kısaca dikkat çekmek istiyoruz.

Erivan'daki dev Amerikan Büyükelçilik binası ve "Jeostrateji" hakkında

Bazı şeyler dikkat çeker...
Erivan'daki Amerikan Büyükelçilik binası da dikkat çekiyor, çünkü İstanbul'daki yeni Konsolosluk binasıyla bazı benzerlikler taşıyor. Yeni Amerikan Büyükelçilik ve Konsolosluk binaları neden kale gibi ve neden şehir merkezlerinden uzak yerlere inşa ediliyor? İstinye'deki Amerikan Konsolosluğu'nun yeri ve şekli, başlangıçta garip karşılanmıştı ama buna alışıldı.
Erivandaki Amerikan Büyükelçilik binası da havaalanından şehre giderken yol üzerindeymiş ve şaşırtıcı bir büyüklüğe sahipmiş. Gerçi Amerikalılar buna bin türlü neden buluyorlar, Ermenistan'la ilişkilerin iyileştirilmesinden bahsediyorlar, güzel. Ama, galiba bu ilginç "inşaatlar"a biraz daha yakından bakmanın bir zararı olmaz.

Türkiye, NATO adına Suriye'yi işgale mi hazırlanıyor?

NATO, ağırlığını Türk Ordusu'nun oluşturacağı bir askeri operasyonla Suriye'yi işgale mi hazırlanıyor? WorldNetDaily'de Aaron Klein imzalı bir yazının başlığı, NATO'nun yeni bir savaşa hazırlandığı şeklinde. Suriyeli bir diplomatın sözlerine dayanan ve salı günü (4.10.11) yayımlanan haberde, halen NATO birliklerinin Türkiye'de işgal hazırlıkları yaptıkları söyleniyor. Suriyeli diplomat, Rusya'dan silah yardımı gördüklerini, mesela S-300 roketleri aldıklarını, ama Rus desteğinin kesilebileceğini, ABD ve AB'nin Rusya'ya ekonomik teşvikler yaparak bu desteğin önünü kesebileceğinden endişe duyduklarını da anlatmış. Ruslar, Suriye'de halen "askeri danışmanlık" sıfatıyla bulunmaya devam ediyorlar.
Tam da bu haberin internete düştüğü gün, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad, olası bir NATO saldırısından sözetti. Esad, Ortadoğu'yu ateşe vermekle tehdit ediyor. Esad'ın sözlerini Rusların RIA Novosti ajansı da dün abonelerine ayrıntılarıyla geçti. Bunun, Türkiye'yi de dolaylı olarak ilgilendiren bir yanı var. Esad'ın İran Fars ajansı tarafından yayımlanan açıklaması, 9 Ağustos günü Ahmet Davutoğlu'na söylediklerinin birebir aynı olabilir mi?

Noam Chomsky / "Öğrenciler anarşist olsunlar"

Die Zeit gazetesinin "Üniversiteli Eki" için Noam Chomsky ile yapılan söyleşiden bölümler sunuyoruz:


Bay Chomsky, dünyanın en çok alıntı yapılan bilim adamısınız., 45 yıldır siyasi aktivistsiniz. Bugün politikaya şöyle bir bakınca, insan sormak zorunda kalıyor: "Public intellectuals" (Basında kendine yer bulan, yazarak kitlelere ulaşabilen entelektüeller) belli hedeflere ulaşabilecek durumdalar mı?
Bu soruya nereden geldiniz?
Afganistan'da savaşılıyor, dünya ekonomik krizin sonuçları altında eziliyor, sosyal uçurum derinleşiyor...
Sorun çok basit. Entelektüellerin ezici çoğunluğu, iktidarların hizmetkarı. Kendilerine "uzman" deyip hükümetlere danışmanlık hizmeti veriyorlar -hem de sadece bugün değil, yüzyıllardır. Ama her toplumun kıyısında, eleştirel entelektüeller vardır. Bu iki entelektüel tipi de etkilidir: İktidarların uşağı olanlar ve Muhalifler.

'Gayrı Safi Milli Mutluluk Katsayısı'. Zenginliğin yeni ölçüsü

Büyük devlet nasıl olunur?
Artık silahla/külahla ve de sanal para ve rakam üretimiyle, büyük haritayla falan değil; somut ve akıllı önerilerde bulunarak, herkesin mutluluğunu ve barışı düşünerek büyük devlet olunuyor.
İşte örnek:
Himalayalarda, coğrafi bakımdan küçük bir ülke olan büyük Bhutan Krallığı. Orijinal adı "Druk Yul/ འབྲུགཡུལ་". Bu ülke, Birleşmiş Milletler'de (BM) bir öneride bulundu...
Bhutan'ın önerisiyle BM, şöyle bir karar aldı:
"Ülkelerin zenginliğini ölçmek için kullanılan faktörlere, 'Mutluluk' faktörü de eklenmelidir."
Oradan devamla BM'den şöyle bir karar çıktı:
Halkların "Mutluğu(nu) sağlamak, en temel insani hedeflerden biridir."
Bhutan, bir "Gayrı Safi Milli Mutluluk Kavramı" oluşturulmasını önerdi.
Öneri hem kabul eildi, hem de Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Nobel ödüllü ekonomist Stieglitz tarafından benimsendi. (Bkz. Milliyet, 5.10.11)

ABD'nin Pakistan'a saldırı ihtimaline karşı barışı savunmak...

Obama son dönemde yeniden "Fundamentalist tehdit"ten bahsetmeye başladı. İslamcıları hiç sevmiyoruz, onların da savaş tezgahının bir parçası olduğunu görüyoruz, ama burada başka ve daha tehlikeli bir durum var. ABD'nin Pakistan'a karşı sertleşen dili uyarıcı olmalı. Bin Laden'in öldürülmesiyle El Kaide, korkutucu bir örgüt olmaktan çıktı. Onun yerini şimdi "Haqqani Ağı" diye adlandırılan örgüt alıyor ve bu örgütün arkasında Pakistan olduğu öne sürülüyor.
Burada en tehlikeli yan, Amerikan Genelkurmay Başkanı Amiral Mike Mullen'in bu örgütü resmen, Pakistan gizli servisi ISI'nin bir kolu ilan etmesidir. Böylece doğrudan Pakistan'ı hedef alıyor. Amiral Mullen, Haqqani adlı örgütün Pakistan'ın emriyle Afganistan'ın Wadak bölgesindeki Amerikan üslerine 10 ve 13 Eylül'de saldırıp orada o büyük katliamı yaptıklarını söylüyor (Bkz. FAZ gazetesi, 23.9.11).
Son haber, orduyla yakından ilgili Senatör Lindsey Graham'ın sözleriyle, Pakistan'a karşı "Bütün opsiyonların masada olduğu" yönünde! (AP Haberi 25.9.11) Bunun anlamı, ABD'nin Pakistan'a karşı gereğinde askeri güç kullanılabileceğidir.

Christos Retoulas / "Laiklik, Vahdet-i Vücud felsefesiyle şekillendi"

Yunanlı araştırmacı Christos Retoulas'ın Anadolu'daki İslam ve laiklik anlayışı üzerine Akşam (Gazetesi)'nin sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
-Osmanlı'daki İslam'ı nasıl tanımlıyorsunuz? Temelinde ne yatıyor?
Türk İslamiyeti'nin temelinde Vahdet-i Vücud konsepti var. Araştırmalarım 18'inci yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı'nın baskın dini ideolojisinin Vahdet-i Vücud olduğunu gösteriyor. Osmanlılar bu tarihten sonra -özellikle Güneydoğu ve Karadeniz bökgelerinde- önce Suudi Arabistan'da gelişen Vahabilik, daha sonra da doğrudan doğruya Batı'yla karşı karşıya geldiler ve çok büyük değişimler görüldü. Bu yaklaşım, o zamanki Hindu-Müslüman Hindistan'dan gelen Nakşibend etkisi, İmam-ı Rabbani'nin görüşlerine dayanır.

OSMANLI'NIN TEMELİ
- Çalışmanız açısından bu görüşün ayırıcı özelliği nedir?
Bu görüş Vahdet-i Vücud'a değil, Vahdet-i Şuhud'a dayanır. Yani, Vahdet-i Vücud gibi 'Varlık birliği' değil; 'Şehadet birliği' esasına dayanır. Bu durum, toplumun bazı kesimleri ve o dönemki Osmanlı elitleri arasında bir çatışma meydana getirdi. Daha önceleri Vahdet-i Vücud esasına dayanan ve Rumeli-Anadolu'da asırlarca süren Ahrar” Nakşibend”lik yerine, Vahdet-i Şuhud'u esas alan 'Müceddidiyye' ve onun 'Halidiyye' diye bilinen kolu etkin olmaya başladı.  Vahdet-i Şuhud güçlenip, Vahdet-i Vücud düşüncesi zayıflayınca, Hıristiyan Ortodokslar Osmanlı'ya karşı ayaklanmaya başladılar. Geç 18'inci ve erken 19'uncu yüzyıl ayaklanmaları tam bu döneme denk geliyor.
- Vahdet-i Vücud imparatorluğu bir arada tutan temel felsefe miydi?
Elbette, aynen öyle. Benim çalışmalarıma göre, Ortodoks Hıristiyanlık ve Vahdet-i Vücud felsefeleri Allah algısı, aşk, güç ve akıl, insan doğası, gibi meselelerde din felsefesi bakımından paralellikler, ortak anlayış gösteriyor. Bu nedenle, tarihte aynı kişinin hem Hıristiyan hem Müslüman olduğu sıra dışı örnekler görebilirsiniz. Mesela Güney Arnavutluk'ta hem Ortodoks Hıristiyan hem Bektaşi olan pek çok kişi vardır. Bu hiç bir zıtlık yaratmaz. 1930'larda İstanbul'da yaşayan Yunanlı bir Rum'un çok önemli bir Mevlevi olduğunu da ben araştırmalarım sırasında buldum.

Amerikan Ordusu Kuzey Pasifik'te üstünlüğünü yitirdi mi?

Amerikan Deniz Kuvvetleri'nin, herbiri 25 milyar Dolar değerinde onbir büyük aktif uçak gemisi var (küçükleriyle birlikte toplam 24). Bu gemiler, özünde bir deniz gücü olan ABD'nin en önemli askeri savunma ve saldırı/operasyon merkezleri, -en azından şimdiye dek öyle sayılıyordu. Ama hâlâ öyle mi, yoksa artık bu bir illüzyon mu?
Dünyada toplam 37 adet bulunan irili ufaklı aktif üçak gemilerinin büyük Amerikan versiyonları, bir güç değil askeri zaaf teşkil ediyor olabilir. Ve bu durumu önce Çin anlamış görünüyor. Büyüklük/irilik/pahalılık giderek bir zaafa dönüşüyor. Uzmanların verdiği son haberlerden çıkan sonuç şu: Amerikan 7'inci Filosu bundan sonra Kuzey Pasifik'te istediği gibi gezemeyecek, hatta oraya giremeyecek gibi görünüyor. Çin'in yeni geliştirdiği DF-21D roketleri, Amerikan uçakgemilerini etkisiz hale getirebiliyor ve bu roketler çok ucuzlar! Ortada bir "fiyat/maliyet" sorunu ve "ucuz Çin işgücü" sorunu var ki, savaşlarda artık hangi faktörlerin önem kazanabileceğini göstermesi bakımından önemli.

Bir 'Üçüncü Dünya Savaşı senaryosu'nu konuşmak! Ve Türkiye

2009'un daha ikinci haftasında Reuters ajansı abonelerine pek de dikkat çekmeyen bir haber geçti. Konu, ABD'den İsrail'e yapılan büyük ölçekli silah ve mühimmat sevkiyatıydı. Olayın bir haber değerinin olmasının nedeni, sevkedilen silah miktarının olağanüstü miktarda olmasıydı ve bu konulardan anlayan uzmanlar tarafından da "olağanüstü" diye nitelenmesiydi. 3.000 ton silah ve mühimmatın İsrail'e taşınması için Pentagon, bir Yunan deniz taşıma firmasıyla anlaşmıştı (Aralık ayında da 2.600 ton silah ve mühümmat İsrail'e gönderilmişti) ve malzeme, Yunanistan'daki Astakos limanına getirilip, oradan Yunan gemileriyle, İsrail'in Ashdot limanına taşındı.
2009 yılı bize başka birşey daha hatırlatıyor. WikiLeaks belgelerinde İsrailli yöneticiler o yıl Türkiye'yi, "Batı'nın kaybettiği İslami devlet" olarak tarif ediliyorlardı. Yani Türkiye, şaka-maka "karşı taraf"tan sayılmanın eşiğinde bir yer olarak tarif edilmiş oluyordu, çünkü burada Kanadalı ekonomi profesörü Michael Chossudovsky'nin "Üçüncü Dünya Savaşı Senaryosu"nu konuşacağız. Globalleşme karşıtı kuşkucu Chossudovsky'nin yeni çıkan e-kitabıyla birlikte eski makalelerini de okuduğumuzda, "atom silahlarının da kullanılacağı" bir savaşın, bir dizi İslam ülkesine karşı adım adım "başlatıldığı" iddiasını ve bunun ilginç argümanlarını görüyoruz.
Tabii konu sonuçta, akıllı bir komplo teorisi gibi de okunabilir. Ama profesörün yazdıklarından derlediğimiz senaryoyu -farklı bir perspektif olması nedeniyle- sizlerle paylaşmanın doğru olacağını düşünüyoruz, zira bir Türk atasözü şöyle der: Korkulu rüya görmektense uyanık kalmak hayırlıdır...

Eğitimli modern gençliğin 25 yaş krizi ve anlamsızlık sorunu

Yirmi yaşının ortasında üniversite eğitimini tamamlamış, diplomasını almış gençler arasında yaygın. Birden bire "Hayatın gerçekleriyle karşılaşmak" ve öğrencilik hayatından iş hayatına geçiş, önemli bir sorun teşkil ediyor. Benim konuştuğum üniversite mezunu iki gencin sorusu şuydu: "Bizden ne olacak, biz ne olacağız?"
Başvurdukları bütün firmalardan ya yanıt alamamışlar, ya da reddedilmişler. Biri sosyolog, diğeri mühendis. Sorun bundan ibaret değil elbette. Bir kere, istemedikleri bir alanda çalışmak istemiyorlar aslında. (Hatta belki "çalışmak"la sorunları var. Çünkü "iş hayatı" denen şey manyak bir şey!) Mühendis olan genç adam, mühendislik yapmak istemiyor. Zaten mecburen, puan sıralamasında tutturduğu için o bölümü okumuş. Sosyolog olan genç kadın ise tam bir kafa karışıklığı yaşıyor, çünkü tiyatro oyuncusu olmak veya sanat alanında çalışmak, "birşeyler yapmak" istiyor ama ne yapacağını ne olacağını bilmiyor, bir türlü karar veremiyor...
İşte bu kararsızlık, Quarterlife Crisis denen karabasanın işaretlerinden en önemlisi...
Eskiden, adına "Milife-Crisis" (Ortayaş krizi) denen birşey vardı. Farkında mısınız bilmem ama şimdi onun zamanı değişti, adı da "Quarterlife-Crisis" oldu, yani, Orta yaş değil, "Çeğrek yaş krizi." Bu durumu keşfedip tanımlayanlar, Abby Wilner ve Alexandra Robbins. ("Quarterlife Crisis" New York 2001) İşin ilginç yanı, konuyu keşfeden Web grafikeri Wilner ve gazeteci Robbins'in, sorunu bizzat yaşayanlardan olmaları. Günün birinde bunun çok yaygın bir fenomen olduğunu görüp, konuya cidden eğilmeyi düşünüyorlar.