Büyük umutlarla okumaya başladığım ve yarısına geldiğim dokuzyüz küsür sayfalık "Licht aus dem Osten" (Doğu'dan yükselen ışık) adlı kitabın yazarı star tarihçi Peter Frankopan'ın "aslında bütün dünya tarihi Ortadoğu tarafından yapılmıştır, şimdi de böyledir" iddiasına getirdiği gerekçeleri arıyorum. Kitap hakkında yazılan eleştiriler bu istikametteydi, kitabı bana Kızkardeşcim de bu yüzden hediye etti. Benim merak ettiğim, mesela bu bölgenin Çin'i nasıl etkilediğiydi (Çin'in tarihini belirlemek falan bir yana) ve tabii bir çıban başı olarak, Dünyayı rahatsız ederek tarihi bugün nasıl bir tür ve şekilde "belirlediği" idi. Açıkcası bu sorularıma yanıt veren tek bir satır okumadım henüz. Tarihi ayrıntılar herkesin dikkatini çeker, ama ayrıntı için ille de bu kitabı okumak gerekmiyor.
Son zamanda Avrupa'da pıtrak gibi, "Tarihi yeniden okumak" kitapları arz-ı endam ediyor. Sadece iPad'imde böyle 7-8 tane kitap var, ikisini okudum. İlginç olan, bunların hiçbiri de doyurucu değil, sadece bir arayışın ürünü oldukları anlaşılıyor. Modern zamanlarda "Avrupa merkezli tarih" anlayışının rahatlığı, daha 1990'lı yıllarda sona ermişti, şimdi yeni bir bakış zamanı ve herkes malum bilgileri kendince okumaya çalışıyor.
Türkiye'de "Batı batıyor yaşasın" ahmaklığının devamı olarak "Ah Osmanlı" gibi -cevap sayılamayacak- sayıklamalardan öte gidemeyen muktedir tarlasını saymazsak, "Batı'nın sonu" tartışmaları ve olayın Türkiye'deki olası devamı hakkında henüz tartışılmıyor -"Başkanlık sistemi" falan gibi saçmalıklardan ve günlük gündem yapıcıların oynattığı maymunlara bakmaktan vakit bulunamıyor. Köşe yazarlığı mefhumunun akıllara seza bir yanı var: Her gün yazacak bir şey bulacaksın. Evet bulunuyor elbette, ama bu kadar çok ve günlük şeyler yazanların sistemli okumaya ve sistemli düşünceler geliştirmeye zamanları yok, geliştirebilecek olan kişiler da bu işleri bırakıp ticarete falan atılmışler, zira bu tip konuların ve düşünen insanların önemini kavrayıp onlara yaşam alanı açan bir iktidar yok, muhalefet de yok, vakıf dernek arkadaş grubu vesairesi de yok. Almanya'da şimdilik sanat üretemeyen ünlü bir sanatçı tanıyorum, geçimini arkadaşları finanse ediyor hem de o arkadaşlarına iyi davranmadığı halde.
Türkiye, tarihin en önemli süreçlerinden birine, son derece vasat bir yönetimle yakalandı. 2007'de "acilen profesyonellerin bilgi ve deneyimine dayanan bir yönetim kurulması gerektiği"ni, bu iktidarın 2008-2024 döneminde sadece felaket getirebileceğini yazmış biri olarak, Türkiye'nin geleceğini temsil eden yeni bir aklın kurulması gerektiğine inanıyorum. Tutuk, otosansürcü, korkak, günlük hengameden başka bir şeyle derinlemesine ilgilenmeyen köşe yazarı esnafının kotaramayacağı bir süreç bu ve meydanda onlardan başkaları da yok şu anda. Bir önceki yazıda bahsettiğim yeni entellektüalizmi muazzam ağır bir görev bekliyor: Hergün iktidarı boyamakla yetinmeyip ciddi alternatifler kurgulamak. Önümüzde, tam bir altüstoluş tablosu var -ve elbette Türkiye'den çok, Dünya'dan bahsediyorum...
İki gün önce eski Alman Dışişleri Bakanı ve Yeşillerin efsane lideri Joschka Fischer'in kısa ama bir o kadar da önemli bir yazısı yayınlandı, yazının başlığı çok iddialı: "Batı'nın Sonu". Aydınlık gazetesi yazıyı hemen baş sayfaya çekmiş, İslamcılar böyle yazılara sevindirik oluyorlar ama Fischer'in bahsettiği, Türkiye'deki İslamcıların, "Batı çökünce Doğu yükselecek" hamhayaliyle alakalı değil, zaten tarih ve sosyoloji ilkel aritmetikle işlemez. Joschka Fischer, "Batı" denen şeyin net bir tarifini yaptıktan sonra onu "Garb"dan (Batı kültürü ve uygarlığından) ayrı tanımlıyor ama çok da ayrı değil, Garb zemininde oluşmuş bir şey "Batı". Garb kültür ve uygarlığı daha Akdenizli bir şey iken, "Batı", daha çok Atlantik odaklı siyasi bir yapılanmayı ifade ediyor yazısında ve özünde Avrupa ve Amerika'nın birlikteliği anlamına geliyor. Birinci Dünya Savaşı'nda 1917'de ABD'nin savaşa katılmasıyla başlayan ve 1941'de ABD ve İngiltere'nin "Atlantik Anlaşması" ile şekillenip NATO'nun kurulmasıyla son halini alan bir şey siyasi Batı. Joschka Fischer'in fikri böyle. Ben yazılarımda esasen iki farklı Batı'dan bahsederim: "Coğrafi Batı" ve "Sistemsel Batı". Coğrafi Batı, Fischer'in "Garp" dediği şeydir. Sistemsel Batı ise kapitalizmdir ve Dünyaya malolmuş, Dünyayı kapsayan bir sistemdir bugün.
Joschka Fischer yazısında, ABD'nin Avrupa'yı koruyucu güç olarak -Trump'un seçilmesi ertesinde- bu rolünden çekilmesi ile birlikte, siyasi bir yapı olarak "Batı"nın fiilen sona erdiğini söylüyor. ABD daha içine kapalı bir yer olacak, kendi sorunlarıyla uğraşacak ve Ortadoğu'yu Suriye'den başlayarak Rusya'ya ve İran'a bırakacak. Bunun siyasi ve sosyolojik sonuçlarının önce İslamcıları vurmaya başladığını biliyoruz. Suud, Katar ve Türk elitlerine Allah kolaylık verir mi göreceğiz ama şimdiden yaşanabilecekleri de tahmin edebiliriz. Geçtiğimiz günlerde Yemen'den Kabe'ye doğrudan uzun menzilli bir roket atıldı ve Suud savunma sistemleri roketi havada vurarak Kabe'nin yok olmasını son anda önledi -Amerikan filmleri gibi bir olay. Ama bu kadar önemli olaylarda Amerikan filmlerinde bile Dünya'da yer yerinden oynuyor. Kabe'ye roket atılması, Müslüman ülkelerde basının konusu bile olmadı. Yıkılsaydı belki biriki gün baş sayfalarda görülecekti ve arkasından ibre hemen gene "Başkanlık tartışması"na dönecekti (neyini tartışıyorlarsa!) Aynı şey Hristiyanlığın, Hinduizmin, Budizmin merkezlerine olsa Dünya ayağa kalkar, mutlaka ortak askeri yaptırımlar falan uygulanırdı. Kısacası İslam şimdiden "Allah'a emanet" ve üzerine fena halde gidilmesine kimse bir şey demeyecek. Rusların (ve Çinlilerin) kendi ülkelerinin yapıları nedeniyle, İslamcılığa Batılılardan çok daha kötü davranacakları ve sistemli bir şekilde yok edecekleri şimdiden kesin. Yani "Batı yıkılıyomuş" diye sevinen İslamcıların ahmaklığı pek fazla şaşırtmıyor, ama kendi yokoluşuna sevinecek derecede ahmak çıkmalarına da üzülünemiyor. Şu anda Türk İslamcılığının bile çıkarları Batı'ya yakın olmakta, hem de tüm bu "Batı yıkılıyor" tartışmalarına rağmen.
ABD'nin koruması zayıfladığı takdirde Avrupa'nın savunması cidden tehlike altına gireceğinden ya Rusya ile yakınlaşacak, veya pahalı bir ordu kurup Avrupa'daki refah seviyesini düşürecek ve bu ordunun bu bölgeye şimdikinden çok daha fazla karışacağını tahmin etmek de zor olmasa gerek. Yani yepyeni bir dönemde Türkiye'nin bu denklemde kendine yer bulması ve yer kurması, gerçekten de çok akıllı ve çok yönlü bir politikayla mümkün. "Başkan"ın günübirlik keyfi kararları ve "Allah yardım eder" hesabıyla gidilirse olay tam bir felakete dönüşebilir.
"Batı yıkılıyor" deniyor diye birşeyin yıkıldığı da yok, sadece zayıflamak ve dominant güçlerin değişmesi diye bir şey var. "Yıkıldı" denen Roma imparatorluğu bile İtalya'da nasıl yaşıyorsa, "Çöktü" denen Vatikan devleti bile bir evlek yerden Dünya'da etkili olabiliyorsa, elbette Türkiye de yaşayacaktır, ama nasıl? Evrensel normlar yerine kişisel normlarla keyfi yönetilirse, bu kadar karışık/karmaşık bir yerin bütün kalması imkansızdır. Rusların ve diğerlerinin, "Haritalar değişir" lafını ciddiye alın. Belki hemen bağımsız Kürdistan kurulmaz ama Hatay gidebilir, hem de savaş tazminatı olarak ve Güneydoğu'da federal bir Kürt bölgesi ortaya çıkabilir. Bunun, bir savaş sonucu yaşanma ihtimali var. Sırf iktidarda kalmak için saçma sapan "sistem değişikliği" denemelerinde bulunanların, artık klasikleşmeye başlayan "Popülist politika" icabı, savaş/seferberlik falan diyerek savaş gerekçesine ihtiyaç duydukları açık. Ama 2012'de belirttiğim gibi bu savaşın hiç de umdukları gibi gitmeyeceğini düşünemeyecek kadar bi-haberler savaştan. Bu ihtimali, harita değişimlerine aşırı hassas, ama açlığa dayanıklı "Türk aşağılık kompleksi" açısından önce yazdım. Asıl mesele asla harita olamaz, çünkü bir ülkeyi büyük yapan asla harita büyüklüğü olmamıştır, ayrıca Türkiye harita bakımından da küçük bir ülke sayılmaz. Asıl bedel, Türklerin alıştığı belli refah seviyesinin kısa bir sürede dip yapması olur. Ekonomi küçülüyor, turizm gelirleri yarı yarıya azalıyor, muktedirler yabancı yatırımcılara "paranızı alıp defolun" diyor -hem de kategorik sistem krizinin tam ortasında. "Bir alternatifleri mi var" diye bakıyorsunuz, yüksek egodan başka bir şeyleri yok. Bunun sonucu, sınır değişiminden çok daha önemli bir ekonomik buhran, Türk varlığının küme düşmesi, küçük lüks getoların ortaya çıkması ve Brezilya'dakine benzer bir sefaletin doğması olabilir. Orada ülkenin bölünme tehlikesi yok, çünkü Brazilya nisbeten homojen bir kültüre sahip, yerliler çok küçük bir azınlık, ama Türkiye'de her beş kişiden biri Kürt. Ayrıca yeni ayrımlar var: Laik-Müslüman, Alevi-Sünni, Suriyeli-Türkiyeli vs. Kapital ve eğitimli kesim hâlâ seküler/laik ve devletin bol keseden harcadığı vergileri onlar veriyor, "Milletim" denen AKP seçmeni vermiyor. Şimdi kulağa biraz uçuk gelecek belki ama, "size vergi vermiyoruz, biz vergilerimizi kendi yerel yapılarımıza vermek istiyoruz" gibi şeyler söyleyen siyasi bir hareket çıkıp partileşebilir, gidip Amerikasıyla Avrupasıyla, hatta Rusyasıyla ve Çiniyle anlaşabilir. Hele şimdi katmadeğer üreten kesimlere, her yerde daha çok değer veriliyor, daha fazla rağbet ediliyor. Ayrışmalar sadece etnik-dini kimlik üzerinden olmaz.
ABD'nin eski küresel yükümlülüklerinin bir kısmından çekilerek kendi ile daha fazla uğraşmasının sonucu, Joschka Fischer'in de değindiği gibi, Trump'un Çin'i "Dünya ticaretinin garantörü olmaya itmesi"dir. Bir Batı sistemi olan Kapitalizmin iyi işlemesi için garantörler gerekir ve Çin bu rolü mecburen devralabilir, çünkü ABD'deki yatırımlarından tutun da dünya plastik oyuncak deryasına kadar sistemin işlemesi için ulusdevlet kontrolleri en başta Çin için şarttır ve bunu birilerinin yerine getirmesi gerekir, neticede herkes aynı köhne kapitalizm gemisinde yol almaktadır. Bu ve benzeri gelişmeler, Doğunun yükseldiğini mi gösterir? Kısa vadede göreceli olarak belki, ama Batı sistemi kapitalizmin orijinali yerine taklidinin daha dayanıklı çıkacağı oldukça şüpheli. Yirmi küsür yıldır kapitalizmin kriz teorisi ile ilgilenen ve bu konuda Dünya'da otorite haline gelmiş post-marksist dostlarım, sistemin çöküş trendinin daha 1980'lerde başladığını söylerlerdi; sistemin motorunun reel ekonomiden fiktif finans ekonomisine dönmesiyle çöküşün başladığı tesbitini yapmışlardı, konuyu ben de yazdım. Ama Çin merkezli kapitalist bir Dünya ekonomisinin Batı'dan daha başarılı olma ihtimali hiç yok, hatta Batı'da "Kapitalizm sonrası Dünya" konusundaki fikrî-zikrî külliyatı Çin'in kısır basın-yayın hayatıyla kıyaslamak hiç mümkün değil. Yani alternatif gene Batı'da kurgulanıyor, orada düşünülüyor, orada yazılıyor.
Doğu ile Batı arasında özgün bir "Orta Bölge" ülkesi olan Türkiye, Peter Frankopan'ın kanıtlamak isteyip pek beceremediği "Tarihi belirlemek" işini belki üslenemez ama, asfalt/beton manyağı ufuksuz mahv ekonomisiyle uğraşmak yerine, bal gibi kapitalizm sonrasını konuşabilir ve bakarsınız belki sahiden de sistemsel "Batı"ya alternatif yapılar üretir -yeter ki günlük "siyaset" çılgınlığı ve bildik şablonları takmayan özgür fikirli insanları olsun ve bu insanlar birbirleriyle konuşmayı yardımlaşmayı düşünmeyi öğrensinler ve ortak Türkiye paydasından ödün vermesinler.
Coğrafi/kültürel Batı sonsuza dek yaşayacak, ama sistemsel Batı gerçekten çöküyor ve bu durum karşısında harıl harıl tartışanların ve birşeyler yapabilecek olanların büyük bir bölümü de Batılı. Ama geleceğin global sisteminin bugünkünden çok daha Uzakdoğulu olacağını söyleyebiliriz. Sistemin kültürel öğeleri, eskisi gibi sadece Batılı olmayacak. Orta bölgede Türkiye'nin köklü devlet geleneğini bırakıp bakkal aklını tercih etmesinin de ağır sonuçları olabilir. Orta Bölge'nin üç temel ülkesi vardır: Rusya, İran Türkiye. Bu üçlü denklemden Türkiye çıkabilir, ülke sayısı ikiye inebilir, çünkü artık siyasi bir şey olan Sünniliği sadece küçülmek ve zor bir varoluş türü bekliyor. Siyasallaşmış Sünniliğe tutunan bakkal aklıyla büyük devlet olmak kesinlikle mümkün değil. Onun yerine ancak, Sünniliği ve onun siyasallaşmış "İslam"ını reddeden seküler bir Türkiye yeniden gerçek anlamda büyük bir ülke olabilir. Bu kural, önümüzdeki dönemde çok daha iyi anlaşılacaktır.