Laikliğin dincilikten daha uzun ömürlü olması üzerine (16)


Eskisi kadar özgüvenli olmasa da bazıları, toplum mühendisliğiyle “dindar bir nesil” yetiştirilebileceğine, bunun sadece bir zaman ve devlete hakimiyet meselesi olduğuna hâlâ inanıyor.

   Sekülerleşme, aklın ve eleştirel düşüncenin öneminin artmasıyla ortaya çıktı, sadece Batı’ya has bir şey değil. İnsan neslinin düşünme melekesi güçlendikçe, kendi aklıyla düşünme cesareti de arttı. Kitap basımının icadı, bu gelişmeye çarpan etkisi yaptı. Kitap basmak, önce Çin’de icad edildi, yüzyıllar sonra da Gutenberg ile Avrupa’da ortaya çıktı. 

   Martin Luther’in İncil’i Almanca’ya çevirmesi, eskiden sadece Latince ezbere okunan kutsal kitapların içeriğinin halk tarafından anlaşılmaya başlanması (Reform Hareketi) sonucunda Kilise, çağının entelektüalizm monopolünü kaybetti.

   Sekülerleşme ve laiklik, bunun ardından yaşandı. Gerçeğin temel kaynağı din sayılırken, bilim, gerçeğin asıl kaynağı haline geldi. İşte bu aşamada, sekülerleşme, önce Katolik-Protestan ayrımı ile İngiltere’de başladı. Fransız İhtilali, ‘Laisite’ (Laiklik) ile bunu kurumsallaştırdı. Türkiye, sekülerleşme konusunda Fransa’nın yolunu izlemiştir. Napolyon, Kiliseye/Vatikan’a bağlı tüm kilise varlıklarını devletleştirdi, bütün manastırları kapattı, hatta el koyduğu kilise varlıklarını satarak, savaşlarını finanse etti. Türkiye’deki ifadesiyle “Tekke ve zaviyeleri yasakladı”. Sekülerleşme, zaman içinde -20’inci Yüzyılda- sosyalist ülkelerde dini yapılara karşı zor da kullanarak hızlı ve çok etkili bir gelişme kaydederken, liberal ülkelerde yavaş ama sonuç alıcıydı. Sekülerleşme az veya çok tüm Dünyada yaşandı. 

   Napolyon, sözkonusu gelişmeyi kurumsallaştırmak adına ilginç bir şey yaptı. Devletin içinde ve çeşitli kademelerindeki din adamlarını, yani Vatikan’a bağlı din adamlarının hepsini kovup, yerine “Devletin memuru din görevlileri”ni koydu. Atatürk’ün başlattığı modernleşmenin yanı sıra ‘Laiklik’, bu anlamda Napolyon devri Fransa’sından başlayan laikleşmeye benzer. Yani din adamlarını, devletin belirlediği maaşlı memurlar haline getirmiş ve Diyanet’i kurmuştur (tabii bunun daha sonraki istismarı ayrı konudur) ama asla sosyalist ülkelerdeki gibi sert olmamıştır.

   18’inci yüzyıldan itibaren modernleşmenin sekülerleşmeyi/laikleşmeyi de içeren vektörünü Sol, genellikle “İlericilik-gericilik” kavramlarıyla değerlendirir. Buna göre, “ilerlemiş” ülkeler ve “geri kalmış” ülkeler vardı. Bu değerlendirme türü, internet çağında geçerliliğini yitirdi. İnternet çağında herşey, “eşzamanlı” yaşanıyor. Modernleşme tarihi, aynı zamanda kapitalizmin de tarihi olduğundan, kapitalizmi ve modernleşmeyi değerlendirirken daha dikkatli olmak gerekiyor, ama bu da, rasyonel/eleştirel düşüncenin -yani aklın- sorgulanması anlamına gelmiyor elbette.

   Eskiden, bir “yenilik” ortaya çıkınca, onun duyulması, anlaşılması, örnek alınması için, belli bir zaman aralığının yaşanması gerekiyor, “ileri-geri” konuşuluyordu ve “ileri” sayılanlar tabii ki modernleşmeye ve sekülerleşmeye ilk önce başlamış -sömürge olmayan- modern ülkelerdi, sömürge haline getirilip işgal edilen Çin değildi mesela.

   Seküler bir geleneğe sahip olduğu halde, bu geleneği modernizm/modernleşme konteksinde tarif etmemiş ülkelerde “ilerleme”, ‘Batılı anlamda’ sekülerleşme ile başladı. Doğulu anlamda sekülerleşmenin en has örneklerini, başta Çin olmak üzere, Japonya ve Kore’de görüyoruz. Çin ve ondan etkilenen kültürlerde dinin devlete yön vermesi söz konusu değildi. Kongzi’nin binlerce yıl boyunca etkisini sürdüren öğretisi, bir toplumsal düzen ve ahlak öğretisidir. İnsanın ahlaklı olmasıyla, topluma ve evrensel düzene (Yin-Yang) uygunluğuyla alakalıdır. Geleneksel Türk/Japon sekülerizmi ise askerî bir özellik taşır. Türkler gibi bir Ural-Altay dili konuşan Japonlar, Çin kültüründen etkilendikleri için, Daoizmin en iyi ifadesi Zen öğretisi üzerinden, din yerine bilgeliği seçmişlerdir ve asker olduklarından, rasyonel/eleştirel düşünceye daha açıklardır, bu nedenle hızlı modernleşmişlerdir, tıpkı Türkler gibi. Türkler İran üzerinden aldıkları İslam ile bilgelikten ziyade kuralcı bir dine yaklaştıklarından, modernleşmeleri kesintilere uğramıştır, ama bu seküler özlerini değiştirmemiştir.

   Asya’da, özellikle de Japonya’da yeniden ortaya çıkan ve hızla yayılan eski göçebe (Türk) dini ‘Tängricilik’, din adamının (Kam) siyasetle devletle işinin olmadığı politeist bir inançtır (tabii bir ‘Köke Möngke Tängri” vardır) ve bu anlamda diğer Asya sekülerizmleriyle uyumludur. Türklerin Fransa’dan aldıkları laiklik, tarihî geçmişlerine uygun olduğundan bu kadar sağlam bir şekilde benimsenmiştir, bu nedenle “Araplaştırma girişimleri”ne rahatlıkla direnmiştir, zira seküler meşreplidir. Hem asker olup hem rasyonel/akılcı düşünceye kapalı olmak mümkün değildir. Tıpkı Dao/Zen öğretilerini benimseyen Asyalılar gibi Türklerin de, tüm dinlere açık/toleranslı olmakla birlikte, onları ‘karar mekanizmalarından uzak tutmak’ geleneklerini tüm göçebe/asker toplumlarında görüyoruz. Kam, bilemedin danışmandır, o kadar. Kam, devlet/ülke yönetiminde kurumsal bir rol oynamaz, bilge bir bireydir…

   Kapitalist sistemin bozulduğu, Batı merkezli bir yapı olma özelliğini giderek yitirdiği ve herşeyin giderek -geleneksel Batı üzerinden değil- daha yerel ve evrensel normlar üzerinden okunmaya başlandığı günümüzde, Batı’nın etkisi azalıyor diye Laikliğin azaldığı falan yoktur. Laikliği/Sekülerliği sadece Batıya has bir şey sayan dincilerin ölümcül yanılgısı buradadır. Sanılanın tersine; kapitalist sistem bozuldukça ve aşılması için kafa yoruldukça, kadim seküler/laik anlayışlar yeniden hatırlanıyor ve böylece Laiklik, dinbazların anlayamadığı/anlayamayacağı yeni boyutlar kazanıyor, zira temelinde akıl ve rasyonel düşünce var. Rasyonel düşünceyi eski Çin ve Hint yazıtlarında, eski Asya ekollerinde de görebilirsiniz, ama bunlar tarih içinde pek popüler olamamışlardır, bu nedenle kurumsal Batı sekülerizmi/laikliği “tek” sanılmıştır.

   Türklerin Batı/Roma kültür coğrafyasıyla yakınlığı nasıl halk olarak laik kalmalarını sağlıyorsa, diğer Asyalı halklarla yakınlığı da Kam öğretisi ve Tängricilik üzerinden laik olmasını sağlıyor. Yani farz-ı mahal, Batı önemini iyice yitirse ve Türkler çok daha Doğulu bir halk da olsalar, doğaları gereği Laik kalacaklar. Monoteist dinlerin etkisini yitirmesi, internet çağında herşeyin eşzamanlı yaşanır olmasıyla ilgilidir. Yani bazı saflarının sandığı gibi “Batı zayıflayıp, din yükselecek” falan değildir. Bundan sonra Batı tipi olmazsa Doğu tipi laiklik yükselir. Doğu tipi laikliğin, dinciliğe karşı çok daha sert olduğunu da hatırlatalım. İnsanlar, monoteizmin sergilediği inanılmaz ilkelliğin ve barbarlığın ilerletilmiş sonuncu versiyonunu Suriye/Irak’ta IŞİD özelinde gördükten sonra, modernleşmenin ruhsuzlaştıran özelliğine monoteizm ile çare aramayı terkettiler. Dincilik topyekün iflas etti ve bitti. 

Avrupa Sağa mı kayıyor?


9 Haziran 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonra “Avrupa Sağa mı kayıyor?” haklı sorusu, bazı peşin hükümlere ve yanlış çıkarımlara yol açıyor. Milliyetçi/ulusalcı Sağ partilerin Avrupa'nın her yerinde önemli ''başarılar'' elde etmeleri, benim de Avrupalı dostlarım üzerinden hissettiğim yeni bir durum. Sözkonusu olan asıl durum, “tepki” oyları ve “korku” oylarıyla ilgili. Daha geniş bir açıdan bakınca, bence, Dünya Sağa değil ama -yeniden tarif edilmesi gereken bir anlamda- Sola kayacak gibi görünüyor.

   Avrupalıların kimyasını bozan ve dolayısıyla Dünyayı da etkileyen üç konu var üzerinde durulmasını gerektiren. Bunların başında, Putin’in Ukrayna’ya doğrudan saldırıp işgal ederek Avrupa'ya 1945’den beri yaşamadığı bir olay yaşatmış olması geliyor. Bu olayın nedenleri konusunda tabii ki türlü çeşitli argümanlar havada uçuşuyor, ama bunlardan hiçbiri, işgal ve savaş gerçeğini değiştirmiyor.

   Avrupalıların kimyasını bozan ikici olay, -tüm engelleme girişimlerine rağmen- Avrupa’nın dört koldan mülteci akınına maruz kalması ve bu akının neredeyse sadece Müslüman diyarlardan gelen mültecilerden oluşması, mültecilerin bitmek bilmeyen yürüyüşleri/gösterileri ve kanlı bıçaklı şiddet olaylarına karışmaları.

   Avrupalıların kimyasını bozan üçüncü konu, Avrupa'nın Çin ve ABD ile ilişkileri. ABD, Soğuk Savaş'ın başından itibaren Avrupa’nın koruyucu kalkanı rolünü otomatikman üslenmişti, Trump denen kişinin Başkan’lığından beri bu değişti. Avrupa'nın Çin’le ilişkileri ise ekonomi ve siyasi bağlamda birbirini iten iki manyetik kutup gibi. Çin'le ilişkiler, ABD’yle ve Avrupalı değerlerle, mesela demokrasiyle sorun üretiyor.

   Avrupalıların kimyasını bozan bu üçlü denklemde Türkiye, Suriyelilerden sonra Avrupa’ya en çok “göçmen” gönderen ülke olmak (ve Rusya ile Ukrayna ve arasındaki görüşmelere tarafsız mekan sunmak) dışında pek bir önem arzetmiyor.

   Müslümanların -kendi ülkelerinde asla yapamadıklarını Avrupa’da yapıp- zırt pırt yürüyüş/gösteri yapmaları Avrupalıları huzursuz ediyor. Anti-İsrail gösterileri insanları bıktırmış görünüyor. Kuşaklar boyu Sosyaldemokratlara ve Sola oy veren dostlarımın bile mültecilere güveni kalmamış. İslamcı militanların sokak ortasında -hem de kameralar önünde- bıçakla polis öldürmeleri, güvensizlik konusunda adeta tüy dikti, seçimlerde (aşırı Sağı destekleyen) ''protesto'' oyları patladı. 

   Genel algı şöyle: ''Ortalığı karıştıranlar hep Müslüman mülteciler. Sürekli gösterilerle cde huzurumuzu bozuyorlar''. Kısacası, Avrupalılar, sayıları hızla artan mültecileri istemiyor. Mültecilerin, kadınları özellikle rahatsız ettiği anlaşılıyor. Avrupalılar, mültecilerin neden başka Müslüman ülkelere sığınmayıp ille de Avrupa’ya geldikleri halde, bulundukları ülkelere uyumsuz davrandıklarını anlayamıyor.

   Seçimlerde beklenenden bol oy alan Sağ partiler, mültecilere düşmanlar ve onlardan kurtulmayı hedefliyorlar. Aşırı Sağ partilerin elbette başka özellikleri de var, mesela Avrupalıların kimyasını bozan “Korku”ları tepe tepe kullanıyorlar. Bir taraftan mültecileri kovmayı vaad ederken, diğer taraftan da ''Ukrayna’dan bize ne'' deyip, Rusya’nın alenî saldırısına ses çıkarmamayı savunuyorlar. 

   Açıkçası Ruslar, ''Yapay Zeka'' denen profesyonel yalancılık mekanizmasını ve internet üzerinden yapılan -kamuoyunu etkilemeyi hedefleyen- rafine manipülasyonları ve tabii ''parayı'' oldukça ''iyi'' kullanıyorlar. Hatta Rusya’nın, bu “milliyetçi/illiyetçi” faşizan Sağı gayet iyi yönlendirdiğini söylemek mümkün. Trump bile Ruslarla aynı telden balalayka çalıyor, Başkan seçildiği seçimlerde Ruslardan manipülatif destek almış olabileceği hâlâ konuşuluyor.

   Tabii Avrupa seçimleri sonucunda şimdi -mesela Fransa’da- erken seçimler yapılacak, bazı hükümetler değişecek, ama bu durum, Avrupalıların ''Korku''larını kaşıyıp duran Rusların Ukrayna’da bataklığa saplandıkları gerçeğini değiştiremiyor. Hele Avrupa ve ABD’nin izin vermesiyle Rusya içlerini de vuran Ukrayna'nın her gün binden fazla Rus askerini öldürdüğünü anlatan Çinli bir paralı Rus askerinin savaş alanından yaptığı yayın internete düştü. Bu profesyonel asker de, böyle acımasız ve çok kayıplı bir savaşı sürdürmenin Rusya açısından imkansız olduğunu anlatıyor. 

   Rusların ''Avrupalıları korkutup ürkütmek'' üzerine kurdukları rafine (medya ve sosyal medya) stratejisinin, Avrupa seçimlerinde Rus yakını bilumum aşırı Sağ partinin oy üstüne oy almasına rağmen başarısızlığa uğradığı söylenebilir. Zira G7 ülkeleri 13 Haziran günü aldıkları bir kararla, Ukrayna’ya 50 milyar Dolar yardım vermeyi kabul etti; bu paralar hem de Avrupa'da/Batıda dondurulmuş Rus varlıklarından alınarak Ukrayna'ya verilecek. Ruslara verilmiş çok net bir yanıt bu ve anlamı da şu: Biz Ruslara karşı aktif pasifizmi savunan aşırı Sağ partilere sağladığın parasal ve bilişimsel desteğin farkındayız, bak biz de Ukrayna'ya -hem de bizzat senin 50 milyar Dolarını- veriyoruz. ''Savaşı kim kazanır?'' sorusuna verilecek yanıtlardan önceki son çıkış mahiyetinde bir tavır G7 ülkelerinin tavrı.

   Avrupalıların savaştan ve Putin'in atom bombası tehditlerinden korkmalarından, bıçaklı Müslüman mültecilerden ürkmelerinden daha doğal bir şey olamaz. Bunların nedenlerini derinlemesine sorgulamak gerekir elbette, Avrupa ve Batı masum da değil, ama her türlü manipülasyonu yapan Rus tipi ''Yapay Zeka''ya boyun eğmeyip karşı önlemler almak da politikacıların işi. Korkuları kullanarak oy alan aşırı Sağın bit pazarına nur yağmış da olabilir -tabii şimdilik- ama bunun sürdürülebilir bir durum olduğu şüpheli.

   Balon gibi şişirilmesi konusunda Rusya’nın önemli ''yatırımları'' bulunan aşırı Avrupa Sağı yükselmiyor, zira Amerikan (ve tabii İsrail) karşıtlığı ve Rusya taraftarı popülizm, mülteci düşmanlığı dışında dişe dokunur politikaları yok. Avrupalı aşırı Sağ partiler, Rus konjonktürüne endeksli yapılar. Batılı ülkelerinin Ukrayna’ya gönderdikleri silahları Rusya içlerinde de kullanma izni vermelerinin ardından net bir şekilde anlaşıldığı üzere savaşın Rusya tarafından kazanılması ihtimali bulunmuyor. Rusya, korkunç kayıplar veriyor ve barış yapmak zorunda, -ama henüz yapamıyor.

   Rusya, Avrupa'daki korkuyu had safhaya çıkarmak için Ukrayna’da atom silahı kullanırsa, buna Avrupa hükümetlerinin bir çoğu dayanamayabilir, ama konunun böylece kapanmayacağı açık.

   Yeniden netleştirmemiz gereken konu şu:

   21. Yüzyılda asıl eğilim, otoriterliğe karşı tepkilerin çok daha rafine hale gelmesi ve otoriterliği aşması olacak. Bu eğilim, otoriter Rusya’dan yana değil. Konjonktürel değişimler ile asıl eğilimleri temsil eden paradigmaları birbirine karıştırmamak gerekir. 2020 sonrası Dünyasının asıl eğilimi, post kapitalizme doğru ilerleyen bir özgürlükler ve kadınlar çağı olmaktır. Otoriterliklerin bu denklemde yaşaması çok zor. “Gelecek korkusu” ile elbette zigzaglar çizilecek, Sağ partiler de bundan ''faydalanacak''tır, ama 2020 sonrasını belirleyen paradigma değişmez.

   Asıl eğilim, rasyonel akıl ve çok geniş birlikteliklerle konuşarak sorun çözme yöntemlerinin esas hale gelmesidir. Kadınsı değerlerle de ilgili olan bu durum, çok farklı kesimler ve aidiyetlerden gelen insanların Dünyanın varoluşsal köklü sorunlarının sorumluluğunu üslenmeleriyle ilgili (Sol geleneğe yakın, enternasyonalist) bir yaklaşımdır, postkapitalizme doğru ilerleyen zorunlu bir istikameti temsil eder. Bunlar, kendisini herkesten üstün gören ve başkalarıyla eşit/rasyonel ilişkiler kurmaktan aciz düşmanperest milliyetçi Sağ ahmakizmde olmayan özelliklerdir. Bu nedenle ''Aşırı Sağın yükselişi'', belki Rus otoriterizminin yelkenleri suya indireceği güne kadar sürer, sonra kenar mahallelerin loş birahanelerinde sona erer.

Muktedir vasatizmin doğası hakkında (15)


Parayla satın alınamayan değerler, insanlık tarihinde belirleyici olan asıl kalite ile ilgilidirler. Buna kısaca (“nicelik” değil) özgün “nitelik” diyoruz. Dünyada yeni bir devir başlarken Niceliğin, yani çokluğun yerine niteliğin/kalitenin yeniden önem kazanmaya başladığı günümüzde, eski maddeci dönemin uç biçimini temsil eden muktedir vasatizm, niteliği hâlâ “çokluk” üzerinden tarif etmeye çalışıyor ve bunda artık başarılı olamıyor. Geçtiğimiz ve aşmak yolunda ilerlediğimiz ve “nicel çokluk”un belirleyici olduğu devirde muktedir vasatizmi, doğası gereği asla sahip olamadığı derinliği/kaliteyi horlamaktaydı. İçine düştüğü trajikomediye yeniden dikkat çekmek için (ilk kez 2018’de bahsettiğim) "Varlığını kıskanmak" (Existenzneid) diye adlandırdığımız sosyopsikolojik duruma değinmek gerekiyor. 

   Muktedir vasatizm, modern toplumların işletilmesi için gereken asgarî/zorunlu kaliteyi bile üretmekte zorlanıp, kendi dışındaki alanlardan ve yurtdışından satın alıyor. Rasyonalizmle de sorunlu vasatizmin, sistemin kendi kriziyle başa çıkamadığı aşamada, sadece kendi azınlık plütokrasisini kollayan, yasa ve kuralları kandine göre işleten, kendisi dışındakilere, “kontrol altında tutulması gereken lüzumlu kalabalık” muamelesi yapması, eskinin feodal (veya Asyalı kuralcı) derebeyliklerine benzetiliyor. “Yeni feodalizm” kavramı da bu yüzden hortlamış bulunuyor.

   “Kapitalist sistem bozuldukça, siyasi anlamda eski feodalizme daha çok benziyor” fikrini Batıda savunanlara karşılık, Postmarksistler, sistemde mafyalaşmanın yaygınlaştığı tesbitini yapıyorlar. Feodal toplumlarda, otoritenin kontrolü ve baskısı dışına çıkmak, bugünkünden çok daha kolaydı.

   Demokratik ortamlarda ortaya çıkmış teknolojik/rasyonel kalitenin, vasatizmi tolere etmek için kullanılması, geçtiğimiz dönemde kısmen başarılı olurken, vasatizme aykırı özgürlükçü nitel/kalite ortamında doğabilmiş ‘kalite’, vasatizmin hizmetine girerek kendi altını oydu ve orijinalliğinden/niteliğinden aldığı gücü kısmen kaybetti.

   Uygarlıklar daima "daha iyiye daha güzele" doğru ilerlemez. Eski rafine Yunan heykellerinin ve uygarlığının, hatta antik Yunan demokrasisinin yerini ilkel Hristiyan ikonaları ve merkezi krallık rejimlerinin alışını inceleyen çok iyi bilimsel araştırmalar ve tarih kitapları mevcut.

   Vasatizmin bu kadar başarılı olmasının en önemli nedeni, “çalışkanlığı”. (Burada “çalışkanlığı” olumlu anlamda kullanmıyorum). Yaratıcılık daima tembellikle alakalı bir konu olmuştur (tembelliği kötü anlamda kullanmıyorum), Marx'ın damadı Lafargue tarafından yazılan "Tembellik hakkı"nı hatırlayalım. Amacını başkalarının belirlediği daimi rutin iş, yaratıcılığın düşmanıdır. Çalışkanlık, ancak, o tembellik dönemleriyle gelen yaratıcılığın “değerlendirilmesi” aşamasında gerçek bir anlam ifade edebilir. Vasatizm, varlığını kıskandığı (Existrenzneid) 'Özgür kalite'yi satın alıp "biat" ettirerek kendi vasat varlığını sürdürebileceğini sanırken, rutine uzak duran ve bu nedenle "çalışkan bakkallar"ın kontrolünden kurtulamayan rasyonel/yaratıcı kalite de özgürlüğünü yitiriyor, bu da gücünü yitirmesi anlamına geliyor.

   Ortada, birbirine güvenmeyip kendini tüketen iki kesim var ve bu güvensizlik ortamında kendi başına, kaliteyi sömürmeden varolamayan Vasatizmin kuru ve de meyvasız "çalışkanlığı" dışında sürdürülebilir bir şey kalmadığından, bütünün evrimi/devrimi zorunlu gibi görünüyor. Vasatları, kullanışlı oldukları için kollayan vasatizmin dijitalleşmiş çalışkan “modern” versiyonunuyla önümüzdeki dönemde yola aynen devam edilebilir mi? Bu hiç mümkün değil. Böyle bir şey Çin'de bile yok, Orta Asya'da ise şimdilik doğal gazla işletilebiliyor..

   Vasatizm, vergisini ve yaratıcılığını kullandığı rasyonel nitel çoğunluk olmadan varolamıyor, kendisi -özgür ruha sahip olmamanın verdiği zevksizlik/renksizlik nedeniyle- yaratıcılığın asgarisini bile üretemiyor, sadece "satın alıyor" ve satın alarak biat ettirmeye çalışıyor. Varlığını çok çalışmasına, yani nicel özelliklerine borçlu “Niteliksiz Azınlık” vasatizmi, nefret ettiği ve varlığını kıskandığı, can hıraş kontrol altında tutmaya çabaladığı “Nitelikli Çoğunluk” olmadan yaşayamıyor, -ama tersi mümkün. Ve ithal vatandaş faktörü bile bu temel denklemi bozamıyor.

   “Nitelikli Çoğunluk”un bu denklemi, kendi lehine işleyebilecek hale getirebilmesi için önce bu varoluş ve “maddi” bağımlılık koşullarının bilincinde olması ve muktedir vasatizmin elindeki tek avantajı bizzat benimseyip -kendi koyduğu kurallarla- “çalışması” gerekiyor. Bu avantajı vasatizmin elinden almak, “çalışkanlık” ile mümkün.

   Vasat, varlığını sürdürmek için mutlaka yaratıcı/özgür akla ihtiyaç duyduğundan, tarih boyunca daima baskı ve tahakküme başvurmak zorunda kalmıştır. Başmelek Mikail’in, (bu blogda sözü edildiği üzere) Denizli-Honaz'da tezahür ederek yaptığı rivayet edilen konuşmasında, "Cehaletin tanrısı şeytandır" dediğini biliyoruz. Mikail, eski monoteist kültürlerde, şeytana karşı savaşı temsil eder. Vasatizmin kötülüğe meyilli olması da cehaleti yüceltmesiyle ve aklı/yaratıcılığı üreten özgürlükle sorunlu olmasıyla ilgilidir. İyiliğin, niteliğin, kalitenin varlığını da bu yüzden kıskanır.

1920’ler, Gertrude Stein ve Café Central



Sanatın tüm toplumları iliklerine kadar kuşatıp onlara yeni bir ruh kattığı zamanlar vardır. 1920’li yılların dünyada sanatsal anlamda nasıl bir hazine teşkil ettiğini ve günümüzde bile hâlâ okunan en güzel kitapların, en güzel resimlerin, o yıllarda yazıldığını ve yapıldığını biliyoruz. “Goldene Zwanziger Jahre” (1920’li Altın Yıllar), Cihan Harbi’nden sonra Almanya’da yaşanan hiperenflasyonun bittiği 1924’de başlatılır ve 1929’daki büyük buhrana kadar sürer. Türkiye için de çok önemlidir tabii. Ülkeyi bugünlere getiren Kurtuluş Savaşı mucizesi ve Cumhuriyet’in kurulup Türkiye’nin Osmanlı sülalesini sepetlemesi, bu döneme denk gelir. Aynı dönemde Türkiye’de sanatın patladığını söyleyemeyiz, ama çok daha önemli şeyler olmuş ve sanat onların gölgesinde kalmıştır diyebiliriz. Mesela Hilafet sona erdirilmiş, “Devletin dini İslamdır” ibaresi Anayasadan çıkarılmış, 1928’de Latin harfleri kabul edilmiştir. Aynı yıl İktisat kongreleri yapılmış ve Türkiye ilk kez ekonomik alanda sahiden rahatlamıştır. Hatta, Stalin’in sınırdışı ettiği Troçki’yi almaya gönüllü tek ülke olarak Türkiye öne çıkmıştır. Aynı dönemde Nazım Hikmet, yazdığı şiirlerle dikkatleri üzerine çeken genç bir yazar.

   Dünya küllerinden doğmakla kalmayıp yepyeni bir kültür-sanat infilakıyla Batılı Çağdaş Medeniyet’in modern klasiklerini üretiyordu. Gertrude Stein, işte o çok tipik Almanca adıyla tam bir Amerikalı kültür kadını olarak Paris’de, daha 1906’da, Pablo Picasso’yu keşfediyor, 1920’lerde Francis Scott Key Fitzgerald’la ve Ernest Hemingway ile de sanat odaklı derin dostluklar kuruyordu. Picasso daha 25 yaşına basmadan, Gertrude Stein onun -bugün “pembe dönemi” sayılan- tablolarını satın alıyordu. Gertrude Stein’ın yakın dostları arasında Henri Matisse de var. Picasso’dan on küsür yıl daha yaşlı olan Matisse, zamanın ölçüleriyle tam bir burjuva hayatı sürüyor.

   1920’lerle ilgili sayısız film yapılmıştır, sayısız roman yazılmıştır, Jazz (Caz) müziğinin de Avrupa’da popüler olduğu bir zamandır. Çağlara rengini veren kültür-sanat dönemleri, insanların özgürlüğe hasret kaldığı ve gelecek korkusuyla yaşadıkları zamanların ardından gelir. Ama bu dönemin başlangıcını 20’inci yüzyılın ilk yıllarına, belki 1905’e kadar geriye götürebiliriz. Rusların Tsushima’da Japonlara yenilmesinin ardından Petrograd’daki ilk ‘Denizciler Ayaklanması’, daha sonra devrimci literatürde “1905 Devrimi” diye adlandırılmıştı. Bu tarih aynı zamanda Bolşevik Devriminin fikir babası Lenin’in ile Bolşevik Devriminin yapıcısı örgütleyicisi ve kurulan ilk Sovyet’in lideri Troçki’nin ortaya çıktığı yıldı. Cihan Harbi 1914’de başladığında, sadece dünya sanatçıları değil, dünya entelektüelleri de Avrupa’daydı. Lenin ve Troçki’nin Viyana’da müdavimi oldukları “Cafe Central”le, sevgili dostum, Avusturyalı entelektüel Franz Schandl ile buluşmamız sayesinde tanıştım. Franz, Viyana’nın her kitapçısında satılan, ülkenin en derin kapitalizm eleştirisi yapan entelektüel dergisini yayımlıyordu ve bana, bu iki devrimcinin sürekli Cafe Central’e geldiklerini anlatmıştı. Tabii buraya sadece onlar değil, Sigmund Freud, Stefan Zweig, Robert Musil gibi devlerin de geldiğini daha sonra öğrendim. 1920’lerde kahveye, sırf “müdavimler okusun” diye, her dilden yerli ve yabancı 250 gazete alınıyormuş. Aralarında, Lenin’in çıkarttığı “Iskra”, Troçki’nin Viyana’da yayımladığı “Pravda” da var.

   Cafe Central’in benim hayatımda da özel bir yeri oldu.

   Franz ile buluşmamız, tartışmamız, saatler sürdü. Bu süre zarfında Viyana’da kısa süreliğine kiraladığı evinden Cafe Central’e gelmesini beklediğim Kızkardeşcim gelmedi. Cep telefonu Avusturya’da bir türlü çalışmadığıdan, onu aramam da mümkün olmadı. Franz gittikten sonra, merak ettiğim endişelendiğim dört saat geçirdim. Bereket konu sadece bir gecikmeden ibaretti, endişelenecek bir şey olmamıştı ama ben Cafe Central’de, sırf gerginliğimi biraz olsun almak amacıyla bir hikaye yazdım. Adı “Kahraman” olan hikayem, zaman içinde şekillendi ve alanında otorite rejisörlerin ve edebiyatçı dostlarımın beğenisini kazandı. 1920’li yılların hemen öncesinde geçen hikayemi artık uzun olmayacak bir sürecin ardından sizlere sunmak, -dileğim.