Okumak edimi ve geleceği

Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan hemen önceki yıllarda Türkiye'deki okur-yazar oranının yüzde 6, aynı oranın Orta Avrupa'da ortalama yüzde 80 olduğunu (Fransa'da yüzde 87) artık biliyoruz, tıpkı Türklerin eskiden de Türkçe konuştuğunu, ama devlet bürokrasisinin anlaşılması zor bir Arapça-Farsça-Türkçe karışımı (bugün bazılarının "Osmanlıca" dediği) bir dil kullandığını, ama bunun Osmanlı devletine has bir şey olduğunu, mesela Karamanoğlu Mehmet Bey'in, uzun Karamanlı döneminde iç Anadolu'da devlet dili olarak Türkçe kullandığını bildiğimiz gibi.
Türkler sözlü kültür geleneğinden geliyorlar ve Türkleri küçümseyip onlara yukarıdan bakan Osmanlı gibi bir devlet geleneğine rağmen Türkçe, Cumhuriyet döneminin 91 yılı boyunca, 600 yıllık Osmanlı devrinde yazılan 470 kadar kitabın yüzlerce katını üretti -ve gene de son derece yetersiz kaldı. Bunun nedenleri ayrı bir "muhafazakarlaşma" yazısı konusu, ama okumak dediğimiz şey ve geleceği, Türkler için de son derece önemli bir konu elbette.
Okumakla ilgilenen uzun bir  yazı okuduktan sonra ("Die Zukunft des Lesens", Der Spiegel 8.12.2014) yazıdaki konular kadar, orada işlenmemiş konuları da burada ele almanın birçok bakımdan gerekli olduğunu düşündüm, okumanın geleceğiyle ilgili bazı ilginç tekniklerden ve araçlardan da bahseden bir yazıydı. Tabii bunlar adı üzerinde "teknik şeyler" ve sözkonusu yazı malesef, okumanın özüyle pek yakından ilgilenmemiş.
Otuz yıldır unutamadığım bir şokum var! (Cümleyi bu şekilde kurmak bile konunun yoğunluğunu anlatmaya yeter sanırım). Bir yakınım bana "hala okuyor musun?" diye sormuştu. Ben de sersemlemiş bir vaziyette, dünyanın en sıradan cevabını gevelemiş ve "Evet" demiştim. Elbette daha uzun bir cümle kurmak isterdim, hem de okumak denen olayı "Üniversite ders kitabı okuyup hayatın geri kalan kısmında Hürriyet'e talim etmek" diye anlayan ve benim anlayamadığım anlayışın o olağanüstü yaygınlığına rağmen. Türkiye'de düzenli kitap okuyanların oranı bugün binde bir oranında, Almanya'da bu oran yüzde 26, Japonya'da ondan da fazla. Eskiden, yirmi-yirmibeş yıl önce, "Eğitim almak" anlamında kullanılan "Okumak" dışındaki okumak türleri, tehlikeli sayılıyordu. Türkiye, bugün birçok gencin mel mel bakacağı ve sevindirici bir şekilde anlayamayacağı üzere, okumayı hem tehlikeli hem de zararlı sayıyordu. 12 Mart 1971 darbesini yapaanların evlerden kitap topladıkları günlerde, kitaplara tuğla muamelesi yapan polis memurlarıyla ilgili anekdotlar bugün de anlatılır, ama okumak, insanın bugünkü tekamül seviyesinde son derece gerekli -hatta zorunlu bir şey haline geldi. Eski önyargılar tarih oldu. Okumak, beynin üç boyutlu algılamayı sağlayan yanını harekete geçiriyor ve günümüzün uygarlığı okumanın yaygınlaşması üzerine kurulu. Şöyle de ifade edebiliriz:
Kapitalist sistemin en başında, okuma anlayışının sosyalizasyonu var. 1450 yılında Mainz'lı Jan Gutenberg'in tek tek metal harfleri dizerek kitap basma yöntemini bulmasının ardından (Bu yöntem Türkiye'de 1980'lere kadar kullanılmıştır) kiliseden tepkiler gelse de ("Kutsal kitap basılamaz, ancak elle yazılır, -günahtır!" gibi) İnsanoğlunun merakı ve takamül isteği/dürtüsü, yasakları yenmiştir. Macar asıllı İbrahim Müteferrika'nın, odunist Osmanlı ulemasının gönlünü yapıp matbaayı Türkiye'ye getirinceye kadar geçen sürede (1770'ye kadar) Avrupa'da 2.5 milyon başlık kitap yayınlanmış. Türkiye'ye matbaa geldikten sonra Osmanlı döneminde basılan kitap sayısı ikiyüz küsür.
Avrupalılar okuya okuya düşünme kapasitelerini yükseltirken ve bu özelliğin kazandırdığı kurnazlığı da zaman zaman kötüye kullanarak Dünya'nın anasını satarken, sadece Osmanlı sarayı ve İstanbul münevver çevrelerinde değil, Çin'de de, Japonya'da da, Siam'da da, Avrupalıların nasıl bu kadar "akıllı" olabildiği konuşulup durmuş. İşte bu "çözülemeyen" olayın ardındaki ilk öz neden: okumak ve okumanın sosyalleştirilmesidir.
Kapitalist sistemde okumak ve eğitim sistemi (tevhid-i tedrisat), ortak bir milli ruh oluşturulmasını sağlayan yegane şey olmuştur. Okuyarak, yazarın -yani başka birinin- dünyasına girmek, dünyaya onun gözüyle bakmak demek. Günümüz etik değerlerin önemli kavramlarından biri "Empati" ile yakından ilgili. Okumanın çoklu sosyalleşmiş hali, insanların millet/ulus kurmasına katkıda bulunuyor demek. Kürt aktivistlerin ana dilde eğitim üzerinde bu kadar durması, Kürtçe edebiyat yapması da bu sonucu destekliyor. Bol bol okumaya erken başlamış milletler, sosyo-kültürel açıdan çok daha sağlam homojen birlikler kurmuşlardır.
Okurken insan beyninde ne olduğunu araştıran çok sayıda bilim adamı/kadını var. Beyin araştırmalarının son yıllarda yeni bir bilimsel trend oluşturduklsrını ds söyleyebiliriz. Ben daha çok, okuma olayının ruhsal yanıyla ilgileniyorum. Çünkü hayat, biyolojinin katı realitesinden ziyade, duygusal bir modda algılanıyor ve insan denen canlı da duygusal bir yaratık türü.
Okumak denen şey icad edildikten sonra en az yedi bin yıl, sadece çok az sayıda insanın imtiyazı sayılmış ve ilk yazı piktogram modunda kullanılmış. Harfler halinde yazı yazmanın Mezopotamya ve Mısır'da ortaya çıkmasının ardından, bu görsel şaheserler, daha ilk örneklerinden itibaren duyguları ifade etmek için (mesela şiir yazmak için) kullanılmaya başlanmış. Mesela çivi yazısı ilk destan "Gılgamış" hikayeleri, daha sonra monoteist dinlerin kutsal kitaplarına da girmiş ve ortak insanlık belleğinde çok uzun süren kalıcı bir iz bırakmıştır. (Burada yazmaya karar verip bir türlü elim deymeyen konulardan biri de, İncil ile Kur'an'daki birçok konunun birebir eski Mısır yazıtlarından ve bazı firavunların hayatlarından esinlendiği gerçeğidir.)
Yazmak ve okumak, daha sonra unutulduğu sanılan bir çok kitabın ve hikayenin bilinç altından insanlığı etkilemesini sağlayan, insan ruhuna son beşbin yıldır bildiğimiz şekli veren şeydir. Bu gerçek, herjesin okuyup yazdığı günümüzde çok daha kesindir. Günümüzde okumanın önemini yadsımak zaten bir yana, "hala okuyor musun?" diye sormak da abestir, çünkü herkes elinde bir cep telefonu, en azından Twitter veya Facebook okumaktadır. İnsanların cebine kadar giren Smartphone, konuşmaktan çok okumak için kullanılan bir araç ve yeni okumak türleri, artık ortak bir insanlık ruhu üretiyor.
Ulusların oluşmasında nasıl ortak dilde okumak-yazmak ve okul esas idiyse, ortak değerlere sahip bir insanlığın oluşmasında da aynı rolü, Smartphon, tablet ve tabii internet oynuyor. Ne dil konuştuğunuz bile çok önemli değil. İnternetteki tercüme motorları anlaşılmanıza olanak sağlıyor. Yeter ki elinizdeki sofistike cep telefonunu kullanmayı bilin ve doğru App'leri indirin. Cep telefonundan okumaya başlayınca hemen, "Evrensel insani değerler" dediğimiz belli değerlerin hüküm sürdüğü, eşitlik, özgürlük, tolerans, insan haysiyeti, insan hakları, karşılıklı saygının sınırları çizdiği bir alanda buluyorsunuz kendininizi ve bu alan, yazmaktan ziyade okuyarak oluşuyor.
İki okuma türü var, bunlardan ilki yüzeysel okuma, diğeri derin okuma. Yüzeysel okuma, insanın bilgilenmek için yaptığı okumalara deniyor ve gazete okumaktan, telefonu kullanma kılavuzu okumaya kadar uzanan bir alanı içeriyor. Günümüzde bu okuma türü en yaygın olanı ve tabii bilimcilerin kolaylaştırmaya çalıştıkları alan. En son yöntem, insanın bir alt satıra geçerken gözünü kaydırarak hem yorulmasını hem de zaman kaybetmesini önleyen kayan yazılar. Bunun için araçlar da geliştiriyorlar. Cümleler daha kısa olacak ve bu metodla çok daha hızlı ve fazla okunabilecek. Okumanın insanı nasıl akıllandırıp ına nasıl ruhsal haz kattığını bilenler için önemli bir bilgi. Der Spiegel yazısında, Bluetooth ile bilgisayara baülanabilen yeni bir okuma aparatından bahsediliyor. Gözlük gibi göze takılıyor ve araç gözbebeğinizin hareketlerine geöre okuma alışkanlığınızı saptayıp, ona göre kolaylıklar sunuyor. Çok okuyanlar, okudukça kendiliklerinden daha fazla okumaya meyilliler. İnternette birşeyler okuyanların, kitap okuyanlara nazaran daha huzursuz bir ruh haline kapıldıklarına kadar tonla tesbit var ve hepsi aynı kapıya çıkıyor: Bu gidişle insanlar daha çok okuyacak ve birçok bakımdan okumak zorunda kalacak, çünkü hayata katılmak, hele Dünya'nın birleşik/sınırsız hayatına katılmak okumakla ve yeni evrensel değerlere göre hareket etmekle mümkün. İslamcıların iyot gibi ortaya çıkıp dışlanmalarının nedeni de bu, çünkü evrensel değerlere uyumsuzlar ve onlara pozitif bir katkı sağlayamıyorlar, kendileri aralarında da uygar bir alternatif kuramıyorlar.
İnsanlık yoluna okuyarak devam e
diyor ve bunu yüzeysel okumayla değil, derin okumayla yapıyor.
Yüzeysel okumadan farklı olarak "Derin Okuma", karmaşık metinleri okumak ve anlamanın ötesinde, onlara eleştirel (veya onları aşan) yorum getirerek okumak anlamında kullanılıyor. Yani okuduğunuz metne öyle derinlemesine dalıyorsunuz ki, başka birinin düşüncelerine hayallerine ortak olurken, siz de kendinizce düşünerek ve hayal ederek okuduklarınızı -farkında olmadan, veya farkında olarak- hem yeniden üretiyorsunuz, hem de onun devamı/alternatifi olabilecek düşünceler kurguluyorsunuz. Yazar olmak isteyenlere önce "çok okumalısın" denmesinin nedeni de bu, ama burada "oku" derken, "derinlemesine oku" denmek isteniyor elbette.
Hep severek verdiğim bir örnektir: İzlanda'nın ihraç ettiği mallar içinde bir de "Polisiye romanlar" diye bir kalem vardır. İskandinavyalıların ne kadar çok polisiye yazarı olduğunu görüp şaşanlar, bu ülkelerde yazarlara inanılmaz kolaylıklar sağlandığını, fikir ve ifade özgürlüğünün sınırının olmadığını bilmezler. Derinlemesine okuyan insan yazdıkça onu okuyanlar da olur. Ve bu olay, bir halkın yükselişindeki en derin gizdir. İskandinav ülkelerinde yazarlara tanınan imtiyazlar, Kürt edebiyatı gibi birçok küçük halkın edebiyatının yaşaması ve gelişmesine katkıda bulunmuştur. Okumanın önemi devam ediyor -özellikle derin okumanın. Bu okuma türü için elbette bildiğimiz kanlı-canlı kağıttan kitap her zaman esastır. Yapılan araştırmalar, 20 dakikada (benim) göz yoran tabletlerin de, iki-üç saat okumaya izin veren yeni kağıt-ekran teknolojisinin de derin okumalara çok da uygun olmadığını gösteriyor. İnsanlar, üç boyutlu düşünce/hayal dünyasında üç boyutlu bir şey olan kitabı tercih ediyorlar, Dünyadaki genel trend böyle. Dünyadaki okurların ağırlıklı bir bölümü kadın ve okunan kitapların başında, anlatılar/hikayeler/romanlar geliyor.
İnsanoğlunun görsel düşünce biçimi ile harflere dayanan düşünce biçimi arasındaki denge bozulduğundan beri okumak, logaritmik bir hızla yaygınlaşıp günümüzde iletişimin de temel direği olmak yolunda ilerliyor. Ama daima böyle sürer mi? Elbette Hayır. iletişimde görsel malzeme kullanılması ve bunun yaygınlaşması bilimcileri düşündürüyor. Bir konu oldukça kesin: Gelecekte okumak için giderek daka fazla ve yoğun biçimde araç kullanmak zorunda kalacağız. Ben bugünden, bir de değil iki iPad'le birlikte yaşıyorum ve bilgisayar, Smartphone gibi cihazlar kullanıyorum, sonradan öğrendim ama 1990'lı devrimci gençlik bu aletlerle büyüdü. Bu araçlar üxerinden iletişim kurmaya ve okumaya daha yatkın. Televizyon seyretmeyi uzun yıllardır tamamen bıraktığımdan beri, yüzeysel okumalarımın ağırlıklı bölümünü internet üzerinden, bu araçları kullanarak yapıyorum. Gelecekte elektronik kitapların bir parçası olarak videolar, grafikler, çeşitli danışma linkleri, sözlükler de satılacak. Avrupalı bir blogger yıllar önce anlatmıştı, o zaman deneme aşamasındaydı. İnternetten satın aldığım yabancı dergilerin çok büyük bir kısmı artık bu teknikleri kullanıyor. Okumanın bir halkı yükseltebilmesi için önce fikir ve ifade özgürlüğünün içselleştirilmesi ve yazarların cidden desteklenmesi gerekiyor elbette. Bunun bir devlet politikası haline getirilmesi, önümüzdeki hızlı dönemde nal toplamamak için birinci şart. Kısacası, binbir nedenle kitap basımına karşı çıkan Osmanlı uleması gibi çevreler, sadece ayak bağı oluyorlar ve zaman içinde mutlaka tekmelenip bir kenara atılıyorlar. Zaman çok hızlı ilerlerken, İnsanın tekamülüne set çekmeye kalkanlar, çektikleri setin altında kalıyorlar. Okumak, -ama en çok da Derin Okumak- günümüzde uygarlığın temel taşı.

Türkiye'nin 2015 yılı zaman kalitesi ve kötümserliğin sonu

2008-2024 dönemi, Türkiye'nin sinir uçlarına dokunarak sürüyor ve 2012 Aralık sonrasında, 2017'de sona erecek en hızlı dönemini yaşıyor. Değişim/dönüşüm dönemi, büyük ve çokboyutlu bir altüstoluşun işaretlerini taşıyor. Durum karışık görünmesine rağmen, yıllardır belirttiğim gibi olay, özgürlük isteği ve talepleri ile, bunun zıddını temsil eden bir baskı ve kısıtlama trendi arasındaki olgunlaşma mücadelesinden ibaret. Bu mücadele, insanlığın bundan sonraki şekillenmesini etkileyebilecek evrensel bir yeniden yapılanmayla ilgili ve Türkiye'de -aynen beklendiği gibi- sert bir dirençle karşılaşmış durumda. Özgürlük taleplerinin genellikle ezildiği bir ülke olan Türkiye'de ilk kez -zamanın kalitesine uygun olarak- özgürleşme talepleri küçük bir gençlik ayaklanması ötesinde geniş halk kitleleri tarafından sahipleniyor. 2012'de "Üçüncü Güç" olarak adlandırdığım ve 2013 Haziranından beri tüm Dünyanın tanıdığı "Gezi Ruhu", Türkiye'yi gelecek yüzyıllarda siyasi ve kültürel bakımdan şekillendirecek özgürlük talebini ve yeni Türkiye'yi temsil ederken, yasakçı Eski'nin özgürlüğe direnişini, giderek kötü bir karikatüre dönüşüp marjinalleşen İslamcı AKP temsil ediyor. AKP, Menderes'den beri Türkiye'yi darbeler ve yasaklarla yöneten, ülkenin ikinci sınıf bir ülke olarak kalmasından sorumlu muhafazakar eski Türkiye'yi temsil ediyor.
Dünya tarihinde isyan ve ayaklanmaların genellikle bastırıldığı önbilgisine rağmen, 2012 sonrasının zaman kalitesi, şimdiye dek varolan tüm muktedir siyasi yapıları dönüştüren ve özgürlükçü temelde yeniden oluşturan bir diretme gücüne sahip.
Türkiye, hızlı 2013 yılından sonra, daha düşük yoğunluklu bir sinir harbi yaşadı ve bu süreçte Eski Türkiye'nin son temsilcisi AKP ve "elitleri" itibar yitirmeye devam ettiler. Eski Türkiye'nin siyasi ve ahlaki iflası çok kesin, Dünya'da da tescillenmiş durumda. 2014 sonunda Eski Türkiye bir nepotizm ile yaşayan oligarşik bir yapı haline dönüşmüş durumda. Zamanın kalitesi, AKP tarafından temsil edilen Türkiye'nin aleyhine işlemeye ve onu dejenere edip çözmeye devam ediyor. 2015, sinir harbinin daha yüksek dozda süreceği bir yıl olabilir. Son birkaç yıldır, iktidarın hakaretamiz dili ve küstahlığının, düşüşü ve zayıflamasıyla doğru orantılı olarak yükselebilir. Muktedirlerin kullandığı küfür dili "İslam", özgürlük taleplerini hem daha çok öfkelendirip hem de daha bileyebilir ve Hükümetin hareket alanını daha da daraltabilir. Türkiye'nin bu yıl da iç politikasının yıpratıcı hkalitesine esir olacağı kesin. Fakat 2015 yılı, aynı zamanda bir iyileşme, normalleşme, normale dönüş yılı olabilir.
2015 yılının dönüştürücü etkisi, kötümserliğin giderek ortadan kalkmaya başlamasıyla ilgili bir durum gibi ve bu iyileştirici/cesaretlendirici etkinin tüm yıl boyunca hissedileceğini sanıyorum. Umutların gerçek anlamda tatmin edilmeye başlanacağı ve moralin yükseleceği süreç, 2015 baharından itibaren somutlaşıp 2017'ye kadar sürebilir. Bu olumlu süreç, Eski Türkiye'nin tarih sahnesinden çekilip yerini yeni Türkiye'ye bırakacağı sürecin de adı ve sonuç olarak çok daha kendi başına buyruk bir Türkiye'den bahsediyor olabiliriz. Henüz muğlak olan bu durumun nasıl bir görünüm arzedeceğini, ancak gelecek yıl görebiliriz sanıyorum.
2015 yılını benim için en ilginç kılan yan, bu yıl Türklerin, bu diyarın özruhuyla temasa geçebilecekleri gibi -anlatması zor bir duruma işaret ediyor. Sonuç, bir çok insanın beklediği bir şey olmayacak. Çünkü Türkiye'nin özü ne Atatürkçülük, ne de İslam. Ama Türklerin ve daha öncesinin eski halklarının edindiği tarihi tecrübenin harmanlandığı çok güzel bir dozun yakalanacağına olan inancım tam.
2015 yılının ikinci yarısı, seçimlerin de yaşanacak olması nedeniyle, değişim/dönüşümün yeni bir ivme kazanacağı ve oldukça köklü olayların gerçekleşebileceği bir sürece işaret ediyor. Tüm bu gelişmeler sırasında, herkes evinde oturup televizyon bile izlese, Eski AKP Türkiye'sinin daha da zayıflayacağını (hatta belki bu yıl devrileceğini) rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte tam da bu şaşmaz trend ışığında yeni fikirlerin, tartışmaların, gelecek planlarının çok daha önem kazanacağını ve insanların artan direnişlerini ve yenilik taleplerini güçlendireceğini söyleyebiliriz.
AKP, Mart 2013'den beri -çeşitli bahanelerle- Türkiye'yi islamcı bir ülke yapmak için önemli adımlar attı. Fakat bu adımların, "Yeni Türkiye" denen AKP Türkiye'sinin istikrarlı ve legitim/meşru bir süreklilik tutturamadığı, halkın artan çoğunluğunu kazanamayıp kaybettiğini de gösterdi. AKP Türkiye'si, halkın geniş kesimlerine, Türkiye'nin Dünyaya açık bir ülke olabilmek için nasıl olMAmasını anlatması bakımından önemli bir tarihsel deney oldu. Bu deney, Türklerin bir daha asla benzeri dinci totalitarizmine batmamalarını ve İslam dinini çok daha dikkatle izleyecekleri ve onunla aralarına yeni somut mesafeler koyacakları bir süreci de başlattı. Menderes'den beri böyle bir duyarlılık yoktu ve sadece militaristlerin hezeyanları şeklinde marjinal bir kaygı sayılıyordu. Dünya'da değişen ve İslamcılığın aleyhine işleyen yeni postkapitalist paradigma, Türklerin islam ötesinde kendilerini yeniden keşfetmelerinin ve tanımlamalarının şartlarını da sunuyor. 2015'in Kasım ayına kadarki süreçte, AKP'nin başlattığı değişiklikler, bu kez yeni bir boyut kazanabilir. Yıl sonunda Türkiye'nin 2014'den oldukça farklı bir yer haline gelmesi mümkün, ama değişiklikler, İslamcıların güçlenmesi değil, zayıflaması istikametinde ilerleyecek.
İikinci yarısında, herkesin pembe gözlüklerle dolaştığı bir 2015 yılı bekliyorum. Ve bu durumun 2017'ye kadar süreceğini tahmin ediyorum.

Internet ve demokrasi ilişkileri hakkında

Internet'in "Doğrudan Demokrasi" ideali için kullanılması, bu blogu ilgilendiriyor. Konu Türkiye'ye de yabancı değil. Geçenlerde -internette hiç tartışmadan- bir internet partisi kurma girişimleri  de oldu. Henüz kimsenin hakkıyla ciddiye almadığı üzere İnternet çağı demokrasiyi ve toplumu değiştirmeye başladı bile ve bu etkileri daha dikkatli izlemek, olumlu ve olumsuz yanlarını mercek altına almak, elbette konunun uzmanlarının işi. Ben sadece Frankfurt'da bulunduğum süre içindeki gözlemlerim ve basında okuduğum bazı yazılara dayanarak konu hakkında kısa notlar düşeceğim.
Belirtilmesi gereken galiba ilk şey, internetin demokrasiyi "sadece" güçlendirdiği yaklaşımının yanlış olduğu. Avrupa'nın merkez ülkelerinde kurumsallaşmış, görece iyi işleyen demokrasiler var ve bunlar internetten kötü de etkileniyorlar ve işin kötülüğü de, sistemin internet tarafından dönüştürülmesi ve gelişmenin istikameti konusundaki soru işaretleri.
İnternette sadece belli resmi belgeli yetkinlikler değil amatörden yetişme yetenekler de ön alabildiğinden, vasatizmin göbeğine kar yaşması gibi bir durum söz konusu. Bu, yetkin bilim adamlarının bile sorgulanması şeklinde oluyor. Hayatının sadece dört yılında okuyup, geri kalanında yatmış ve sadece maçlarla ilgilenmiş "bilim adamları" kendilerini birden sudan çıkmış balık gibi hissedebiliyorlar, zira 16 yaşındaki bir çocuk çıkıp iki dakikada onların boşluğunu ortaya serebiliyor. Kısacası tüm otoritelerin -eskisi gibi- dört yıl okuyup sonra yatamadıkları bir süreçte yaşıyoruz. Sadece eski otoritelerin değil, demokrasinin otoritelerinin de, hatta kurumlaşmış firmaların ve ürünlerinin de sorgulandığı bir dönem bu. Türkiye'de de müşteri memnuniyetinin küçümsenmeyecek bir rol oynamaya başladığını biliyoruz. Avrupa ülkelerinde, bir blogger, bir ürün hakkında yazdığı bir-iki yazıyla, o firmanın pazarlama müdürünün kovulmasına, hatta ürünün piyasadan toplatılmasına, firmanın prestij ve tabii kar kayıplarına neden olabiliyor.
İnternet çağının yeni özelliği, dahilerin ve yeni fikirlerin ille de üniversitelerden ve firmaların Arge bölümlerinden değil, internetten, Tanrı'nın unuttuğu köylerden çıkabilme ihtimali. Dahiler daha çok internette görünüyor ve hayatını verip bir firmanın/kurumun hiyerarşisinde yükselmiş kişilerin bir anda önüne geçip kilit önemde biri haline gelebiliyor, üstelik bunu oldukça özgür bir ortamda kalarak yapıyor. Sistemin ortalama "nitelikli" insanlarının (ve vasatın), Avrupa'daki demokrasilerin de temelini teşkil ettiğini hatırlayınca, internetin yeniliklerin bu kadar ani ve etkili olmasının bazıları tarafından oldukça tehlikeli sayılmaya başladığını da anlayabiliriz.
Bilim adamları, gazeteciler, yazarlar, yöneticiler ve tabii politikacılar, sörekli sorgulanıyorlar ve sorgulamanın özünü de sadece "ne" yaptıkları değil, "neden" yaptıkları oluşturuyor. Birçok kurumun ve medyatik kişinin sorgulanmak riskini de göze almak zorunda olduğu bir zaman dilimi.
İnternetin tarz itibarıyla en önemli etkilerinden biri de, eskinin deneme-yanılma yöntemini yaygınlaştırıp, yeni fikirlerin/icadların/keşiflerin yolunu açması. Eski hiyerarşik modeller sallanıyor. Daha yatay bir karar ve yönetim biçimi yaygınlaşıyor. İnternet demokrasisi ve internet partileri fikrinin hayat bulduğu bir alan belirginleşiyor.
İnternetten akan muazzam yaratıcılık ve yenilik/tazelik, çalıştığı işi ve yeri "garanti" gören birçok kişinin işini de tehdit ediyor, ama sağlam demokrasiler, sağlam iş yerlerine ve yaşam kalitesini koruyan kesimlere dayanan bir şeydir ve internetten gelen devrim, bu yapıyı tehdit ediyor. Tabii bu durumun tersine çevrilmesi ve internetin kısılması mümkün olmadığından, Batılı toplumların internetin etkisine uyum sağlamak zorunluluğu gibi bir durum var.
İnternet'in özgürleştirici etkisi, herkesin hemfikir olduğu bir konu. Zamanın ruhuna tamamen uygun ve geriye çevrilemez bir durum, Türkiye'de de böyle.
Filozof Dov Seidman, internetle birlikte yukarıdan aşağıya doğru ahlaki bir otoritenin yükseldiğini söylüyor -ki gerçekten hoşuma giden doğru bir saptama. Böylece, herkesin uyması gereken etik gösterge/pusula, internetten geliyor ve kaynağı da herhangi birileri olabilir. İnternette biraraya gelip etik konusunu temel alan protestoların ne kadar etkili olduğunu Türkiye'de yaşadık. AKP iktidarı, Türkiye'de ve Dünya'da insan içine çıkamaz duruma geldi. Galiba duyguların/Vicdanın daha büyük rol oynadığı, ahlakın ve etiğin daha önemli değerler sayıldığı bir "Bilgi Toplumu" geliyor, "Endüstri Toplumu" gidiyor.

Çağdaş faşizm İslamcılığın yenilgisi ve Türklerin yeni kaderi

Evrensel Değerlerden Yerel Değerlere, din ötesi mental köken (III)

Türkiye'de yaşanan değerler savaşını İslamcıların kaybetmesinin özünde, insan olmakla ilgili temel prensiplerden birine ters tutum almaları yatıyor. Geçtiğimiz 60 yıl boyunca Türkiye'ye giderek hakim olan ve ülkeyi adeta tılsımlayan "İslam" önyargısından sıyrılınca, Gezi isyanıyla birlikte bir temel prensip yeniden net bir şekilde görünür hale geldi: İnsanlar dinsiz yaşayabiliyorlar, ama ahlaksız/etiksiz yaşayamıyorlar. Bunu John Ruskin'in, "çok sayıda din var, ama ahlak tek" sözleriyle de ifade edebiliriz. Türkiye'deki İslamcılar, bu tezin zıddını temsil eden bir yaklaşımla, "değerler hesaplaşması"nı kaybettiler, çünkü ahlaklı olmak, dindar olmak gibi sonradan öğrenilen/edinilen bir şey olmayıp, insanın doğuşuyla birlikte edindiği insani özelliklerdendir. Ve bu haliyle tüm insan toplumlarını içeren sosyal yaşamın da temelidir, sadece "İslami yaşam" denen hastalıklı ilişkileri benimseyenlerin bir süreliğine de olsa birlikte yaşamlarını sağlayan kodeksten farklıdır.
İslamcıların "İslami yaşam" diye yaymaya çalıştıkları biat toplumu kuralları, kendisi dışındaki insanlığın değerlerine aykırı bir temeli esas aldığından, evrensel değerlere yenilmiştir. Kadının annelik duygusundan kaynaklanan "koşulsuz Merhamet", "koşulsuz Sevgi" ve "koşulsuz Empati" duyguları, ahlakın/etiğin ilk temel taşları sayılan iyiliğin, doğruluk/dürüstlüğün, sabrın, bağışlayıcı olmanın ve adil olmanın temelidir. İnsan olmanın ve evrensel insani değerlerin temelini oluşturan bu temel değerler üzerinde, diğer katmanlar yeralır: Alçakgönüllülük, Haysiyetli olmak (insan onuru) ve diğerleri. 
Bu değerler, aynı zamanda bütün dinlerin iç değerleridir ve tarih boyunca esasen dinler tarafından taşınmıştır, korunmuştur. Dinlerin bir de dış değerleri vardır ve bu her din için farklı inanç biçimleri, farklı ibadet biçimleri gibi yerel konulardır. Dinlerin dış değerleri ölümlüdür ve tarih içinde zamana ve coğrafyaya göre sürekli değişirler, ama iç değerler değişmez ve "neosekülarizm" diye adlandırdığımız günümüz sekülarizmi, dinin uzunca bir dönem taşıdığı bu değerlere sahip çıkar, ama bunun için dinlerin ölümlü dış değerlerine sahip çıkmak gerekmez, çünkü insanlık artık, sadece bir tek dinin dış değerleriyle kısıtlanamayacak kadar çok kültürlü ve çokyönlü hale gelmiştir ve iletişim aletleri sayesinde halklar arasındaki kültürel sınırlar da ortadan kalkmıştır. İnsani yüksek değerlerin temeli saydığımız Merhamet, Sevgi ve Empati duyguları da, buna göre yeni bir boyut kazanıp insanlığın tamamını kapsar hale gelmiştir. Boşuna da değildir, çünkü ilk kez küresel iklim krizi tehlikesi ile, insanlığın sorunlarının coğrafi sınırları aştığı, net bir şekilde anlaşılmıştır.     
Evrensel temel değerleri esas alan Gezi hareketi insanlığın desteğini alırken, ahlaka/etiğe dini üstün tutan islamcılığın evrensel yenilgisi, insanlığın önüne açılan yeni bir yükseliş çağının temel paradigmasını Türklere göstermiştir. Ama bu değerler savaşında Müslüman bir ülke olarak Türkiye'yi Dünya'nın en önemli ülkelerinden biri haline getiren özellik, iç değerlerini yitirmiş bir dinin "din ahlaktan önemlidir" düsturuyla nasıl şeytanileşebileceğini dünyaya teşhir etmek değildir sadece. Türkiye'nin önemi, insanın insan olmak ve insan kalmak iç prensiplerinin asıl öneme sahip olduğunu, "dinin şekilci dış değerleri"nin insanları esir almasına kararlılıkla karşı çıkmalarıdır. Bu aynı zamanda bir reddi de içermektedir. Doğumlu/ölümlü bir din, peygamberinden kutsal kitabına, yüzyılları kapsayan adetlerine kadar, insanları biata zorlamak için kullanıldığında, ona, toptan, dinlere can veren evrensel insani yüksek değerler adına karşı çıkılabilmelidir. Çünkü ancak bu yaklaşımla, gerçek (ruh sahibi) ve sahte (şekilsel) din arasında kesin bir sınır çizilebilir ve dinler kötüye kullanılmaktan kurtarılabilir.
Bugünkü haliyle aşılması gereken siyasi İslam, aynı zamanda Türklerin yüz yıllık aşağılık kompleksinin de somut ifadesidir ve onun aşılması mücadelesi, Gezi isyanı ile kazanılan yeni taze Türk özgüvenin geleceğe doğru gelişip kurumsallaşmasının teminatıdır. Arap Baharı sonrası Dünya'da biriki yıllık kısa bir zirve yaşadıktan sonra hızla irtifa kaybeden İslamcılık yokolmaya mahkumdur, çünkü İtalyan Faşizmiyle, Alman Nazizmiyle ve Stalin Bolşevizmiyle doğrudan akrabadır. Umberto Eco'nun son üçyüz yıllık süreçte ifade bulan ve "Kökfaşizm" diye andığı 14 özellikten bazılarını anmak bile, İslamcılığın, 21'inci Yüzyılın Faşizmi olduğunu ve diğer faşizm türleri gibi bir aşağılık kompleksinin ürünü olduğunu gösterecektir. Bu özelliklerin başında, "kutsal kitaplar, söylenecek herşeyi söylemişlerdir ve mutlak bilgiye erişmişlerdir, onların üzerine çıkılamaz, onlar tüm bilgiyi içerirler" mantığı bulunmaktadır. İnsanın tarihsel tekamülünün ve kutsalın, sadece kutsal kitaplarla mümmkün ve sınırlı olduğu iddiasındaki bu fikir, zamanında Aydınlanma düşüncesine karşı çıkan Kataolik Kilisesi'nin mantığını devam ettiren anlayıştır. Dinlerin toplumları şekilsel olarak doğrudan belirledikleri çağların sona ermesi ve insanın özgürleşmesine karşı gelişen bu kökfaşist refleks, sadece İslam toplumlarında değil, doğu Asya toplumlarında da farklı şekillerde ortaya çıkmıştır ve ortak özelliği kitaba tapmasıdır. Faşizm, Nazizm ve Stalinizm, kutsal saydığı kitapların cümle ve sözcükleriyle kısıtladıkları bir dünya kurup, buna itiraz edenleri "hain" ilan eden yapılardır. İslamcılık, İslam dininin kutsal kitabı Kur'an'ı, bir dogmanın temel kaynağı haline getirerek, kökfaşizmin en önemli özelliğini taşımaktadır. Mussolini eski Roma imparatorluğunun o ilk mükemmel halini günümüzde kurmaya kalkmıştır, Hitler de ari ırkın kusursuz imparatorluğunu kurmayı hedeflemiştir, İslamcılık da İslam'ın kusursuz ilk dönemini, zaman ve mekan ötesi bir yerden yeniden kurmak ister, çünkü bu üç ideoloji de, önderleriyle birlikte, Tanrı tarafından bu görev için seçildiklerini düşünürler ve emperyal karakterdedirler, yani tüm dünyaya hükmetmek ve "kutsal" saydıkları kendi ideolojik düzenlerini tüm dünyaya savaşla yaymayı hedeflemektedirler. İslamcılık bu kökfaşist özelliği "Cihad" fikriyle karşılamıştır. Kökfaşizm, sadece yayılmayı hedeflemez, Batıda Aydınlanma ile ifade bulan, (Doğuda ise ezildiği için ortaya çıkamayan) "özgür birey" olmakla ilgili tüm prensiplere de karşıdır. Nazilerin, Faşistlerin ve Stalinizmin kabul edemediği özgür birey, kendi kararlarını kendi veren ve beğenmediği şeyleri basın/yayın üzerinden eleştirebilen, hemfikir olduğu kişilerle özgürce örgütlenebilen kişidir. Özgür birey, diğer insanlar ile eşit olduğu düşüncesine sahip insandır; biat etmeyen, kafasına yatmayan şeylere itiraz eden insandır. Tüm Faşizm türleri ve İslamcılık, kendi içinde eleştiri kültürüne sahip değildirler, ancak kendi dışında sürekli icad etmek zorunda kaldıkları dış düşmanlara söverek, insanın bu özelliğini dışarıya yöneltmeyi hedeflerler.
İtalyan Faşizmi, Alman Nazizmi, Stalin Bolşevizmi ve İslamcı faşizm türlerinin ilk prototipi, Fransa'da Aydınlanma devrimine karşı kurulan ve 1898'de ortaya çıkan "L'Action France"dur. Bu hareketin amacı, modernleşmeyi durdurmak ve "Eski Hristiyan Toplumuna dönmek"tir, ama bu amacında kapitalizme karşı çıkmak falan yer almaz, sadece kral ve kilise idaresine geri dönülmesini, herkesin ileri geri konuşmamasını falan ister. 
Eco'nun üzerinde durduğu kökfaşist özelliklerinden bir diğeri, faşizmlerin mutlaka bir mağduriyet ve eziklik duygusundan türeyip intikam almayı amaçlayan yapılar olmalarıdır, kendilerine karşı Dünyanın toplanıp komplo kurduğunu düşünürler. Nazizm, haksız Birinci Dünya Savaşı yenilgisi ve Versay anlaşmasıyla mağdur olduğu gerekçesiyle, bunun intikamını almak amacıyla kutsal Alman halkının kutsal ülkesini yeniden kurmak için "Batıya karşı" savaşmaktadır. Nazizm, tıpkı Faşizm ve daha sonra Stalinizm gibi, "Batıya karşı" savaşmanın özünde, sadece Batı Emperyalizmine karşı savaşmayı anlamamışlardır, çünkü kendileri de emperyalisttirler. Karşı olunan "Batı"dan anlaşılan asıl değer, Aydınlanma sonrası ortaya çıkan "Özgür Birey"dir ve Faşizmleri yıkan da zaten o özgür birey olmuştur. Aynı şekilde İslamcılık da, Birinci Dünya Savaşı'nda yenilip ezilen mağdur "İslam"ın "Batı'ya karşı" yenilginin intikamını alıp kutsal İslam düzeninin kutsal İslam coğrafyasında, sonra da tüm dünyada kurulmasını amaçlar ve diğer faşizmler gibi savaşını da kutsar ve hatta bu savaşı "Cihad" sayar, diğer faşizmlerden geri kalmayacak şekilde ölümü kutsar, insanlardan en yüksek fedakarlığı talep eder ve bu talep, süresiz/sonsuz bir "kutsal savaş"da, insanların hayatlarından vazgeçmeleri, ölmeleri ve öldürmeleridir.
Türkler, tıpkı diğer Müslüman ülkelerin İslam dinine inanan insanları gibi, "Batı tarafından yenilmiş olmak" düşüncesini bir türlü kabullenememek ve bu "yenilginin" rövanşını/intikamını almak gibi zehirleyici bir düşüncenin esirleriydiler. Oysa yaşanan, sıradan bir Doğu-Batı savaşı değildi. Bu eğer bir savaş olarak görülecekse, sadece İslam değil, Hint, Çin, Rusya, Afrika ve Güney Amerika da yenildi. Yaşanan, yeni bir sosyo-ekonomik düzenin, negatif ve pozitif yanlarıyla, Dünya'ya yayılma süreciydi. 
Müslüman ülkeler eski İslam Uygarlığının, Türkler de Osmanlı imparatorluğu'nun şaşaalı dönemlerinin özlemi ve Batı'ye yenilmişlik/aşağılanmışlık duygusunun ezikliğiyle, İslamcılığı kurdular. İslamcılığın kök örgütü "Müslüman Kardeşler" de, Hasan El Benna tarafından, Faşizm ve Nazizm ile eş zamanlı olarak, aynı dönemde, ortaya çıkmıştır. Batıya yenilmişlik duygusu yerine, imkansız sayılan bir zaferle yeni bir Cumhuriyet kurup, Batı'ya karşı bin yıllık savaşa son vererek onun yeni özgürlükçü değerlerini benimseyen ve onlardan tam azami yararlanarak özgün yeni bir düzen yaratmanın ortamını hazırlayan yeni Türkiye Cumhuriyeti fikrine karşı ezik İslamcı düşünce yıllar içinde irtifa kazandı. Çünkü Cumhuriyet eliti de "yenilmişlik" psikozunu aşamadı, kabul ettiği yeni "Batılı Değerler"i, evrensel insani yüksek değerlerle bağdaştıramadı ve onların üzerine kendi değerleriyle harmanladığı daha büyük birşey kuramadı, bu konuda en başarılı olan Japonları da görmedi. 
Türkler, yenilmiş değiller. Alacakları herhangi bir intikam, sürdürecekleri herhangi bir savaş yok. Batı düşmanları değil, mutlaka müttefikleri olmak zorunda da değil. Ama Dünya'nın her yerinde her köşesinde sahici dostları olduğunu ve bu kıymetli dostlukları -sadece evrensel insani değerler temelinde edinip koruyabileceklerini Gezi isyanı sırasında gördüler. Savaş değil dostluk ve dayanışma, sınırlamaka ve içine kapanmak yerine sınırları kaldırmak ve dışarı açılmak, Türklerin yeni kaderi. Türkler, nasıl olmamaları gerektiğini öğrendiler, şimdi ne ve nasıl olmaları gerektiğini yeniden tanımlamanın eşiğindeler.

Anlam krizi ve krizin aşılması hakkında

Evrensel Değerlerden Yerel Değerlere, din ötesi mental köken (II)

Türklerin özgüvenlerini kazandıkları aşamada kendi aralarında yaşadıkları değerler hesaplaşmasının malubu Müslüman muhafazakarlık, belli bir demokrasi geleneği ve tarihine sahip Türkiye'de bu kadar başarılı olabilmesini, sisteme ve zamanın kalitesine özgü iki temel faktöre borçludur. Bunlardan ilki, sosyal-devleti tasfiye eden neoliberal sosyo-ekonomik iklimde, ulusdevletlere özgü bütüncül makro-milliyetçi kimliği taşıyan milli ekonomilerin çözülmesi ve globalleşmenin yeni ikliminde alt kimlikleri ön plana çıkarmanın sosyo-ekonomik bazda kolaylaşmasıdır.
    Müslüman muhafazakarlık, bu süreçte zaman kalitesine uygun olarak İslamcılaşıp "Müslüman kimlik" anlayışının dönemsel yükselişinin daim olacağı sanısıyla milletler ötesi bir "Sünni-ulus" kurmayı denemiştir ve bu girişiminin sosyo-ekonomik imkansızlığını gözardı etmiştir. Bu girişimin son turfandaki zehirli meyvası, Suriye ve Irak'da uluslarötesi global cihadizmin kurduğu "İslam Devleti" oldu.
    1980 sonrası yeni bir modernleşme dönemi yaşayan Türkiye'deki neoliberal kimlikçilik, siyasi anlamda iki temel siyasi alana bölündü. Bunlardan ilki makro ve mikro milliyetçilik, ikincisi ise dincilik şeklinde tezahür etti. Bu anlamda Kürtçülük ve İslamcılık, Türkçülük ve Atatürkçülüğe göre "yeni", hatta "ilerici" diye sunulabilen şeylerdi. Ama Müslüman muhafazakarlığın son hâli İslamcılık, Türkiye'nin neoliberalleşmesiyle birlikte ortaya çıkan mikro-milliyetçi "Kürt kimlikçiliği" sorununa, milliyetçilikler ötesi bir çözüm ve alternatif olmak iddiasıyla yeniden irtifa kazandı.
    Dini duyguların milli duygulardan daha güçlü olduğu ve Türklerle Kürtleri birleştireceği savı artık tamamen çökmüştür ve Müslüman muhafazakarlığın sonunu hazırlayan ilk büyük iflası bu konuda yaşanmıştır. Bir tür "İslam sorunu" haline gelip marjinalleşen Sünnici Müslüman muhafazakarlığın, ideolojik zayıflığına rağmen Türkiye'de bu kadar başarılı olabilmesinin ikinci sofistike nedeni, neoliberal toplumların Soğuk Savaş ardından yaşadıkları yeni anlam krizidir. Sovyet bloğunun çöküşü, kapitalizm ötesi sosyalist yeni bir dünya kurmak fikrinin de çöküşü olarak algılandı. Kooperatist Sovyet tipi kapitalizmin ve Doğu Bloku'nun çöküşü, modern toplumlardaki "Hayatın seküler anlamı" anlayışına önemli bir darbe vurdu. Modern dünyanın dünyevi anlam anlayışı, "daha iyi, yaşanılabilir bir dünya için mücadele etmek" diye özetleyebileceğimiz seküler bir Sol altrüzmden/fedakarlıktan da güç alıyordu. Bu faktörün önemli bir darbe yemesi, aşkın/transandantal hedeflerin küçümsendiği bir neoliberal bireyselleşmeler/kimlikler devrini başlattı. Dincilik, işte anlam krizinin ortaya çıktığı bu aşamada devreye girip tüm zayıflığına ve ilkelliğine rağmen kendine geniş bir yaşam alanı bulabilmiştir.
    İslamcılığın günümüzde içi boşalmış, kimseyi ikna edemeyen bir tür eski Sovyet ideolojisi enkazına dönüşmesi ve yenilmesi, sistemin ürettiği anlam boşluğunu İslamcı ideolojiyle ve İslam dini ile doldurmanın da mümkün olmadığının anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Böyle büyük ve köklü idrak dönemleri, konjonktürleri ve paradigmaları da içeren "Zaman kalitesi" dediğimiz genel mental eğilimler dönemleriyle ilgilidir ve zaman, dinciliklerin ürediği toprağın artık hızla kuruduğu zamandır.
    Neoliberal dönemin kriz ideolojisi işlevi gören İslamcılık, Sol'dan devralmayı denediği "seküler mücadele" geleneğini kendince bir "Cihad"a veye "Hizmet"e dönüştürme aşamasında, her zaman, "Cumhuriyet elitinin milletin değerlerinden koptuğu" savını işledi. Burada kopulduğundan dem vurduğu "değerlerin" sadece vahabiliğe ve selefiliğe yatkın bir Sünni din eğitiminden ibaret olduğu anlaşılmış olsa da, anlam krizi ortada duruyor. Anadolu İslamına benzemeyen bu İslam anlayışının Türkiye'deki Cumhuriyetçi idealist Atatürkçü ilk-modernleşme dalgasının anlam kaybının ardından ortaya çıkması bir tesadüf değildi. Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki idealizm ve "Türkiye'yi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak mücadelesi", idare-i maslahatçı Müslüman muhafazakarlaşmada boğulduktan sonra, laikliğin nasıl kuru bir hale geldiği keşfedildi -daha önce değil. Prosese, zaten bu nedenle "anlam kaybı" diyoruz.
    Kapitalist ülkelerdeki seküler anlam kaybı, sistemin kendi gelişme seyri üzerinde ortaya çıkan bir olgudur ama yaşanan anlam krizine rağmen Müslüman muhafazakarlığın bu krizi çözemediği, alternatif olamadığı, hatta "kuru laiklik"den çok daha hızlı bir şekilde kuruduğu anlaşıldı. Anlam krizinden çıkış, "dinlerin özünü de içeren yeni sekülarizm"i Türkiye için tarif etmekten ve Müslüman muhafazakarlığın yaşadığı mental alanı onun tekelinden kurtarmaktan, elinden almaktan geçiyor. Bu anlamda sadece kuru laiklik değil, İslam ve İslamcılık da aşılmak zorunda.

(Konu yeni bir yazıyla devam edecek)

Pankaj Mishra / Batı'nın hezeyanı

Mutlak güç ahlakı mutlaka bozar demektir -aslına bakılırsa güçü taşralılaştırır. Zira kim büyük jeopolitik güce sahipse, neredeyse tüm insanlığın sürdüğü hayatın dışında kalır, yani muktedir olmayan bir hayat sürer.
    Burada 'taşralılık'la kastedilen, Soğuk Savaş'ın ardından Avrupa ve Amerika'da hem politikacıların dilini hem de Mainstream-medyasınında çıkan yazıları belirleyen gerçekötesi (hayalperest) düşünce biçimidir. Bu düşünce biçimine göre Batı stili liberal demokrasi -ve tabii kapitalizm, adım adım tüm dünyada kendini kabul ettirecekti. Geçtiğimiz aylarda birbiri ardından yaşanan olaylar, bu iyimserliği yok etti ve Batılı elitlerin geniş kesimlerini sessiz bir şaşkınlık içinde bıraktı.
    Bu arada Cihadcılar ve ultra-siyonist yerleşimciler, Ortadoğu'da Avrupa tarafından çizilmiş sınırları yeniden çiziyorlar. Hindistan'ın ve dolayısıyla Dünyanın en büyük demokrasisinin yeni Başbakanı Narendra Modi'nin adı, dini azınlıklara karşı işlenen bir kitlesel katliama karıştı. Otoriter önderler, antidemokratik akımlar ve aşırı Sağ, İsrail'de, Burma'da, Sri Lanka'da, Türkiye'de ve Mısır'da politikayı belirliyorlar/tanımlıyorlar. Orta Afrika'daki kanlı ayaklanmalar, uzun zamandır sınırları siliyorlar. Kuzey Afrika'da güya Batı müdahalesiyle kurtarılan Libya, iflas eden ilk petrol devleti oldu.
Halihazırdaki kriz karışıklığına gösterilen reaksiyonlar, Amerika'nın zayıfladığına dair hezeyan ve jeostratejik güç olmak pozisyonundaki "tek süper güç" ABD'nin başkanı Barack Obama'nın birşeyler yapma fırsatını kaçırdığı yönünde.
    Küresel gelişmeleri belirlemek konusunda Batı'nın yetkinliğine güvenenler, 1989'dan geriye doğru bakarak, 20'inci Yüzyılın, bir yanda liberal demokrasi, diğer yanda faşizm ve komünizm gibi totaliter ideolojiler arasında bir mücadele tarafından belirlendiği tezine kapıldılar. Batıda üzerine düşülen bu söylem, 20'inci yüzyılı belirleyen anlamlı olayını, sömürgeler çağını ve Asya'da Afrika'da -Batılı imparatorlukların yıkıntısından ortaya çıkan- ulusdevletleri unutturdu. Aslında, sömürgecilik karşıtlarının demokrasilerle mücadele halinde oldukları bir süreçti ve bu demokrasiler aynı zamanda kesinlikle emperyalistdiler; mesela Winston Churchill, Batı demokrasisinin büyük kurtarıcısı, Hintli tebaasının gözünde ırkçı bir zalimdi.
    Soyutlamanın zirvelerinde gezinenler ve Soğuk Savaş sırasında bloklara ve süper bloklar arasında paylaşılmış ulusdevletlerle haşır neşir olmuş olanlar için, bu ülkeler arasındaki farklılıklar karmaşıklığıyla, yani gerçek Dünyayla uğraşmak her zaman yorucuydu. Şimdi göz alabildiğine geniş bir düzensizlikle karşıkarşıya.
    20'inci Yüzyılda Asyalı ve Afrikalı toplumlar, Avrupalıların üzerlerinde sağladıkları hakimiyetten şikayetçiydiler ve gerçek bağımsızlığa giden yolları aradılar. Bunun için Batılı 'Ulus inşaası' modeli, mesela Çin'de Mao Zedung'un, İran'da demokratik seçimlerle iktidara gelen Muhammed Musaddık'ın esin kaynağıydı. Batı Avrupa'nın nisbeten küçük ama bu kadar başarılı devletleri, birçok Asyalı ve Afrikalı için, halkların ulusdevlet yardımıyla kollektif güçlerini oldukça artırabileceklerini gösterir birer kanıttı.
    Avrupa bunu, Napoleon'un hızlı zaferlerinden öğrenmişti. Diğer birçok Avrupa toplumu, modern bir ordunun nasıl kullanılacağı bilgisini edindiler, ekonomilerini endüstrileştirerek, tanımladıkları dış düşmanlara karşı birlik ve dayanışma duygularını işlediler/kurdular.
    1940'lı yılların ortasına gelindiğinde, Avrupa'nın rekabet halindeki Milliyetçilik türleri, etnik/dini azınlıklara karşı Dünyanın o zamana dek görmediği türden suçlar işlediler. Batı Avrupalı uluslar İkinci Dünya Savaşından sonra Amerikan patronajı altında ve Soğuk Savaşın dayatmasıyla zihniyetlerini değiştirmek zorunda kaldılar. Siyasi ve ekonomik ilişkilerinde, düşmanca tutumlara son vermek zorundaydılar. Zihniyet değişikliği Avrupa Birliği'nin kurulmasıyla sonuçlandı.
    Bu arada yeni postkoloniyal ulusdevletler, modernleşme yolunda kendi yolculuklarına çıkmışlardı. Avrupalılar ve Amerikalılar gibi yaşamak, -Asya ve Afrika'da postkoloniyal dönem sosyalist ve sekülermilliyetçi ikonlarımız bize bunun sözünü vermişlerdi, bizim Nehru'larımız, Nasır'larımız, Nkrumah'larımız, Mao'larımız ve Sukharno'larımız. Ama endüstriyel kapitalizm silindiri, Batılı olmayan dünyada dinleri aşamadı.
    Sadece İslam, Hinduizm ve Rus Ortodoks Kilisesi değil, etkisini yitirmiş Budizm bile baskıcı rejimlerde ve en fakirlerin fakirleri arasında militanca bir canlanma yaşadılar; Hindistan'da, Tayland'da, Türkiye'de veya Mısır'da. Orta tabakalar da Hukuk devleti ve sosyal adaletten ziyade Erdoğan ve Modi gibi otoriter liderlere daha fazla sempati gösteriyorlar.
    Doğuda veya Güneyde veya Batıda, -kendimizi bir ilüzyona kaptırdığımız için, hepimiz dilimiz tutulmuş vaziyette yanan bir Dünyaya bakıyoruz: Asya ve Afrika'nın ekonomik kalkınma sonucu sekülerleşeceği, daha rasyonel olacağı, daha az dindar olacağı ilüzyonuna; kapitalizmi üreten aydınlanmış liberal Orta sınıfların, demokrasiye giden yolu açacakları gibi ilüzyonlara. Böyle geç-Hegelci fantaziler, hızlı ekonomik büyümelerle ulusların kendi kendilerini üretmelerinin Batı dışında kopya edilemeyeceğini hesaba katmıyor. Batı Avrupa ve Birleşik Devletler'de ortaya çıkan siyasi ve ekonomik kurumlar, ideolojiler, oralardaki olayların, sadece oralarda olabilecek olayların sonucu; ister kilisenin gücüne karşı yapılmış devrimler olsun, ister endüstriyel yenilikler olsun, ister koloniyal fetihlerin bir sonucu olarak kapitalizmin konsolidasyonu olsun.
    Soğuk Savaş sırasında Batılı ideologların Batıdaki kapitalizm tarihini absürd bir şekilde güzelledikleri de bu gerçeğin bir parçası. Göbek bağının emperyalist fetihlere ve yaygın bir baskıya kadar uzandığını, sadece birkaç gözlemci gizlemiyor, mesela Fransız felsefeci Raymond Aron. "Endüstrileşme devri sürecini halkının nüfusu hızla artarken, fabrika bacaları şehir kıyılarında yükselirken, demiryolları düşenip demiryolu köprüleri inşa edilirken uzun yıllar boyunca Avrupa'nın hiç bir yerinde kişisel özgürlük, herkese seçme/seçilme hakkı, parlamenter sistem birarada varolmadı." Aron bunu biliyordu. Gerçekten de 20'inci Yüzyılın ortasında ulusdevletlerin karnesi, kapitalizmle birlikte hareket edilmesi halinde liberal demokrasinin yükselip tüm Dünyaya yayılacağı hayali kuranlar için utanç verici. Bugünün Rusya'sında piyasa ekonomisinin demokrasi olmadan geliştiğine hayret etmeli miyiz? Çin de, liberal demokrasisiz bir kapitalist modernleşme şekli tutturdu. Myanmar ve Pakistan gibi yeterince ayrıntılı ve derinlemesimesine düşünülmemiş ülkeler de doğum hatalarını aşamadılar ve yarım yüzyıldır asker ve sivil despotlar arasında bocalıyorlar. Ve Osmanlı İmparatorluğu'ndan doğan ulusdevletlerin üzerinde, Arap Baharı'na kadar, acımasız bir despotizm ve sekter düşmanlıklar oturuyordu. Onların devrilmesiyle, militan nefret yeniden alevlendi -Irak'ın parçalanmasında, Suriye ve Libya'da görüldüğü gibi.
    Elbette Çin, Vietnam ve İran gibi ülkeler de halk ayaklanmaları ile güçlü devlet yapıları kurdular; onları geleneksel Tayland monarşisi ve Irak Suriye gibi tamamen yapay devletlerle kıyaslandıklarında istikrarlı ve kendi başlarına buyruk görünüyorlar. Homeyni ve Mao, iç ve dış çatışmalara rağmen ayakta kalan kanlı rejimler kurdular -Kore Savaşı, İran-Irak Savaşı, Kültür devrimi ve iç iktidar savaşlarında akan onca kan- ve tabii, ulus inşasının ardındaki ideolojinin teba arasında destek bulması nedeniyle.
    Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika gibi diğer ulusdevletler de kağıt üzerinde demokrasi olmakla birlikte, global kapitalizm karşısında milli konsensüslerini korumakta zorlanıyorlar. Kapitalizme hakim olan ahlak -zenginlik biriktirmek ilkelliği ve önce kişisel isteklerin tatmin edilmesi- bu ulusdevletlerin iç birliğini zayıflatıyor, etnik/dini yabancılaşmalarla ve mezhepsel ayaklanmalarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar.
    Sosyal adalete ve cinsler arasındaki eşitliğe ulaşmak için çaba göstermek, Batı dışında, modernleşmenin bir parçası sayılıyordu ve ona ulaşmak için de planlı ve iyi korunan bir ekonomik büyümeye ihtiyaç vardı. Bugün modernizmin anlamı, kurallarını Reagan ve Thatcher'ın koyduğu gibi: Özelleştirme ve Deregülasyon (ve birçok ülke için endüstrileşmenin geriye çevrilmesi ve piyasaya siyaseten teslim olmak). Böylece, bir zamanlar Dünyanın en eşitlikçi toplumu olan Çin, bu konuda Birleşik Devletler'den daha büyük bir çarpıklık göstererek, Çin'in bütün varlıklarının üçte birine, halkın yüzde biri sahip oluyor -ve ülke, sosyal kırılmaları, komşularına karşı sert bir milliyetçilik sergileyerek etkisizleştirmeye çalışıyor, özellikle Japonya'ya karşı yönelttiği milliyetçilikle.
    Hindistan ve İsrail gibi göstermelik demokrasiler, herkes için refahı hedefleyen temel ilkelerinin, neoliberal politikacılar ve çoğunlukçu milliyetçiler tarafından radikal bir şekilde nasıl değiştirildiklerini yaşadılar ve şimdi de yabancılaşmış tebaalarını "Yahudi devletine" veya "Hindu milleti"ne sadakate zorluyorlar. Büyük bölümü öfkeye ve korkuya kapılmış olan halkları, demagogları dinlemeye yatkın hale geldiler. İlginçtir, dünyanın en büyük Müslüman ülkesi Endonezya, uzun bir despotizm dönemi ardından, iktidarı ademi merkeziyetçi hale getirecek kadar akıllıydı ve bu şekilde siyasi-dinci aktivizme diğer ülkelerden çok daha az maruz kaldı.
    Bu renkli karışık resim bizden, özgünlüklere ve benzersizliklere karşı dikkatli olmamızı, uluslaşmanın çelişkili dinamiğine, kapitalizme ve -ruhsuzca Batılı demokrasileri ve Batılı özgürlüğü övmeden önce- Batılı olmayan toplumların özel tarihi deneyimlerine karşı daha dikkatli olmamızı bekliyor.
    Günümüzde, sadece kendisinden -umutsuzca- memnun olanlar, "Western Way of Life"ın en iyi yol olduğunu söyleyip, Dünyanın geri kalanının Batı tipi uluslaşma ve kapitalizm yardımıyla onu kopya etmesi gerektiğini iddia ediyorlar. İnsanı huzursuz kılacak kadar çok çeşitli ve hızlı yaşanan bir Dünyada, herkesi aynı tarakla traş eden dogmalara gerek yok; -öyle bir Dünya ki, üzerine kan bulaşmış Avrupalı ulusdevlet fikri, "İslam Devleti" Hilafetinde, (İD) en verimli formunu buldu. İnsan, kendi kendini aldatmakta ve yağ çekmekte usta. Ama bugünkü kafa karışıklığımızdan, Dünyanın gerçekten nasıl olduğunu gözlemleyerek ve sonra, nasıl bir Dünya istediğimizi düşünerek kurtulabiliriz.

Özgürlük ve uygarlık rüzgarları, yeniden

Evrensel Değerlerden Yerel Değerlere, din ötesi mental köken (I)

    İstanbul'da ve Anadolu'da yeniden özgürlük ve uygarlık rüzgarları esiyor. Bu toprakların genç insanları, Türkiye'yi ikinci sınıf bir ülke haline getiren Müslüman Muhafazakar iktidarlar devrini Haziran 2013'de ruhen sona erdirdiler ve yeni yüksek bir özgüven kazandılar. Bir dönemi belirleyecek 'Gelecek tasavvurları ve Değerler' mücadelesini, her büyük çağın en başındaki sembolik olaylardan okuduğumuz gibi, Gezi Parkı direnişine katılan gençler kazandı ve tarih yazdılar. Dünya'nın gözbebeği İstanbul ve Anadolu uygarlığı közünün, taşralı vasat İslami muhafazakarlık külünde boğulup sönmediğini Dünya gördü. O tarihte Türkiye için yeni bir Çağ başladı ve işaret fişeğini de Taksim Meydanı'nda gençler ateşledi.
    Türkiye, 1918'de Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıktığından beri büyük bir travmayla yaşıyor. Bu travma sadece Ermeni ve Rumların Anadolu'daki binlerce yıllık tarihlerinin son bulmasıyla değil, bir imparatorluğun kaybı ve onunla birlikte Türklerin özgüven kaybıyla ilgiliydi. Türklerden daha büyük travmalar yaşayan Ruslar, Çinliler ve iki Dünya Savaşı ile tamamen yıkılan Avrupa yeniden kendine gelip büyük güçler olurken, Cumhuriyetin ilk modernleşme ivmesini devam ettiremeyen Türkiye Cumhuriyeti, yasakçı askeri vesayet, toprak ağası Menderes çizgisi ve modernleşmeyi "gavurlaşma" sayan -ama buna karşı bir alternatifi de olmayan, idare-i maslahatçı Müslüman muhafazakarlığın pençesinden kurtulamadı ve ikinci sınıf ülkeler listesine yazıldı.
    Müslüman muhafazakarlığın son modeli, askeri kemalist muhafazakarlığın şekilci laik baskısından kurtularak takiyyeyi bir kenara bırakıp ne olduğunu gösterdi, Osmanlı dönemi modernleşme tarihini ve son yüz yılı yok sayarak, Osmanlı İmparatorluğu'nu sona erdiği yerden yeniden başlatmak iddiasındaki Pan-İslamist zihniyetti. Türkiye'nin yeniden Osmanlı'nın izinden gitmesi gerektiği hissiyatının zincirlerinden boşanmış hali, Anadolu ve İstanbul'a yabancı vahabi-selefi İslamcılığıydı.
    Türkiye, üç askeri darbenin sahibi askeri vesayetten kurtulduktan sonra bir fetret dönemine girdi ve birbirine düşman iki kampın kendine özgü özgüven tazelemesini yaşadı. Bunlardan biri islamcılaşmış Osmanlıperver Müslüman muhafazakar çizgiyle, globalleşmiş evrensel değerleri savunan -geçmişi de reddetmeyen- Cumhuriyetçi modern çizgiydi. Türkler, özgüvenlerini yeniden kazandıkları aşamada, kendilerini büyük bir değerler savaşının, -hatta değerler hesaplaşmasının içinde buldular ve bu savaşı Müslüman muhafazakarlar kaybetti. Dünyada ve kendi ülkelerinde izole olup yalnızlaştılar, marjinalleştiler. Yasakçı anlayışların tersine doğru işleyen bir zaman kalitesinde yaşarken, bölgeci ve yasakçı bir islamî tektipleştirme denemesinin başarılı olma şansı yoktu, ama bunu savunan son Osmanlıcı düşüncenin de iflas edip eski usul feodal toprak büyüklüğü heyulasının Türkler tarafından terkedilmesi gerekiyordu. Büyüklüğün, sadece harita üzerindeki büyüklük demek olmadığının anlaşılması ve yeni büyüklük tarifinin toplumda yeniden zuhur etmesi gerekiyordu. Bu mücadelenin sonucu en başından belliydi. Geçtiğimiz yüz yıl boyunca kendi kültürünü oluşturmamış, kendini sadece siyasi iktidar gücüyle sınırlı tutan eski moda fetihçi bir taşra zihniyetinin evrensel değerlerle yarışması mümkün değildi. Ama mücadele devam ediyor ve Türkiye, laikliği negatif bir kavram olarak tarif etmiş Müslüman muhafazakarlıktan kurtuluş mücadelesini sürdürürken, büyük bir soru işaretinin yanıtını verebileceği aşamaya doğru ilerliyor. Bu soru, "kutsal ve tartışılmaz, Allah'ın düzeni" suflesine sığınan islamcı yerel düzenin -yani "İslam"ın- nasıl aşılacağı ve dini inancın özünü dışlamayan yeni bir tür sekülarizmin Türkiye'de nasıl kurulup işletileceği meselesidir.
    Neden ille de sekülarizm?
    İnsanlar, internet çağıyla birlikte, farklı coğrafyalarda bulunsalar da birlikte ve içiçe yaşıyorlar. Çok farklı kültürlerden ve inançlardan gelen insanların birbirleriyle aynı göz hizasında eşit bireyler olarak konuştukları bu yeni atmosfer, dinler ötesi ortak bir etik değerler kodeksi kullanıyor ve bu temelde tüm insanlar ortak sorunları ve güzellikleri konuşabiliyor. İnsanlık, büyük tek bir aile haline geliyor ve boğuştuğu sorunların da coğrafi sorunları çoktan aştığının bilincinde. Bugünün şartları altında insanlığın, Sünni İslam'ın etik değer saydığı kurallar dahilinde konuşması mümkün değil, aynı şekilde Hristiyanlığın etik kuralları veya Budistlerin etik kuralları dahilinde bir global etik kurulması mümkün değil. O halde bugün kendiliğinden kurulup işleyen yeni seküler etiği benimsemek, yeniden ciddiye alınan -ve daha önemlisi- örnek alınan bir ülke ve halk olmak için zorunludur. Yeni Türk özgüveninin sembolü Gezi hareketinin bir ay içinde kendi kültürünü, dilini, müziğini üretip tüm Dünyada örnek alınan mücadele biçimleri bile geliştirebilmesi, bu evrensel yeni ilkeyi benimsemesiyle ve onun üzerine yeni bir bina inşa edebileceğinin sinyalini vermesiyle mümkün oldu.

"Yeni Türkiye" eskisi ve AKP'nin "bin yıllık dâvâ"sının sonu

AKP Olağanüstü Kongresi'nde Erdoğan'ın ve yeni parti başkanı Ahmet Davutoğlu'nun konuşmaları, gerçekten de tarihi önemdeydiler. Bu konuşmaların ve bu göstermelik kongre, uzun süre belleklerden silinmeyecektir -ama bir ibret vesikası olarak.
Çok bilmek ile entelektüel/bilge olmak arasındaki farkın her zaman çok önemli olduğunu düşünürüm. Eskiden insanları "çok zeki, IQ'su yüksek" deyip bilgi yarışmasına falan sokarlardı. Ben çocukken, bu tür "çok bilmek" çok önemsenirdi, ansiklopediler ve onları karıştıranlar/ezberleyenler de vardı (mesela ben!) Ama çok bilmek denen şeyin -şimdilik "bilgelik" diyeceğim o öz olmadan- sadece hammallık anlamına geldiğini ve bilginin insanları umulandan çok daha büyük yanılgılara sürükleyebildiğini, bizzat bilim gösterdi. "Çok bilen uzmanlar", başka bir numaraları yoksa, geleceğe doğru tahminlerde bulunurken, genellikle cahil köylülerden daha kötü/akılsızca kararlar verirler. Bu tesbiti yapan da, tezi hakemli dergilerde yayımlanmış köşeli bir bilim adamı. (Araştırma hakkında, bu blogda bir yazı bulunuyor). Doğruyu temsil edebilmek için yalnız bilgi değil, EQ (Emotional intelligente quotient) de, sezgi de gerekir ve tabii sağduyu ve makul akıl da.
Erdoğan'ın, -ama özellikle Davutoğlu'nun- konuşması, tonu ve içeriği bakımından, Nazilerin -sadece 12 yıl süren- "Bin yıllık Reich davası" nutuklarına benziyordu ve dış politikadaki başarısızlığı/yanılgısı bu kadar net olan bir politikacının sınır tanımaz ideolojik hayallerini -nihayet- açıkça gözler önüne seriyordu. Türkler, Erbakan'dan bu güne gelen çizginin aslında ne olduğunu, sahiplerinin ağzından dinlemek "şerefine" nail oldu! İki konuşma da bu bakımdan çok önemliydi. Hadi Erdoğan mekyevellist, pragmatist ve kural/yasa ötesi hareket edebilen bir politikacı ve "Sünni kültür İslamı"nı kendi amaçları için kullanıyor, ama Davutoğlu o söylediklerine bir de inanıyor! Galiba işin asıl vahim tarafı da bu. Yani "herşeyi bilen büyük bir alim" sayılan, ama öngörüleri ve teorileri gerçekle alakasız olan bir Başbakan'a terkedilmiş -kontrol mekanizmaları da neredeyse kalmamış- bir ülke Türkiye ve Davutoğlu'nun istediğini yapabilmesi demek, Türkiye için oldukça kesin bir felaket anlamına geliyor. İmam Homeyni'den hatırladığım, adeta dünyaya meydan okuyan ama bunun altyapısına sahip olmayan "devrimci" ve bağırgan bir demagogla karşı karşıyayız. Erdoğan'dan daha kötü, EQ'su kıt, Erdoğan'dan daha az sağduyulu ve "dava"sına militanca inanan bir Başbakan. Erdoğan'ın yarım saat "Şehitler"den ve "Şahadet şerbeti" içmekten bahsettmesini yabancı davetlilere simultane nasıl çevirdiklerini merak etmekle birlikte, Davutoğlu'nun dağlara taşlara "Selam" göndermesinin ardından yaptığı konuşma, dünyada, "IŞİD'in Türk versiyonu mu?" diye sorduracak ölçülerde garip ve irkilticiydi.
Erdoğan ve Davutoğlu'nun konuşmasını dinledikten sonra Dünya, iki liderin konuşmalarının her iki cümlesinden birinde geçen "Dava"larının, fetihçi/talancı/saldırgan bir İslamcılık olduğunu ve bunun tarihinin de Hz. Muhammed'e ve Alpaslan'lara, Osmanlı Sultanlarına kadar dayandırıldığını biliyor. Tarihini savaşçı Cermen kabilelerine dayandıran, sembollerini eski Wotan dininden ve Runik işaretlerden seçen tarih manyağı Naziler de pek farklı değillerdi. Ama o zaman 1930'lu yıllar yaşanıyordu ve o zamandan bu zamana köprülerin altından çok su aktı!
Behlül Özkan'ın Davutoğlu fikriyatı hakkında Radikal'e yazdığı kısa ama çarpıcı yazı (ve araştırma), "Stratejik Derinlik" saçmalığının, Yeni Osmanlıcı değil Pan-islamist bir kadük ideoloji olduğunu yeniden gözler önüne serdi.
Davutoğlu, tahta önünde gide gele ders anlatan üniversite hocaları tavrıyla, kullandığı "epistemolojik" sözlerle, garip ses tonu ve konuşma tarzıyla, "hadi kılıç kuşanın cihada gidiyoruz" havasındaki heyecanıyla, rahata alışmış (sakinlik arayan) AKP "elitini" ürkütecek kadar "ideolojik" bir giriş yaptı. Erdoğan'ın öfke nöbetlerinden kurtulup ülkeyi normalleştirmeye ve dünyada bozulan itibarı tamir etmeye yönelik istekler yarı yolda kaldı. Davutoğlu yönetimindeki bir AKP'nin 2015 seçimlerinde şimdi zor koruduğu 20 milyon seçmenini önemli ölçüde kaybedebileceğini, geçtiğimiz günlerde SONAR direktörü Hakan Bayrakçı söylemişti. Bunun daha farklı seyretmesi, birçok bakımdan mümkün değil. AKP, Davutoğlu'yla gireceği seçimlerden, en iyi ihtimalle bir koalisyonla çıkacak -tabii seçimlere kediler müdahale etmezse, ki o zaman da AKP Gezilerden Gezi beğenecek hatta bu kez belki başka faktörler de devreye girecek.
"Yeni Türkiye" diye pazarlanan neoliberal etnik/dini kimlikçi Türkiye ruhen öldü. Fakat ölümden sonra saçlar ve tırnaklar bir süre daha uzamaya devam eder. Ne eski konjonktür, ne de eski paradigma var ve Türkiye, islamcıların tamamen aciz kalacağı bir ekonomik krize doğru doludizgin ilerliyor. Mutlaka iktidarda kalmak zorunda olan  AKP (yoksa "bin yıllık dava" altı ayda buharlaşır ve yolsuzluktan/savaşsuçlarından yargılanır), toteriterleşerek ve Suriye'de/Irak'da kafa kesme "tecrübesi" kazanmış Anadolulu islamcıları kullanıp kalkı korkutarak, iktidarda kalmak isteyecektir. Bu konuda yapabileceği hukuksuzlukları şimdi hayal etmek bile mümkün değil. Ama her "bin yıllık dava" gibi, "Yeni Türkiye"nin ideolojisini nihayet açıkça ortaya kusanlar da, miadlarını doldurmuşlardır. Bütün dünyayı karşısına alan ve izole olan bir iktidarın kendi ülkesinde de yüzde 38 oy üzerine bir daha çıkamayacağı gerçeği araştırmalarla sabitken, herkesin umutsuzca sorduğu soruyu da sorup yanıtlamak gerekiyor. Soru:
Peki kim alternatif olacak? CHP/MHP mi? Onlardan birşey olmaz!..
El Cevap:
Türkiye gibi bir yerde iktidar boşluğu olmaz ve onu dolduracak birileri mutlaka çıkar ve bu kez o boşluğu dolduracak olanlar, asla "Müslümanlar" olmayacak. Dünya, Müslümanların en ılımlısının bile faşist eğilimli olduğunu öğrendi. İslamcıların çağı sona erdi. Şimdi bu mevtayı gömme faslı yaşanacak.

"İstanbul ve Anadolu, Yükseliş Çağı Manifestosu" yazılarına giriş

Türkiye'nin içinden geçmekte olduğu sarsıntılar dönemi, 2013 Nisanından bu yana ivme kazandı ve kalitatif en önemli zirvesini 2015'in Kasım ayına kadar yaşayacak gibi görünüyor. Bunun ardından 2017'ye kadar sarkabilecek bir konsolidasyon dönemi söz konusu. Sonra buralarda yepyeni bir dönem başlayacak ve bu dönemin belirleyici unsurları da Kadınlar (dişi Güç) ve Sol kökenli yeni bir tür neorasyonalizm (eril Güç) olacak. İstanbul ve Anadolu'da başlayacak yeni Çağ'ı Dünyadaki benzeri gelişmelerden ayrı tutmak pek mümkün olmasa da, Selçuklu/Osmanlı/Cumhuriyet geleneğinin bir devamı olarak, Türk unsurun bu gelişmelerin motoru ve önderi olacağı açık. Post-İslamcı geçiş döneminin ardından gelen Çağın başında, kendine özgü bazı otoriter yanlarının olabileceğini ve bu yanların, yeni sistem oturuncaya kadar sürebileceğini peşinen yazalım.
Onbin yıllık kesintisiz uygarlık tarihine sahip Anadolu ve İstanbul'un Türkleşmesinden buyana en büyük altüstoluşlardan birinin yaşandığı bu toprakların Değişim/Dönüşüm sürecini, 1990'lı yıllardan beri tahmin etmeye çalışıyorum ve 2004'den beri kapitalist sistemin sona yaklaşan eğrisiyle ve gelecekle ilgili yazılar yazıyorum. Artık menzile girildi, Yeni Çağ kapıda ve onun için bir girizgah hazırlamak, konuyla ilgilenenlere ve ilgilenecek olanlara yeni tartışma malzemesi sunabilir. Ben bu amaçla, "İstanbul ve Anadolu, Yükseliş Çağı Manifestosu" gibi birşey yazmayı tasarlıyordum ve bu konuda notlar alıp bazı bölümler de tasarlamıştım, ama hazırlanıncaya kadar -her kitap veya kitapçık gibi- bir şekilde gizli kalacaktı. Öyle olmak yerine, bu blogda, o manifestoda olması gereken konular hakkında yazılar yayınlamanın daha yararlı olabileceğini düşündüm. Böylece, burada yeralacak yazıların toplamından, daha kısa ve özlü bir metin çıkarmak da mümkün olabilir belki. Manifesto yazılarına böyle "tumturaklı" bir ad seçmemin nedeni, mütevzi "yeni" sözcüğünün hiç olmadığı kadar eskimesi. Ayrıca, daha öncesiyle kıyaslanamayacak kadar yeni ve özgün bir döneme giriyoruz ve bu dönemi bir "Çağ" olarak adlandırmak pek de yanlış olmasa gerek, çünkü bu coğrafyada yaşayan aklın ve ruhun, onbin yıllık geçmişe ve tabii geleceğe açılıp yükselmesini ifade ediyor. Yazılar, burada esasen "fikir olarak" yer alacak ve size açık olacak.
Manifesto yazıları için şimdilik üç konu belirledim. Bunlardan ikisi, hem İslamcılığın ve İslam dayatmasının aşılması anlamında (Post-İslam), hem de Hayata/Dünyaya yeni bir bakış denemesi anlamında, Manifestoya yeni bir ruhsal/düşünsel zemin sağlamayı amaçlayacak.
    İlk yazının, İslam/din ötesi "Evrensel Ruhsal Yasalar"ı işlemesindeki amaç, bütün inançlara ve evrensel değerlere can venen ortak değerleri ortaya koymak ve kısırlayıcı/dar İslam bagajından kurtulmak. Zira İstanbul ve Anadolu'daki yükselişin, hiç bir dinin özüyle çelişmeden, insanlara ruhsal bir duruş vermesi/sağlaması, aynı zamanda buraların yeni tip bir Rönesans&Reform'u olacaktır ve Anadolu/İstanbul halkını İslam ve Türkler öncesinin kadim uygarlıklarıyla da -komplekssiz bir şekilde- yeniden birleştirecektir.
    İkinci yazının, "Gerçeklik" ile ilgili olması gerektiğini düşünüyorum. İnsanoğlu, birçok gerçekle aynı anda birlikte yaşıyor ve gerçeğin çok katmanlı haliyle barışık olmak, o gerçekliklerde hareket edebilmek, çok kültürlü bir coğrafyada insanların birlikte yaşamalarının yeni ve devrimci biçimlerine fikirsel/felsefi atmosfer sağlayabilecektir. Burada şekilsel birşeyden değil, bir anlayış biçiminden bahsedeceğim ve mesela Gerçeğin sadece "Bilimsel" olmadığını, (kapitalizme özgü) tek tip ölçü/değer sistemini kaldırmanın sadece parayla ilgili olmayıp bir kavrayış biçimi olduğunu da göstereceğim. Bilimsel olmayan gerçekler de var ve bunlardan bahsetmenin zamanının geldiğini düşünüyorum.
    Üçüncü yazı, burada daha önce de belirttiğim ama henüz yazmadığım, "İnsanların (ücretli) çalışmadığı toplum" konusunda olacak. Avrupalı sevgili dostlarımın on yıl kadar önce yazdıkları ve bir çok dile çevrilen "Çalışmaya karşı manifesto"dan da yararlanacak bu yazı, onun eskimiş yerlerinin ileriye doğru revize edilmiş halini esas alacak ve tabii önce Türkiye'yi düşünen bir yerden yazılacak.
    Bunları izleyen yazılar, "jeostrateji" denen ve benim nefret ettiğim konu da dahil olmak üzere, yeni enerji kullanımı, sosyal devlet, post-kapitalist sistem ve komşu coğrafyalarla eşitliğe dayalı -sistemsel- işbirliği gibi konuları esas alacak. Bu süreçte, Twitter üzerinden bunları konuşmak, yeni konular belirlemek, metinlerde belli değişiklikler yapmak falan elbette mümkün! Herkese çok Selam! :)✨

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası zaman kalitesi notları

Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinin sonucunu, kendilerine dayatılan Ekmeleddin İhsanoğlu seçeneğini kabullenemeyip seçimlere gitmeyen iki milyon seçmen belirledi. Ve Erdoğan'ın/AKP'nin oylarının Türkiye genelinde yüzde 35-40 bandına hapsolduğu anlaşıldı. AKP, artık düşme trendine girmiş görünüyor. Erdoğan, akla gelebilecek herşeyi kendisi için mobilize etmesine ve karşısında ciddi bir aday olmamasına rağmen, yüzde 51.7 gibi kılpayı bir sonuçla Cumhurbaşkanı oldu.
Muhalefet bu sonucu, Erdoğan'ı AKP'den koparmak gibi bilinçli bir tercihle hedeflemişse -ki pek sanmıyorum, önümüzdeki aylara bakarak sonucu göreceğiz. Ama bu komplotik "değerlendirme" bir kenera bırakılacak olursa, CHP-MHP muhalefeti, büyük bir hata yapmış ve bir önceki seçimlere göre 5 Milyon oy daha az almıştır. Yerel seçimlerde Muhalefet, iktidarla aynı oy oranını yakalamıştı ve hatta belki de kediler sayesinde, denge muhalefet lehine bozulmamıştı.
Şimdi, 2008-2024 döneminin en hızlı ve tehlikeli 2013-2015 sürecinin tam ortasındayız, en sarsıcı kısmı önümüzde, Türkiye'nin etrafı kaynıyor. Ukrayna, Suriye, Irak, sıcak savaş bölgeleri, Azerbaycan ve Ermenistan bile birbirine girmek üzere. Böyle bir atmosferde ABD yıllar sonra bölgede yeniden silah kullandı ve IŞİD'i bombaladı.
Türkiye, bu büyük altüstoluş sırasında kendi büyük sarsıntısını -değişim/dönüşüm'ünü- de yaşıyor. Süreç, Nisan 2013'de başladı ve Kasım 2015'de bitecek. Bu sürecin grafiğinde bence iki önemli zirveyi yaşadık. Bunlardan ilki Gezi İsyanı, ikincisi de Gülencilerin Yolsuzluk saldırısıydı. Bu ikisinin -zaman kalitesi açısından- ilişkisini de 2012'deki yazılarıma dayanarak açıklamak mümkün. Zamanın "Özgürlük/Özgür ruh" (ve yeni bir özgüvenin yükselişi) devri olduğunu, bunu engellemenin mümkün olmadığını, engellendiği taktirde bizzat İktidar içinden tepki çıkacağını yazmıştım. Bunu şimdi de CHP/MHP açısından yazmak mümkün. Bu iki partinin başkanları, tarihi bir hata yaparak, iki partiye de yabancı "Müslüman" bir ortak aday gösterip, yeni "Özgür ruhlu yükseliş"e aykırı hareket ettiler. Tekrar edelim: O özgürlük yükselişini engelleyen hiç kimse, ama hiç kimse tokadı yemeden yerine oturamaz ve o tokat hiç ummadığınız biçimlerde gelebilir, Erdoğan'a nasıl -hiç beklenmedik biçimlerde- geldiğini biliyoruz. Bu açıdan baktığımda, CHP'nin yöneticilerini oldukça zorlayabilecek, hatta Kılıçdaroğlu'nu koltuğundan edecek gelişmeler yaşanabilir, ama asıl ilginç olan, Türkiye'nin yeni önderi, yani belki: Selahattin Demirtaş.
Sürecin sonunda Türkiye'nin yepyeni, Erdoğan'dan çok daha kurnaz ve çok daha akıllı, Türkiye'yi yeni bir yere taşıyabilecek yeni önderler çıkabileceğinden bahsetmiştim. Bu yeni zaman kalitesi, giderek belirginleşiyor ve Demirtaş'ı işaret ediyor. Elbette başkaları da olacaktır, ama biri o gibi görünüyor. Değişimin diğer özelliği, bir çok kişi için "gereksiz" sayılması ve ayak direnmesine rağmen uzun vadede gerekliliğinin sonradan anlaşılacak olmasıdır. En önemli konu şu: Erdoğan da bu değişim sürecinin aktif bir (negatif) parçası ve ortadan kalkmamasının asıl nedeni de bu. Negatif bir kışkırtıcı rolü oynuyor. Değişim/dönüşümün olumlu kutbunu Gezi (yani yeni öndersiz halk muhalefeti), olumsuz kutbunu da Erdoğan teşkil ediyor. Pasif ve erkisizleştirici bir Cumhurbaşkanlığı "kampanyası" yürüten CHP/MHP'nin karşısına, tıpkı Erdoğan'ın Gezi'yi bastırmaya kalkınca karşısına Gülenci saldırının çıkması gibi bir durumun çıkması mümkün. Bu sürecin ortasında -yani şimdi- bir empati dalgası da var ve kamplaşmış iki kesimin birbirini daha iyi anlamasına vesile olabilir.
Önümüzdeki günlerde, AKP ve CHP'nin içinde sert rüzgarlar da esse, asıl enteresan dönemin, Ekim ayında başlayacağını sanıyorum. Türkiye'nin önünde 2015 yazına kadar, kendiyle daha barışık bir dönem var. Türkiye'nin etrafındaki kan deryasına bu kez çok yerinde ve ölçülü bir şekilde yaklaşıp çok yararlı olabileceği fırsatlar doğabilir. Bu dönem, Türkiye'nin şimdi içinde yaşadığı sıkıntıyla kıyaslandığında büyük bir iç huzuruna işaret ettiğine göre, Hükümetin olumlu anlamda değişmesi de söz konusu olabilir. Tabii bunları "zaman" gösterecek!

Erdoğan'ın fakir halktaki karşılığı ve Türklerin yeni özgüveni

Erdoğan'ın 3 Ağustos mitingine giderken merak ettiğim asıl konu, onun seçmenleri idi. Bir insan grubunu en iyi, kendi kendilerineyken gözlemleyebilirsiniz, çünkü öyle ortamlarda birçok yapmacık tavır ve söz ortadan kalkar, insan neyse o olduğunu gösterir. Miting, beklediğimin çok ötesinde ilginçti. Kesinlikle dinlemediğim Erdoğan, konuşmasında hiç beklenmedik bir şey yapıp kendi ölümü üzerine konuştu ve vasiyetinin İstanbul'a gömülmek olduğunu söyledi. Yapmacık "Kefen" muhabbeti ve benzerlerini saymazsak, şimdiye dek duyduğum tek "kendi sonu"ndan haberdar olmak veya hissetmek diye yorumlanabilecek bir durum. Bilinen klişeleri ve doğruluğu kanıtlanmamış verileri sıraladı. Ama benim gözüm onda değil, onu izleyenlerdeydi.
    Sabah gazetesine göre ikibuçuk milyon, Hürriyet gazetesine göre bir milyon insanın, benim gördüğüm kadarıyla en az sekizyüz bin kişinin bir araya toplanması "çok önemli". Oraya gelenler ve Erdoğan için önemli olmalı, çünkü o kadar insanın Maltepe sahilindeki devasa alana yığılması, sadece bir iktidar-devlet-belediye ortaklığıyla mümkündür. Kilometreler uzunluğundaki belediye otobüsü, şehrin çeşitli noktalarından konan bedava motor ve servis hizmetleri, firmaların özel çabaları ve kendi araçlarını seferber etmeleri, böyle bir fotorafı ortaya çıkarıyor ve bu haliyle bir "milli seçim" için kaba bir adalatsizlik olduğu, orya giden çocukların bile anlayabileceği netlikte, ama asıl program da tam burada başlıyor: Karşımızda, kendi çıkarı/tarafı sözkonusu olduğunda, gözünün önündekini inkar edebilen bir halk türü var.
    "Yolsuzluk meselesine ne diyorsun?"
    "Yalan!"
    "Ama yolsuzluk eskiden de olurdu, hiç mi gerçek yanı yok, belki birazcıktır?"
    "Yok, hepsi uydurma. Bak şu insan deryasına bak. Yoksa bu kadar insan buraya gelir mi? Biz Tayyib'i seviyoruz."
    Bu ifadeyi çok duydum. "Biz onu çok seviyoruz" deyip uzaklara bakanlar. Onu gerçekten seviyorlar, onu benimsemenin ötesinde bağlanmışlar ve önlerine konacak hiç bir gerçek, onları kendilerinin gerçeğinden koparamıyor, çünkü Erdoğan onlar için bu karmaşık dünyada anlayabildikleri basit dilden bir umut. Kendileri gibi. Kendileri gibi biri, yani dindar ve cahil. Evet, tam da bu. Onlar gibi her konuyu Kur'an'a indirgeyip Kur'an kursu Türkçesiyle anlatan ve konuşan ve bu haliyle kabul gören biri. "Yarın başka bir parti iktidara gelse ve iktidarı bu kadar aleni bir şekilde kötüye kullansa, o da bir milyon insanı otobüse vapura doldurup buraya getirebilir" gibi gerçeklerle değil, kendi gerçekleriyle ilgililer. Ne pahasına olursa olsun başarı, ne pahasına olursa olsun zenginleşmek, bütün bunlar, hayalleri bile olmayan fakir ve cahil halka büyük bir umut vermiş. "Okumasak da, akıllı olmasak da, laik gavurlar gibi anlaşılmaz laflar edemesek de, biz de Tayyip gibi büyük adam olabilir mişiz".  Bu mantalite, orada bulunan ve konuştuğum kişilerin sahip olduğu mantaliye. Erdoğan orada, "mazlumların savunanı" ve bu mazlumlar için bu kesin doğru ve benim konuştuğum hemen herkes, en fakir halk kesimlerindendi. Kocaman mavi gözlü kadın çay ocağında çalışıyordu. Bana "Erdoğan büyük diktatör" diye övünen ve etrafından gelen birkaç kısık sesli uyarıya aldırmayan takkeli adam Bursa'da dükkanda çalışıyordu. Beni kuşkulu bakışlarla izleyen ve kafam ütüleyen devlet memuru da az maaşlı bir yoksuldu. Silivri'den gelmiş biri manav, başka biri seyyar satıcıydı. Hepsi, Türkiye'nin en alt kesimi buradaydı ve Erdoğan'a bağlıydılar. Belki çok bağırmıyorlardı ama kendilerine yeni bir özgüven kazandıran bu adamı her şart altında destekliyorlardı.
"Biz onu çok seviyoruz."
Çok kişiden duyduğum bu sözü, ondan da duydum. Delici bakışlarıyla peçesinin ardında son derece özgüvenli otuzbeş yaşlarında bir kadın. Erzurumlu kadınlar gibi boz renklerin hakim olduğu çarşafa benzer bir bütün kıyafet giyinmişti. Eskiden kıyafetleri ve başörtüleri nedeniyle aşağılandıklarını, hangi dinden olursa olsun artık herkesin özgürce ve korkmadan yaşadığını söyledi. Erdoğan, kendisi gibi mazlumlara bir duruş kazandırmıştı ve bu yüzden ona atılan hiç bir "iftira"ya inanmayacaklardı. Kocaman mavi gözlü başka bir kadın, tepeden tırnağa siyahlara bürünmüş, yanında sohbete katılan ondokuz yaşındaki başörtülü kız, "Kapalı okuyabiliyoruz" deyince hemen anlayamıyorum, yeniden soruyorum.
"Başörtüsüyle üniversiteye gidebiliyoruz. Eskiden üniversite önlerinde dövülüyorduk."
"Gezi parkı için gösteri yapanlar da dövüldü, onlara ne diyorsunuz?"
"Onlar Paralelin ve dış güçlerin kuklalarıydı. Hükümeti devirmeye çalıştılar, başaramadılar."
Mitingde onca insana rağmen Erdoğan cühersiz, coşkusuz. Onca insandan doğru dürüst ses çıkmıyor. Erdoğan hayranları suskunlar. Arada onları bir sahne sanatçısı gibi coşturmaya çalışan "Büyük Usta"ya verdikleri yanıt da pek cılız. Aynı insan denizinin içindeyim, ama Erdoğan'ın sahne aldığı yerin önünden gelen sloganları zor duyuyorum. Konuşmayla pek ilgilenmeyen kenar ahalisi piknik havasında. Ortalara doğru ilerleyince, sarıklı sakallı genç adamlar görüyorum. Hepsi yerde sohbette. Alana hakim olan tek ortak duygu, bir tür özgürlük, piknik havası. Kimse oraya zorla getirilmiş falan gibi değil. Oysa alana gelirken yoldaki sakallı çarşaflı bir grup arasında şöyle konuşuyordu: "Cumhurbaşkanı olduktan sonra parti iflah etmez, dağılır gider." Hızlı hızlı mitinge yetişmeye çalışıyorlardı. Erdoğan'ı dinleyenlerin hepsi yeminli AKP taraftarı değil. O sıra sıra belediye otobüsünün üzerindeki Erdoğan amblemlerini görüp, "Benim vergilerimle ne hakla böyle birşey yapıyorsunuz" diye çıkışan ve sıcaktan tamamen erimek üzere olan şoförü çaresiz bırakan vatandaş bilinci burada yok. Burada vergi veren de yok zaten, öyle bir bilinç yok. Onlar, artık hakettiklerini, Alaah'ın artık onlara verdiğini düşünüyorlar, nasıl geldiğini de sormuyorlar.
Erdoğan ve taraftarlarının en büyük silahları cahillikleri. Evet. Bu masum ve cahil insanlar, "kendileri gibi" olan Erdoğan'ın şahsında talihin artık yüzlerine güldüğüne inanıyorlar. Artık, laikler tarafından horlanamayacaklar. Daha önce, kendinden saymadıkları insanların önündeki ezikliklerini "horlanmak" saymışlar ve buna inanmışlar. AKP'nin yaptığı onca asfalt ve betonla övünebiliyorlar ve hemen ekliyorlar: "Erdoğan dünya lideri, bunu da yaz!" Evet diyor "O bir diktatör adam" diyen.
    "Bütün dünyanın da lideri olacak."
    "Avrupa'nın Asya'nın da mı?"
    "Evet hepsinin."
    Peçeli kadın da şöyle demişti:
    "Avrupa'nın kölesiydik, şimdi neredeyse Avrupa bizim kölemiz olacak"
    Bunların hiçbiri doğru değil elbette. Ama cehaletin masumiyeti sizi etkiliyor ve "Mesela bir Fransız veya bir Üsrünlü Erdoğan'ı neden kendine lider istesin?"  gibi sorular soramıyorsunuz, çünkü ortada dönen başka çok önemli bir konu var: Özgüven...
Benim Geziyi gördükten sonra dikkat kesildiğim konu, Özgüven...
2012'de bir tahmin yazımda, Türklerin yeni bir özgüven kazanacaklarını yazmıştım ama bunun nasıl bir görünüm arzedeceğini bilmiyordum, bilmem de zaten mümkün de değildi. Ama bugün bu konuda çok daha çok şey söyleyebilecek durumdayız. Türklerin özgüveni, iki farklı kulvarda ilerliyor, bir birleşiklik arzetmek yerine bir tür rekabet içeriyor ve bunu da belki "kutuplaştırmak" anlamında Erdoğan'ın "nefret diline borçluyuz!"
    Erdoğan'ı sevenler toplumu, yani AKP seçmeni fakir/inançlı halk, (kendisi gibi biri olan ve "Dünyaya kafa tutan" haliyle ve yarattığı "daha iyi bir hayat" umuduyla) yeni kazandığı Özgüveni Erdoğanla ilişkilendiriyor. Bu nedenle, Erdoğan'a atfedilen yolsuzluk/hırsızlık/Roboski/vd. iddialarını görmemezlikten geliyor. Kendini ilk kez "ciddiye alınan biri" olarak hissetmenin önemi, herşeyden önemli olabiliyor. Ayrıca bu kesimin rasyonel gerçeklerle, adalet duygusu ve vicdanla da sorunlu olduğunu söylemek mümkün. "Dini söylem kullananın Allah'a otomatikman yakın" olduğu varsayımından yola çıkıyorlar ve en önemlisi, kendilerine has bir dünyaları var. Ve bu dünya bazen akılla/mantıkla/tarihle hatta dinle bağını koparabiliyor.
    Miting'den sonra, yüzlerce otobüs ve minibüs, mitinge gelenleri semtlerine doğru bedava götürmek için yola çıkarken, Boğaz'a motorların kalktığını görüp, Beykuz'a gidene atladım. Çok iyi bir seçimdi, çünkü yolda şahit olduğum sohbet ve görüntüler, en az Boğaz'ın gece manzarası kadar ilginçti. Başı takkeli, sakallı, şişman yaşlı bir karadenizli, onu dikkatle dinleyen altı erkeğe şu hikayeyi anlattı:
    "Allah c.c. yedi bin yıl secdeye dirmuş. Sonra kalkmuş ve yarattiğundan bir parça koparup üflemuş, ondan Güneş olmuş. Güneş, aydinluk olmadan hayat olir mu?"
    "Olmaaz."
    "He olmaz, sonra alemde ışik olmiş..."
    Böyle devam eden, ilkokul çocuklarının bile, "Hani burada Merkür, Venüs, Satürn falan? Başka yıldızlar da var, onları da yarattığından iki parmağıyla ayırıp göğe koymuş" falan gibi sorular sorardı. Kimse gıkını çıkarmadan dinledi ve tek kişi itiraz etmedi. Açıkcası ben böyle bir hikayeyi eski Türk mitolojisinde bile duymadım, atmasyon yani hikayeler olduğu açık, ama bir farkla: Eskiden halkın yarattığı böyle hikayeler, bir şekilde dini menkıbelere/inanca veya mitolojiye uyardı. Bunlar kesinlikle uymuyor. Yaşlı adam, "Osmanlı oluyoruz" diye hikayesine devam etti. Bütün İslam birleşecekti ve hikayeyi dinleyen herkes sırayla, "Tayyip bunu yapar" gibi reflekslerle anlatılanları tasdikledi. Ve adamın anlattıkları, AKP "büyükleri"nin anlattığından da geri bir "hikaye anlatmak"dan ibaretti. Ama bu sohbet, eşsiz bir Boğaz yolculuğu eşliğinde yapılıyordu, su ve üzümlü ekmek bedavaydı. Üzerinde partiler verilen, dans pistine sahip motor, ağır ağır, iki saatte Beykoz'a ulaşırken, yol boyunca başörtülü kızlar cep telefonlarıyla fotoraf çektiler. Fotorafını en çok çektikleri yer ne Kız Kulesi'ydi ne de Camiler. En çok Reina'nın fotorafını çektiler. Gemi sayılabilecek büyüklükteki motorda yol boyunca çalınan propaganda şarkıları arada kesilip hareketli pop tipi halk müziği çalınmaya başlayınca önce başörtüsüz iki kadın cömertçe çiftetelli oynadılar ve neşelerini başörtülü kızlara da bulaştırdılar. Bizim Karadenizli Hoca onlara arkasını dönse de, kendi aralarında hanım hanımcık çiftetelli oynadılar. Motordakilerin belki hepsinin hayatlarında ilk kez gece bir Boğaz turu yaptıkları açıkça görülüyordu.
    Türklerin edindikleri yeni özgüven, iki farklı kulvarda ilerliyor ve bunlardan biri -fakirlerinki- dünyanın gerçekleriyle (hatta gerçekle) uyumlu olmayan bir tür meydan okuma. Türklerin yükselen özgüvenine başka yabancı dostlarım da dikkat çekmişti, ama bunun en son ve dünyayla/gerçeklerle uyumlu olanının Gezi İsyanı ile görüldüğünü düşünüyorum. Eski Osmanlı hayaliyle kendince Dünyaya kafa tuttuğunu sanan ve buna kendi hayal dünyasında inanan bir fakir Türkiye var, bir de "artık gerçek bir demokraside yaşamak istiyoruz" diyen ve bunun için ölümü göze alan bir eğitimliler Türkiyesi. Bu iki eğilim de özünde bir yeni Özgüven patlamasının farklı ifadeleri ve birbirlerini anlamaktan -hatta birbirlerine katlanmaktan- uzaklar malesef.
    Dünyayı takmadan, dünyanın genelinden farklı bir hayalin peşinden giden -ama gerçekle örtüşmeyen bir özgüven...
    Dünyada varolanın en iyisini isteyen ve gerçekleşebilir bir hayalin peşinden giden bir özgüven...
    Yeni Türk özgüveninin bu iki bileşeni biryerde birleşebilir mi? Bunun mümkün olacağını düşünmek istiyorum. Erdoğan gibi neoliberal faşizan bir politikacının "Fakirlerin koruyucusu" sayılabilelmesi, sadece varsıldan toplayabildiği vergilerle halkın (eski) fakirlerini nemalandırması ve nemalandıramadıklarına da nemalanma umudu sunmasından kaynaklanıyor. Ortada dönen haksızlık, hukuksuzluk, hırsızlık da bu seçmenleri pek ilgilendirmiyor. Esas olan, Erdoğan rejimi sayesinde edindikleri özgüvenlerini koruyabilmek. Yani yolsuzluk iddialarının halkta pek karşılığının olmamasının korkunç bir nedeni var. İnsanlar, kazandıkları özgüvene, tüm hakkı/hukuku (hatta dini) kurban edebiliyorlar malesef.

Gerçek bir özgürlük ve eşitlik hayaline doğru, iyiliğin ekonomisi

Burada yıllardır sadece adını anıyorum ama, "Kapitalizmi aşmak" konusunu cidden düşünen birilerini bu ülkede henüz görmedim malesef. Hatta birkaç yıl öncesine kadar kapitalizmi tartışan Türk entelektüel de yok gibi birşeydi. 2008 Krizinden beri Avrupa'nın kapitalistleri bile kapitalizmi konuşuyor, Türkiye'de eski ortodoks Sol klişeler ötesine geçen kapitalizm eleştirisi henüz yok hükmünde, ama tarih ilerliyor ve şimdi, kapitalizmin ötesine uzanan çözümleri konuşmalıyız. Zira kapitalizm, bugünkü haliyle sürdürülebilir bir sistem olmaktan giderek uzaklaşıyor ve bu gerçeği, tarihi boyunca bir tek krizi bile önceden tahmin esememiş (çakma) "Ekonomi bilimi" de görmüş durumda.
    Kapitalist toplumun temel özelliği, bir "iş" toplumu olmasıdır ve herşeyi yeni (faizli) kapitalist para birimine tahvil etmeye kalkması, dünyayı para birimleri üzerinden düşünmesidir. Kapitalist toplumda insanlar arası ilişkileri de esasen iş ilişkileri belirler. Çalışanlar, iş arkadaşlarının yüzünü, kendi eşlerinden ve çocuklarından daha çok görürler, hayatlarının büyük kısmını, işlerine bağlantılı olarak evlerinin dışında geçirirler.
    "İş" odaklı günlük hayatta özgürlük nedir? Rousseau'ya göre bunun çok net bir tanımı var: "Özgürlük, insanın yapması gereken şeyleri yapmak zorunda kalmamasıdır (yapmak zorunda bırakılmamasıdır)", yani insan bir iş yapacaksa bu işin amacını ve türünü bizzat kendisi seçmelidir. Tabii bir de başka bir söz var! İlk Hristiyanlardan Aziz Paulus'un, "Çalışmayan, yemek de yiyemez/yemesin" sözü, muhafazakar kapitalistlerin en çok kullandığı sözlerdendir. İnsanları it gibi çalıştırmaya meraklı olanlara bu laf öyle yaramıştır ki, Josef Stalin bile bu lafı tepe tepe kullanmıştır. Hatta Marie Antoinette'e etfedilen, "Ekmek bulamazsa pasta yesinler" sözü bile Aziz Paulus'un bu sözüne dayanarak icad edilmiştir (-ki gerçekten söylendiği kanıtlanmamıştır). Biz bu sözü "Çalışmayana ekmek yok" şeklinde biliyoruz. Peki neden yok?! İşte buna vicdani/mantıklı bir cevap yok malesef (ve kapitalizmin "mantığı" da bu aşamada bizi ilgilendirmiyor).
    Bu yazının konusu şudur: Her insan, nasıl "Anayasal hakkı olarak", yasa önünde eşitse, eşit şekilde eğitim hakkına sahipse, eşit şekilde bir temel maddi gelir hakkına da sahip olmalıdır. Yani her vatandaşa, anayasal hakkı olarak, belli bir temel gelir garanti edilmelidir. Bunun günümüz şartlarındaki en basit ifadesi: "Her yurttaş maaşa bağlanmalıdır."
Solcu veya "Müslüman", dost sohbetlerinde, "insanlar çalışmamalı" dediğimde, herkesin hayretle yüzüme baktığını hatırlıyorum. Çalışmak hem bir yaşama biçimi hem de bir statü sembolü sayıldığından, konuyu anlatmak ve anlamak pek kolay değil, bunun farkındayım. Ama Evet, daha kesin bir şekilde tekrar ifade edelim: Kapitalist çalışma biçimi, yani kapitalizmin özü olan "Ücretli iş",  çok şık bir şekilde aşılabilir, çünkü herkesin çalıştığı bir toplumu -kapitalizmin sınırları dahilinde- işletmek artık mümkün değildir. Dünyada giderek yaygınlaşan "kalıcı işsizlik", bunun somut kanıtıdır. İnsanlara hayatlarını, haysiyetli bir şekilde sürdürebilecekleri bir ortam sunmak, devletlerin/politikacıların temel görevi olmak zorundadır, çünkü devletler/poşitikacılar halkın memurlarıdır ve maaşlarını (hatta rüşvetlerini!) halkın vergilerinden alırlar.
    Peki ücretli iş bağımlılığı/zorunluluğu ve Paulus'un sözü neden yanlıştır? (ayrıca Paulus bu sözü, "kendi tarlasını işlemeyen aç kalır" manasında söylemektedir, yani çarpıtıldığı gibi değildir)
    "Çalışmayana ekmek yok" sözünün bugünkü karşılığı, açlık, şiddet ve kriminalleşmektir. Bu dünyada herkesin (kapitalist üretici anlamda) çalışacağı kadar iş yoktur ve herkesin çalışmasına gerek de yoktur zaten. Kusur, çalışmayana yaşam hakkı tanımayan kapitalist sistemdedir. Ve değiştirmeye müsaitse, değiştirilmelidir. Unutulmaması gereken şu: Bir konu/fikir, kamuoyuna ne kadar benimsetilirse, mutlaka politikacıların da gündemine gelecektir. (Türkiye'de bunun iki büyük örneği var, birincisi, İslamcıların "Türk değil Müslüman" fikri, diğeri de "Türk değil, Kürt kimliği" fikridir.)
    Kapitalizme özgü iş-üretim-kar döngüsünün olmadığı/işlemediği yerlerde, insanlar ya açlıktan/hastalıktan ölüyorlar, ya Somali'de olduğu gibi korsanlık yapıyorlar ya da IŞİD'e asker yazılıyorlar. Hayatın sadece iş'e bağlı üretim/tüketim ile döndüğü dünyada insanların hayatını "Haysiyetli bir şekilde" sürdürebilecekleri temel bir gelire ihtiyaçları var. Kapitalizm öncesi çağda para kullanmadan yaşanabiliyordu, mutlaka para kullanmak gerekmiyordu. Konu hakkında "Çalışmaya karşı manifesto"nun ("Manifest gegen die Arbeit") yazarlarından sevgili dostum Norbert Trenkle ne der bilmem ama, ben burada kısaca, konu hakkında bazı pratik önerilerden ve argümanlardan bahsedeceğim.
    Kapitalizmin kapitalistlerden ibaret olmadığını, "emek" diye kutsanan "kapitalist iş"in ve "Emekçi"nin kutsal olmadığını, tam tersine kapitalizmi hergün ürettiğini defalarca yazdım. Günümüzün devrimci sınıfının işçiler değil, iyi eğitimli "Beyazyakalılar" olduğunu ("Bildungsbürgertum", yani eğitimi ve entelektüel/yaratıcı kapasitesi sayesinde toplum eliti olmuş kişiler olduğunu) Gezi'de de gördük. Üzerinde özellikle durduğum bir diğer konu da, kapitalist sistemin ancak bütün toplum kesimlerinin (ve ortak aklının) dayanışmasıyla aşabileceğiydi, çünkü artık herkes sistemin içinde ve sistemden nemalanıyor. Buna bağlı olarak, "Herkese maaş başlanmalı" temel fikrinin pratik yanını düşünüp kuramlaştıran kişi de bir kapitalist: "dm" alışveriş mağzaları zincirinin kurucusu Götz Werner.
    "Herkese anayasal temel gelir" önerisine verilen en genel ilk tepki, "Herkese maaş bağlansa, kimse çalışmaz ki" şeklindedir. Öyle ya, hayatın bu şekilde sürebilmesi için kim çalışacak, pis işleri kim yapacak, çöpü kim toplayacak? Sorunun yanıtı çok basit: Temel gelirden daha fazlasına sahip olmak isteyenler çalışmak isteyeceklerdir. Kapitalist sistemi değiştirmek bir süreç meselesidir, birden olmayacaktır; ama en önemlisi, İnsanoğlunun, ruhen ve düşünsel olarak kendini aşmak ve geliştirmek dürtüsüne sahip tek canlı olduğudur. Çalışmak zorunda olmasa da, insanoğlu kendi doğasına göre davranacaktır. Tabii bunun için ille de kapitalist kar dürtüsüyle hareket etmesi gerekmiyor. İnsanları para ve iş baskısından kurtarmak, şimdi tahmin etmekte zorlandığımız muazzam bir yaratıcı dinamiği de harekete geçirecektir. Her insan elbette daha iyisini ister ve bunun için kendi isteğiyle kendi istediği gibi çalışacaktır, ama ne yapacağını kendisi belirlemek koşuluyla. Belli bir temel gelire sahip insanı, belli işleri yapmaya mecbur/mahkum etmek artık mümkün olmayacaktır. "Herkese anayasal temel gelir" fikrine karşı çıkanlar, aslında klasik sömürü (modern kölelik) ilişkilerini devam ettirmek isteyenler ve özgür insandan korkan vasatlardır. Paranın hükümdarlığının sona ermesi, para kuvvetiyle insanlara hükmeden vasatların da sonu olacaktır. Özgürlük kapısı bir kere açıldı mı, onu kapatmanın mümkün olmadığı da aşikardır. Bu öneri ve onun halkta karşılık bulmaya başlaması, politikacıları harekete geçirmek hedefi güden girişimlere sadece bir örnek. Bugün kapitalistler bile Solcular gibi Marx alıntılarıyla kapitalizmi tartışıyorsa, yarın da herkes, insanları para için çalıştırmanın ahlaksızlık demek olduğunu tartışacaktır.
    Peki, şu kadar milyon insana verilecek para nereden bulunacak? Öyle ya, nereden bakılsa bu para, her ay bilmemkaç milyar Dolar eder?! Bu paralar önce, 2008 krizinde ille de kurtarılan bankalara bulunan bilmemkaçyüz milyar Dolar para nereden bulunmuşsa oradan bulunacaktır, yani bilgisayar ekranından! Ve unutmayalım ki, kuru para dağıtılması da söz konusu olmayacaktır. Dağıtılacak "Yeni Para", mal ve hizmetlere erişim hakkı anlamına gelecektir, biryerlere yığılıp faizi falan alınamayacaktır. (Götz Werner "Yeni Para" önerisine ne der bilmiyorum). Tabii bu durumda asıl mesele para değil, imsanlara asgari ölçüde mal ve hizmet sunulup sunulmamasıdır. Türkiye, halkın tamamına belli standartlarda mal ve Hizmet sunabilecek durumda mı? Bu soruya, Türkiye'nin ekonomik verilerine bakarak "Evet" diyebiliyoruz, yeter ki yolsuzluk olmasın ve vergiler en iyi/karlı/etkin biçimde kullanılabilsin, vergilerin nasıl kullanıldığı -tarafsız kurumlar tarafından- etkin bir şekilde denetlensin ve vergileri kötü kullanan politikacılar/memurlar kararlılıkla cezalandırılsın. Türkiye, elli yıl öncesiyle kıyaslanamayacak kadar zengin bir ülke, ama bu zenginlik, bir "Müslüman" Plutokrasi tarafından sadece yandaşlara, yandaş olanlara akıtılıyor. Böylece "Müslüman" Plutokrasi, halkın bir kısmını satın almış bulunuyor.
    Neoliberal toplumlarda etnik/dini kimlikçi kesimlerin güç ve profil kazanması, sosyal devletin özelleştirmelerle tasfiye edilmesi sonucu oldu ve halk; Cemaat, "Yandaş ekonomisi" veya "PKK ekonomisi"ne mahkum kitlelere bölündü. Bu bölünmeyi ortadan kaldırmak lafla/söylemle mümkün değildir. Onun yerine tüm halkı, yeniden özgür iradeli vatandaşlar haline getirmektir, bu da, onların ekonomik haklarının/geleceklerinin garanti altına alınmasıyla olur. İnsanları, "Cemaat imkanları"na mahkum olmaktan "AKP'li olmazsan nemalanamazsın" kıskacından kurtarmak gerekiyor. Bu perspektife sahip bir Sol, geleceği de belirleyecektir.
    Eskiden, Özgürlük yeni yeni tanımlanırken, "insanlar, üzerinde yaşayabilecekleri bir yere sahip olmalılar" denirdi. Bunun anlamı, insanların kendi yaşamlarını sürdürebilecekleri toprağa sahip olmalarıydı. Şimdi kapitalist sistemin tüm dünyada tek sistwm olduğu bir yerden konuşuyoruz ve ileriye doğru yolalırken ilk ilke, herkese temel gelir sağlayan bir sistem örgütlemek ve bunun için halkın tüm kesimleriyle birlikte hareket etmektir.
    İnsanlara temel gelir sağlanması, özgür geleceğe doğru sağlam bir adım atılmasını sağlayabilir.