27 Mayıs 1960 öncesinin beş aylık olaylar kronolojisi, zamanın Türkiye verileri ve basın-yayın haberleri

Türkiye’nin nüfusu, 27.7 milyon. Türkiye’de okuma-yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 59. Ama ABD’de okuma-yazma bilmeyenlerin oranı da yüzde 3. Okuma-yazma oranı en yüksek iki ülke, yüzde 99 ile Almanya ve Finlandiya. Yunanistan’da okuma-yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 41, Bulgaristan’da yüzde 31, Mısır’da yüzde 85. 1959 yılında, Dünyada insan başına tüketilen kâğıt miktarına bakalım (gazete kâğıdı hariç)...
Bir Türk yıl boyunca ortalama 600 gram kâğıt tüketmiş, bir Yunanlı 1.3 kilo, bir Japon 4.8 kilo, bir Alman 8 kilo, bir İsveçli 14.2 kilo, bir Sovyet vatandaşı 9 kilo kâğıt tüketmiş. Amerikalı, 27.6 kiloyla şampiyon.
Yayınlanan kitap sayılarında, 22.143 ile Büyük Britanya bir numara, ABD 13.462 ile iki numara. İsviçre’de 3527 kitap yayınlanmış, Türkiye’de son bir yıl içinde 4124 kitap basılmış. Bu kitaplardan 3630’u telif eser, 494’ü çeviri. Basılan kitaplardan 1306’sı ince zımbalı kitap (yani broşür de denebilir). Yayınlanan kitaplardan 2595’i İstanbul’da, 1091'i Ankara’da, 400 küsürü de diğer şehirlerde neşredilmiş.
Dünyadaki gazete sayısı ve tirajlarıyla kıyaslandığında Türkiye, şöyle bir görünüm arzediyor: Ülkede 329 gazete yayınlanıyor ve gazetelerin toplam tirajı 1.5 milyon. SSCB’de 31 milyon, ABD’de 53.8 milyon (1772 gazete), Almanya’da 17 milyon, İsviçre’de 1.6 milyon, Yunanistan’da 800 bin, Mısır’da 350 bin (53 gazete).

Türkiye Haberleri
1 Ocak
1959 yılı Basın için en zorlu yıl oldu. Basın davalarının ellisi mahkûmiyetle neticelendi. 61 gazeteci için 28 yıl 10 ay ve bir günlük hapis ve 210 bin lira para cezası verildi. Ankara’da Ulus gazetesinden Beyhan Cenkçi 40 ay hapis, 1433 lira ceza ile en çok cezayı aldı. Sonra Ahmet Emin Yalman 33 ay 14 bin lira, Selami Akpınar ve Tunç Yalman 3’er ay Samsun’a sürgün cezası aldılar. Kim dergisi ve Vatan gazetesi, Temmuz ayında Adnan Menderes’i küçük düşürdü diye birer ay kapatıldı.
3 Ocak
Adnan Menderes Adana’da dedi ki: “Türkiye bütün müşkülleri yendi. Artık içeride ve dışarıda Türkiye’nin iktisadî (ekonomik) durumunun kötülüğünden bahseden yok.”
5 Ocak
Şahap Balcıoğlu “Pulliam” davası yüzünden 15 ay için cezaevine girdi. ("Pulliam Davası" hakkında tıklayınız)
Tarsus’ta bir adam, yedi yaşındaki oğlunu Menderes’e kurban etmek istedi.
Adana’da polis, Kasım Gülek’i karşılayan halkı cop kullanarak dağıtmaya çalıştı.
7 Ocak
Menderes Silifke’de, “Türkiye’mizde tenkid (eleştiri) hürriyeti, basın hürriyeti, hepsi mevcuttur” dedi.
Acıklanan bir istatistiğe göre 1959 yılında İzmir’de 10 basın davası mahkumiyetle sona erdi.
8 Ocak
Büyük Millet Meclisi, mecliste sadece 125 milletvekili hazır bulunduğu için toplanamadı. CHP Milletvekilleri, “Millet halimizi görün” diye bağırdılar.
Hirfanlı barajı törenle açıldı.
9 Ocak
İrticayı tel’in (protesto) için üniversite bahçesinde sessiz yürüyüş yapan gençleri polis dağıttı. Bumin Yamanoğlu, talebelerden Nuri Yazıcı’yı Birinci Şubede dövdü.
10 Ocak
Yeni Sabah gazetesinin resmi ilanları kesildi.
Atıf Topaloğlu, CHP’den ayrılarak DP’de girdi.
11 Ocak
Hayat pahalılığında Türkiye ikinci geldi.
12 Ocak
Trakya’da sellerden iki milyon dönüm arazi sular altında kaldı, iki kişi boğuldu. Zarar 100 milyon lira.
13 Ocak
Zonguldak’ta Küçük Gazete’nin sahibi Nejat Muhsinoğlu ile fıkra yazarı Abdülkadir Terzioğlu, bir yıl bir ay on gün hapis ve 3.333.333 kuruş para cezasına mahkum oldu.
15 Ocak
CHP, basın suçlarının affı için Meclis’e teklif getirdi. Gerekçe şudur: “Hükümetleri, şiddet değil merhamet kuvvetlendirir.”
16 Ocak
“Pulliam” davasından bir ay kapatılan Vatan gazetesi yeniden çıkmaya başladı.
İnönü, Adana il kongresine bir mesaj göndererek, “Memleketi, arzu ettiği medenî idareye mutlaka kavuşturacağız” dedi.
İstanbul’da işçi sigortaları kurumunun yaptırdığı 560 yataklık, Balkanlar’ın en büyük hastanesi açıldı.
18 Ocak
Kalkınma ve İkraz Fonu’ndan yapılan istikrazların nasıl kullanıldığını incelemek üzere bir Amerikan heyeti geldi.
1959’da ikibinden fazla maden ruhsatı alındığı açıklandı.
19 Ocak
Muharrir Nahit Sırrı Örik öldü.
SAS Hava Yollarına ait bir Carovelle uçağı Ankara’da düştü. 40 kişi öldü.
Prof. Atıf Akgüç ile Alaettin Tiritoğlu, “Sosyalist Partisi”ni kurdular.
20 Ocak
Toroslar’da bir Amerikan uçağı düştü. 16 kişi öldü.
İlk defa bir kadın gazeteci, Sevim Şummu, kocasıyla birlikte hapse mahkum oldu.
21 Ocak
Başbakan Menderes, gazetecilere ve İnönü’ye çattı ve bunların, “Irak’ta ihtilal çıkması üzerine, aynı ihtilalin memleketimizde de yayılabilmesi işinin kolaylaştığını hayal ettiklerini” söyledi.
Kalkınma ve İkraz Fonu heyeti ile 7 milyon dolarlık bir kredi anlaşması imzalandı.
Kars’da gazeteci Özdemir mahkum oldu.
22 Ocak
İnönü Menderes’e, “Baskı idaresi kurmak isteyenler, kendilerini ihtilal tehlikesi karşısında görürler” dedi.
25 Ocak
Boğaziçi asma köprüsü ihaleye çıkarıldı. Köprü 442 milyon liraya malolacak, 4 yılda bitecek!
26 Ocak
1959 yılında yabancı misafirleri ağırlama masraflarının 4.430.000 lira olduğu açıklandı.
“Pulliam” davasında mahkum olan Naim Tirali, Giresun’da hapse girdi.
27 Ocak
İstanbul ve İzmir’de 25 gazeteci yargılandı. Türkiye’den Hollanda’ya lale gönderilişinin 400’üncü yılı ilan edildi.
28 Ocak
“Pulliam” davasında mahkum olan gazeteci Selami Akpınar kapse girdi.
Radyo gazetesi, “Türkiye’de basın özgürlüğü yoktur” diyen Beynelminel (Uluslararası) Basın Enstitüsü’ne çattı.
Yeni Sabah gazetesi sahibi Safa Kılıçoğlu, gece evine gelirken iki kişinin saldırısına uğradı ve başından yaralandı.
29 Ocak
Yenogün gazetesinden Cemalettin Ünlü Ankara’da hapse girdi. Bedii Faik’in “Tekelonya” adlı eserinin neşrinden evvel, neşrinin men’i (yasaklanması) hakkında Meclis’te sorulan suale Adalet Bakanı Budakoglu: “Neşredilen ilanlardan, savcının eserde suç teşkil edecek bazı kısımların bulunabileceği kanaatine vararak, muharriri ikaz ettiğini” söyledi.

1 Şubat
Menderes Kırşehir’de, “Milletçe refaha, hürriyete, nizam ve istikrara kavuşmanın uzun yıllara ihtiyaç gosterdiğini” söyledi.
3 Şubat
Dört şehirde 24 basın davasına bakıldı.
İnönü’nün Ege gezisinden dönüşünde, Topkapı’da olan hadiselerin davasına başlandı.
Kırşehir’de Menderes, transformatörün temeline ilk harcı koyarken mikrofonda bir hoca tekbir getirdi.
4 Şubat
2.20 boyunda ve 140 kilo ağırlığındaki Uzun Ömer öldü.
5 Şubat
10 Demokrat Parti Milletvekilinin, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin tekrar okul haline getirilmesi teklifi, yüzüncu yılını kutlayan fakültede soğuk karşılandı.
7 Şubat
İnönü’nün Konya’ya gelişinde polis ve jandarma, gösteri yapan halkı cop, gaz bombası ve kırbaçla dağıttı.
Siyasal Bilgiler Fakültesi talebeleri, “Fakülteleri medrese yapılsa bile Atatürk inkılaplarına olan inançlarından vaz geçmeyeceklerini” bildirdiler.
Toptan eşya fiyatlarının 1948’e göre yüzde 239 arttığı açıklandı.
9 Şubat
Kırşehir’de Adnan Menderes’in konuşmasını yazan broşürler dağıtılırken, Bölükbaşı’nın broşürlerini polis topladı.
10 Şubat
Gazeteci Orhan Birgit’e sopayla saldırıldı.
13 Şubat
Menderes, Hatay’da Belediye binası toplantısında Akis, Kim ve Dünya’nın muhabirlerini dışarı çıkarttı, “Hacet hininde millet, işlerine el koymasını, ’Yeter söz milletindir’ demesini bilir” dedi.
15 Şubat
Meclis’te Uşak ve Topkapı olayları önergeleri konuşulurken CHP’liler Gedik’e “İstifa et istifa et” diye bağırdı.
16 Şubat
Meclis, bütün tahkikat önerilerini reddetti.
17 Şubat
Amerika’dan 17.500 ton buğday geldi.
Samet Ağaoğlu’na ait Meclis tahkikat önergesi konuşulurken yüz mebus birbirlerine girdiler. Neticede tahkikat açılmasına lüzum görülmedi.
Meclis’te Ziraat Bankası’nın Kromit şirketine açtığı 40 milyonluk kredi meselesi hakkında tahkikat açılmasına karar verildi.
Gazeteci Naim Tirali “Pulliam” davası yüzünden cezaevine girdi.
Menderes, Vatan ve Dünya gazeteleri aleyhine dava açtı.
25 Şubat
Ulus gazetesinden Beyhan Cenkçi, Son Havadis’ten Cemil Sait Barlas, Erdoğan Taner mahkum oldular. Gazeteleri birer ay kapatıldı.
28 Şubat
Bütçe 158’e karşı 396 reyle kabul olundu. Meclis tatile girdi.

1 Mart
Yalova’da iki gazeteci hapse mahkum oldu.
3 Mart
Gazeteci Ahmet Emin Yalman 72 yaşında olduğu halde “Pulliam” davasından dolayı hapse girdi.
11 Mart
Ankara’da Türk-Alman kredi müzakereleri başladı.
Bursa’da konuşan Basın Yayın ve Turizm Bakanlığı Vekili Haluk Şaman, “Matbuatın gidişinden iktidar olarak memnun değiliz” dedi.
15 Mart
Antalya’da konuşan Tevfik İleri, “2000 yılına kadar iktidardayız” dedi.
23 Mart
İstanbul’a çamur yağdı.
Bir Rus gemisi Şile’de kayalara çarpıp battı. Mürettebat kurtulamadı.
Nurcuların başı Saidi Nursi öldü.

1 Nisan
İnönü Ankara’da Üniversiteli gençlere: “İnsan Haklarını bilen, anlayan, savunan gençler olunuz. Önümüzdeki günlerde sizi önemli vazifeler bekliyor” dedi.
Hukuk Fakültesinde sahte diplomalar verildiği meydana çıktı.
2 Nisan
Kayseri’ye giden İnönü’nün treni durduruldu. Vali muavini İnönü’ye Ankara’ya dönmesini bildirdi. 3 saat sonra trenin hareketine izin verildi.
3 Nisan
Kayseri’de İnönü’nün yoluna barikatler kurduruldu.
İnönü’yle konuşan Binbaşı mahkemeye verildi. İki üstteğmen de mahkemede.
Orhan Birgit, İnönü’ye telgraf çektiği için nezaret altına (gözaltına) alındı.
Esat Budaklıoğlu Adalet Bakanlığından çekildi, yerine Celal Yardımcı geçti.
5 Nisan
Kayseri’deki Binbaşı Çetiner ordudan istifa etti.
6 Nisan
Dört şehirde 18 basın davasına bakıldı. Ulus’tan Beyhan Cenkçi ve Oktay Verel hapse mahkum oldu.
7 Nisan
Demokrat Parti Meclis grubu, CHP ve basın hakkında şiddetli tedbirler almaya karar verdi.
Batı Almanya’dan 50 milyon Dolarlık kredi aldık.
9 Nisan
Kayseri hadiselerini yazan 9 gazeteci hakkında takibata geçildi.
10 Nisan
Zorlu, 2000 senesine kadar borç ödeyeceğimizi söyledi.
Meclis, yıllık ücretli izin tasarısını kabul etti.
12 Nisan
DP Meclis grubu 6 saatlik münakaşalı müzakereler sonunda CHP hakkında Meclis tahkikatının açılmasını kararlaştırdı.
Ege’de zelzele oldu.
13 Nisan
21 gazeteci yargılandı.
16 Nisan
CHP, 21 meseleden dolayı Menderes hakkında Meclis tahkikatı açılmasını istedi.
18 Nisan
Meclis Tahkikat Encümeni kuruldu. Tahkikat Komisyonu partilerin kongreleri, toplantıları, siyasi faliyetleri, teşkilat kurmayı, Komisyonun faaliyetiyle ilgili bütün neşriyatı ve kendisine ait Meclis müzakerelerini yasak etti.
19 Nisan
Ankara’da CHP merkezi önünde toplanan 22 kişi polis tarafından adliyeye verildi.
Tahkikat Encümeni 4 No’lu Tebliği ile huzur ve sükûnu temin etmek için tedbirler alındığını bildirmiştir.
Hollandalılar en hoş lalenin adını Atatürk koydu.
Ankara’da gençler nümayiş yapıyor diye tevkif edildiler.
20 Nisan
İstanbul’da 22 genç tevkif edildi.
İstanbul ve İzmir’de 23 gazeteci yargılandı.
CHP Milletvekilleri Meclis toplantılarını terk ettiler.
Hukuk Fakültesi Tahkik Komisyonu vazifesini bitirdi. 9 sahte diploma tesbit edildi.
Siyasal Bilgiler Fakülkesine İnek Bayramı yürüyüşüne izin verilmedi.
22 Nisan
Bedelsiz ithalat için yeni karar çıktı.
23 Nisan
İstanbul’da Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni dağıtan üniversiteliler karakola götürüldüler.
İzmit’te petrol rafinerisinin temeli atıldı.
24 Nisan
CHP Meclis grubu olağan üstü bir toplantı yaptı.
25 Nisan
Meclis Tahkikat Encümeni’ne geniş selahiyetler verildi.
1. Encümenler; savcı, hakim ve askeri hakimlerin selâhiyetlerine haiz olacaklar.
2. Gazete toplatmak ve kapatmak yetkisine haiz bulunacaklar.
3. Her türlü evrak ve sair eşyayı zaptedebilecekler.
4. Tahkikat Encümeni’nin tedbirlerine muhalefet 1 seneden 3 seneye kadar hapsi mucip olacak.
5. Encümenlerce alınan karaların icra ve infazlarında  ihmal ve suistimali görülen memurlar 6 aydan 3 seneye kadar hapis edilecekler.
6. Tahkikatla ilgili hâdiseleri ifşa edenler 6 aydan 1 seneye kadar hapsolunacaklar.
7. Tahkikat sırasında yalan şahadette bulunanlarla yalan yere yemin edenlere, Ceza Kanunundaki cezaların iki katı verilecektir.
8. Encümenlerin kararlarına itiraz olunmayacak.
9. Encümenlerce yapılacak tahkikat, ilk tahkikat mahiyetinde olacaktır.
26 Nisan
Sıtkı Yırcalı Meclis Komisyonunda, “Böyle bir yetkiyi, gayri-mes’ul (sorumluluğu olmayan) bir heyete vermek, sıkıyönetim kanununda kabul edilmiş yetkilerin bile ilerisindedir, yalnız Anayasa’ya değil, adlî sisteme de uygun düşmez” dedi.
Prof. Tunaya, Prof. Kubalı, Prof Giritli, kanun teklifinin Anayasa ve demokrasi prensiplerine aykırı olduğunu, siyasi hürriyetleri ve basın hürriyetini tatil edeceğini bildirdiler.
27 Nisan
İnönü, 12 celseliğine Meclis’ten çıkarıldı.
Başvekil Tahran’a gitmedi. 12 CHP Mebusu 3-6 celse, çıkarılma cezası aldılar.
Balıkesir Mebusu Müçteba Iştın, mebusluktan ve DP’den istifa etti.
28 Nisan
Ankara ve İstanbul’da saat 15.15’de “Örfî İdare” ilan olundu.
İlansız kalmış olan Yenigün Gazetesi kapandı.
DP Meclis Grubu başkanı istifa etti.
29 Nisan
İstanbul ve Ankara üniversiteleri bir ay tatil edildi.
Örfî İdareler, taşralı talebelerin derhal yerlerine dönmelerini bildirdi.
Ahmet Emin Yalman, hastalığı yüzünden hapisten tahliye edildi.
30 Nisan
Partilerin her türlü kongreleri ve kademe toplantıları yasak edildi.
Menderes radyoda, “Talebe velilerinden bilhassa çocuklarınızın hareketlerini kontrol altına almalarını rica ederim” dedi. Ve memlekette ayaklanmak için hiçbir sebebin olmadığını, halka hitab etmeye devam edeceğini söyledi.

1 Mayıs
İstanbul’da gündüz ve gece sokağa çıkmak yasak edildi.
Menderes, “Bu ihtilal değil ayaklanmadır” dedi.
Örfî İdare komutanı bugün vukuu (olması) muhtemel en küçük toplantıya dahi ateş açılacağını bildirdi. Çapa Eğiim Enstitüsünde eğitim tekrar menedildi (durduruldu). İstanbullular Bahar Bayramını ev kapalı geçirdiler.
İstanbul’da NATO Konseyi toplandı.
Zorlu’nun basın toplantısı için neşir (yayın) yasağı kondu.
2 Mayıs
Yasağa rağmen gençlik, İstanbul’da nümayişler yaptı. İstanbul’da iki ölü 37 yaralı olduğu ilan edildi.
3 Mayıs
NATO toplantıları İstanbul’da devam etti.
İnönü Menderes’e cevap vererek, İnsan Hakları’na hürmetkâr demokratik bir rejim istedi. DP ve CHP Grupları Ankara’da toplandı.
4 Mayıs
NATO Vekiller Konseyi toplantısı sona erdi.
Örfî İdare, silah taşımayı yasak etti. Gençlerin “Özgürlük isteriz” avazeleri bütün yurda yayıldı.
5 Mayıs
Ankara’da talebeler nümayiş yaptı. Kızılay,daki nümayişçiler arasına karışan Menderes, “İstifa et” diyen gençlere, “Öldürün beni” diye bağırdı. Gençler, “Biz katil değiliz” dediler.
Ankara’da nümayişçilere karşı yeni tedbirler alındı.
6 Mayıs
Meclis toplantılarına CHP Milletvekilleri iştirak etmedi. 25 dakikada 5 kanun kabul edildi.
8 Mayıs
Milliyet Gazetesi, 15 gün için kapatıldı.
İstanbul’da Örfî İdare yasakları kısmen hafifletildi.
9 Mayıs
Amerika ile ikili askeri anlaşma, Meclis’te onaylandı. CHP toplantıya katılmadı.
10 Mayıs
Antalya’da bir matbaa saldırıya uğradı.
THY, Frankfurt seferlerine başladı.
11 Mayıs
DP Meclis grubu olağanüstü toplandı. Meclis, 11 günlük bir tatile girdi. CHP Mebusları toplantıya katılmadılar.
Ankara’da iki gazeteci mahkum oldu.
12 Mayıs
Teknik Üniversite tatil edildi.
İki Amerikan üniversitesi, Ahmet Emin Yalman’a armağan verdi.
Beyanname dağıtanların cezalandırılacağı ilan edildi.
13 Mayıs
Uçak hadisesinden sonra Rusya Türkiye’ye nota verdi.
14 Mayıs
Menderes İzmir’e gitti.
Yalman ve Akpınar yeniden mahkum oldular.
Ankara’da Yenişehir’deki sinemalar kapatıldı.
Ankara olayları için neşir yasağı kondu.
15 Mayıs
Menderes İzmir’de, iktidarı sokaklarda bağırmakla değiştirmenin mümkün olmadığını söyledi. Son hadiselere dair şayiaların yalan olduğunu, bir talebenin seken kurşunla, diğerinin de kazaen öldüğünü bildirdi.
CHP Merkez İdare Kurulu toplandı.
17 Mayıs
Menderes Bergama ve Manisa’da, “Ayak patırtısı devam ederse, vahim âkibet onları bekliyor” dedi.
18 Mayıs
Menderes Turgutlu’da, “Profesörler cüppelerini bir zırh gibi sırtlarına giyip, hükümet işlerine karışıyorlar” dedi.
Akşam Gazetesi 20 gün için kapatıldı.
19 Mayıs
19 Mayıs Gençlik ve Atatürk gösterileri yaptırılmadı.
20 Mayıs
Ankara hadiselerinin neşri yasak edildi.
Alman Von Papen İstanbul’a geldi.
Nehru Ankara’da.
21 Mayıs
Nehru İnönü’yle konuştu.
Ankara’da üç sinema kapatıldı.
15.000’den fazla köyün okulsuz olduğu ilan edildi.
Menderes, Nehru’nun davetine gitmedi.
22 Mayıs
Ankara’da mektup ve telgrafa sansür kondu. Üniversiteler, Örfî İdare devamınca kapalı kalacak.
Ressam Çallı İbrahim öldü.
Ankara’da bütün toplantılar yasak edildi.
23 Mayıs
Tahkikat Encümeni, gündem dışı görüşmelerin neşrini yasak etti.
Amerikan Koleji’nin yüksek kısmı kapatıldı.
24 Mayıs
DP Meclis Grubu olağanüstü toplantıya çağrıldı. Bu toplantıyı 90 Milletvekili istedi.
Menderes, Yunanistan ziyaretini erteledi.
Ankara Haber Gazetesi 10 gün kapatıldı.
Yedek Subay ve Harbokulu talebeleri, 9 hafta evvelinden tatile sokuldular.
25 Mayıs
Menderes Eskişehir’de, “Komisyon işini bitirdi” dedi. Meclis görüşmelerinin neşri yasak edildi. Meclis 20 Haziran’a kadar tatil edildi.
27 Mayıs
Türk Ordusu bütün memlekette idareyi ele aldı. Bayar, Menderes ve vekilleri ile DP Mebusları tevkif edilmeye başlandı.
Orgeneral Cemal Gürsel Devlet Reisi oldu.
Ankara’ya Rektör Onar’ın riyasetinde bir profesörler heyeti çağrılarak, yeni anayasa yapma vazifesi verildi.
Eski Meclis feshedildi.
Siyasal faaliyetler durduruldu.
Hapisteki gazeteciler, subaylar ve talebeler tahliye olundular.
Üniversite ve yüksek okulların açılmasına karar verildi.
Ülkede Hürriyet şenlikleri yapıldı.
29 Mayıs
Tarafsız şahsiyetlerden bir kabine kuruldu.
Nezaret altına alınan şahısların emlâkiyle muamele durduruldu.
Ankara’da halk büyük tezahürat yaptı.
İran Şahı Yeşilköy’de, “Milli Hareket, Türkler için hayırlı olmuştur” dedi.
Sâbıklar toplanmaya devam ediyor.
Yeni Milli Rejimi devletler tanımaya başladı.
Gedik, gece yarısı kendini pencereden atarak intihar etti.
30 Mayıs
DP’li Mebuslar tevkif ediliyor.
Yeni kabine ilk toplantısını yaptı.
Amerika, İngiltere, Fransa, İran ve Pakistan, yeni Hükümeti tanıdı.
31 Mayıs
Hudutta yurttan kaçmak isteyen 11 DP Mebusu yakalandı.
DP’lilerin korkunç planları ele geçirildi.
Mevkuflar Yassıada’ya sevk edildi.
Milli Birlik Komitesi’ne mensup bir subay şunları söyledi: “27 Mayıs sabahı güneş doğarken, Türkiye’deki bütün vatandaşlar, memleketimizin ustüne çöken kâbus bulutlarını dağılmış ve Hürriyet güneşinin parlamakta olduğunu gördüler.”


1960 için Yeniyıl dilekleri

Türker Acaroğlu (Yazar)
“1959 yılı, memleketimiz, sanatımız edebiyatımız bakımından kötü geçmiş sayılamaz. Devlet idaresi, ic ve dış politika meselelerini bir yana bırakalım. (imar) adı altinda toplanabilecek olan şehircilik, eski güzel sanat eserlerinin restorasyonunu da içine alan mimarkık gibi tatbiki sanatlarda -eskisine göre- bir canlılık var. Heykelde, hemen hiç bir kımıldanış görülmüyor. (...)

Oktay Akbal (Yazar)
Memleketimiz bakımından 1959 yılı başarılı geçti sayılamaz. Gerk politika gerek sanat alanında iç açıcı, umut verici gelişmeler hemen hemen yok. Politika alanında görünüş daha da acıklı. 1946’dan beri demokrasi sözü ediliyor, demokrasi mücadelesi yapılıyor! Yıllar geçtikçe ilerleyeceğimize, geriliyoruz... 1960’dan ne bekleyebiliriz? Olsa olsa bir mucize!.. (...)
1960’ın sanatımız için başarılı olmasını dilerim. Bunun için de sanata, kültüre değer veren bir anlayışın sarsılmaz şekilde yerleşmesi gerek. 1960’da böyle bir gelişme olacak mı? Bu soruya evet demek güç.

Tahir Alangu (Yazar)
(...) 1959 yılı, tiyatroyu bir yana bırakırsak, sanat hayatımız yönünden pek verimli ve hareketli geçti denilemez. (...) Tiyatronun gelişmesi, oyun yazarlarını da gayretlendirdi. (...) Şiirde eski durgun, yerleşmiş imzaların yanına yeni ve güçlüleri de katılmaya başladı. Turgut Uyar, Metin Eloğlu’dan sonra parlayan Cemal Süreyya’nın sırasına, gittikçe güçlenen, her şiiri ile yenileşen bir tempo ile Edip Cansever katılıyor. Arif Damar’ın son kitabındakiler, birkaç yıl içinde okuduğum en güzel şiirler arasında.

Başaran (Şair)
Kişi başına duşen en az basılı kâğıt düşen uluslaranız. 1959 da bu gerçeğe yan çizdi. Genel yaşayışımızda ileri düzeye erişmemizi engelleyen karabilisizlik sürüp gitti.
Aldırmazlığımız, sorun
Msuzluğumuz korkunçtu.
Durum bu olunca, sanat alanında da büyük bir canlılık beklenemezdi... Belirli çevrelerde okunan birkaç iyi şiir kitabı çıktı. Roman alanı daha bereketliydi. “Yılanların Öcü”nü bu yıl okuduk. Fakir (Baykurt), yıl boyunca -makalelerle- Anadolu’dan gelen yiğit ses oldu.
Ekinin sanatın işlenmiş topraklarda gelişeceği gerçeğinin unutulmamasını, devlet olarak, basın olarak, aydın olarak herkesin bu alanda kendine düşeni yapmasını; ya da o yola girilmesini bekliyorum 1960’dan.

Mahmut Makal (Gazeteci, Yazar)
(...) Hikayede ve şiirde on yıl öncesini aramaktayız. Bir hal oldu sanatçılarımıza. Geçim derdi mi yoksa geçinme derdi mi neyse, dişr dokunur bir hikaye ya da şiir okumanın özlemi içindeyiz. (...)

Ezici üstünlüğe sahip konjonktürel kötülükle mücadelenin 'Bo' hâli ve kötünün karakteri hakkında

Eski yazıtlar, kötülüğün ne olduğunu anlamamıza yardımcı olurken, onunla mücadelenin yöntemlerini göstermek bakımından engin teorik malzeme sunuyor. Biz burada, göçebelerin sözlü geleneğinden yararlanarak, konjonktürel bir yükselişle ezici üstünlük kazananmış kötülükle nasıl başedileceğini anlatmayı deneyeceğiz.
(Göçebelerin özgür karakterine uygun olarak biraz askerî bir dil olacak, affola!..)
Burada sözkonusu olan durum, 'Dönüşümler Kitabı' I Ging'deki yürmiüçüncü işaret 'Bo'yu () karşılar.
Bu işaret, kötünün, uzun bir zaman diliminde, etkisini yavaş yavaş artırarak ezici bir üstünlük sağlaması durumunda, 'Asil Ruhlu' olanların mücadele yöntemini tarif eder ve bununla yetinmeyip, böyle durumlarda Tanrı'nın 'Yasa'sının ve 'Güç'ünün nasıl işlediğini de gösterir -ki bu bakımından öğretici olabilir.
İşaretin sembolizmiyle konuşmak, herkese kendi başına yorum yapmak olanağı sağlayacağından, günümüzdeki durumlarla fazla hemhal olmadan, Bo işaretiyle sembolize edilen durumu anlatmaya çalışacağız. Okuyanın kendi yorumunu yapması galiba en iyisidir.

Bo, üç Yin çizgisinden oluşan ’Kun’, yani ’Yer’ işaretinin üzerinde duran bir dağı
(’Gen’) sembolize eder. İşaret, karanlık beş Yin çizgisinin, en üstte duran tek Yang çizgisine doğru yavaş yavaş ilerlemesini anlatır. İşaret, ilerlerken kurbağaları ürkütmeyen kötülüğün iyiye karşı bozucu/yıkıcı savaşını anlatır. İşaretin bence ilginç olan yanı, büyük bir sabırla yavaş yavaş ilerleyen kötülüğün ezici bir üstünlük sağlamasından ve iyiyi yok etmek için tüm imkanlara sahip olmasından sonra, iyiyi neden yokedemediğini ve kötünün nasıl yenildiğini anlatmasıdır.
İşaret, aşağıdan yukarıya doğru bozucu bir etki ile en yukarıya doğru ilerleyen kötünün karakterini de anlatır. Burada 'Kötü' sözcüğü, insani/kutsal/evrensel değerlerin bozulup çarpıtılması ve bu dejenerasyonun, kişi/zümre çıkarı için 'İyi'ye karşı araçsallaştırılması anlamında kullanılmaktadır. Bunu, bildik evrensel yüksek insani değerleri bozarak yapar. Kötü, En genel anlamıyla ruhsal dejenerasyon demektir ve insan bozucu temel özelliğini de şekilsel dindarlığının ardına gizler. İnsan vicdanını ve ruhunu bozmak için yapacağını, sadece şekilsel kutsallığın ardına gizlenerek ve onun özüne gizlice karşı çıkarak yapar. Bo işaretinde kötü, tabanı/halkı kazanarak ve değiştirerek yavaş yavaş ama sağlam gelmektedir. İşaretin eski yorumlarında, dağın çökertilmesi için altının mütemadiyen oyulması eylemini anlatır.
Şimdi burada, bu işlemin altı aşamasını ve yokedilmenin eşiğindeki 'İyi'nin neden iyi olduğuna değinip, bu tamamen umutsuz durumdan nasıl kurtulduğunu, 'Bo' işareti özelinde incelemeye çalışacağız. Elbette sadece düz/eğri mantık üzerinden gitmeyeceğiz. Bu olayın bir de irrasyonel yanı vardır ve o yanı anlamak da okuyucuya bırakılmıştır.
Bazı dönemler vardır, kötülük, konjonktürü de arkasına alarak ilerler. Böyle dönemlerin en belirleyici özelligi, yapılan herşeyin köyüye hizmet eder hale gelmesidir. Gelişmenin sonunda kötülük, iyiliğin son kalelerini de zapteder -öyle görünür. İşareti oluşturan iki trigramdan çıkartılan sonuç, bu süreç içinde -kötünün en güçlü olduğu ve kesin üstünlük sağladığı bu dönemde- en iyi karşı koyma yönteminin hiçbirşey yapmamak ve saldırıya boyun eğmek olduğudur
 (yani boyun eğermiş gibi görünmektir). Sadece bu tavır/pozisyon, kötüyü yavaşlatacaktır ve dört zor aşamadan geçilip beşinci aşamaya ulaşılacaktır. Altıncı aşama, iyinin zaferini ve Tanrısal Gücün devreye girişini, bunun kadim yasasını ve sonucunu anlatır. Şimdi birinci aşamayla bakalım.

Birinci aşama,
iyinin altını oyma aşamasını tarif eder. Kötü, her bakımdan düşük kalitede olmasına ve haketMEmesine rağmen değerleri eğip bükerek iyininin yerini almak isteyen, kolay yalan söyleyen sinsi bir anlayışa sahiptir. İşaretin en altındaki Yin çizgisine tekabül eden birinci aşama, dağın el altından, tabanını oyarak bir üst çizgiye doğru ilerler. Anlamı, temel değerleri bozarak, kendi koyduğu şekilsel değerlere kazandığı halkı iyiye karşı konuşlandırmaktır. Bu şekilde iyinin altını boşaltır. Hareketin amacı, en üstte eğreti duran (sağlam olmayan) ama beş Yin çizgisini birarada tutmak özelliğine sahip tek Yang çizgisini dönüştürmektir. Gerçi bu yazının kapsamını aşar, ama "Dönüştürse ne olur?" sorusunu da kısaca yanıtlamakta fayda var. O zaman ortaya çıkan işaret iki kere 'Toprak/yer' dir ('Kun'), tohumlanmamış cansız/pasif toprak anlamı içerir! (Ayrıca üstteki Yang, birleştirici tek faktördür ve onun dönüşmesi, birliğin bozulup, işaretin ortadan ikiye ayrılmasını da sembolize eder). Birinci çizgi için I Ging'in eski metinlerinde, İşaretin en alttaki bu ilk Yin çizgisi için, kötünün iftiraya ve hileye başvuracağından ve iyiyi bu yolla bertaraf edeceğinden bahsedilir. Bu aşamada durum kötüdür, ama en kötüsü daha yoldadır.

İkinci aşama, kötünün gücünün belirgin bir şekilde arttığına işaret eder. İkinci aşamada kötü, altıncı pozisyondaki
(en üstteki) aydınlık prensibe -yani iyiye- iyice yaklaşmıştır. Buradaki uyarı, sakin kalmanın zorlaşmasıyla ilgilidir. Savaşta sakin kalmak önemlidir. Devasa bir güç size doğru yaklaşırken sakin kalmak zordur. Kötü, birinci aşamada kazandığı büyük bir üstünlükle yaklaşmıştır ve sakin olmak gerekir. Bu durumu sürdürmek tehlikelidir. İkinci aşamanın huzursuzluğu, dışarıdan iyi için yardım gelmemesiyle ilgilidir ve bu durum umutsuzluk uyandırmaktadır. Ne aşağıdan (yani halktan) yardım gelmektedir, ne de yukarıdan (yani Tanrı'dan). İkinci aşamanın Asil Ruhlu olanlara hatırlattığı, böyle bir durumda bile umutsuz olmamak ve Tanrı'dan umudu kesmemektir. Tam bir izolasyon durumunu gösteren bu aşama, bilinen en âlâ sınavlardandır ve bu sınavdan yüzünün akıyla çıkan, kesinlikle yüksek bir pozisyona gelecek demektir. İşte bu aşamada sakin olabilmek için tek somut şey gerekir: Dikkat ve konsantrasyon. Bu aşama, kötüye karşı hamle yapmamayı gerektirir. Buradaki savaş pozisyonu, 'Hamle savuşturmak'tır. Kesinlikle karşı hamle yapmamak gerekir, çünkü yapılacak her hamle, kötüye yarayacaktır, onu daha da güçlendirecektir. Bu durumda, karşı hamle yapmak, iyinin mahvına neden olabilir. Bu aşamada, kötünün yaptığı hamlelerin önünden çekilmek, kaçmak, esastır.

Üçüncü aşama, bir tür teslimiyet görüntüsü verir. Bu aşama, 'Kötü bir çevrede bulunmak zorunluluğu' cümlesiyle ifade edilir. Burada iyi, kötüyle bağ kurmuş olanlarla, yani bozulmuş olanlarla birlikte durmak zorundadır. Bu pozisyonun -gözden kaçan- özelliği, bir tutsaklık olMAmasıdır. Bu üçüncü ve zor aşamada, ilk kez Tanrısal prensip devreye girer ve dışarıdan biriyle bir 'Gönül/akıl birliği' oluşur. I Ging bu aşamada, Tanrısal prensibi temsil eden bir kişinin
(sadece bir kişinin) ruhsal (iç) desteğinden bahseder. Bu görünmez destek, iyinin sakinleşmesi ve umudunu koruması içindir ve Tanrısal prensibin ilk müdahalesini sembolize eder. Hile ve iftirayla haksız yere bertaraf edilmiş olanın sağlam durabilmesi için Tanrı'nın ilk müdehalesini ifade eden bu durumdan çıkarılması gerken sonuç, gevşemek değildir -sakinleşmektir. Ve bu ikisinin arasındaki farkı en iyi savaşçılar bilir. Bu çizgide anlatılan 'Mecburen kötünün ortamında bulunmak' durumu, ikinci aşamada anlattığımız huzursuzluk durumundan itibaren 'kötüye itaat edermiş görünmek' durumudur ve iyi, üçüncü aşamadan dördüncü aşamaya geçerken, arada sırada kötüye itiraz edebilir. Bu aşama, itirazın dozu, çok önemlidir ve azami dikkat gerektirir.

Dördüncü aşama, tayin edici işarettir. Üçüncü aşamada kötüye karşı bazı itirazların yükselmesi -ki yükselmesi, umudu yükseltmek için zorunlu olabilir- kötünün güçlü bir darbesini de beraberinde getirecektir. Fakat bu çarpışma, ruhsal bir çarpışma olacaktır ve entelektüel ifadeler de bu ruhsal çatışmayı destekleyecektir
(veya zayıflatacaktır). Buradaki uyarı, kötünün, 'İyinin bedenine değecek kadar yaklaşması' tehlikesini gözönünde bulundurmak gerektiğidir. Eski usûl ifa edecek olursak, "Bir kılıç mesafesi tutmak" ve bu ilkeye çok dikkat etmek gerekir. İşaretin eski yorumlarında bu çizgi, "yatakta yatan birine, yatağı parçalayarak ulaşmaya çalışan kötünün, iyinin bedenine kadar sokulması" şeklinde betimlenir. Kötünün kılıcı, iyiye deyecek kadar yakından savrulmaktadır. Bu pozisyonda kötü, iyiye doğrudan zarar vebilir. Ezici güce sahip kötülüğe karşı konamayan aşamadır ve bu aşamanın atlatılmasının sırrı, üçüncü aşamadaki Tanrısal işaretin algılanıp algılanmamasında, anlaşılıp anlaşılmamasında yatar. O işaret, ruhsal bakımdan sağlam bir savaşçı duruşu kazanılmasını sağlayacaktır. Dördüncü aşamada aslolan hayatta kalmaktır. Çünkü kötü, iyiyi yoketmek isteyecektir. Mutlaka hayatta kalmak gerekir. Karşı hamle yapmadan hamle savuşturmak, bu aşamanın da mücadele biçimidir.

Beşinci aşama, ezici üstünlüğe sahip kötünün nasıl yenileceğini anlatan aşamadır ve çok önemlidir. Dört aşamadan geçmiş 'İyi', kendinin de açıklayamayacağı irrasyonel destekli ruhsal bir güç ile etkimeye başlar. Bu etki, sahiciliğin etkisidir
(zaten iyi, sahici demektir, kötü taklittir. İyi, sahici değerleri temsil eder, kötü, kendine "Müslüman" değerleri. Bu son derece önemlidir.) Bu aşamada sahici olunduğundan, yani insani/yüksek değerlerin sahiden de temsilinden emin olunmalıdır. Çünkü iyinin ruhu, bu aşamada, kötüye etkimeye başlar. Bu etki, kötünün ve taraftarlarının doğasını değiştirmeye başlayacaktır. Beşinci aşama, kötünün iyiye biat etmeye başladığı aşamadır ve bu durum, oldukça hızlı bir şekilde gelişebilir.
Beşinci aşamayı daha iyi anlatabilmek için -konunun irrasyonel boyutunu şimdilik es geçerek- kötünün neden biat ettiğini en kısa şekilde açıklamaya çalışalım.
Kötü bu aşamada iyiye itaat eder, çünkü iyi'siz yaşayamayacağını anlar.
Bu gerçek, matematikten bile daha kesindir, çünkü varoluşun temel prensibi iyidir. Bu Tanrısal gerçek, kötünün bir çaresizlik durumuyla karşılaşması gibidir, ama çok daha derin ve kesin bir anlama durumudur. Olayı bir örnekle anlatmak istiyorum. Bu blogda okuyabileceğiniz Kızıl Khmer hikayesinde, Kızıl Khmerlerin "önderi" Pol Pot, ülkenin tüm eğitimlilerini ve hatta gözlüklülerini öldürtür. Amacı, muhalefeti tamamen yok etmektir. Halkın dörtte birini öldürtmek pahasına yapar bunu. Onun ideolojisine/fikrine biat etmeyen tek bir muhalif kişi kalmamasına rağmen, Vietnam saldırınca, -ki Vietnem bu durumun nasıl bir zayıflık demek olduğunu anlamıştır- Kızıl Khmer, Avrupa'da ve başka ülkelerde hayatta kalmış muhaliflere, entelektüellere ihtiyaç duymuştur. Ve Kızıl Khmer, tartışmasız en güçlü olduğu bir zamanda birden yenilmiştir ve taraftarlarının çok büyük bir bölümü hızla taraf değiştirmiştir. Hatta en önemli bakanları, Kızıl Khmer Cumhurbaşkanı, sonra kendiliğinden teslim olmuştur. Attıkları iftiraların ve ölümüne sebebiyet verdikleri insanların vebalinden kurtulmak için hepsi dindar insanlar olmuşlardır.


Tanrısal yasadır. Kötü, hile ve iftirayla, sahtelikle, ancak bir yere kadar ilerleyebilir. Ondan sonra sahtesi değil orijinali mutlaka bir şekilde sahtenin yerini alır.
Tayin edici aşamada kötü, iyinin rehberliğine muhtaçtır. Bu kural, değişmez. Beşinci aşamada da kötü, hâlâ çok güçlüdür. İyinin yönetimine/rehberliğine muhtaç olduğunu anlamıştır, hayatta kalabilmek için iyinin önderliğine sığınmıştır. İyi, sadece yüksek aklı, bilgeliği, kültür ve sanatı değil, yaratıcılığı da temsil eder (bunun en basit ifadesi de kültür ve sanattır zaten) ve kötüden üstün olmasının nedeni de, sahiden iyi prensibe ve insani/yüksek değerlere sadık olmasıdır, o değerleri içselleştirmiş olmasıdır. İyi prensip, sahici olması halinde, üstünlük anlamına gelir, çünkü evren iyilik prensibi üzerine kurulmuştur. Kötülük, bir aşamadan sonra, hile ve iftirayla bu devranın dönmeyeceğini anlar. Ama kötü hâlâ bir güçtür ve bu aşamada olanlar hâlâ onun kontrolü altında olmaktadır. Beşinci aşamada da iyiden daha büyük ve güçlü olmasına rağmen, iyinin etkisi artmaktadır. Burada sonuncu, yani altıncı aşama devye girer.


Altıncı aşama, herşeyden önce bir zaman kalitesiyle birlikte işler. Yani konjonktür de değişmektedir. Bir süreç sona ermektedir. Kötü, istediği kadar büyük olsun, ayaklarının altındaki toprağın kaymaya başlamasıyla ilgili bir durumdur ve iyinin ruhsal gücünün ve Tanrısal etkinin ifadesidir. (Bu aşamada kötülük, iki misli büyük görünmez ruhsal saldırı altındadır ve bunu önlemesi mümkün değildir.) Kötünün sahteliği anlaşılmış, zamanı/modası geçmiştir. Herkesin yavaş yavaş yüz çevirdiği kötü, taraftarlarını yitirmeye ve zayıflamaya başlar ama henüz güçlü görünmektedir. İşte bu aşamada, eş zamanlı iki şey olur: Kötü, içine doğru çöker. O kocaman şey, içi boş koca bir çadır gibi çöküp söner. Aynı zamanda da "İyinin tohumu toprağa düşer." I Ging bu ifadeyi kullanıyor. (En üstteki iyi, bu özelliğiyle toprağa düşer, yani halk tarafından yeniden benimsenir) 
Prensip şudur: iyi ile kötü çarpıştığında, kötü ne kadar büyük olursa olsun, iki unsur da kırılsa, geriye sadece 'İyi' kalır, çünkü iyi sahicidir, kötü ise onu alaşağı edip yerini almak isteyen sahte/sanaldır. Bu prensip, aynı zamanda yenilmezliğin de prensibidir. "'Güçlü' olan, bunu bilendir. Ve o iyi olduğu için hep muzaffer olacaktır"
Tanrısal prensibi temsil eden, her zaman son sözü söyler.
(En dipsiz kötülük bile iyilik olmadan yaşayamaz!)

İnsanlığın sınavı ve bir soru: Çevreye saygılı, yeşil bir kapitalizm neden mümkün değildir?

Şu anda dünyada yaşayan insan sayısı, tüm çağlar boyunca dünyada yaşamış insan sayısı kadar. Gelmiş geçmiş bütün insanlık adeta yeniden bedenlenmiş. Sanki bir şeye şahit olmak için, bir şeyi iyice anlamak için yeniden yaşıyorlar.
Farzedelim böyle...
Yaşamaları gereken tecrübe ne olabilir?
Bence şu:
Dünya, milyonlarca yıllık tarihi boyunca Güneşten aldığı enerjiyi yeraltı kaynakları kömür/petrol/vd. şeklinde biriktirmiş. Ama İnsan, sırf 'Kapital' denen özel para biçimini benimseyip onun sınırsız büyüme/çoğalma karakterine uyarak, maddeyi mala çevirmek, onu da daha çok paraya çevirmek uğruna, milyonlarca yılda oluşmuş bu rezervi sadece yüz yıl içinde tüketmiş...
Bu süre, dünyanın ve insanlığın tarihi içinde bir şimşek çakmasından daha kısa bir zaman dilimidir.
Yaklaşık üçyüz yıldır bir sistemin içinde yaşıyoruz. Bu “şey”e “kapitalizm” deyince, bazıları Solculuk yaptığımızı falan sanıyorlar! Hayır! Durum Solun Sağın Aşağı Yukarı'nın çok ötesinde. O nedenle, Sol olmayan bir dille anlatmayı deneyelim...
İnsanoğlu/İnsankızı, dünyayı yaşanmaz bir hale getirmekte olan bu sistemi sürdürmekte ısrar ederse, şu üç alternatiften birini seçmek zorunda kalacaktır:
1. Giderek daha sık yaşanan ekonomik krizler ve her seferinde daha ağır bir ekonomik kriz sonucu sistemin çöküşü.
2. İyice belirginleşen iklim bozulmaları ve doğal afetlerin dozunu artırması sonucu sistemin çöküşü.
3. Sistemin üst tabakalara taşıdığı vicdan özürlü, çifte standartlı bozuk insanların galebe çalması sonucu toplumsal hayatın çözülüşü, insanların birbirine girmesi ve sistemin çöküşü.
Görüldüğü gibi, kapitalin durmaksızın büyümesine tapan sistemin sürdürülmesi diye bir alternatif yoktur.
Sistemi sadece kapitalistler değil, çalışanlar da sürdürüyor -hatta kapitalistlerden daha fazla onlar sürdürüyor. Çünkü, dünyanın yeraltı/yerüstü kaynaklarını tüketen ve sadece yüz yıldır var olan "hergün 8 saat ücretli iş" anlayışını kapitalistler değil çalışanlar sürdürmek istiyor. Artık böyle.
İnsanlar, 'Para' denen şeyin hükmüne uygun yaşamanın ne demek olduğunu -kanlı veya kansız- iyice anlamak/öğrenmek ve terketmek zorundalar...
Bu yazıda, sistemin nasıl işlediğine ve artık işlemeyeceğine de değineceğiz.
Kapitalizmin sadece mantıksal değil, çevresel sınırları da var. Değişim/dönüşüm'den bahsederken, sevgili Mathias Horx'un -dev firmalara yirmi yıl trend danışmanlığı yaptıktan sonra dönüşümün nasıl dayattığını iyi anlaması ve insanlara bir tür değişim/dönüşüm hazırlığı terapisi seminerleri vermesi de sevindiricidir- şu ilkesine değineceğiz: olay biraz denize atlamak gibi! Gemi batıyor. Gemiyi terkedip denize atlamalısın -ki adaya yüzebilesin. Bak üstün kirlenecek, ıslanacaksın, ama yeni bir hayata başlayacaksın. Yani ölmekten iyidir.
Durum bu vaziyettedir.
Bu yazıda, güneş enerjisi ve rüzgar enerjisi kullanarak eski hamam eski tas yola devam edilemeyeceğini ve bunun nedenlerini de anlatmaya çalışacağız. Olay hiç basit değil. Birkaç makyajla sistemi sürdürmek artık mümkün değil. Bunu anlamak için 2007 finans krizi ve 2008 ekonomik krizi yetmeliydi, yetmedi. Eh o zaman bir kriz daha yolda. Bu kez Türkiye'yi de "görebilir".

(devam edecek)

ABD'nin çökmesinden endişe duyan Çin ve Türkiye'de zor zamanlara hazırlık

Türkiye'de nedense pek ilgi gösterilmiyor ama ABD gerçekten çok zor durumda. Ve ABD'nin çöküşü, dünya ekonomisinin çöküşü demek olur. Nitekim Türk Hükümetinden Babacan, 2008 yılındakine benzer bir krizin yaşanabileceğini ve bu kez Türkiye'nin de etkilenebileceğini söyledi. Geçi Babacan'ın, daha çok Avrupa'nın durumuna bakarak bu uyarıyı yaptığı anlaşılıyor, ama durum çok daha vahim, çok daha derin. Şu anda ABD'nin Çin'e olan borcu, 1 trilyon 150 milyar dolar kadar, yani 1150 milyar Dolar!
Perşembe günü Moody's, ABD'nin kredi notunu düşürebileceğini söyledi. bunun nedeni, ABD'nin borç yükünü kaldırma sınırına dayanması ve borçlarını döndürememe tehlikesiyle karşı karşıya kalması. FED başkanı Bernanke, çok haklı olarak, ABD'nin kredi notunun düşürülmesi halinde bir felaket olabileceğini söylemiş.
Burada bin kere yazdığımız üzere; "kapitalizme birşey olmaz" diyenler günümüzde çok tehlikeli yaşamaktadır. Neoliberal global ekonominin değiştirilmesi için hiçbirşey yapılmamıştır -Eh o halde bu ekonomi çökebilir demektir. Müslüman muhafazakarların anlayacağı dilden yeniden söylemek gerekirse: "Her neoliberal ekonomi, ölümü tadacaktır."
ABD, Avrupa Birliği'nden sonra Çin'in en çok ihracat yaptığı ikinci büyük ekonomidir ve Çin Hükümetinin ekonomi danışmanlarından Yu Bin, Beijing'de yaptığı bir vasın açıklamasıyla, ABD'nin sinyal vermeye başladığını ve "Amerikan ekonomisinin ürkütücü durumda" olduğunu söyledi. FED'in atmak zorunda kalacağı adımların Çin'e zararı olacağını belirten Yu, Dolar'ın değerinin hızla değişmesiyle birlikte, petrol fiyatlarının hızla yükselebileceğinden korkuyor. Yu, Çin'in Dolar rezervlerinin bir kızmını, başka para birimlerine çevirmesini önerdi. Bunun gerçekleşmesi demek, Dolar'ın bir numaralı dünya parası olmasına son verebilir. Bu durumda ABD'nin borçlarını döndürmesi hepten imkansız hale gelebilir. Ama Çin bunu göze alamaz, zira bir trilyon Dolar alacağı var! Fakat bu kısır döngünün sürdürülmesi, artık çok daha zor. Türk Hükümeti'nin de tehlikeli sulardan çıkmak için TL'nin değerini düşürmesi gerekiyor. Hükümet, halk desteğini kaybetmemek için bunu yapmamakta direniyor, ama mecbur kalabilir.
Tehlikeli sulara girildi. Böyle kritik bir dönemde, her konuşmasıyla biryerleri kırıp döken, uzlaşma kültürünün zerresine sahip olmayan, herşeye tek naşına karar veren kinci bir Başbakan, Türkiye'nin felaketi olabilir. Acilen, iç barışı ve kenetlenmeyi sağlayacak adımlar atılması gerekiyor. Bunun için tutuklu milletvekillerinin bırakılmasıyla ve BDP'nin Meclis'te yemin etmesiyle başlanabilir. Erdoğan'ın Başbakanlıktan uzaklaştırılması, Türkiye'ye yapılmış bir iyilik olacaktır. Türkiye'nin büyük bir koalisyon tarafından yönetilmesi, şimdi ideal bir durum olurdu.

Biten çağın "Gerçeklik" anlayışıyla kurulan gelecek hayallerinin tükenişi ve 'Yeni Gerçeklik' yolunda notlar

Yeni bir dünya kurmak...
İşte bu hayali yeniden kurulabilmek için, önce bize kendi normlarını dayatan bugünün "gerçek" anlayışı ile hesaplaşmak gerekiyor.
Dikkat ediyor musunuz bilmem ama, artık kapıp koyveren, uçuk da olsa gelecek hayalleri kuranlar yok denecek kadar az. Sosyalistlerin kurduğu komünizm rüyasından tutun da anarşistlerin devletsiz toplum hayaline kadar, hatta Stanislaw Lem gibi yazarlar, (Isaac Asimow gibi Science Fiction hayalleri kuran teknoloji hayranları) bile yok.
Ve biliyoruz ki, düşleri elinden alınmış bir dünyaya, gerçek egemen değildir.
Son yüzyıllarda modern kapitalizmin çeşitli biçimlerinin ürettiği (para/pul/mal/mülk odaklı) ve artık "tabii/doğal" sayılan bütün "Gerçek"ler, bozulmaktadır ve giderek bozulup çürümektedir. Çünkü bu gerçeklerin temeli olan para/mal temelölçüsü bozulmaktadır. Dünyada herşeyin ölçülüp biçilip, bu değerin ana fikrine göre "tarif edilebilir" hale getirildiğini daha önce söylemiştik.
Şimdi buraya şunu kocaman yazalım:
Günümüz "Gerçek"ini ayakta tutan ilke ölmüştür...
Hayallerin yerini almaya başlayan ama 'Nesnel' olmayan sanal gerçek, internet devrinde giderek bütünsel bir hal aldı ve güçlendi. Fakat bu sanal dünya da, kapitalizme özgü ölçü sistemine dayandığı için ölmektedir. Burada, 'ölmek' sözünü, içeriğini/ruhunu yitirip tatsızlaşmak ve anlamsızlaşmak anlamında kullanıyoruz. 2008 sonundan itibaren içinde yaşadığımız postkapitalist dönemin bir özelliği olarak, neoliberal dönemin kavram-karmaşasının (boyutlarının) daha kolay anlaşıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Sadece 'Demokrasi' ve 'Sol' falan gibi sosyal kavramların içlerinin boşalmasından ve bunların anlam yitiminden öte bir durum söz konusu. Gerçeklik yitimi çok daha derindir ve yiten gerçek nesnel/fizikî gerçek değil, metafizik/mental/zihinsel gerçektir. Ya da şöyle ifade edilebilir her halde: günümüzde, gerçeklik var, ama o gerçekliğin temel ilkesi sizlere ömür! Ve ilkesini yitirmiş bir gerçeklik, varlığını eskisi gibi sürdüremez. İçi boşalan kavramlar ve anlamsızlaşan hayat, "bireysel gelişim kitapları", "yaşam koçları" ve daha bir sürü "boşluk doldurma" çabası bunun canlı kanıtı. Ama boşluk o kadar büyük ki!.. Yitip giden bir kol veya bacak olsa, protez takılır; ama kaybolan şey sistemin ruhudur.
Anlam yitiminden boşalan yer, "teknik olarak her şey mümkün" yavanlığına ve sınır tanımazlığına kalmıştır.
"Her alet yapılır, her bina dikilir, ayrıyetten Ay'a da gidilir" diye özetlenebilecek ANLAMSIZ mobil bir gerçeklik. "Bizde her yol var abi" diyen, ama niye var olduğunu bilmeyen, bu yolların nereye gittiği konusunda bir fikri olmayan, amaçsız, hedefsiz, hızlı ve çok bi' "Gerçek" bu. Bu kişiliksiz, şekilsiz, ilkesiz "Gerçek", artık bütün yerellikleri aşarak "Bütünsel Gerçek" haline gelmiştir ve o aşamada da ölmüştür -yani ruhunu yitirmiştir. Sistemin gerçekliği bir yerden sonra sanal para gibi sanal gerçekliğe ve onun sanal "sonsuzluğuna" geçmiştir. Böylece, ilke/kavram olan gerçeklik aşamasından, gerçeğin modern teknoloji ile simule edildiği sunî gerçek asamasının en uç aşamasına geçilmiştir. Tam da bu yeni gerçeğe iyiden iyiye inanıldığı -ve sonradan modernleşmiş tiplerin kendilerini "herşeye kâdir" sanmaya başladığı bir aşamada, "Gerçek" tavsamaya başlamıştır. Ve daha kötüsü, bu gerçeklik yavaş yavaş ortadan kalkmaya, kimseyi tatmin etmemeye başlamıştır. İşte bu "Gerçek"in ölümünü hissettikten sonra, bu ölümü tarif etmek ve sözlere dökmek artık daha kolaydır. Konuyu konuşmak, aynı zamanda yeni bir gerçeklik kurmanın da ilk adımıdır elbette.
Günümüzde, o "sonsuz" denip yerle göklere konamayan gerçek, esasen bilgisayar ekranlarında sonsuzdur, tıpkı sanal/sıcak paranın sonsuz sıfırları gibi!
Paranın sıfırları arttıkça ona inanmak güçleşmektedir, -aynı şekilde tüm dünyayı bütün ayrıntısıyla tarif etmek iddiasındaki ilkesiz "Gerçek" de, yoğunlaştıkça, inanılırlığını yitirmektedir. Bu haliyle hayalî bir şeye dönüşmekte, asıl gerçeklikten kopukluğu ve ondan farklılığı daha kolay anlaşılmaktadır.
Bugün dünyada esası teşkil eden "Bütünsel Gerçek", yanıbaşında hiç bir alternafe izin vermeyen para sistemi, tıbbı, bilimi vesairesi vesairesi ile daha da yoğunlaşması halinde tahammül edilmez bir ruhsal işkence haline gelecektir, çünkü insanların engin perspektifini daraltmakta ve bu anlamda ruhsal özgürlüğünü kısıtlamaktadır. Bu kısıtlama, henüz yeterince ifade edilemeyip yeterince tarif edilmediğinden büyük bir bezginlik, pasiflik/teslimiyet ve umutsuzluk üretmektedir. Kalitatif/nitel anlamda hayaller de kurulamamaktadır, çünkü bütün hayaller bu normların diktatörlüğü/dayatması dahilinde kurulan kantitatif/nicel hayallerdir ve özü itibariyle asla nitel anlamda yeni olamamaktadırlar.
Günümüzde reel karşılığı neredeyse kalmamış olan Para'nın bir tür "paraya inanç/güven" sayesinde varolduğunu anlatan çok sayıda yazı yazdık burada (Avrupalı düşünür Robert Kurz 2004'te, dünyada bilgisayar ekranlarında görülen paranın sadece yüzde 7'sinin reel karşılığı olduğu tahminini yapmıştı). Bugünün ölü "Gerçek"liği de önemli ölçüde bir inanç meselesidir ve o inanç sayesinde varlığını idame ettirmektedir ama tıpkı altın buzağı gibi ölüdür ve her ölü inanç gibi, yerine yenisi konuncaya kadar kör topal bir süre daha yüksekte taşınacaktır ve bu ona inanç asla tatmin etmeyecektir. Şimdi bu aşamadayız.
İç bayıcı ruhsuz "Gerçek"in çölü, Afrikalara, Tibetlere kadar ulaştı. En son Afrikalılar atalarından kalma tören maskelerini kolleksiyonerlere satıp, parasıyla televizyon aldılar -ama hiç mutlu değiller! Amazonlarda, bu "Gerçek"in kapsama alanına girmemiş son yerli kabileler özeniyor, onlarla ilgili dokümentar filmleri seyrediyorlar. Asıl gerçeğini yitirdikleri özgür özgünlüğün başka bir türünün sanal olanını, ekranlardan seyrediyorlar. İşte bugünün -karabasandan farksız- gerçeği budur...
Eskiden aşkınlık, Göğe doğru yükselmekti, şimdi ekran üzerinden aşkınlık, yerin dibine doğru alçalmak demek haline geldi. İşte bu aşamada da "Gerçek" inanılırlığını yitiriyor ve insanlar, bu "Gerçek"i aşıp özgür olmayı düşleyebiliyor. Asıl düşler, tam da bu noktada başlamaktadır ve insanı kısıtlayan "Gerçek"i yarıp parçalamakla el ele ilerleyecektir.
Bu blogdaki "irrasyonel" gerçekle ilgili yazılar, blogun en çok okunan yazıları olmayı sürdürüyorlar. Fakat "rasyonellik" yıkılıyo!.. Eh bunun için (ve buna rağmen!), irrasyonel yazıları koyacağı kategoriyi bulamayan/bilemeyen "Gerçek" anlayış, o çaresizliği içinde bir 'Umut', bir 'Anlam' arıyor. Şimdi o umutları çiçeklendirip, anlamları -çok boyutlu olarak- belirginleştirmemiz gereken bir gerçeğe doğru ilerlemenin zamanı. Tabii, toparlanın gidiyoruz (veya toparlanın gitmiyoruz) gibi bir emrivaki değil bu. Bu bir süreç ve kollektif bir süreç.
Böylesine yoğun bir "Gerçek"lik dünyasına (onun cesedini de gömünceye kadar) tahammül edebilmenin tek yolu, onu reddetmektir. Sürekli red, ilk ve etkili yöntemdir.
Sanallıkla birlikte ahir dünya da "yok" sayılmıştır. Çünkü sanal alemde "sonsuz" hayal gücünün ürünü renkli sanal dünyalar, bu dünyanın "Gerçek"inin parlatılıp cilalanmış görsel kopyasıdır/klonudur. İnsanın mistik haz denen -çok insani- yanıyla alakası yoktur. (Alakası olsa ne olacak?! Parayı verip bilet alarak seydlyordun!..) Kendisi yerine kusursuz ikizini koymak, "kusursuz" bir serap/hayal üretmekten başka birşey değildir.
2008'de başlayıp 2014'de bitecek dönemin başında artık daha iyi anlaşıldığı üzere, bu "Gerçek"in tözü/özü/kafası uçmuştur. Şimdi panik halinde başsız tavuklar gibi ortada dolanan bir şey var (ve bu son sınav vaktinde, tutuna tutuna bu ölü "şey"e tutunmayı seçip "baş!" olmaya kalkan sonradan görmeler var). Sonradan görmeler hariç, samimi ve dürüst olan herkes, az ya da çok (kendince) bu durumu sorgulamaktadır. Sorgulamak, körün fili tarifi şeklinde ilerleyedursun, esasen bir his halinde kendini göstermektedir. Hislerin de en az sözler kadar kesin ve inandırıcı olacağı zamana kadar (bakın bunu da önce kadınlar anlayıp öğreteceklerdir), el yordamıyla bile olsa yola devam! Kalp gözü açılıp ışığı görünceye kadar durmak yok.

Uygarlığın ölçütü olan 'Yüksek Kültür'den ödün vermemek

Yakın zamanlara kadar tiyatrosundan sinemasına, oradan klasik ve halk müziğine kadar Yüksek Kültür, küçük harflerle yazılan ve küçümsenen bir şey haline geldi. Türkiye'de iktidar tarafından temsil edilen 'Sonradan modernleşmiş neoliberal para eliti', Yüksek Kültür'le hiç alakası olmayan, kendisi de kültür üretmemiş/üretmeyen bir "Müslüman" muhafazakar çevreye tekabül ediyor. Bu özellikleriyle uygarlığın temel ön koşullarına yabancılar, ama kapitalist sistemin kültürsüzlüğüyle akrabalar.

Marx'ın dikkat çekip Proust'un formüle ettiği üzere Yüksek Kültür, hiçbir zaman kapitalist çevrelerin kültürü olmamıştır. Burada bir kan uyuşmazlığı söz konusudur ve bu özellikle dikkat çekicidir. Para aristokrasisi ile Yüksek Kültür herzaman ayrı düşmüştür ve yeni/eski zenginlerin arası, daha çok popüler kültürle iyi olmuştur. Yüksek Kültür'ün Sol ile akrabalığı, Sağ'ın kültür özürlü hali, -bugünün modern toplumunda- bu temel saptamanın ifadesi olmayı sürdürüyor. Kapitalistler, kültürlü/eğitimli orta tabakayı küçümseyip, aşağı tabakanın popüler kültürünü benimserken, aslında uygarlığın temel taşlarıyla sorunlu olduklarını, daha Marx yaşarken göstermişlerdir ve Marx'ın bu saptamasının bugün daha da geçerli olduğunu görüyoruz. Üstelik şimdinin neoliberal yeni para elitleri, bu derin kültürsüzlüklerini/sanatsızlıklarını sadece "Müslüman" soslu kuru bir Ortadoğu muhafazakarlığı ile ikame ederek, orta sınıflara "dindarlık" attırmışlardır! Gerçek ise şudur: Güzellik ve sanat Tantı'nın elementar ifadesidir. Kültürü/sanatı olmayan din, sadece ideoloji seviyesinde kalır ve uygarlıkla alakası olamaz. Uygarlığa yabancı bir "din" ise, insansız inanç gibi absürd birşeydir ve kutsallığın özüne aykırıdır.

Yüksek Kültür neden önemlidir ve uygarlık olmak/kurmak neden 'Yüksek Kültür'süz olmaz?
Çünkü yüksek kültür, aynı zamanda özgünlük ve karakter demektir. Kapitalizmin piyasa karaktersizliğine ve dünyanın her tarafını birbirinin aynısı hale getirmesine bakarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kapitalizm, karaktersizdir. Böyle bir düzene en uygun millet de, kültür/sanat özürlü bir millettir -tıpkı Türkiye'nin neoliberal/muktedir "Müslümanları" gibi.
Neoliberal dönemlerde ortaya çıkan ve kendi tarif ettiği "din" dışında (aslında din değil, Ortadoğu muhafazakarlığıdır) her türlü kültürü küçümseyerek gelen ve bu şekilde derin boşluğunu ve kültürsüzlüğünü gizleyen "Müslümanlar", sadece Yüksek Kültüre değil, kültürün/sanatın özüne de yabancılar. Bu hareketin neredeyse hiçbir sanatsal ürünü yoktur. Bağdat Halifeliği devrinin binbirgece masallarından Sinbad'a uzanan muazzam uygarlığı, Selçuklunun Hayyam'ları, Osmanlının benzersiz özgün musikisi, mimarisi, Cumhuriyet devrinin Tanpınarı, Yaşar Kemal'i, ressamları, tiyatrocuları, müzisyenleri varken, yeni Osmanlı kurmaya kalkan bu uzaydan daha boş güruhun onlarca yıldır adı anılan beş tane sanatçı bile çıkaramaması manidardır ve üzerinde düşünmeyi gerektirir. Daha önemlisi ise, Yüksek Kültür'ün komersiyel bir şey olmaması nedeniyle mutlaka devlet tarafından desteklenmesi zorunluluğudur. Din sandığı kuru İslamcı ideolojiyle yetinen, kültürle/sanatla sorunlu, böylece uygarlığın anafikrine de yabancı bir iktidarın, Yùksek Kültürü desteklemesini beklemek abesle iştigal olacaktır -çünkü iktidarını sürdürebilmesi için insanları kültürsüzleştirmek zorundadır. Bunu biraz açalım.

Yüksek Kültür, kalıcı klasiklerin yanı sıra çağdaş yüksek kaliteli kültür/sanat demektir. Mesela Dede Efendi ve Münir Nurettin Selçuk yüksek kültür, Sezen Aksu ve Ajda Pekkan iyi popüler kültürdür (Serdar Ortaç ve Ebru Gündeş'i saymıyoruz!). Johann Sebastian Bach da yüksek kültürdür Hint ragaları da, Neşet Ertaş koşukları da.

Yaşar Kemal, çağdaş klasik yüksek kültür ise, Kemalettin Tuğcu çağdaş klasik popüler kültürdür. Nedîm klasik yüksek kültürse, Nâzım Hikmet ve Orhan Veli modern klasik yüksek kültürdür. Bu ayrımları yaparken gerçek anlamda seçici olmak ve en iyileri, çocuklara/gençlere öğretmek -ve çok daha önemlisi- sanattan zevk almayı öğretmek gerekiyor. Bu, ÖSYM ve de XVYZ sınavlarındaki kutu karalamacadan çok daha önemli.


Peki neden önemli?


Neoliberal dönemin, ölçüsü reyting olan ve kaliteyi dışlayan "popüler" kültürünün sultasından kurtulup, yüksek kültürü esas alan yeni bir kültür anlayışını desteklemek, herşeyden önce -her alanda- genel kalitenin yükselişini destekleyen bir eğilimin yaratılmasını sağlayacaktır.
Böyle durumlarda genellikle, "Sizin Nazım Hikmetinize karşı bizim Necip Fazıl'ımız da kontenjandan listeye girsin" denilip, İslamcıların sadece kendilerinin okuduğu bir dizi vasat sanatçı listeye konur. Hayır! Evrensel kalite anlayışı burada da işlemelidir. Mesela Necip Fazıl, katır kutur vasat bir şairdir ve dünyanın hiç bir yerinde de okunmaz.
(Ama ben, Orhan Veli okurken trans olan yabancı edebiyat eleştirmeni tanıyorum mesela!)

Böyle konularda "demokrasi" işlemez -sahici yüksek sanat kalitesi işler.


Bugün, ürkütücü bir nokta söz konusudur, çünkü reyting ve dolayısıyla para üzerinden değerlendirilen popüler kültürün değer yargılarını bozucu etkisinin yanısıra, bir de, "dini sohbet" denen bir tür popüler fıkh sohbetiyle sınırlı, yeni bir Müslüman muhafazakar "kültürsüzlük kültürü" bozucu bir etki yapmaktadır. Bu bozulma, insanların değer yargıları alanında olduğu kadar, vicdanlarında da görülmektedir. 'Güzellik' denen şeyin, Tanrısal yanı hakkında burada daha önce yazmıştık ve güzelliğin insan tarafından üretilen biçimlerinin -yani sanatın, insanın uygarlaşması için -yani ince ruhlu olması için- vazgeçilmez olduğunu söyleyerek devam edelim. İnsanlara düşman "kadim" Ortadoğu muhafazakarlığı ise, tüm benzerleriyle birlikte, sanatın her türüyle sorunludur, çünkü yüksek sanattan ve kültürden uzak tutulan insanların vicdan özürlü hale getirilebileceğini ve biat eden, kolayca yönetilebilen insanlar haline getirilebileceğini bilir. İnsanları sanat ve kültürden uzak tutmak, onların ruhsal özgürlüklerinin farkında olmamalarını sağlamaya da yarar. Biat kültürünün ve Ortadoğu muhafazakarlığının özelliklerindendir. Bu haliyle, inancın özüne de aykırıdır.


Yüksek kültürü esas almak, benimsemek ve onu şaşmaz ölçülerden biri haline getirmek, ruhsal özgürlüğün ve uygarlığın en önemli garantilerinden biridir. Muhafazakarlığın sanat üretememesinin nedeni de burada ortaya çıkar. Biat kültürünün sanatı desteklemesi demek, onun intiharı demektir. Günümüz dünyasında biat kültürüyle uygarlık kurmak bir yana, yaşayan piyasa kültürünün kalitesini yükseltmek bile bir sorundur. Tam tersine kalite düşmekte, mesela halk kültürü, müziği, dansı, tiyatrosu vb. silinmektedir. Kültür niyetine sadece "dini sohbet" yapan bir halk, dinin özünü hiç anlamamış demektir ve onbin yıllık kültürel geçmişe/çeşitliliğe sahip Anadolu'ya beş numara küçük gelir.


Yeni bir çağın eşiğinde, Anadolu'nun ve İstanbul'un dünyada sahici/kalıcı/merkezi bir rol oynayabilmesi için, asıl önemli olan: Yüksek Kültürün (yüksek insani değerlerin) esas alınması gerekir, konjonktürel zenginlik ve ekonomik büyüme sayılarının değil.


Ekonomi/reyting odaklı neoliberal piyasa "kültürü" ile -sahici anlamda- inançlı bir toplum kurulamayacağı gibi yeni/eski Osmanlı da kurulamaz! Sanatsız kültürsüz bir toplumun varacağı yer, her türlü vicdani ölçüsünü kaybetmiş barbar bir beşer güruhu olmaktır. "kadim" Ortadoğu muhafazakarlığının isteği de bu olmalı...


Eh isteyenin bir yüzü kara!..



Düşünmek insanı neden mutsuz kılar? Düşünce ve kahkaha!



Düşünmek denen edimin üzücü, melankolik bir yanı var. O alan nedir, nereye kadar melankoliyle ilgilidir? Konumuz, düşünmek ve onun insanı mutsuz kılan yanı. Konu, daha önce de değindiğimiz, ama buraya henüz yazmadığımız bir bir alanla ilgili. Biz de o alanın gülmekle ve mutlulukla akrabalığı/yakınlığı üzerinde düşünüp bizaz "mutsuz" olarak, Hace Nasreddin ile birlikte accık gülmeyi deneyebiliriz!..
Düşüncenin sonsuzluğunun sınırları ve karanlığının (melonkolik yanının) aydınlık sınırlarına doğru bir yolculuğa ne dersiniz? (Turizm reklamı gibi oldu ama!) Deneme yanılma inisiyatifimizi kullanarak ve affınıza sığınarak, bu konuda birşeyler yazmayı deneyeceğiz...

(Yazı hazırlık aşamasında)

Tüketim ve Bilgi Toplumu sonrasının anlam arayan yeni insanı hakkında notlar

Türkiye'de her nedense "Bilgi Toplumu" diye adlandırılan ve doğrusu 'Enformasyon Toplumu' olması gereken çağdaş toplumun bu yeni adı (aslında sıfatı), giderek gözden düşmekle birlikte hâlâ kabul görüyor. Woody Allen'ın deyimiyle, "hayatımızın bundan sonrasını gelecekte geçireceğimiz için" gelecek bizi daha çok ilgilendiriyor ve şu soruyu sormaktan kendimizi alamıyoruz: Ya sonra?!..
Enformasyon toplumundan sonra nasıl bir toplumda yaşayacağız?
Bu soruya kısa ve net bir yanıt vermenin alemi yok. Daha çok konuşulacak, tartışılacak ve yaşanarak oluşturulacaktır şüphesiz. Biz burada gene, sistemin -malesef- anafikrini oluşturan kahrolası ekonomiden bahsedip sizin (ve bizim) canınızı sıkmak istemiyoruz. Onun yerine, dünyada entelektüel çevrelerde konuşulanlardan da kopmamaya çalışarak bazı perspektiflerden bahsedeceğiz. Bazıları, kulağa uçuk/kaçık gelirse, yeni hazırladığımız bir uzun hikayenin notları olarak da kabul edebilirsiniz.
Şimdiye kadar "bilgi" deyip "enformasyon" anladığımız sözcüğün hakkının verilerek, sahiden de bir bilgi toplumuna ilerlediğimiz konusundaki kanaatler oldukça yükseklerde seyrediyor. Bunlara göre çok bilen çok önemli olacaktır -ve ben buna inanmıyorum.
Daha sonra burada daha derinlemesine (hikaye formatında da) inceleyeceğimiz üzere, "fazla düşünce" insanı hüzünlendirir. Nasıl düşüncelerin (rasyonel neden-sonuç zincirleri) hüzünlendirip, nasıl düşüncelerin "sevinlendirdiği" (yani neşelendirdiği!) şimdi masal gibi gelebilecek olsa da, dikkate alınmak zorundadır ve bu da "Bilgi toplumu"nun bilgiç ruhanilerini (bilim/dilim adamlarını) şimdiden ofsayta düşürecek kıvamda bir engeldir geleceğin mutlu toplumunun önünde. Öyleyse iki farklı temel düşünce metodunun/biçiminin gelecek toplumunda rol oynayabileceğini söyleyebiliriz.
İnsanoğlu hikayeleri seviyor!
Babannemin anlattığı ve beni uçuran muazzam masallar gibisine, daha sonra sadece Eflatun Cem Güney'in kitaplarında rastlamış biri olarak, ocak başında çıtırdayan odunların sesi eşliğinde masal dinlemek, her çocuğun (ve sonra her yetişkinin) en güzel anılarındandır. İşte tam da bu özelliği gözönünde bulundurarak, bazı dostlar, bir "Hikaye Toplumu" kurulabileceği üzerinde duruyorlar (hikayeden toplum değil ama). Bunun anlamı, tüketim toplumunun aşılarak, 'Anlam' toplumunun önalabileceğidir. Bunu konuşmak gek. Mesela belli anlamı/hikayesi olan araç gereçleri kullanmak ve belli anlamlar içerek hayatlar yaşamak diye izaha çalıştıkları bir durum. (Şimdinin rasyonel dili ile iyi bir başlangıç bile denebilir) İnsanların daha çok üretip/tüketmeye değil, daha azına ve anlamlı olana yönelmesi diye özetlenebilecek bir durum. Bir değil çoklu alternatif yaşamlar nasıl tasarlanabilir ve insanların birinden diğerine geçebilmesi için nasıl mekanizmalar kurulabilir, bütün bunlar, yeni konularımız arasında...

(devam edecek)