Tanrı en çok, plan-program yapanlara güler” diye eski bir söz vardır, tarihin akışı konusunda söylenmiş bir söz. Plan yapmak elbette iyidir, ama tarihin ana hatlarını hâlâ tesadüfler belirliyor. 1989’da Berlin Duvarı yıkıldığında, bunun koca Doğu Bloku’nun çökmesine yol açacağını kimse düşünmemişti. Gelişmeleri doğru tahmin eden bir iki ekonomistin bugün adını bilen yok. 2007’de başlayan finans krizinin 2008’de Lehman Brothers Bankasını çökertip kapitalizmin “kategorik sistem krizi”ne dönüşeceğini, mesela Marksist düşünür Robert Kurz ve bir iki kişi dışında kimse düşünemedi. Tarihi belirleyen olaylara sonradan kulp takmak, onları esas alan planlar yapmak kolay. Hepsi, bir sonraki “tesadüf”e, bir sonraki sürprize kadar. Ayrıca Albert Einstein’ın deyimiyle “Dünyayı yaratırken Tanrı’nın da her şeyi bizim anlayacağımız şekilde yaratmak diye bir derdi olmamış olsa gerek.”
Günümüzdeki “sürpriz gelişme” bolluğuna rağmen, önümüzü görmek için geleceği konuşmak zorundayız ve Dünya, her şeye rağmen anlaşılmaz bir yer değil. Ama belirleyici “tesadüfler” faktörünü hesaba katmayan tahminler genellikle yetersiz kalıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan Amerikan Çağı sona eriyor. Hint kökenli Amerikalı gazeteci Fareed Zakaria’nın deyimiyle “Postemperyal süper devlet ABD”, artık bir “Post-Amerikan Çağı”nda yaşıyor ve dünyanın en prestijli yapıları, en mükemmel cep telefonu yazılımları ve daha bir çok şey, Amerika’da üretilmiyor. ABD’nin Dünyadaki ağırlığı da sorunlu. Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte, Laos’taki Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği toplantısında yaptığı konuşmada Barack Obama’ya kaba saba küfretti. Bu üsluba Obama, “Onlar bizim müttefikimiz” diye diplomatik bir yanıt verip başkanın küfürleri hakkında, “Renkli biri olduğu açık” gibi şık bir ifade kullandıysa da, on yıl önce böyle bir şeye hiç bir devlet başkanı cüret edemezdi. Ne ABD’nin gücü buna izin verirdi ne de Dünya’ya hakim olan etik kurallar. ABD, geçtiğimiz yüzyılın başında, süper güç olmadan önce, Filipinler’i askeri güçle ele geçirmeye kalktığında bile böyle sert tepki görmemişti. 1898’de Amerika’da kurulan “Anti-Imperialist League”, Filipinler’in işgaline karşı etkili bir mücadele vermişti ve grubun tanınmış önderleri arasında büyük yazar Mark Twain de vardı.
2008’in sadece Aralık ayı içinde ABD’de 680 bin kişi işini kaybetti. Bu ölçüde bir kayıp, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yaşanmamıştı. ABD gözle görülür bir şekilde sürekli irtifa kaybediyor. Ekonomi istatistiklerini karşılaştırdığımızda, Çin’in ABD’yi yakaladığını görüyoruz. Bu gelişmenin sonucunda nasıl bir nitel sıçrama -veya Türkiye’deki tabiriyle “kırılma”- yaşanacağı belirsiz, ama bazı tahminlerde bulunabiliriz.
20’inci Yüzyılın neredeyse ortalarına kadar Büyük Britanya, Dünyanın bir numaralı belirleyici emperyalist süper ulus-devletiydi. Daha sonra ABD onun rolünü devraldı. İki Dünya Savaşı’nın ardından sadece iki hegemonyacı süper devlet kaldı: ABD ve Sovyetler Birliği. Türkiye için 1950’de Adnan Menderes’in iktidara gelmesi, Kore savaşı ve 1952’de NATO’ya üyelik ile başlayan Amerikan Çağı’nın son yıllarını yaşıyor olabiliriz. ABD’nin daha az belirleyici olacağı bir Dünyaya doğru evriliyoruz ve bunun sonuçlarını (mesela Suriye üzerinden) yaşamaya başladık.
“Süper Devlet” nedir? Eğer buna ekonomi açısından bir yanıt vereceksek, (ABD üzerinden belirlenmiş) “genel-geçer” kural, Dünya ekonomisinin yüzde 20’si ve üstünü tek başına temsil etmektir. ABD 1980’de, yüzde 25’lerle Dünya ekonomisinin dörtte birini temsil etmekteydi. IMF verilerine göre, satın alma gücü paritesi ve GSYH bazında ABD, son iki yıldır yüzde 19’larda seyrederken, Çin de yüzde 19’a ve üzerine doğru hareket ediyordu -üstelik kriterleri yeniden belirlenebileceği opsiyonlarla birlikte. 2016’da Çin 18.9’la birinci, ABD 18.8 ile ikinci (AB’nin Brexit öncesi Dünya ekonomisindeki payı yüzde 17, eski Sovyetler Birliği’nin payı yüzde 5 idi, Türkiye’nin payı yüzde 1.3). Ama “Süper Devlet”, sadece ekonomik güç demek değil. Dünyayı kültürel bakımdan etkileyen, ordusu ve diplomatlarıyla diğer devletlere (etki ötesi) karışabilme isteği ve yeteneğine sahip olmak da demek. Bu anlamda Sovyetler Birliği ekonomik bir güç değildi ama Sosyalist ideoloji ve Sol değerleri içselleştirmiş bir kültürel güçtü aynı zamanda, -üstelik Sosyalist Blok ülkelerine doğrudan karışabiliyordu. Tavrı, her konuda önemliydi. Çin bu özelliklere tek başına sahip değil, ama çağ da “Çok kutuplu dünya çağı”, kriterler farklı. Çin, Rusya ile ortak, hatta Hindistan, İran, Orta Asya Cumhuriyetleri, Brezilya ile birlikte koordineli hareket ediyor. Afrika’da yükselen etkisine rağmen Çin, Britanya’nın emperyalizmine veya ABD’nin hegemonyacılığına benzer bir yapı arz etmiyor. Çin, askeri harcamalarını artırmakla birlikte yayılmacı bir güç değil.
Dünyanın tartışmasız en büyük askeri gücü Amerikan Ordusu, ABD’nin sırtında büyük bir mali yük oluşturuyor. Ordu müfettişlerinin (SECARMY) 26 Temmuz’da açıkladıkları son raporda, Amerikan bütçesini yerinden oynatacak trilyon Dolarlar seviyesinde açıklardan bahsediliyor. Ayrıca Amerikan Ordusu, Dünya’da “savunma” giderleri için ayrılan paranın resmen yüzde 35’ini harcıyor, çok güçlü, ama buna rağmen mesela Suriye’de YPG’ye ve Türk Ordusu’na muhtaç. Artık tek başına sonuç alamıyor.
Amerikan Research Center’ın 2016 ortasında yaptığı bir araştırmaya göre Amerikan vatandaşlarının yüzde 52’si, ABD’nin on yıl öncesine göre daha güçsüz olduğunu düşünüyor ve ABD’nin Dünyanın başka yerlerindeki olaylara karışmak yerine, enerjisinin çoğunu kendi ülkesine vermesini istiyor. 2002’de bu yanıtı verenlerin oranı yüzde 30 idi. Sürpriz darbe girişimi sonrası Türkiye’sinde MAK tarafından yapılan son kamuoyu yoklamasına göre Türk vatandaşlarının yüzde doksanı ABD’ye güvenmiyor, güvenenlerin oranı sadece yüzde dört. ABD’ye sempati ve güven, Dünyanın her yanında düşüşte.
ABD, Avrupa ülkeleri üzerinde, “Suriye savaşında daha aktif yer almalısınız” diye baskı uyguluyor ve onlarla, yönetiminde söz sahibi olduğu NATO üzerinden konuşmayı tercih ediyor. ABD’nin en önemli müttefiki AB, Amerikalılar için artık hiç de “çantada keklik” değil. Avrupalılar, ABD’nin Ortadoğu’daki istikrarsızlaştırıcı politikalarını daha fazla sorguluyorlar, çünkü bu politikalar dönüp dolaşıp Avrupa ülkelerini vurmaya başladı, bir yararı da görünmüyor. Aynı etkiler nedeniyle kimsenin beklemediği şekilde Brexit kararı ile Büyük Britanya’nın AB’den ayrılması kimsenin işine gelmiyor. ABD, Avrupa içindeki en önemli manivelasını kaybetti, AB ve Büyük Britanya ekonomisinin bundan negatif etkilenmesi bekleniyor, ABD’nin bu vesileyle Britanya Ordusu’nu Ortadoğu’ya çekip çekemeyeceği de belli değil. Mesele Suriye’deki petrol ise, buna değip değmediği, bir başka bir soru. Avrupalılar, popülist milliyetçiliği yükselten mülteci akınlarından ve IŞİD saldırılarından yılmış durumdalar. Avrupalılar, ABD’yi kayıtsız-şartsız destekler görüntüsünü sürdürerek, yükselen güç Çin’in bir numaralı müttefiki Rusya ile papaz olmak istemiyorlar, ABD’nin Rusya’yı kışkırtıp onun dibine kadar sokulmakta ısrar eden politikalarından ürküyorlar.
Başarısızlıklarından derin memnuniyetsizlik, ekonomi yarışını kaybetmesi ve süper devletlikten küme düşme aşamasına rağmen ABD, dünyanın en önemli iki devletinden biri. Ve bir numaralı deniz gücü olmayı sürdürüyor. Avrupa’nın değişebilecek tavrıyla, bu avantajı da sallantıda olabilir. Brexit sonrası Avrupa, ABD’den daha bağımsız davranma eğiliminde.
Gelişmeleri alt alta toplayarak tesadüflerin nasıl işleyebileceği konusunda tahminlerde bulunacaksak, “Amerikan Çağı”nı Çin veya Rusya’nın değil, -sürpriz bir şekilde- Avrupa’nın sona erdirebileceğini söyleyebiliriz. Tıpkı Türkiye’nin mecburen Rusya’yla yakınlaşması gibi, Dünyanın asayişini daha kolay sağlayabilmek ve sistemin çökmesini önlemek/yavaşlatmak adına AB, Rusya’yla ve yükselen Çin’le ilişkilerinin boyutunu, ABD ile ilişkilerinin boyutuna yakın bir seviyeye doğru yükseltebilir. Üstelik bunu yaparken ABD ile ilişkilerinin seviyesini düşürmesine gerek kalmayabilir. Böyle bir gelişme yaşanabilir mi? Bunu Alman sosyal demokrat partisi SPD’nin eski dış politika yıldızlarından Andreas von Bülow konu edindiğine göre ihtimal dahilindedir. Kuşkusuz sürpriz olur. Kendi içinde uyumlu hareket eden, ekonomik üstünlüğü yüksek, jeopolitik açıdan ABD’den daha farklı ve daha güçlü etkiyen yeni bir siyasi kümelenme doğabilir. ABD, vatandaşlarının sözünü dinleyip kendi kıtasına doğru çekilip Amerikan Ordusu’nun devasa giderlerinden kurtulursa, refahı ve istikrarı adına süper devlet olmak iddiasından en azından bir süreliğine vazgeçmiş sayılacaktır, ama vazgeçer mi? Sanmıyorum. Amerikan ekonomisi, ancak global ekonominin merkezini teşkil ettiği takdirde yapay refahını ve savurganlığını sürdürebilir.
Avrupa’nın ABD’ye karşı daha dikkatli bir politika benimsemesi bile gelişmeleri Çin ve müttefikleri lehine hızlandırabilir. Bu ihtimali olumladığım sanılmasın. Bugünkü haliyle, Doğu’nun yükselişine uygun bu tür olası gelişmeler belki daha istikrarlı bir Dünyada yaşanılmasına bir süre hizmet edebilir, ama o Dünya, demokrasinin çok daha küçük harflerle yazıldığı bir Dünya olacaktır. Doğunun yükselişi, Türkiye’nin eski Kemalist ve yeni İslamcı kodlarıyla pek uyumlu değil. Bu da yakın gelecekte Türkiye’de büyük sürpriz değişimlere işaret ediyor. Türkiye farkında olmasa da, en İslamcısından en Solcusuna kadar Batı kültürüne Doğu kültüründen çok daha yatkın/yakın bir ülke. İslamcılığı sıfır toleransla bir kaşık suda boğmaya aday Doğu yükselirken, Türkiye’nin Doğu’ya hangi sürpriz gelişmeler ve tesadüflerle nasıl açılacağı, açılıp açılmayacağı, şimdilik bir muamma. Anatole France şöyle der: “Tesadüf, belki de olayların altına mutlaka imzasını atmak istemeyen Tanrı’nın takma adıdır.” Yakın geleceğin sürprizlerine hazırlık babında Türkiye’nin yüzde ellisine ve diğer yüzde ellisine yapılacak “izahat”, böyle bir cümleyle başlayabilir!