"29 Mayıs İstanbul'un Fethi"nin ilk kutlandığı tarih 1910 yılının 11 Haziran'ı, yani İttihat ve Terakki Milliyetçiliği'nin Türkler ile diğer vatandaşlar arasında millet farkı gözetip, şehrin Rumlardan alınışını kutlama fikrine kapıldığı zamanlar. Daha önce Sultan Abdülhamit'e "bunu kutlayalım" önerisi gittiğinde, "Rumları kırmayalım" diye, çok etnikli ve çok dinli bir imparatorluğu yönetmenin adabına uygun bir yanıt vermiş. Gerçi "Osmanlı İmparatorluğu" teriminin mucidi Abdülhamit'i övmek hiç de kolay değil ("Osmanlı"nın aslı "Atamanlı". Nitekim Dünya hâlâ "Ottoman" demeye devam ediyor), ama yüzyıllardır Türk imparatorluğunun en önemli şehri olmuş, benimsenmiş, Boğaz sahilleri ve Yalı kültürü vs. Türkler döneminde kurulmuş bir kentin alınışını kutlamak da ne ola? Sultanın bu konuda doğru hareket ettiği kesin. Kendi şehrinin fethini kutlamaya devam eden başka bir ülke de yok zaten. Doğrusu, İstanbul'u fetih öncesi ve sonrasıyla birlikte benimsemek ve öncesini düşman saymayı -hiç olmazsa bundan sonra- bırakmak olmalı. Bu ve benzeri anlayışların makul bir çizgiye oturacağı, uygar ve komplekssiz insanların yaşayacağı Türkiye'nin nasıl köklü bir değişimin eşiğinde olduğunun anlaşılması, yakın geleceğin Yepyeni Türkiye'sine adapte olabilmek için gerekli. O eşiğin aşılacağı günler hiç de uzak olmadığından, herkesin artık hissettiği veya anladığı değişimin boyutlarının sadece siyaset ile (mesela İslamcılığın Anadolu ve İstanbul'da tamamen bitmesi ile) sınırlı kalmayacağını konuşmaya devam ederken, önemli kültürel değişikliklerin boyutlarına dikkat çekmek gerek.
Bugünkü halleriyle hâlâ eskinin etkisinde yaşadığı halde bunun pek farkında olmayanlar "sadece siyaset" konuşadursun, kültürden dine, hatta mantaliteye kadar uzanacak köklü değişimleri asıl bir sonraki kuşak enine boyuna konuşacağa benzer. Çünkü bazı şeylerin anlamı ve öneminin anlaşılabilmesi için üzerinden zaman geçmesi gerekir. Türkiye malesef hâlâ 1970'lerde kurgulanmış ve yerleşmiş terimlerle kalıplarla düşünüyor, hâlâ oldukça içe dönük yaşıyor, sanki Mozambik diyarlarında Dünyadan kopuk bir yermiş gibi davranıyor. Yeryüzünün göbeğindeki bu önemli ülke hakkında düşünen ve inisiyatif alan yabancı herkese kafasına göre "dış güşler" veya "Amarika" veya "Emperyalisler" gibi kulplar takanlar, önemli ülkelerin ilgilenenlerinin de doğal olarak çok olacağını anlamıyorlar. Hem önemli bir ülke olup, hem de kimsenin ilgilenmediği bi yer kalmak da, Dünyadan kopuk sen ben bizim oğlan tek kale maç oynamak da artık mümkün değil.
İlk yarısı Milattan önce 206 yılı ile Milattan sonra 24 yılı arasında tarif edilen Han Hanedanlığı dönemini anlatan ve yüz kadar el yazması rulodan oluşan "Han Shu" kitabında adından en çok bahsedilen kişi, Wang Mang diye biridir. Hanedanlık zayıflayınca Han sarayında kontrolü ele geçirmiş ve önce çocuk imparatorların vasisi olarak, sonra kendini imparator ilan ederek ülkeyi bizzat yönetmiştir. Bu arada liyakata pek bakılmadığı, rüşvet ve yolsuzluğun ayyuka çıktığı ve bu nedenle "Kızıl Kaşlılar" köylü ayaklanmasının dönemi sona erdirdiği bilinmektedir.
Muktedirler bir yerden sonra daima aynı hatayı işleyip ciddiye almadıkları fakir fukara halkın asıl güç olduğunu unuturlar, ancak tahttan inerken yeniden anlarlar. Bugün Çin dediğimiz birleşik ülkeyi kuran Qin Hanedanlığı ("Çin" diye okunur), binlerce yıl sürecek bir devlet geleneğini başlatırken, "Tian"ın (yani Göğün/Tanrı'nın) "küçük insanlar"da ifade bulduğunu bal gibi biliyordu. Kadim Yijing kitabında "Tiën" diye adlandırılan ve genellikle Ejder ile sembolize edilen Gök yani Tan, Daoist bilgelerin dilinde daha somut, çeşitli konularda/biçimlerde/olaylarda nasıl tezahür ettiği somutlaştırılmaya namzet bir özgüç olarak, "Dao" ("Hayata can ve anlam katan faktör" veya Gök/Tanrı ile harmoni içinde yaşamak için izlenecek "Yol") diye adlandırılıyordu.
Sadece 14 yıl süren ilk hanedanlık, bu çok eski kadim kuralların dikkate ve ciddiye alınmadığı aşamada son buldu. Hunların saldırılarına karşı Çin seddi inşa edilmeye başlanmıştı ve inşaat işine geç geldikleri için 900 işçi idam edilince, o "küçük" adamlar 300 bin kişilik bir orduyla gelip İmparatorun kapısına dayandılar. Efsanevî Qin Hanedanlığı böyle son buldu. O köylü ordusunun toplanması için çalışanlardan "küçük" bir saray memuru, yeni Han Hanedanlığını kurdu. Han hanedanlığının sonu da, imparatorun askerleriyle karıştırılmamak için (Kızılbaşlar gibi kırmızı turban takmayıp) alınlarını ve kaşlarını kınalayan aç köylüler ordusu elinden oldu.
Yolsuzluğun ayyuka çıktığı dönemlerde açlık, yıkım ile birlikte gelir. Bunu Daoistler çok iyi bilirler (hatta ölçerler). Dünyanın devranın dönüşüne ters hareket eden, yani para pul güç makam adına yüksek insani değerlerin dikine dikine gidenler biterler. Temel yasaları göçebe geleneğinden alınma Daoizmin bu konulardaki ölçülerinden biri şöyledir: (Daodejing'de Laozi'nin 41'inci şiirinde yazdığı üzere) "Bilge olan Dao'ya göre hareket eder. Bilgelikten nasibini hiç almamış olanlar, Dao'ya kahkahayla güler. Böyleleri Dao'ya gülmeseydi, zaten Dao da, Dao olmazdı." Çok fazla güç kazanıp kendini Tanrı falan sanmaya başlayanların sorunu da budur, silahsız külahsız pak temiz ama naiv ve zayıf görünen sahiciliğe iyiliğe çok gülerler, ama son gülen daima sahici iyilik olur.
Han dönemi çok ilginçtir, çünkü Qin döneminde prensipleri konan bir çok konu Han döneminde hayata geçirilip sağlamlaştırılırken, mesela Daocu bilgelerin yanı sıra Kongfuzi'nin (Konfiçyüs) öğretilerinin devlet aklı ve ilkelerinin benimsenmesi de, bu dönemde olmuştur. Ama Han Hanedanlığının yıkılışı, saray içi entrikalarla herkesin birbirinin altını oymasıyla, yolsuzluk ve bazı devlet kurumlarının imparatorun kontrolünden çıkmasıyla yaşanmıştır. Ülkede güç ve imtiyaz kazanan haydut çeteleri, ülkenin kötü yönetilmesi faktörüne eklenince, önce halkın "Sarı Türbanlılar" isyanı, ardından da Daocu bilge "Gök ustası" Zhang Daoling'in önderlik ettiği (aynı zamanda astrologdur) "Beş kova pirinç" ayaklanması yaşanmıştır. Bu iki hareket de, ahlaki çöküntüye karşı Daocuların başrol oynadığı halk isyanlarıdır. 30 yıllık kaos döneminin ardından, Daocu bilge Zhang Daoling'in oğlu tarafından belirlenen biri, Wei Hanedanı'nı kurar.
Bu olayda ve benzerlerinde yaşanan en önemli konu, yeni dönemin başlangıcında dikkat çeken köklü değişimdir. Nasıl efsanevi Qin Hanedanı halkın gücünü "test" ettiyse, Han Hanedanı da halkın temiz siyaset, çete, yolsuzluğa karşı toleransını test etmiş ve yenilmiştir. Han Hanedanlığının ardından, uzun yıllar sonra çok iyi ve önemli kitaplar yazılmış, Han Hanedanı tarafından konulan (ama sonradan uygulanmayan) kurallar yasalar övülmüştür elbette, ama ahlakî/siyasî kirliliğin çok ilginç bir sonucu olmuştur.
Qin ve Han dönemlerinde, Osmanlı/Atamanlı dönemindeki Bektaşilik gibi sadece entelektüellere has bir felsefe olan Dao öğretisi -ki bugün bile Batıda "Dao"nun ne demek olduğu hâlâ tartışılıp durulmaktadır- halka malolmuş ve ritüelleri olan bir dine dönüşmüştür. Kongfuzi'nin katı kuralcı devletçiliği yerine, bireye ve bireyselleşmeye alan açan, "Kuzeyi Barbarlardan (Xiongnu/Hunlar) öğrenilmiş öğretiler" (Kam geleneği) üzerine kurgulanmış mistik bir inanç olan Daoizm, daha da geliştirilerek benimsenmiştir, hatta daha sonra Budizm ile birleşen yeni kolları ortaya çıkmış bir din haline gelmiştir.
Türkiye'de "elitler" arasında yaşanan muazzam siyasi ve ahlakî çürümenin, rasyonallikten uzak önü arkası belirsiz ideolojik "düşünce"nin, 1970'lerde Vahabilikten/Emevilikten esinlenerek kurgulanmış bir din anlayışı üzerinden "teolojik politika" formatında bugünlere geldiği ve artık tamamen iflas ettiği anlaşıldı. Çin'de Han döneminden sonra, siyasi bozulmanın ahlâki anlamda da yaşanmasına karşı yükselen tepkiden, eskinin din anlayışı da nasibini almıştır. Türkiye'de kültür ve sanatla sorunlu yasakçı teolojik politikanın yarattığı kültür çölüne de büyük bir tepki gösterileceğini söyleyebiliriz. Tepki kuşkusuz çok olumlu ve sağaltıcı olacaktır, sanat ve kültüre de ardına kadar açılacaktır. Yeni dönemde, bir türlü tam anlamıyla aşılamayan içine kapanıklık da sona erdirelecektir. Ama galiba en ilginci, islamcıların "dininin kendisi" saydıkları sanatsız/kültürsüz hatta kriminal kayırmacı kendine Müslüman teolojik politik anlayışların radikal bir şekilde terkedilmesi olacaktır. O da bir yana, bugünlerin sorumlusu eski din anlayışına dayandırılmaya çalışılarak işlenmiş tüm suçların -siyaset adına bağışlanmayıp- sert bir şekilde cezalandırılmaları ihtimali çok yüksektir. Yeni dönemin gençleri, eski dönemin liyakatsiz sağ ve de sığ muhafazakarlarını bağışlamayacak, geçmişin üzerine bir sünger çekip herşeyi unutmayacak gibi görünmektedir. Genç kuşak, evrensel hukuku işleterek, ona pis bir Dünya, bozulan iklimler, asfalt/betona boğulmuş yeşilsiz şehirler bırakan babalarına karşı oldukça acımasız davranabilirler. Yeni kuşak, (sadece Türkiye'de değil, Dünyanın başka yerlerinde de) doğanın, yeraltı/yerüstü/insan "kaynaklar"ının para/pul/makam uğruna bu kadar acımasızca harcanmasını affetmeyecek.