1960'lar, Dünyanın değiştiği yıllar (1)

İkinci Dünya Savaşının ardından yaşanan ve ABD'nin tartışmasız en büyük ekonomik güç olarak ortaya çıktığı 1950'ler, Türkiye'de de ilk kez "Küçük Amerika" olmak hedefine sahip Demokrat Parti'nin yıllarıydı. Adnan Menderes, köylülerin ve islami kesimlerin desteğiyle iktidara gelmişti ve Amerikan Çağı'na ayak uydurmuş, Kore Savaşı'na Batılı ülkelerin safında katılarak Türkiye'yi NATO'ya da sokmuştu. Akdeniz bölgesi ve Batı-Asya'daki Müslüman diyarında modernleşme nasıl Mısır'da başlamış, Türkler de pantolon giyen fes takan müslüman askerler ilk kez Anadolu'yu işgale gelen Mehmet Ali Paşa ordusunda görmüşler ise, darbeler devrinin ilk örneğini de orada gördüler. Mısır'ın 1952'de başlayan Darbe dönemi, İngilizlere ve Fransızlara kafa tutup Süveyş Kanalı'nın kontrolünü İngilizlerden geri aldıkları 1957'ye kadar sürdü. Darbeci Cemal Abdünnasır 1970'e kadar devlet başkanlığını sürdürdü. Kanal, 1875'den beri İngiliz kontrolündeydi ve Batılı ülkeler bu darbeye karşıydılar. Mısır o günlerde Türkiye'ye uzaktı, ama 1958'de Irak'da da askeri darbe olunca, despot Demokrat Parti'yi korku sardı. Mısırlı darbeciler Arap milliyetçiliği temelinde İngilizleri de yenmiş gibi olmuşlardı. Süveyş çatışmasında galiple malup belli olmasa da, kanalın kontrolünün Mısır'a geçmesi, bu darbeyle ünlenen ve Mısır'ın kontrolünü ele geçiren Cemal Abdülnasır'a büyük prestij sağlamıştı. 1960'lı yıllara da damga vuracak Sovyetler Birliği ve ABD gerilimi, Mısır'ın lehine işledi. Mısır'ı destekleyen SSCB'yi kışkırtmak istemeyen ABD Batılı ülkeleri desteklemedi, İngiliz düşmanı Hindistan ise tüm gücüyle Mısır'ın yanında yer aldı.

Menderes, 1954'de "ABD'den 300 milyon gelecek" sözünü Eisenhoower'dan almış, Türk Lirası yüzde 10 değer kazanmıştı. Türk ekonomi coştu, 1954 seçimlerinde Menderes'in halk desteği tavan yaparak yüzde 55.2'ye ulaştı. Bir yıl sonra ABD bu parayı vermeyeceğini kesin bir dille ifade edince, Türkiye giderek bozulan ekonomisi, ilk kez hissedilen yüksek enflasyonu ve üniversitelerden başlayan itirazlarıyla tam bir baskı rejimine dönüşmeye başladı. Bugün birçok insanın hemfikir olduğu üzere, eğer 27 Mayıs 1960 darbesi olmasaydı, Menderes ve iktidarı bir sonraki seçimlerde devrilecek veya iktidardan çekilmek zorunda kalacaktı. Türk Ordusu, başarılı Mısır ve Irak darbelerinin peşinden giderek bu doğal değişimi kesintiye uğrattı ve Menderes çizgisinin günümüze dek hayatta kalıp ülkeyi yönetmesine önemli ölçüde katkıda bulundu. Mısır darbesinde Kral Faruk tahttan indirilmiş, yerine oğlu kral ilan edilmişti, sonra bununla da yetinilmeyip krallık kaldırıldı, aynı şey Irak'ta da oldu. Gene milliyetçi subaylar gene krallığın kaldırılması... Milliyetçi Irak darbesini yapanlar, İngiliz taraftarı kral II. Faysal'ı, veliahtını ve Başbakanını öldürüldüler.

Menderes, 1959'da ABD'ye yaptığı son gezisinde kapılarda bekletildi, kendisine istenmediği hissettirildi ve Türkiye'nin 1960'ları, bir askeri darbeyle başladı. Darbe, Menderes'in DP'sinin devamı niteliğindeki siyasi çizgiyi zayıflatmak yerine güçlendirdi ve daha o zaman Adalet Partisi'nin iktidarı devralmasını ve -kısa kesintiler dışında- günümüze kadar yönetmesini sağladı. Menderes çizgisinin 1960'lı yıllardaki muhafazakar çizgisi de, Türkiye'nin sonradan modernleşmesinde çok önemli bir rol oynamış ve modernleşmenin muhafazakar şekliyle köylere kadar inmesini sağlamıştır, ama bu 1960'larda başlayan muazzam kültür patlamasının etkisinden çok daha farklı bir mecrada yaşandı. Tabii ne Türkiye ne de Dünya, hükümetler meclisler katındaki siyasetten ibarettir. 1960'lar, Dünyada ve Türkiye'de, özgürlük fikrinin yeni bir formatta ilk kez yaşayarak ifade bulduğu, gerçek bir modern kültür patlaması devridir. Bugün "doğal" sayılan birçok şeyin köklü olarak değişip yerleştiği, günümüze kadar günlük hayatlarda belirleyici olan bir on yıldı. Türkiye'nin bu "En güzel on yıl"ı gene bir askeri darbeyle, 1971'de sona erdi.

1960'lı yıllar, Dünya'da ve Türkiye'de ekonomik, sosyal, politik, kültürel, hatta dînî bir değişimin de yıllarıdır ve bu değişimin baş aktörü de gençliktir. Gençliğin eski kontrolcü aile yapısı ve onu destekleyen sosyokültürel etkilere karşı başkaldırısı, hatta eski kuralları reddi, daha 1950'lerde başlamıştı. Türkiye'de bu akım 1960'lar gençliğinde tam anlamıyla ifade buldu, kadınların etkisi ve önemi arttı. Avrupa'da esen mini etek rüzgarı Türkiye'yi de etkiledi ve ilk kez bir Kadın, Behice Boran, bir siyasi Parti'nin -Türkiye İşçi Partisi'nin- başkanı seçildi.

Türkiye'nin gözünü ayırmayıp hep örnek aldığı Avrupa'da, Hristiyanlık'dan uzaklaşan bir gençlik vardı artık ve ateist olmak bir gençlik raconu haline gelmişti. Gençliğin bu yeni tavrı Türkiye'de de etkisini gösterdi, yasakların kışkırtıcı etkisiyle daha çok Sol'a yönelen gençlik, dinden uzaklaştı ve bu da Menderes ardılı muhafazakar kesimde ve Amerikancı antikomünist milliyetçi kesimlerde düşmanca karşılandı, "Allahsız Komünistler" betimlemesi de bu dönemde yaygınlaştı.

Doğum kontrol hapının icadı, gençlik arasında tam bir seks patlaması demekti. Almanya'da grup aile şeklinde yaşayan "Kommune 1" bu dönemde ortaya çıktı. Püritenliğinden taviz vermeyen Türk Solunda böyle şeyler düşünülemezdi, cinsel bir devrim de yaşanmadı, Türkiye'de ise cinselliğin Avrupa'ya benzer bir şekilde serbestleşmesi için 1980 darbesi sonrası beklenecekti. 

Bütün bu gelişmeler, islamî muhafazakar kasaba köy çevreleri ve onların şehirlere göçmeye başlamış akrabaları için yer yer bir kabus gibi algılandı ve 1960'lara tepkinin en uç ifadesi islamcılık, nihayet 1970 yılında Necmeddin Erbakan tarafından kurulan Milli Nizam Partisi ile ve darbe sonrasında kapıtılıp 1972'de Milli Selamet Partisi adıyla yeniden açılması şeklinde siyaseten ifade buldu. 1960'lardaki değişime ve onun devamına en uzun süre en kararlı muhalefet yürüten de bu kesim olmuştur.

Peki 1960'lar aslında neydi?

İslamcılığın son umudu Taliban mı?

Bekleniyordu, beklendiğinden önce yaşandı ve Taliban, siyasi haritalarda göründüğü haliyle hâlâ "Afganistan" sayılan diyarın Başkenti Kabil'e girdi, Cumhurbaşkanı Eşref Gani ülkeyi terketti.

   Afganistan 1980'li yılların başında ilgi alanıma girmişti. Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgali ertesinde o zaman Solcu olan bazı Afganistanlı öğrenci arkadaşlar, Berlin'den ayrılıp, işgalci Sovyetler Birliği'ne karşı savaşmak için Afganistan'a döndüler. Bir daha asla haber alamadığım bu çocuklardan sonra, Kızıl Ordu'yu  evire çevire yenen Panşir Aslanı Ahmet Şah Mesud'un hayranı oldum. Kendisiyle tanışmış dostlarımdan öğrendiğim kadarıyla tahminimde yanılmamıştım, muhteşem biriydi, ama o da savaşın başında "neredeyse her Afganistanlı gibi" bir İslamcıydı ve ancak ileri yaşlarında bu ideolojinin etkisinden kurtulmuştu.

   Taliban, Pakistan-Afganistan sınırındaki Kuran talebelerinden doğan bir grup olduğundan "Taliban" diye adlandırılıyordu ve geçtiğimiz yıllarda dünyanın dehşete kapılmasını sağlayan Selefi İslamcı örgütlerden farklıydı. Taliban, Afganistanın güneyinde, Paştunların yaşadığı bölgeye hakim oldu ve Kuzeydeki Özbek ağırlıklı bölge ile itilaflı bir şekilde günümüze dek varlığını sürdürdü. Ülkenin kuzeyi, Şah Mesud ve General Dostum gibi Türkiye'nin de desteklediği yerel iktidar odakları tarafından tutuluyordu, Batılı ülkeler ve NATO tarafından da destekleniyordu.

   11 Eylül 2001'de İslamcıların ABD'ye saldırısından hemen önce Panşir Aslanı'nın Kaide tarafından öldürülmesi, ülkenin Sovyet İşgali sonrasında yaşadığı en önemli dönüm noktasıydı. Şah Mesud yaşasaydı, ülkenin bugün bambaşka bir yer olmuş olacağından kuşku yok.

   Basında, "Afganistan'da milli şuur yok ondan böyle oldu" diye yazanlar var. "Milli şuur" denen şeyin kuru kuruya mental düşünsel fikrî ve de zikrî bir şey olduğunu sandıklarından, Afganlıların bu konuda fos çıktığını zannediyorlar. "Milli şuur/bilinç" denen şey ülkenin kapitalistleşmesiyle ve sisteme özgü ilişkilerin yaygınlaşmasıyla ilgilidir ve sade düşünceyle meditasyonla falan alakalı değildir, sistemin bir ülkeye iyice yerleşmesiyle ortaya çıkar. Afganistan'da -tüm Dünya'da yaşandığı gibi- 1920'li ve 1930'lu yıllarda modernleşmesi için yukarıdan aşağıya şekilci bazı girişimlerde bulunulmuştur elbette, mini etekli Afgan kızların Kabil sokaklarındaki resimleri malumdur, 1970'lerin başına kadar da böyleydi. Bu girişimler Türkiye'deki gibi uzun bir modernleşme süreci ve planlı bir endüstrileşme ile desteklenmediğinden, Türkiye'deki gibi seküler milli bir şuur oluşmamıştır. Sisteme entegre olması yarım kalmış birçok diyar gibi, Afganistan da, çeşitli grupların, savaş beylerinin birbiriyle sorunlu olduğu, yer yer çatıştığı çok parçalı çok kültürlü çok dilli bir yer olarak kalmıştır, tabii milliyetçiliğin etkileri Afganistan'da da görünüyor, kuzeydekiler Özbek ve daha modern bir hayat isterken ve dünyaya daha açık bir görüntü sergilerken, Paştun milliyetçiliğinden esinlendiği de görünen Taliban, azınlıklara, mesela özellikle Hazara'lara oldukça toleranssız. Kendileri gibi Sünni/Hanefî olmayanları çok kolay harcayabilen Taliban bu yüzden Selefilerle karıştırılıyor. Oysa Taliban, merkezi Hindistan'da olan radikal/püriten Dâr-ül Ulûm çizgisinden geliyor. 

   Dünyada İslamcılığın da beslendiği katı İslam anlayışlarının öğretildiği iki çok önemli yüksek Medrese bulunuyor, bunlardan ilki, Türk İslamcılarının da tercih ettikleri Kahire'deki El Ezher, diğeri ise kuzey Hindistan'da Deoband şehrindeki Dâr-ül Ulûm'dur. 1866'da kurulmuştur ve özel bir Merdesedir. İslam teolojisi öğretir ve buranın talebelerine "Deobandi" denir, tabii buranın talebeleri bu adı asla kullanmaz, kendilerine kısaca "Müslüman" derler, Afganistan'da "Taliban" da diyorlar.

   Taliban'ın ideolojik fikir babası da olan bu okul, son derece dogmatik bir bakış açısına sahiptir ve her türlü Batılı modern etkiye kesinlikle kapalıdır. Taliban bu nedenle televizyona, hatta evde kedi beslemeye bile izin vermiyor. En ortodoks Sünni şeriatını kabul ettiğinden, Selefiler gibi Türbelere de karşı. Onlar da eskiye "köklere dönüş" taraftarılar. Bu nedenle, Hindistan'da yaygın olan toleranslı 'Sufi İslamı'na da kesinlikle karşılar. Halbuki Pakistan'da da görülen Sufi İslam'ı, İslamcıların yüz yıllık tarihlerinde asla yapamadıklarını yapmış, günümüzde de Dünyaya malolmuş popüler bir kültür üretmiştir. Nusret Fatih Ali Han'ın müziği buna verilecek ilk örneklerdendir.

   İslamcılık, Neoliberalizmin kültürcü dalgasının ucunda köpüklenerek yeniden yükseldiğinde, Türkiye'de de Yeni Osmanlıcılık şiarı ile bir Pan-Sünnizm dalgası ülkeye hakim oldu. Fakat o günler geride kaldı. Selefilerin ne olduğu görüldükten sonra, Selefi kökenli İhvan'dan IS'e kadar tüm İslamcılık, ağır bir yenilgi aldı ve neoliberalizmle birlikte konjonktürel desteğini de kaybetti. Bu arada Akdeniz çevresinde ağır yenilgiye uğrayıp tarih sahnesinden ayrılmaya meyletmiş İslamcı bütün grupların Afganistan'da bir şekilde temsil edildikleri söyleniyor. Diğer ilginç gelişme ise, ABD ve Batı'nın büyük bir stratejik hata yapıp bölgeden çekilmeleridir. Rusya ve Çin'i tedirgin etmek, Asya'nın ortasında hep bir çıban başı bulundurup, önemi artan Rusya Çin'i Afganistan ile uğraşmak zorunda brakmak amaçlı stratejilerinin ters tepme ihtimali yüksek. Taliban Rusya ve Çin'le uğraşamaz, oralara sızması da zor, ama Batı'ya -özellikle de Türkiye'ye- sızması daha kolay. 

   Taliban, sade Paştun hareketi olarak tüm Afganistan'ı kontrol edemeyeceğini anladığından beri, "Tüm Afganistan" hareketi/rejimi olabilmenin yollarını arıyor ve mutlaka bulacaktır. Özbekler ve diğer yerel güçler, çatışmayı önlemek adına Taliban'a katılacaklardır, bunun işaretleri var, Taliban için bir bedeli de var. Son yapılan açıklamalarında Taliban, günlük iş hayatında kadınlara da ihtiyaç olduğunu ifade eden bir açıklama yaptı. Bu söze ne kadar sadık kalacaklarını göreceğiz ama Dünyada kadınların önem ve güç kazandığı/kazanacağı günümüzde kadınları eve kapatarak bir ülke yönetmenin imkansızlığını mutlaka anlayacaklardır.

   İslamcılık, bir İhvan Enternasyonalizmi hayali kuruyordu. Bunun önderliğine soyunmaya kalkanlar, kendi kültürel/tarihî özelliklerine uygun isimler/bakışlar yakıştırmaya çalıştılar ama başarısız oldular. Ne Yeni bir Osmanlı kuruldu, ne de Suudların başını çektiği Dünya Sünni koalisyonu. İslamcılık Suriye'de, hem de bizzat laik/seküler Araplar tarafından yenilip tasfiye edildi, bunda Rusya'nın da önemli payı oldu elbette. Kendi ülkesinde Müslüman nüfus yaşayan Rusya ve Çin, İslamcılığa karşı sert ve net bir politika izleyerek, Suriye'de ve tüm Akdeniz bölgesinde yenilmelerini sağladılar.

   Eskiden beri söylerim; İslamcılığın tüm ekonomik sıkıntılara ve konjonktürel desteği yitirmesine rağmen bir süre daha hayatta kalabilmesinin -yani iktidarlarda kalabilmesinin- tek yolu, İslamcı Enternasyonalizmini bir İslamcı İktidarlar birliği haline getirip desteklemekti. Eskiden "Tek ülkede Sosyalizm" diye bir kavram vardı. Stalin tarafından Troçki'nin "Dünya Derimi" fikrine karşı bir bakış açısıydı. Troçki, Sosyalizmin ancak birçok ülkede birlikte varolması halinde yaşayabileceğini yoksa sönümleneceğini söylerdi. Stalin'in fikriyatı -Stalin Troçki'den daha uzun ve muktedir yaşadığı halde- doğrulanmadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet işgal bölgelerinde kurulan Sosyalist Devletler sayesinde "Doğu Bloku" doğdu ve Troçki'nin fikri doğrulanmış oldu. Benzeri bir gelişme islamcı coğrafyasında görülebilir miydi, yani çok sayıda islamcı devletin ortaya çıkıp bunların birlikte hareket etmeleri ütopyası gerçekleşebilir miydi? Galiba Hayır. Nitekim öyle de oldu. 

   İslamcıların son çaresi, biryerlerde savaşmaya devam eden İslamcı gruplar enternasyonalizmiydi, mesela Suriye'de, Kuzey Afrika'da, Asya'da savaşan islamcı gruplar enternasyonali, ama bu ütopya da gerçekleşmiyor. İslamcı gruplar pasifleşiyor, marjinalleşiyor, küçülüyor. Çünkü yeni konjonktürde rüzgar bambaşka bir yerden esiyor. Kültürcü zihniyet, ne kadar sert ve kuralcı olursa olsun, işlemeyecektir, insanları kendi ideolojisine ikna edemeyecektir. İslamcılık, Sosyalizmin yokluğunda kendini Batıya (sisteme) alternatif gibi sunarak, Sol'un söylemini dilini hatta hatta kavramlarını çalarak bir rüzgar yaratmıştı. En kabasından kapitalist talan ekonomisinden başka bir numarası olmadığı, alternatif üretecek entelektüel kapasiteden tamamiyle yoksun olduğu anlaşıldı. Bundan sonra yeniden yükselmesi, umut olması hiç mümkün değil. Ayrıca halkın rızası ve umudu olmadan, sadece zora dayanan kurallarla uzun süre hükmetmek mümkün değildir. Günümüzde -nerede olursa olsun- kadınları karşısına alarak varolunamaz. Taliban bunu anlamaya başlamış görünüyor. Afganistan'a çekilmiş daha radikal islamcı grupların oradan Batı'ya karşı terör operasyonlarına girişmesi elbette mümkündür, ama Taliban buna izin verir mi veya nereye kadar izin verir? Her yeni rejim gibi Taliban da kendi düzenini kuruncaya kadar, dışarıdan yeni husumetleri ve askeri müdahaleleri üzerine çekmek istemeyecektir. Burada asıl rolü kadınların oynayacağından emin olabiliriz. Mutlaka beklenenden daha yumuşak bir rejim kurmak zorunda kalacaklardır. İslamcılığın Taliban'la yeniden yükseleceğini sananlar büyük bir hayal kırıklığına uğrayabilirler. İslamcılık devri, bir daha geri gelmemek üzere sona erdi.


Bir yangının öğrettikleri


Köyceğiz'de esen rüzgar güya Poyraz ama adeta saç kurutma makinasından esiyor. Kuru ve sıcak. Sokaklarda, alışverişe gidenler dışında kimseler yok. Göl kenarındaki Cafe ve restoranlarda oturanlar, dükkanların kendi çalışanları ve denizsizlikten gözü dünmüş iki kuzey Avrupalı turist, sadece onlar mutlu görünüyor, çünkü bu diyarda yaşanan orman yangınları felaketinden en az haberdar olanlar onlar. Köyceğiz'de herkesin gözü cep telefonunda, sosyal medyadan gelecek yeni haberlerde ve tabii yangını söndürmeye çalışan tanıdıklarından bekledikleri WhatsApp mesajlarında. Basın ve bildik televizyon kanallarını izleyen yok, artık burada bile kimse televizyon seyretmiyor. Dağ köylerinden gelmiş, Köyceğiz'de otelde çalışan Yörük bir kadın, gözlerinde endişe, yangının nasıl dağdan dağa atladığını, köyden annesinin babasının çıkarıldığını, yirmi kadar koyun ve keçilerinin Köyceğiz'in eşiğindeki başka bir köye indirildiğini anlatıyor.

Hem Muğla şehir merkezindeki eski Otogar'da hem de her yangın bölgesinin çok yakınında Belediye'nin ve sivil yardım gruplarının gönüllüleri gece gündüz çalışıp, Türkiye'nin her yerinden yağan yardımları ihtiyacı olanlara ulaştırıyor. Bu merkezlerde para yardımı kesinlikle kabul edilmiyor, onunyerine ihtiyaç duyulan şeyler listesine uygun olacak şekilde eşya, araç-gereç, yiyecek ve içecekler kabul ediliyor. Büyük alışveriş zincirlerinin gönderdiği içecekler için başka bir firma, buzdolabı fonksiyonuna sahip yarım düzine TIR getirmiş. Yangın söndürme tüplerinden, ateşe dayanıklı giysi ve eldivenlere kadar, insanların ihtiyacı olan herşey geliyor ve bunların hepsi tek tek kayda geçiriliyor. Yardımları kimin aldığını, yardım gönderenlere bildirecek bir sistem üzerinde de çalışıyor gönüllüler. Devlet yardımları ise doğrudan devletin kurumları üzerinden, ateşe karşı cephede mücadele edenlere ulaştırılıyor ve inanın herkes ama herkes, gece gündüz uyumadan çalışıyor. Şimdi ateşl kontrol altında ama birkaç gün öncesine kadar burada çalışanlar, nöbetleşe bir-iki saat uyuyarak olayı devam ettiklerini anlatıyorlar. Türkiye'den gelen moral destek, maddi desteği çok aşmış durumda. 

Köyceğiz, bütün evlerin iki veya üç katlı olduğu, 1970'lerin Türkiye'sini dondurup korumuş gibi içinedönük küçük bir belde. Buraya hakim olmuş üzüntü keder ve öfkeyi, yediden yetmişe herkeste ilk elden göremiyorsunuz, ama ilk ayaküstü sohbette hemen öğreniyorsunuz. Hükümete en çok kızdıkları konu da, yangına havadan müdahale eden uçak ve helikopterlerin uzun süre görünmemiş olması, sonradan görünenlerin de azlığı. Yangın, hiç bir arazözün ulaşamayacağı yüksek yamaçlarda, asıl akşama doğru nasıl bir cehennem olduğunu ateş ve dumanıyla zorla hissettiriyor. Jandarmaların bile bu kadar nazik ve kibar olduğu, herkesin birbirine kardeşi gibi dikkat ettiği, etkilenen birini farkedince hemen ona müdahale edip ateşten uzaklaştırdığı alan, tam bir distopya atmosferi. Türkiye'de görmediği yer kalmamış, 1999 depremi dahil bir dizi felakate bizzat şahit olmuş biri olarak kendimi hiç canlı bir distopya içinde hissetmemiştim. 

Songünlerin tüm isi ve kirini beraberinde taşıyan bir Jeep'in tepesinde ormana daldığınızda yol bitip, yangın nedeniyle grayderlerin açtığı toprak yoldan yangına müdahale timleriyle hoplaya zıplaya yol alırken, önünüzü toz ve dumandan neredeyse göremiyorsunuz. Böyle yollarda araba kullanmaya alışık değilseniz ilk fırsatta dumanı üstünde yanmış şarampola uçabilirsiniz. Etraf yeşil değil hömür karası ve kül grisi. Mucize gibi yanmamış ufak tefek birkaç fidana hayretle bakıyorsunuz. Arabanın camlarını açamıyorsunuz, çünkü o zaman zorlukla nefes alıyorsunuz. "Söndü" denen yerlerden dumanlar tütüyor, hatta arada ufak tefek alevler görüyorsunuz ve "Soğutma çalışmaları" denen şeyin üzerine neden bu kadar titrediklerini anlıyorsunuz. 

Yangının gözünde isten kararmış, pırıl pırıl gözleri ve bembeyaz dişleri iyice belirginleşmiş, gerçek savaşcılar var. Aralarında üniformalı Azeri askerler görünce yanlarına gidiyorum ve asker değil, paramiliter bir arama-kurtarma grubundan olduklarını öğreniyorum. Ermenistan'dan Karabağ'ı geri aldıkları savaşlarında cephede de görmüştüm onları, Ermenistan tarafından atılan roketlerin sınırdaki kasabalara nasıl düştüğüne ve sonrasındaki can pazarına şahit olmuştum. Bunları anlatınca heman dost oluyoruz ve kendilerini kendi ülkelerinde gibi hissettiklerini söylüyorlar. Onların gözleri de uykusuzluktan çakmak çakmak. Yangının merkezine geldiğinizde, koca bir dağın, bu kadar büyük bir alanın nasıl olup da yanabildiğine şaşıyorsunuz. Akşamın karanlığı yavaş yavaş indikçe, canavar daha bir irileşiyor, herkesin dikkatini zorla talep eder hale geliyor ve o fön gibi sıcak rüzgar, yükseklerde daha deli esiyor. Herkes pür dikkat, rüzgarın nereye doğru estiğine odaklı, zira ateşler, inanamayacağınız bir hızla ilerliyor ve sizin etrafınızı -anlayıp dinleyinceye kadar- çevirip sizi tuzağa düşürebiliyor. Bu tuzaklara yakalanıp çıkamayan kahramanlar hayatlarını kaybettiler.

Yangından etkilenmiş veya kıl payı kurtarılmış köylerin dal gibi ince genç yaşlı Yörükleri, inanılmaz bir dayanıklılık örneği sergileyip en önde tecrübeli itfaiyecilerle ve sivillerle birlikte mücadele ediyorlar. Toprak sıcak. Bazen öyle sıcak ki, spor ayakkabıların tabanları eriyor. Ve helikopterlerin su alabilmesi için hazırlanmış bir su havuzuna yangın helikopterleri inip kalkıyor. Köylerin dağlardan gelen berrak suyunun bir bölümü bu havuza aktarıldığından, ekinler mecburen kuruyor. Herkese ancak kendi ihtiyacı ve bahçesini sulayacağı kadar su veriliyor. Mısır ve Fasulye tarlaları kurumak üzere ama tehlike altındaki köylerde zaten kadınlar ve çocuklar yaşamıyor, onlar ya Köyceğiz'de ya da yangına uzak diğer köylerde misafirlikte. Buna rağmen birçok köylü kadın kocalarını yangına karşı yalnız bırakmamak için köylerine dönüyor, bir de ne olursa olsun köyünü terketmeyen yaşlılar var.

Yangın bölgesine gece inerken, yaşadığınız distopyanın en absürd noktasına yaklaştığınızı da hissediyorsunuz, zira ses yok. Kömür karası, her türlü ışığı yutan bir garabete dönüşüyor ve dumandan yıldızlar ve Ay da görünmüyor. "Mükemmel" bir karanlıkta, Jeep'in farlarının aydınlattığı istikamette viraj üzerine viraj alıp engebeler aşarak Köyceğiz'e girerken, insanların neden bu kadar hüzünlü olduklarını anlamak kolaylaşmıştı ama bazı kolaylıklar hiç de sevindirici durumlar değildir. İnsanlar, ateşin boyutlarından fena halde ürkmüşler ve en çok da yönetim zaafı gösteren Hükümet'e kızıyorlar. Olayın Hükümetten ziyade bir iklim meselesi olduğunu, yönetim beceriksizliklerinin bu durumu pekiştirip daha da aküt hale getirdiğini henüz pek konuşmuyorlar. Uluslararası kurumlar, bu yıl Temmuz ayının, şimdiye dek yaşanmış en sıcak Temmuz olduğunu tescil ettiler, sadece kâr odaklı düşünerek doğayı talan eden betonarme zihniyetin ne kadar marjinal bir şey haline geldiğini, yangın bölgesinde görmek mümkündü. Eskiden yeni bir dönem gelirken, yeni dönemin temsilcileri ile ondan öncekiler arasındaki zihniyet farkı pek de büyük olmazdı, sonuçta asfalt/beton ekonomisini sorgulayan yoktu, sorgulayanlar da genellikle genç marjinallerdi. Şimdi dağın göçer köylüleri Yörüklerden, otel çalışanlarına, memurlara, yaşlı başlı emeklilere kadar herkes doğanın değerini anlamış. Oralarda kaplumbağaları kurtarmak için gözü yaşlı koşuşturan kadınlar, hayvan pazarında hayvanlarla ilgilenen veterinerler, yangın bölgelerinde ateşle savaşan kimse zarar görmesin diye elektrik hatlarını kapatıp açan, ama kimseyi de elektriksiz bırakmayan muhteşem insanlar gördüm. Gecenin karanlığı ağır bir garabet gibi çökerken, köylerin ışıkları yandı. Yeni Türkiye, henüz kendisinin bile pek farkında olmadığı masumiyeti, güzelliği ve elbirliğiyle sergilediği inanılmaz gücü ile, her türlü zorluğu aşabileceğini öfkeli Göğe ve için için yanmaya devam eden Yere gösterdi. Yangın söndü, geriye sadece hüzün değil, çaresizliği şıpınişi yenen ılık bir sevgi kaldı. İnsanlar kötü günlerde birbirlerine tam anlamıyla güvenebileceklerini anladılar ve bu, yangının getirdiği en büyük kazanç oldu.

Fritz Lang ve Dr. Mabuse'nin Vasiyeti

Sinemanın çocukluk döneminden gençlik dönemine uzanan macerasını yönlendiren en önemli yönetmenlerden biri Fritz Lang. Siyahbeyaz ve de sessiz sedasız başlayan sinema kariyerinin ilk günlerinden itibaren sergilediği renkli fantastik hayal dünyası, onu sinema tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri yaptı. Hayallere son halini verip kendi kanatlarıyla uçmalarına izin verirseniz, kanatlanıp, yaratıcılarını bile yeniden şekillendirebilirler. Sanat, sanıldığı gibi, sadece sanatçıdan sanat eserine doğru işlemez. Fritz Lang da, 1920'lerin aristokratlarını çağrıştıran janti giyimi ve monoküler gözlüğünün arkasından seyredip yorumladığı ve hiç bir klişeye teslim olmayan dünyasını, ark ışığının çeşitli tonlarıyla ilmek ilmek örmüş, sessiz sinema çağının abide filmlerinden ilk devasa ekspresyonist bilimkurgusu "Metropolis"i çekmiştir. 

İki sınıftan oluşan kurgu bir toplumda Marx'ın değer teorisine yaslanan "iş"e yabancılaşmayı anlattığı "Metropolis" mucizesi 1927'de ilk kez sinemalarda gösterildiğinde, o zamana dek alışıldık filmlere hiç benzemediğinden pek iş yapmamış. Filmin değeri ancak 1960'lı yılların başında anlaşılmış. Filmin restore edilmesi macerası başlı başına bir bir olay. Sansürlenip kuşa çevrilmiş hali dışındaki orijinaller imha edildiğinden, ancak Buenos Aires'de bir orijinal kopyası keşfedildikten sonra bugün bildiğimiz orijinal versiyonu yeniden üretilmiş.

Sağır müzik dahisi Beethoven gibi kör bir sinema büyücüsü olarak 1976'da Amerika'da hayata veda eden Fritz Lang'ın en çok uğraştığı film silsilesi, Dr. Mabuse filmleri olmuştur.

Sanatçı takıntıları önemlidir ve sanatçıları belirleyen ebedi evrensel yapıtların bir çoğu genellikle böyle takıntılardan doğar. Daha sonra James Bond filmlerinde rastladığımız ve özellikle Amerikan filmlerini adeta işgal eden süper akıllı kötü dahilerin ilki Dr. Mabuse'dir. 

Lüksemburg doğumlu yazar Norbert Jacques'ın 1921'de yayınladığı Dr. Mabuse romanı, yazarın yirmi günde bitirdiği sayısız kitabından biri ve en tanınmış olanıdır. Yazarın bu ününü Fritz Lang'a borçlu olduğunu söylemeye gerek yok. Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış, kendini aşağılanmış hisseden Almanya'daki kültür patlamasının sembol isimlerinden süper haydut Dr. Mabuse, sadece çalıp çırpmakla ve birilerini öldürmekle yetinmeyen, yeni bir toplumsal yapı inşa etmeyi düşleyen bir toplum mühendisi aynı zamanda. Fritz Lang'ın bu tipe takıp, hayatının en önemli filmlerinden birini 1922'de "Oyuncu Dr. Mabuse"ye ayırması, sinema kariyerinde bir istisna değildi. Sinema tarihinin en iyi on filminden biri sayılan 1931 yapımı"M" adlı filmi de hem polis hem de gangsterler tarafından yakalanmaya çalışılan bir çocuk katilini anlatıyordu. Filmin başrolünü, bu filmle parlayan Peter Lorre oynuyordu. İkinci Dr. Mabuse filmi ("Dr. Mabuse'nin Vasiyeti" 1933) bu serinin en başarılı olanı.

Hayatının son filminde de bu kötü dahiyi anlatan Fritz Lang ("Dr. Mabuse'nin bin gözü" 1960), Alman-Fransız-İtalyan ortak yapımı, büyük umutlarla yola çıksa da zevklerin ve renklerin değiştiği 1960'larda, eski Dr. Mabuse filmlerinin etkisini uyandırmadı. Waimar Almanya'sı çoktan tarihe karışmış, İkinci Dünya Savaşı öncesinin renkli kültür hayatı, Naziler tarafından geri gelmemek üzere çoktan boğulmuştu. Dikkat çeken, bu filmlerde, galiba başarılı James Bond filmleri serisinin ilk izlerinin görülmesidir. Klostrofobik gerilim sahnelerinde sürekli yükselen suyun içinde sevgilisiyle birlikte hayatta kalmaya çalışan kahramanlar ilk kez, 1933'deki Fritz Lang filminde görülür. Bir sahneden alakasız başka bir sahneye sansasyonel geçişler de ilktir. Mesela bir saatli bombanın tiktaklarından, kahvaltı masasındaki yumurtasını kaşığıyla kıran birininin ritmik vuruşlarına geçiş gibi yaratıcı teknikleri, "Dr. Mabuse'nin Vasiyeti"nde görebilirsiniz.

Bu filmdeki Dr. Mabuse, hipnoz kabiliyetiyle akıl hastanesinin baştabibini kendi sadık kölesi haline getirebilen ve onun aracılığıyla dış dünyadaki planlarını gangsterler ile gerçekleştirmeye çalışan, varlık ile yokluk arası bir çılgındır. Adamlarını bir perde arkasından görünmeden yöneten ve perde açılınca ortaya kartondan yapılmış silüetinin çıktığı, pikapta çalan plaktan konuşan, süper kötülerin ilk prototipidir.

"Dr. Mabuse'nin Vasiyeti", yaratıcısı yazar Norbert Jacques tarafından Fritz Lang'ın isteği (siparişi) üzerine önce bir roman olarak yazılmış, Fritz Lang'ın sevgili eşi yazar ve oyuncu Thea von Harbou tarafından senaryolaştırılmıştır. Tabii yalnız bu filmin değil, "Metropolis"in, "M"in ve daha birçok filmin senaryorunu da bu güzel kadın yazmıştır. 

Film Berlin'de orijinal haliyle vizyona giremedi, çünkü yeni iktidara gelmiş olan Hitler'in Propaganda bakanı Joseph Goebels buna izin veremezdi. Filmde Dr. Mabuse'ye atfedilen kötülükler Nazilere yakıştırıldığından, Nazilerin bu tepkisini anlamak kolaylaşıyor. Film 1937'de sansür makasından çıkıp iyice kuşa çevrilmiş versiyonuyla gösterime girmiş olsa da daha sonra ortadan kayboldu ve ancak 1951'de, savaştan sonra Almanya'da yeniden gösterildi.

Fritz Lang kör olup eşiyle birlikte yeniden Avrupa'dan Ameriya'ya taşındığında, Fritz Lang'ın 1960'da yönettiği son Dr. Mabuse filminin ardından bir dizi siyahbeyaz Dr. Mabuse filmi üretildi. Bu düşük bütçeli filmler zamanın ruhuna uyum sağlamaya çalıştılar, mesela "Scotland Yard Dr. Mabuse'nin peşinde" filminde Dr. Mabuse'yi artık Almanlar değil zamanın modasına uygun olarak İngilizler avlıyorlardı. Aynı dönemde ilk örnekleri çekilen James Bond da sonuçta İngiliz icadıydı. Dr. Mabuse filmleri Bond filmleri konusunda yapımcıları cesaretlendirse de, asla Bond filmleri kadar başarılı olamadı.