Postkapitalist refah toplumu ve geçici yeni para sistemi hakkında


1. Olumlu gelişmeler

Kapitalizme özgü birçok temel özelliğin giderek dejenere olduğu ve değişmeye başladığı bir dönemdeyiz. Burada sözünü ettiğimiz değişim, elbette sadece ekonomiyle ilgili değildir. Bazı örneklerden yola çıkarak, postkapitalist döneme doğru uzanması muhtemel gelişmelere işaret ederken, geçilebilecek üç temel aşamadan kısaca söz edilebilir. Bunlardan ilkine artık girildiği anlaşılıyor ve Türkiye'deki bu ilk aşama, olumlu bir gelişme seyri izlemektedir. Krizden sonra herşeyin düzelip, kaldığı yerden aynen devam edeceğini söyleyenler bile, söylediklerine pek inanmıyorlar. Krizden sonra elbette herşey çok daha iyi olacaktır -ama eğer bazı temel değişiklikler yapılırsa ve şimdiden geleceğe hazırlanılırsa... Yoksa bu işin hiç şakaya gelir yanı yoktur. Zamanın kalitesine aykırı davrananları ve dünyadaki değişime uyum sağlayamayanları umduklarından çok daha kötü günler beklemektedir ve bu durum çok ciddiye alınmak zorunda.

Kriz var mıdır yok mudur, psikolojik midir sitolojik midir!.. Seviyesi böyle yerlerde sürünenlerin devlet adamı/kadını olamayacakları bir döneme girmiş bulunmaktayız. Bu durumun hızla anlaşılmakta olduğu görülüyor. Türkiyenin ve dünyanın dibe vurduğu devir geride kalmaktadır, ve o devire özgü birçok şey (üst kadrolar da bunlara dahildir) sahneyi terk edeceklerdir. Bu tasfiye süreci Türkiye'deki haliyle, kademeli/karmaşık ve halkın katılımıyla gerçekleşen sağlıklı (ama ülkenin yönetmi bakımından çok daha riskli) bir yol izlemektedir.

Nesnel olmayan/olamayanların, (yani: anlayamadığı konulara komplo teorileri yakıştırarak dünyayı açıklayabileceğini sanmaya devam edenlerin, en temel konularda bile tarafsız olamadığından işine geldiği gibi her gün bir önceki günden farklı "fikirler" savunanların, medyacı dayısının yeğeni olduğu için "aydın" sayılanların, patentine sahip olduğunu sandığı 'demokrasi/Sol/insanhakları' falan gibi üç-beş terimin elli yıl önceki betonarme tariflerine dayanarak "büyük aydın" olmaya devam edeceğine inananların vd.) bunların, yöneticilik/aydınlık yapamayacağı bir döneme girmiş bulunmaktayız. Halk bunlara giderek daha az itibar edecektir ve bu tip adamlar, bütün dünyada bir düşüş yaşayacaktır. Türkiye'deki gelişmeler de bu istikamettedir.

Yeni dönemde halk/münevverler/entelektüeller,
nesnel bir ortak payda oluşturmak konusunda tahminlerden çok daha olumlu/yapıcı bir yönde ilerlemektedirler. İflas etmiş mikro-milliyetçi "sorun"cuları ve kapitalizme laf söyleyemediği için meleklerin cinsiyetini tartışmak babından eski/ağlamaklı/arabesk mikro-milliyetçi kampanyalardan medet uman demode neoliberalleri saymazsak (ve “şeytan bizim taraftansa ona da arka çıkmak lazım. Nihayetinde abimizdir” zihniyetindeki “islami” parti/cemaat yandaşlığını da saymazsak) oldukça geniş bir yelpazeden söz ediyoruz. Makul muhalefetin Sol/Sağ/İslamcı/Milliyetçi vs. türünden sisteme özgü kategorileri aşarak, Yüksek İnsani Değerler temelinde Nesnel Eleştiri ilkesini artık çok daha iyi anlayıp işletmesi, Anadolu'nun kadim ruhunun yeniden dirilmesinin teminatıdır.

Anadolu'nun “İslam” adı altında (İslam'ın doğasına aykırı bir şekilde), para manyağı Arabi/Sünni Amerikancı neoliberalizm tarafından kültürsüzleştirilmesi ve (güya Araplara “örnek?!” olsun diye) Ortadoğululaştırılması girişimi -tüm neoliberal "demokrat aydın" desteğine rağmen- başarısızlığa uğramıştır. Şimdi kültürün yeniden yükselmeye başlayacağı bir döneme girilmektedir. Bu aşama, postkapitalist topluma doğru giden -sıfır noktasından sonraki- ilk aşamayla ilgilidir. Anadolu'nun bu kültürsüz/görgüsüz/müziksiz/danssız 'kültürel çöl' devri
2008'in ilk yarısında dibe vurmuş, ikinci yarısından itibaren de yeniden yükselme trendinin başına doğru yaklaşmıştır. Şimdi yeni dönemde Anadolu, artık mütemadiyen uyanacak, külürünü, kadınını, özgürlüğü, müziğini, dansını, şiirini, yüksek kültürünü vs. yeniden hatırlayacak, sahiplenecek ve yükselecektir. O ölçüde de Anadolu, giderek artan bir kararlılık ve akıllılıkla Anadolu'yu kültürsüzleştirenleri tasfiye edecektir. Kadın/sevgi/aşk/müzik/dans düşmanı ruh/gönül/sanat çölleşmesini Anadolu'ya “İslam” diye satmaya kalkanların devri sona ermektedir. Tanrı'yı/kutsalı paraya/pula/rantiyeciliğe/talana/hırsızlığa/sapıklığa/vs alet etmenin elbette bir bedeli olacaktır. (Anadolu'yu faşizan bir baskı altına alıp kültürsüzleştirenler tasfiye edilmezlerse, onların yaptıkları Sünni İslam'a mal olacaktır ve muhtemelen bir dizi felaketleri de içeren bir sürecin sonucunda Sünni İslam en geç 21. yüzyılın ortasından itibaren Anadolu'da hızla küçülen bir azınlık haline gelecektir). Dünya kültür ve uygarlığının beşiği/kaynağı Anadolu'da böyle bir ruhsal kuraklık dönemi, bir daha asla yaşanmayacaktır. (Neo-islamcı sonradan modernleşme dönemine özgü kültürsüzleştirme mekaniğinin nasıl işlediği ve artık neden işlemeyeceği konusunu, başka bir yazıya bırakıyoruz)

2. Postkapitalist para sistemine geçiş hakkında

Postkapitalist dönem, adı üstünde kapitalizmle henüz bağını koparmamış/koparamamış ama ileriye yönelik bir dizi girişimi/deneyi içerecek bir döneme işaret etmektedir. Bu döneme açılan ilk aşama, kapitalist sistemin bizzat içinde olduğundan, öznel/sübjektif bir irade/nefs sınavını da içermektedir. Kapitalist sisteme özgü ücretli iş, petrol tüketimi, artı değer ve faiz/spekülasyonla üreyen para sisteminin henüz hiç değiştirilmediği bu ilk dönemin ardından, bazı sistemsel değişikliklerinin -mecburen- yapılacağı bir dönem gelebilecektir. Bu döneme özgü ilk sinyal, şimdilik, faizlerin sıfıra doğru indirilmesi girişimleridir. (Japonya bunun en tipik örneğini oluşturuyor. 1999 yılının ardından da yıllarca sıfır faiz ilkesine bağlı kalan Japonya, faizleri ortadan kaldırılarak da uzun süre bankacılık yapılabildiğini göstermişti) Tabii konu kesinlikle bir-iki faiz ayarlaması/kaldırılması ile halledilebilecek kadar basit değildir. Bu aşamada para sisteminin tamamen değiştirilmesi gerekiyor -ki sadece ilk adımdır. Bu yönde fikir beyan edenler başta Avrupa olmak üzere giderek artmaktadır. Henüz Türkiye'nin "dünyaca ünlü ekonomistler"i (aslında bu laf, 'dünyadaki ortalama ekonomistler' demek oluyor) konu hakkında suskunlar. Anglosakson piyasa dergilerinde çıkacak yazıları bekliyor olmalılar.

Faizin sıfıra indirilmesinin de ötesinde eksi-faiz uygulamasının örnekleri de yok değil. İsviçre, kendi parası Frank ile döviz spekülasyonu yapılmasını önlemek amacıyla, bunu yapanlardan bir tür 'ceza faizi' almaktadır. Daha önce de eksi faiz uygulamaları -kapitalist sistem çerçevesinde- yapılmıştır. Bunlardan en çok dile dolananı Wörgl deneyidir. 1929 finans krizi ardından para pul olup milyonlarla/milyarlarla konuşulmaya başlanınca, Avusturya'nın batısındaki Tirol bölgesinde 15 bin nüfuslu Wörgl kasabasında şehir yönetimi 1931'de 'yerel para' basmıştır. Sadece Wörgl sınırları dahilinde geçerli olan bu paranın en ilginç özelliği, piyasaya çıktığı andan itibaren KONTROLLÜ olarak her ay önceden belirlenmiş bir miktar değer yitirmesiydi. Belediye başkanı bu yolla paranın biriktirilmeyip kullanılmasını hedeflemişti. Ekonomik kriz nedeniyle işsizlerin muazzam arttığı kasabada bu yolla herkesin bir şekilde çalışmaya teşvik edilmesi, moral bozukluğunun kısmen de olsa giderilmesi de amaçlanmıştı. Wörgl'lüler bu parayı çabuk elden çıkarmaya bakıyor, kullanıyor ve kazanmak için de karşılıklı çeşitli hizmetlerde bulunuyorlardı, paranın mümkün olduğunca çabuk, değeri düşmeden şehir kasasına dönmesine dikkat ediyorlardı. (Kasaba sakinleri bu para türünü basıp kullanmaya, kendi aralarında oturup tartışarak karar vermişlerdir. Bu para türünün fikir babası Silvio Gesell, yaklaşık bir yıl önce ölmüştü ve bu deneyin başarısını ne yazık ki göremedi)

Eksi faizli yerel para uygulamasının sonucu hayret vericiydi. Wörgl, ekonomik krizin mahvettiği yakınındaki tüm kasabalardan çok daha iyi durumdaydı ve kasabaya özel bir refah seviyesi yakalamıştı. Wörgl'ün krize rağmen iş ve aş sorununu çözmesi yakın kasabalara da ilham verdi. Benzeri uygulamaları diğer yerleşim birimleri de başarılı bir şekilde uyguladı -ta ki Avusturya hükümeti yeni bir ulusal para birimi çıkarıp 13 ay sonra yerel parayı yasaklayıncaya kadar. Bavyera devletine kısa bir süre ekonomi bakanlığı da yapan Silvio Gesell adındaki anarşist bir entelektüelin (kapitalizm ile sosyalizm arası) önerilerine dayanan bu para türünün Wörgl'deki başarısı yankı uyandırdı ve kasabayı Amerikalı yazar Ezra Pound, Fransız Sosyalist Partisi başkanı Edouard Daladier (daha sonra Fransız Başbakanı olmuştur) gibi ünlüler bile ziyaret etti. Bu paraya 'HürPara' dendi. Paranın tutması ve başarılı olmasının temel nedeni, kasabadaki dükkan ve firmaların parayı kullanmaya karar vermesidir (başka şansları da yoktu. Ya iflas ve açlığa talim edeceklerdi ya da bu deneye katılacaklardı). Bu uygulama ile kasabada işsizlik bir yılda yüzde 25 azaltılmış, ekonomi canlandırılmıştır. Aynı sürede ülkede tam bir işsizlik patlaması yaşanmaktaydı.

Paranın pratik olarak nasıl işlediği ile ilgili kısaca şunlar söylenebilir: Her para kâğıdınının üzerinde 12 boş alan bulunuyordu. Her ay bu boşluklara bir pul yapıştırılıyordu. Bu pul yapıştırılınca para, üzerinde yazılı değerinin yüzde birini yitirmiş oluyordu. Yani parayı onbir ay cebinde tutan biri, parayı hatcamaya kalkınca onbir pul yapıştırılıyor ve parasının değerini (yüzlük bir banknotsa) yüzde 11 eksiğine kullanabiliyordu. Paranın bu hızlı dolaşımının enflasyonla bir alakası yoktur (sadece kontrollü/bilinçli bir değer yitimidir). Bu sistemde piyasaya sürekli para sürmek gibi bir durum söz konusu olsa da, paranın piyasadaki miktarı pek değişmemektedir. Kapitalist sınırlar dahilinde bu tecrübe esas alınarak yeni bir para sistemi geliştirmek ve varolan sisteme paralel uygulamak hiç de zor olmasa gerektir. Tabii bunun için önce siyasi kararlar almak gerekiyor.

Burada özellikle altı çizilmesi gereken konu, bu para türünün finans krizinin yıkıcı etkisinin önüne geçmek ve ekonominin bütün herşeye rağmen dönmesi için kullanılabilecek bir yöntem olmasıdır. Bu para türü, postkapitalist dönemin sadece bir ön alternatifi olabilir. Zayıf yanı, tüm orjinalliğine ve devrimciliğine rağmen kapitalizme özgü bir uygulama olmasıdır -çünkü kapitalist para sistemi kendi başına diğer kapitalist faktörlerden bağımsız bir şey değildir. Marx'ın çok iyi analiz ettiği ücretli iş ve mal/meta sistemini değiştirmeden -sadece parayı değiştirerek İLERİYE DÖNÜK postkapitalist alternatifler kurmak mümkün değildir. Ama HürPara, ülkelerin taşralarında işsizliği azaltmak ve yerel ekonomileri güçlendirmek amacıyla geçici bir süre için pekâlâ uygulanabilir. Ama geçişin üçüncü aşamasından sonra bir postkapitalizmden bahsetmeyeceğiz, çünkü postlu veya postsuz, 'kapitalizm' terimini kullanmayacağız. (Başka bir yazının konusudur)

Sonun başlangıcı ve postkapitalist refah toplumuna doğru

1. Sonun başlangıcı

Global krizin bundan sonrasına hazır olmak konusunda söylenebilecek ilk şey artık galiba şu: “Kemerlerizi bağlayın!..” Ama iyimserlik adına maalesef bu kadarıyla da yetinmemek gerek. Çünkü acil bir iniş sözkonusu!.. Yani dikkat çekilmesi gereken konu, pilotun tecrübesi, kapasitesi ve derinliğiyle ilgili. Pilot acemiyse, olay bir düşüşe/çakılmaya falan da dönüşebilir! Ülkelerin/halkların şimdi bunu çok iyi tartıp bu dönemin yöneticilerini ona göre belirlemesi gerekiyor. Ahbap/çavuş/yan/yandaş usulüyle seçilmiş rantiyeci vasat kadrolarla önümüzdeki dönemden geçmek kesinlikle mümkün değildir. İlhan Kesici, krizden bahsederken yeterince çarpıcı olabilmek için, “Bütün herkese ve özellikle sermaye sahiplerine sesleniyorum, hepiniz öleceksiniz” diyor. (29.11.08 tarihli Vatan gazetesi. Aktaran, Can Ataklı). Kulağa abartılı da gelse de yersiz değil. 2007'de başlayan ve 2008'de trilyonlarca Dolar harcanarak bir süreliğine durdurulan düşüş, 2009'da hızlanarak yeniden sürecek gibi görünüyor.

Artık, iyimser olmanın somut nedenleri üzerinde durmalıyız ve iyimserliğin sağlam temelini oluşturmak için çabalamalıyız. Krizin ilk aşamasında, Türkiye gibi sistem taşrasında pek algılanmayan (olumlu) önemli gelişmeler oldu. Mesela daha yaz aylarında insanlığın vicdanı bazı yazarların (Alex Rühle onlardan biri) dünya basınında yazdıkları üzere, 'O trilyon Dolarlarla firmaları/bankaları kurtarmaya kalkmak yerine, küresel ısınma durdurulabilirdi.' Hesap-kitap ortada -bu mümkündü. Şimdi daha yeni yeni (Aralık ayı ortasında), bu sözlere cidden kulak asılmaktadır ve ciddi uyanma belirtileri görülmektedir. Sevgili Alex ve diğer yazarlar etkili oluyorlar (ama girişimlerin henüz yetersiz olduğu da kesin. Çünkü sistemsel değişiklikler yapmak zorunluluğunu duymadan, -mesela sistem mutlaka “büyümek, daha çok üretip tüketmek zorunda” olduğu sürece- atmosferi kurtarmak, en hafif deyimiyle 'kolay değildir') Çabalar sürüyor. Öyle veya böyle başarı mutlaka gelecektir.

Oksijensiz yaşanabileceğini ama parasız yaşanamayacağını sanan ve buna din gibi inanan para/iş/tüketim bağımlısı modern zaman insanı, hayatının krizine girmek üzere. Bu krizden çıkacağı da şüpheli. (Çıktığında başka birşey olmuş olacak) Şimdi en önemli konu, gelecek korkusudur. Toplumu gelecek korkusundan kurtarmak için, parasız temel hizmetlerin -ülkenin en fakir bölgelerinden/kesimlerinden başlayarak- mutlaka örgütlenmesi gerekiyor. Ama ondan daha önemlisi, adamlığı mala/mülke/paraya/pula/amcaya/dayıya/partiye dayanan hoş ve de boş "muteber adam" şablonunun kesinlikle kırılması grekiyor. Sahicilik, inandırıcılık (ve bunları daha ileriki aşamada garanti altına alabilecek özelliklere sahip yeni para sistemi ve kurumlar) şimdi çok önemlidir -ileride daha az önemli olacaktır, çünkü yolsuzluğun maddi/manevi temeli tasfiye edilecektir. İlk aşamada 'parasız hizmetler' konusunda eski tecrübelerden, dünyadaki örneklerden öğrenmek gerekiyor. İnsanlar, ne olursa olsun sokakta aç/açık kalmayacaklarını, daha sonra da insan haysiyetine uygun bir yaşam sürebileceklerini bilmelidirler. Bunun sosyal barış için ne kadar önemli olduğunu anlamayanlar Yunanistan'a bakabilir. Gelecek korkusu, en küçük kıvılcımla olmadık yangınlar başlatabilir. Türkiye gibi sistemin kenar mahallelerinde temel insan ilişkileri çok daha az bozulduğundan, bu tip sorunların üstesinden gelmek daha kolay olabilir -yeter ki işin içine para ve yolsuzluk karıştırılmasın ve yolsuzlar en acımasız şekilde cezalandırılsın.

Bu kez kriz, konjonktürel krizlerden farklı -bir sistem krizi. Bu özelliğini gözden kaçırmadan, Şimdiye kadarki konjonktürel finans krizlerinin başlangıç tarihlerini tahmin etmek için Princeton Economics Institute’ta otuz yıllık bir çaba sonucu orijinal bir metod geliştiren Martin Armstrong'un gün şaşmayan tahminlerine bakılacak olursa, 2009 başından itibaren (3 Ocak?) büyük düşüş başlayabilir ve mütemadiyen 2011 (Şubatına?) kadar sürebilir. Eğer böyle olursa, bu çok uzun bir süre. Bu süre içinde yaşamsal önemde iki konu var. Birincisi: Kendi yağıyla kavrulabilen bir milli ekonomiyi yeniden canlandırmak ve çok sağlam bir temele oturtmak. Bu temel, “Büyüme” veya “ne kadar çok tüketiyorsan o kadar zenginsin” türünden kapitalist saçmalıklardan bağımsız olmak zorunda, çünkü har vurup harman savuracak dünya kalmadı. Artık hava da su da toprak da iktisatlı kullanılmak ve -daha önemlisi- değeri bilinmek zorunda.
İkincisi: Dünyada ortalık çok karışırsa (bu ihtimal oldukça yüksek), Türkiye'nin etrafı ve yakın çevresi büyük bir savaş sahnesine dönüşürse Türkiye ne yapar. Güvenilir müttefikleriyle barış için nasıl daha efektif/aktif birlikler oluşturabilir ve barışı nasıl muhafaza edebilir. (Mesela Rusya, Doğu Avrupa ve Kafkaslarda önemli bir saldırgan savaş potansiyeli taşımaktadır. İran atom silahlarına sahip olduğu anda 17'inci yüzyıldan beri devam eden Türk-Fars dengesi İran lehine bozulur vs.) Bu konularda yalpalamayan, savaş tehlikesini de düşünen, tutarlı bir dış politika kurmak şimdi daha önemli.

2. Postkapitalist topluma doğru

Geçiş dönemi biraz sıkıntılı gibi görünse de, en kısa zamanda -yeni anlamda- kalıcı bir refah ve barış dönemine evrilebilir. Mütavazilik diye herkesin kıt kanaat yaşayacağı ve kuru/kültürsüz bir dönemin başlayacağını sanmak büyük aymazlık olur. Hayır. Kalıcı bir refah dönemi kurmak mümkündür ve kurulacaktır. Tabii bunun baş koşulu, kapitalizme has faizli para cinsinden kurtulmaktır. Bu konu, çok somut ve önemli bir konudur. Geçişin ilk aşamasında, (yani iyi/doğru olmanın sosyoekonomik temellerinin henüz inşa edilmediği bu dönemde) NEFS hakimiyeti, insani değerlere aktif bir şekilde sahip çıkıp yükseltmek çok önemlidir ve tam bir sınav teşkil etmektedir. Kalıcı refahı kurmak ise yeni para sistemiyle (ve onun neden olacağı yeni yaşam tarzıyla) alakalıdır. Yeni para sisteminin ilham alacağı iki temel örnekten en önemlisi, 10'uncu ve 13'üncü yüzyıllar arasında dünyanın çeşitli bölgelerinde çok sayıda yerel para biriminin yanyana varolduğu ve bu birimlerin sık sık geri çekilip yeniden piyasaya sürüldüğü, ve paranın kullanım bedeli diye birşeyin olduğu dönemlerdir. Bunun ne demek olduğu, bu dönemlerde ortaya çıkan yüksek yaşam kalitesinin, yüksek kültürün ve bunların sosyolojik nedenleri (ve daha sonra faizli para türünün yükselişiyle işlerin nasıl tersine dönüştüğünü, ikinci bölümde anlatmaya çalışacağız.

(devam edecek)

1788 Fransız finans krizi, tarihte gezinti ve irrasyonal notlar


ABD'de 2007'de başlayan ve adına şimdilerde "finans krizi" denen sistem krizi ile, Fransa'da 1788'de yaşanan finans krizi arasında çok önemli kategorik benzerlikler bulunuyor. Bunlar, finans, ekonomi ve siyaset alanıyla da sınırlı değil. Fransız krizi, sistemde nitel bir değişiklik başlatarak yeni bir çağ açmıştı ve 1789 Fransız İhtilali ile zirveye çıkmıştı. Daha sonrasını herkes biliyor. Bu kısa yazıda Fransız krizi hakkında bazı kısa notları aktaracağız.

1788 yılı Sultan Birinci Abdülhamit’in Kırım’ı geri almak için Rusya’ya karşı başlattığı savaşın ikinci yılıydı. Avrupa’da, üçyüz yıldan beri görülmemiş muazzam bir kış hüküm sürüyor, İstanbul Boğazı’nda buzlar yüzüyordu, ama moraller yüksekti. Aynı günlerde İngiltere’de Alman asıllı astronom William Herschel, kocaman teleskopuyla gökyüzünü gözetlemekteydi. Samanyolu’nun galaktik merkezini yeni yaptığı teleskopunun okülerinden ilk kez gördüğünde oldukça şaşırmış olmalı. Çünkü yedi yıl önce keşfettiği Uranus, yusyuvarlak bir gezegendi. Ama o soğuk 5 Şubat 1788 günü gördüğü gökcismi, spiral halde döndüğü anlaşılan mekik gibi bir ışıktı.

Dört gün sonra Avusturya Türkiye’ye savaş açtı ve Rusya’nın yanında olduğunu ilan etti. Sultan, Prusya ve İsveç’le kurduğu pakt sayesinde Avusturyalılara karşı başarılar kazanırken, Herschel de 12 metrelik teleskopunu yapıyordu
-o zamana dek yapılanların en büyüğü. Bu arada önemli bir gök olayını kaçırdı. Dünyadan bakınca Yay burcunun 26 Derecesi yakınlarında görünen Samanyolu’nun galaktik merkezinin hemen yanından, cüce gezegen Pluto geçiyordu. Hadi Pluto çok küçük, o teleskopla görmesi imkansızdı, (Pluto yüzkırkiki yıl sonra keşfedildi) ama Pluto’nun galaktik merkezden geçişi gibi nadir bir olay, ancak 2007’de yeniden gerçekleşecekti. Herschel buna rağmen, döneminin en önemli astronomlarından biri sayıldı. Bu gök olayının, finans piyasalarını her zaman doğrudan etkilediği varsayımını 20’inci yüzyılın ikinci yarısında tartışmaya başlayanlar arasında en ayağı yere basan kişi ise kuşkusuz Martin Armstrong’dur.

Burada en dikkat çekici olan, Armstrong’un Princeton Economics Institute’da otuz yıllık bir çaba sonucu geliştirdiği tahmin sistemini; Pi Sayısı (3.14159) ve (Marx’ın deyimiyle) ‘sanal/fiktif’ kapitalin psikolojik etkilenmesi temeline oturtmuş olmasıdır. Yani Armstrong, dünya finans sistemi’nin 1971’de ABD başkanı Nixon tarafından reel altın endeksinden koparılmasını, çalışmalarında bilimsel bir veri kabul ediyordu ve finans piyasalarının o zamandan beri irrasyonel bir şey haline geldiğini ve soyut ‘güven’ endeksine göre işlediğini hesabına katıyordu. Bu aşamada Armstrong, işin içine astrolojiyi de kattı. Kendi kurduğu sistemle, Japon Nikkei endeksinin 1989’da aniden çöküşünü, sonra da 1997 Asya krizini neredeyse gününe varıncaya kadar önceden tahmin etti ve dikkatleri üzerine çekti. 2007’de başlayan krizi de önceden tahmin etti. (Sonrası da var.)


1788 ve 2007’de Fransa ve ABD’de başlayan iki fundamental finans krizinin benzerliği, kuşkusuz yukarıda söz ettiğimiz ortak gök olayından çok daha fazladır. Ama benzerlikler bir yana, 1788 finans krizinin ve 1789 Ağustosunda başarıya ulaşan Fransız İhtilali’nin en önemli ekonomik ve siyasi nedeni genç ABD'dir. Fransız İhtilali'nin aslı/orijinali (Burjuva Devrimi) Amerika'da başlamıştı. 1775'de İngilizlere karşı ayaklanan Amerikalı vatanseverler, Fransa Krallığıyla ittifak yaparak, 1776'da bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Kralsız ilk modern ulus-devlet olan ABD 1777'de kuruldu, ama savaş devam etti. İngilizlerin kesin yenilgisi, ancak 1781'deki Yorktown savaşında geldi ve zafer Fransız yardımıyla gerçekleşti. ABD'nin tarih sahnesine çıkışı, kalite itibariyle günümüze dek süren dönemin başlangıç noktasını işaret eder.

1600'lü yılların ilk çeyreğinde, önce İngiltere'de ve Fransa'da (homojenleşmiş kapitalist para/iş toplumunda "parasız yaşayamamak" anlamında) ortaya çıkan ‘kapitalist sistem’, bütün bir ülkeyi kaplayamadığı/yoğunlaşmamış bir ilk dönem yaşamıştır. ABD’nin kuruluşu ile 1777’de başlayan ve bugün de devam eden dönemin, sözkonusu (para ilişkileri) yoğunlaşmasının bir sonucu olarak 1788'de yaşanan mali kriz, kapitalizmin (çok önemli siyasi gelişmelere de neden olan) ilk ciddi finans krizidir. Krizin hemen ardından 1789 Fransız İhtilali gibi bir olay yaşanmıştır. Fransız ihtilali, Amerikalı devrimcilerden esinlenen 'Özgürlük-eşitlik-kardeşlik' sloganıyla, modernleşme/kapitalistleşme şablonu haline gelmiştir.

Etkisini (Türkiye'de) 1990’lı yıllara kadar koruyan ‘Avrupa merkezci tarih anlayışı’, Fransız İhtilali'ni gökten zembille inmiş başlı başına bir fenomen gibi gösterir. Fransız İhtilali, konsept itibarıyla Amerika'dan ithaldir -hem de bizzat orada Amerikalılarla İngilizlere karşı savaşan Fransızlar tarafından Fransa'ya getirilmiştir.
Elbette 1788’den önce de sanal kapital (finans) krizleri olmuştur (nihayet mâli kriz kapitalizmin doğasında var). Fakat kapitalist sistemin henüz tek tek ülkeleri tamamen kaplamadığı ve sosyal homojenleşmenin yeterince yaygınlaşmadığı dönemlerde sanal para krizleri belli alanlarla sınırlı kalmıştır (mesela Hollanda'daki 1636 “lale krizi” böyledir). Fakat bunların hiçbiri, 1788 Fransız kriziyle ve Kral XVI. Lui'nin başına gelenlerle kıyaslanamaz.

Barack Obama gibi, boğazına kadar borca batmış bir ülke devralan XVI. Lui, dedesi XV. Lui’nin ölümünden sonra 1774’de tahda çıktığında henüz 19 yaşındaydı. Sevilen ve umut bağlanan bir hükümdardı.
Fransa, 1608’den beri Kuzey Amerika’da koloniler kurmaya çalışıyordu. Kanada’daki Quebec, bu dönemde kurulmuştu. Bu maceradan geriye isimler kaldı. Örneğin daha önceki Fransız kralı XIV. Lui’nin adı 1682’de bir eyalete verildi (Louisiana). Fransa, 70 yıl boyunca, Kızılderili kabilelerin de katıldığı savaşı 1759’da gene Quebec’te kaybetti ve 1763’te bütün kolonyal haklarından feragat etiği bir anlaşma imzaladı. Aynı dönemde Fransa, ‘Yedi Yıllık Savaş’a da katılmıştı. Avrupa’da Fransa, İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasındaki büyük cebelleşme, bütçesini fana halde aşındırmıştı.

Avrupalı büyük devletler birbirini yerlerken ABD, kapitalizmin siyasi formu olan demokrasiyi işletmek konusunda ilk önemli adımları atıyor, ilk önemli deneyimleri kazanıyordu. (Bildiğimiz anlamda ilk demokrasi, 1640 yılından itibaren Amerika’daki küçük Rhode Island eyaletinde uygulanmaya başlanmıştır)
Bugün de genellikle kabul gördüğü üzere: ABD bağımsızlığını Fransa sayesinde kazanabilmiştir. Fakat bağımsızlık savaşı ve Kuzey Amerika operasyonlarının Fransız bütçesindeki tahribatı çok büyüktü. Tıpkı ABD'nin Irak savaşı için harcadığı milyarların yaptığı tahribat gibi bir durum sözkonusuydu. Bu arada asiller, artık ciddi bir güç olan Burjuvazinin finansal reform önerilerini geri çeviriyorlardı, çünkü asillerin imtiyazlarını kısıtlayıcı önlemler öneriliyordu (tıpkı şimdi, global sanal sermayenin ve onun baronlarının haklarını kısıtlamayı öneren önlemler gibi).

Genç Lui, tam bir paradoks örneği gibi görünse de, Amerikalı devrimcilere desteği artırdı. ABD, onun yoğun desteği sayesinde bağımsızlığını ilan edebildi. İngilizler yenildiler ve 1783’de Paris anlaşmasını imzalamak zorunda kaldılar. Kral, bununla yetinmeyip, yeni girişimleriyle Fransız donanmasını, denizlerde İngilizlerle boy ölçüşebilecek ölçüde güçlendirdi. XVI. Lui, sekiz yıllık ilk iktidar döneminde halk tarafından çok sevilen bir hükümdardı. Bu dönemde, Amerika’dan dönen, orada savaşmış askerlerin önemli rol oynadığı devrimci akım ortaya çıkmıştır.

Devrimciler, Amerika'daki gibi kralsız bir devlet istiyorlardı.
Fransa, savaşın maliyetini ve verdiği zararı önlemek için daha 1715’te bir İskoçyalıya devlet bankası kurdurmuş, ardından 1720’de ilk kâğıt para enflasyonu yaşanmıştı. Kral XVI. Lui tahda çıktığında devlet borçları, bütçenin yüzde 67'sini oluşturuyordu. Devlet bu borçlarını, yüksek faizli devlet tahvilleri ile kapatmaya çalışıyordu. Ama yükselen giderler nedeniyle, bütçe açığı sürekli büyüyordu. 1774 bütçesinin yüzde 33'ü orduya ayrılmışken, sadece devlet borçlarının faizine, bütçenin yüzde 30'u bile yetmiyordu. Devlet, giderlerini esas itibariyle dolaylı vergilerden karşılıyordu. Giderlerin sadece yüzde 28'i doğrudan vergilerle ödeniyordu.

Aynı yıl Kral, Robert Turgot'u maliyeden sorumlu genel koordinatörlüğe atadı. Yüzde 65'lik fiyat artışları halkta huzursuzluk uyandırdı. Çalışanların maaşları sadece yüzde 22 arttı. Bu fark, hızlı bir fakirleşmeye yol açtı. İhtilalden önceki dönemde, orta halli bir aile, sadece ekmek almak için, kazancının yüzde seksenini harcar hale gelmişti. Fransız İhtilali, bu atmosferde başladı ve başarıya ulaştı. Fransızlar ihtilalin en hızlı günlerini yaşarken, Sultan Birinci Abdülhamit ölüm döşeğindeydi. Ruslara karşı daha Eylül 1788'de Şebeş zaferini kazanan Osmanlı ordusu, Aralık ayında yenilmiş, Özi kalesi Ruslara kaybedilmişti. Bu haberi alan Padişah felç geçirdi ve 1789 Nisan ayı başında hayata gözlerini yumdu. Fransız İhtilal'ini ve ne olduğunu öğrenmek, onun yarattığı rüzgarla başa çıkabilmek için yeni reformlar yapmak, yeğeni Sultan III. Selime miras kaldı.

Finans krizinin mekaniği ve krizin devletleştirilmesi hakkında


Dünyanın en büyük beş global yatırım bankasından üçü battı. Lehmann Brothers, Meryll Lynch ve Bear Stearns tarih oldu. 1929’daki finans krizinden sonra birçok Wall Street bankeri bürolarının camlarından atlayıp intihar etmişti. Şimdi tüm bürolar klimalı, pencereler açılmıyor, intiharlar duyulmuyor. Duyulmaması çok da iyi, zira piyasalar çok duyarlı çok duygusal. 'Kapitalizmin sonu' söyleminden kaçınan ve Polyannacılık oynayanlar haksız sayılmazlar: Dünya piyasaları 1971 yılına kadar somut bir şeye, ‘altın’a endeksliydi, o zamandan beri de ABD’ye (ve fiili dünya parası Amerikan Dolarına) olan ‘güven’e endeksli. Warren Buffet bunu, ‘Güvencesiz/karşılıksız her kâğıt para sistemi, politikacıların güvenine bağlıdır’ diye ifade ediyor. Bu nedenle 'pozitif düşünmeye' ve pembe yalanlar söylemeye devam ederken, bir yandan son krizin mekaniğini, boyutlarını, izlemesi muhtemel güzergahları ve önlemlerin hangi zihniyeti esas almasının doğru olabileceğini konuşmayı ihmal etmemeliyiz.

Yaklaşık otuz yıldan beri durmadan büyüyen spekülasyon ve kredi balonu, dünya ekonomisinin esas dinamiğini oluşturuyor. Reel ekonomiye yatırım imkanının ve getirisinin azalması nedeniyle, sermaye finans piyasalarına kayıyor. Sadece tüketiciler değil, devletler de sürekli borçlanıyorlar, faaliyetlerini borçsuz döndürmekte zorlanıyorlar. Sorun bir ‘aşırı birikim’ sorunudur ve Türkçesi şudur: Teorik olarak, piyasalarda, dünyayı onlarca kez satın alabilecek kadar çok para dolaşmaktadır. onlarca dünya olmadığına göre bu kadar çok para hayalidir ve maddi temeli yoktur. Güven endeksinin 2001’den sonra 11 Eylül, Afganistan, Irak derken fena halde erozyona uğraması sonucu, bu hayali/sanal sermaye balonunun kritik eşiği aştığı ve realite iğnesine dayandığı görünüyor. Günümüzde ‘balon’ gibi oldukça sevimli bir metaforla anılsa da, Marx’ın daha 1857’de analiz ederek adını ‘fiktif/sanal sermaye’ (fiktives Kapital) koyduğu duygusal/kurgusal sermaye türü, II. Dünya Savaşı öncesinin neredeyse üçyüz yıllık kapitalizm tarihinde yaşananların hepsinden daha ürkütücü bir krize girmiş görünüyor. Ürkütücü, çünkü olağanüstü büyük bir balon.

Marx tarafından tarif edilmiş sistem mekaniğine göre; ağırlık merkezi spekülasyon, faiz amaçlı kredi ve fiyat dalgalanmaları olan sanal sermaye ile onun reel karşılığı arasındaki fark büyüdükçe, finans krizi olma ihtimali de artıyor -idi. Otuz yıl öncesine kadar geçerli olan konjonktürel kriz mekaniğine göre sanal sermayenin yeniden krize girmesi gerekiyor idi. Fakat İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra en geç 1970'li yıllarda olması beklenen büyük finans kriz yaşanmadı. Onun yerine, sadece ‘zorunlu büyük kriz’ baskısını hafifleten ve Doğu Bloku’yla (ve Ortadoğu ülkeleriyle vs.) sınırlı kalan bir çöküş yaşandı. Parası pul olan reel sosyalizmin (yani kooperatist kapitalizmin) çöküşü, kapitalizmin hanesine yazılmadı. Krizin (liberal) kapitalizme sıçramasını önleyen asıl etmen, altın endeksinin kaldırılmış olmasıydı. Böylece sanal sermaye, yeni spekülatif mecralara akarak çökmeden çoğalmayı/şişmeyi sürdürebildi. Burada altı özellikle çizilmesi gereken durum herhalde şu olmalıdır: Beklenen büyük kriz önlenmemiştir, sadece ötelenmiştir. Bu süre zarfında sanal sermaye balonu, reel gerçeklerden tamamen uzaklaşarak tarihte hiç olmadığı kadar şişip uçmuştur. Robert Kurz'un tahminlerine göre şu anda dünyada dolaşan uluslarötesi paranın yaklaşık yüzde doksanyedisi, reel olmayan spekülatif sermayedir ('Das Weltkapital' Berlin 2005, s.234). Burada en rahatsız edici gerçek, sanal sermayenin eninde sonunda reel değerlere dönmek zorunda oluğudur. Bu dönüşün toplum ve devletler açısından ne anlama geldiği ve sonuçları üzerinde şimdiye dek pek durulmamıştır. Ama bir Çin atasözü, durumu kısaca özetlemektedir: ‘Çok yüksekten uçan, çok derinlere düşer.’

Ücretli çalışanların ürettiği mal ve/veya hizmetlerin, maliyetinden daha fazlaya satılması sonucu ortaya çıkan (üretime bağlı) artı değer birikimi, reel sermayeyi oluşturur. Dünyada reel sermayenin üretilmesinde temel rolü oynayanlar hâlâ işçilerdir. Sanal sermaye ise 'kapitalist çalışma ve üretim sistemi' ile değil, spekülasyonla, fiyat dalgalanmalarıyla, faiz almak amacıyla verilmiş kredilerle vs. oluşur. Bu yüzden de duygusaldır ve güvene endekslidir. Sanal sermeyenin üretilmesinde çalışan ve aynı zamanda sanal sermaye tarafından finanse edilen yeni sınıf ise, adına kısaca 'Beyaz yakalılar' dediğimiz ve günümüzde işçilerden yüzlerce kat daha kalabalık olan yeni kesimdir. Patronla çalışan arasındaki sınırlarının yer yer belirsizleştiği yeni kesim, çeşitli kademelerdeki büro ve (Türkiye’de daha çok) dükkan çalışanlarından oluşmaktadır. Miktarını kimsenin bilmediği çok sıfırlı sanal sermayenin eriyerek reel değerine doğru düştüğü aşamada beyaz yakalılar sınıfı, yaptığı işle kendi reel hayatını idame ettirebilecek durumda olmayan kesimdir.

Krizin özü, reel ekonominin sanal ekonomiyi artık taşıyamıyor olmasıyla ilgilidir. Reel/sanal dengesinin bozulmasındaki bir diğer etmen de, 1980'lerde yaşanan mikroelektronik devrimin yol açtığı rasyonalleşmedir. Sistemi taşıyan üretici sınıfların (işçi-köylü) sayısı giderek azalmakta, daha az kişiyle daha çok üretim yapılabilmektedir. Temel özelliği, (amacını patronun belirlediği) ücretli iş, bu kapitalizme özgü çalışma sistemi çerçevesinde üretilen somut mal ve hizmetler, onların paraya tahvil edilerek daha pahalıya satılmaları sonucu elde edilen artı değer olan bir sistem için bunun anlamı: Sistemin kendi altını oymasıdır. Son otuz yıllık süreç, sistemin temellerinin fena halde aşındığını ve taşıdığı yükün de fena halde büyüdüğünü göstermektedir.

Son çeyrek yüzyıldır sanal sermayenin katlanarak büyümesi nedenlerine eklenen ve balonu çok daha fazla şişiren en önemli kalemler, özelleştirmelerden gelen paralar ve yüksek faizlerle devlet borçlanmaları olmuştur. Bu paralar, dolaylı olarak tüketime yansıyıp reel ekonomiyi de canlandırdığından, temel neoliberal politikalar arasında yeralmışlardır. Devletler, aynı politikaların bir devamı olarak, hızla eriyip sönen sanal sermayeye garantör olma eğilimindeler. Nitekim TBMM komisyonlarından da, bankalardaki mevduatların yüzde yüzüne iki yıl süreyle devlet güvencesi vermeyi öneren bir kanun taslağı geçmiştir. Garantörlük, ödenmeyen borçları ödemeyi kabul etmek anlamına gelmektedir. Devletler, kriz durumun geçici olduğu düşündüklerinden böyle bir riske giriyorlarsa, sahiden ödemek zorunda kalacaklarında neler olacağını da düşünmek zorundalar. Özel firmaların/bankaların borçları -ulusal sınırlar ötesi bir şekilde- bir kurumdan diğerine kaydırılarak geçici de olsa idare edilebiliyor. Devletlerin borçlarını birinden diğerine kaydırmak ise mümkün değildir.

Sürekli ertelenen ve faizle yükselen, üstüne bir de çürük kredilerin garantörlüğü yüklenen borçları ödeme günü gelebilir. Şimdi ABD’nin, böyle bir tehlikeyle karşılaşma ihtimali hiç de az değildir. Bu tehlikeye en çarpıcı örnek, kapitalizmin 1788'de, Fransa’da patlak veren ilk büyük finans krizinde olanlardır. Borçları ödeyemeyip tamamen parasız kalan ve 'kanun benim' (L'etat, c'est moi) sözüyle tarihe geçen ünlü kral XVI. Lui’nin kasasında 16 Ağustos 1788 günü sadece dörtyüzbin Livres kalmıştı ve bu para, devletin bir günlük giderinin ancak dörtte birini karşılıyordu (John F. Bosher, ‘French Finances 1770-1795’ Cambridge 1970). Kral 1789’da, devleti, tacı ve tahtıyla o borcun altında kalmıştır. Ardından, hakkında ‘emperyalizm’ sözcüğünün tarihte ilk defa kullanıldığı Napoleon gelmiştir ve uzun kanlı savaşlarla yeni bir tarihsel dönem başlamıştır.

"Kriz"in krizi...

'Sistem Krizi' yazılarına önsöz:

Finans krizinin nedeni ve anlamı konusunda Türk ve dünya basınında yayımlanan yazıları esasen ikiye ayırmak mümkün: 1. Kapitalizmden umudunu kesenler. 2. kapitalizme iman edip onu kurtarmaya çalışanlar. Birinci kategoridekiler, azımsanmayacak kadar geniş bir çevreyi oluşturuyor. Aralarında, kapitalizmden sonra da bir hayat olduğuna inananların sayısı az, çünkü liberal Anglosakson ekonomisini temel alan okulların tezgahından geçip de kapitalizmsiz bir dünya tasavvur etmek hiç kolay değil -hele 80 yıl boyunca liberal kapitalizme güya alternatif diye sunulmuş 'reel sosyalizm'in (yani kooperatist kapitalizmin) başarısızlığı ortadayken... Bu nedenle, ikinci kategorideki kapitalizm kurtarıcıları arasında Solcular da bulunmakta. Ama oldukça şaşkınlar. Çünkü 'tartışa tartışa' aralarında (devlet ve devletçiliğin her türlüsüne karşı çıkmak türünden) ortak noktalar arayıp buldukları (neo) liberalizm tarfından ters köşeye yatırılmış bulunuyorlar.

Kapitalizmi kurtamak isteyenlerin en temel düsturu, krizin geçici ve konjonktürel olduğu. Yani korkmaya gerek yok; yakında atmosferi eskisinden daha fazla kirletebileceğiz, tükenmekte olan petrolü eskisinden daha çok yakıp dumanını havaya savurabileceğiz, dünyamızı ne işe yaradığı ve kime satacağımızı bilemediğimiz sonsuz sayıdaki plastik oyuncağa boğabileceğiz, bunun için su kaynaklarını daha hızlı tüketebileceğiz. Hele işsizliğe çare bulursak bunları çok daha hızlandıracağız. 'Kapitalizmin sonu' gibi sözlerle moral bozmamalıyız, bu çok tehlikelidir! 1980'lerden itibaren pek moda olan 'pozitif düşünce'ye (new age) göre, işlerin iyiye gidebilmesi için bardağın dolu tarafından bakmak ve iyimser olmak gerekir!

Kapitalizmi savunmak, giderek trajikomik irrasyonel bir hal almaktadır. Artık soru, giderek artan sayıda insanın gözünde, 'Böyle bir ekonomiyi istiyor muyuz?' noktasına gelmiştir. Zaten burada sözkonusu olan sadece finans krizi de değildir. Unutkan olmayanlar hatırlayacaklardır: Kısa aralıklarla petrol (Peak Oil) ve enerji krizi, su ve kuraklık krizi, gıda kıtlığı krizi yaşandı. Bu krizler halen aşılmış da değiller (Küresel ısınma krizi zaten herkesin malumu). Sözkonusu krizlerin nedeninin kapitalist üretim/tüketim sistemi olduğu konusunda bütün aklıbaşında bilim adamları hemfikir. Sistem sürdürülebilir olmaktan çıkmaya doğru hızla ilerliyor. Şimdi asıl soru, 'bu ekonomiyi nasıl zararsız hale getirir, nasıl değiştirebiliriz?' olmak zorunda. Kapitalizmden önce bir hayat vardı, kapitalizmden sonra da pekâlâ olabilir. 'Kapitalizmin sonu' gibi sözlerle konuşmanın çok tehlikeli olduğunu düşünenler, müdahale edilmediği takdirde sistemin insanlığın hakkından gelmek yolunda emin adımlarla ilerlediğini görmek zorundalar. Artık sadece krizden değil, sistemin çizdiği çerçeveden çıkamayan 'kriz' söyleminin krizinden de söz etmek zorundayız. Kriz, bir finas krizi olmaktan çok, kapitalizmin yapısal krizi ve bildiğimiz kapitalizmin sonunun başlangıcıdır. Krizden sonra dünya çok önemli bir değişim sürecine girecek ve tamamen değişecek. Bu süreçten mümkün olduğunca kansız geçilmesine çalışmak, her okur-yazar için bir insanlık görevi olmalıdır.

Kapitalizmi savunmak, yer yer “insan ötesi” (insanlık dışı) bir hal de alıyor. Böyle giderse, kapitalizmi kurtarmaya çalışan ve onu savunmakta ısrar edenlerin kendilerine sormaları gereken sorulardan biri, pek yakında şu olacak: 'İnsansız bir kapitalizm mümkün müdür?' Şaşırmaya gerek yok, çünkü sorunun devamı şöyle olabilir: İyice fakirleşmiş, üretip tüketemeyen, vergi ödeyemeyen, global sistem için “ekonomik bir değeri kalmamış” (lüzumsuz!) insanlar “yaşamayıverseler”, onların tüketemeyeceği ekmeği/suyu/petrolü kullanarak, kapitalist refah ve yaşam biçimi daha ne kadar sürdürülebilir?.. Kapitalizmde ısrar etmek, giderek bir insanolmak/insankalmak meselesi haline gelmektedir. Sistemi elbirliğiyle düşüne-taşına, mümkün olduğunca az zararla değiştirmek mümkündür. Bu konuyu Tony Blair gibi "politikacılar" bile artık ciddiye alıyor, ama Türkiye'deki Sünni-Müslüman neoliberal para eliti ve kaderini onların olmayan geleceğine bağlamış "İslami" kültürel kimlikçi çevreler, ciddiye almıyor/alamıyorlar. Çünkü kapitalizmin sağlamlığına (onunla cehenneme bile gidebilecek kadar) çok inanıyorlar. Bazıları da, kapitalizmden sonra, (monolitik Sünni-)"İslami" bir düzenin kurulacağına yarım gönülle inanıp avunuyorlar. Etnik/dini kültürel kimlikçi neo-liberal çağ, bir daha geri gelmemek üzere sona ermektedir.

Bir dünya sona eriyor. Yeni bir dünya doğuyor. Değişimin olacağı o kadar kesindir ki, değişimin yönünü değiştirmek hiçbir kişi/kurum/durum tarafından kesinlikle mümkün değildir. İstikameti değiştirmeye, dünyanın (yüzde 97'si fiktif/sanal değere sahip) katrilyonlarca Doları da yetemeyecektir. O dandik paralarla ve önlemlerle mutlak son sadece biraz geciktirilebilir o kadar. Fakat geciktirmek de tehlikeli olmaktadır ve ertelenen yıkımın boyutlarını büyütebilir, tamamen kontrolden çıkarabilir. (Ayrı bir yazı konusu)

Sistemin çökmesinden çok korkanlara not:
Bu dünyada, kapitalist olmayan bir serbest piyasa mümkündür, kapitalist olmayan zenginlik de mümkündür, kapitalist olmayan ve 'altın'a endeksli enflasyonsuz/faizsiz para da mümkündür, gerçek rengarenk uygarlıklar da, kalıcı barış da... Bunları gerçekleştirmek ve geleceği kurmak ise; dürüst, mert, akıllı, ruh ve vicdan sahibi, erdemli, inançlı, engin gönüllü, düşünen/hisseden her kadın gibi kadının, her adam gibi adamın ilgi alanına girer. (Ve bu kesinlikle Müslümanların veya Hristiyanların veya Budistlerin veya Solcuların veya yolcuların tekelinde değildir.)

Süreç içindeki ilk tehlike, krizin devletleştirilmesi ile ilgilidir ve bir sonraki yazının konusudur.

Nuray Mert / 'Hayali' Kimlikler


‘Hayali’ teriminin bu türden kullanımı, ulus-devlet kavramının eleştirisinin yükseldiği dönemde, milliyetçilik tarifi olarak (B. Anderson) popülerleşti. ‘Kimlik’ terimi de, aynı dönemde siyasal dilde yerleşti. Ancak, her tarihsel dönüşüm sürecinde olduğu gibi, bu kez de, aşınmış kavramlar, kategoriler ‘batıl’, yeni tanıştıklarımız ‘gerçek’, ‘doğal’ gibi algılanmaya başladı.

Oysa, hiçbir toplumsal/siyasal kavram veya kategori kendi başına bir şeyi tanımlamaz, bir gerçeğe tekabül etmez, toplumsal-siyasal süreçler içinde oluşur/oluşturulur. Milletler, milliyetçiliklerin sandığı veya iddia ettiği gibi tarihin başından beri var değil. Kuşkusuz durduk yerde, yoktan icat edilmiş de değillerdi ve tarihsel süreç içinde birçok etkenin bileşkesi olarak sahneye çıkmışlardı. Yine tarihsel süreç içinde, toplumu ve siyaseti tanımlama ve tanzim etme kabiliyetleri aşındı, bu noktada yeni tanımlar, kavramlar, kategoriler devreye girdi. Bu anlamda, bu tanım ve kategoriler de, en az ‘millet’ ve milliyetçilik kadar hayali, ama yine en az onlar kadar, yeni toplumsal-siyasal gerçeklere tekabül ediyorlar.

‘Kimlik siyasetleri’ bizde, en önce ve en çok Kürt meselesiyle ilgili olarak gündeme geliyor. Kürt meselesinin geçmişi, kimliklerin siyasal kategoriler olarak sahne almasının öncesine gidiyor. Kürtler, Osmanlı Devleti’nin çözülüş sürecinde diğer birçokları gibi kendi uluslarını inşa etmediler veya edemediler. Türklük temelinde inşa edilen ulus-devlet kurgusunun içinde, baskılanan bir unsur olarak, siyasallaşma sürecine girdiler. Geldiğimiz noktada, siyasallaşmaları, gecikmiş bir milliyetçilikle mi, yoksa yeni siyasallaşma
biçimleri çerçevesinde, bir kimlik tanımı çerçevesinde mi şekilleniyor belli değil.

Toplumsal/kültürel kimlikleri ‘doğal’ ketegoriler olarak algılama eğiliminde olanlar, ‘Kürt kimliğini tanıyalım, sorun bitsin’ derken, aslında kimliklerin de ‘hayali kategoriler’ olduğu hususunu görmezden geliyorlar. Tekrar edeyim, ‘hayali’ derken, ‘bunlar boş hayal’ veya ‘hayal peşinde koşmasınlar’ anlamında söylemiyorum elbette. Kimliklerin kurgusallığından söz ediyorum. Toplumsal/siyasal kurgular, bir yandan, toplumsal hayatın baskılanan alanlarında biriken tepkilerden yola çıkar, diğer yandan da, bu tepkileri belli hak ve özgürlükleri hedefleyen taleplere dönüştürür. Baskının tanımı da, taleplerin tasnifi de, siyasal olarak kurgulanan şeylerdir.

Siyasal tartışma yapabilmek için, önce toplumsal-siyasal kavramlara kendiliğinden yetişen ve doğal seyrine bırakılmaktan başka bir ihtiyacı olmayan nebat muamelesi yapmaktan vazgeçmek gerekir. Ne Türk milleti, ne onun bölünmezliği, ne mevcut devlet kurgusu, kerameti kendinden menkul, ezel ve ebed olmadığı gibi, Kürt kimliği de, sadece tanınmayı bekleyen bir ‘gerçek’ değildir. Mesele, taraf olarak gördüğümüz iki farklı kurgunun karşı karşıya gelmesidir. Diğer taraftan, bu kurgular ortak bir yeni kurguda uzlaşacak şekilde bir seyir içine de girebilir, uzlaşamayacak tanım ve tanzimlerde ısrar da edebilir. ‘Korkacak ne var, toplumsal süreçleri doğal seyrine bırakın yeter’ demek kadar saçma bir şey olamaz. Toplumsal-siyasal süreçlerin seyrini korkulacak bir istikâmette gitmeyecek şekilde tanzim etmenin yolunu bulmak, aksi takdirde olacaklardan hakkıyla korkmak gerekir.


Son olarak, unutmayalım, tarihsel/toplumsal süreçler açısından çatışma esas, uzlaşma-uyum (olumlu manada) zorlamadır. Kolayına kaçmamak için bu sıradan gerçeği hatırlamakta fayda var.


RADIKAL, 16.10.2008

Yeni Sosyal hedefler hakkında


1.Türkiye'nin gerçekleşmeyecek sonuncu "prokapitalist sosyal hedef"i hakkında
  1. Yeni sosyal hedeflerden bahsederken, onların eskilerinden nitel/temel farklılığı üzerinde kısaca durmak gerekiyor. Bugün de çok sayıda “inananı” bulunan ve gerçekleşmesi mümkün olmayan, Türkiye'nin son prokapitalist popüler (ideolojik) sosyal hedefinden bahsetmeliyiz.

Şu anda Türkiye'de ideolojik ve örgütsel bazda yaşamakta olan tek bir 'pseudo-sosyal hedef'ten söz edilebilir, o da AKP'li 'ılımlı islamcılar' (ve hatta ılımsız islamcılara kadar geniş bir çevre) tarafından savunulan 'islami' sosyal hedeftir. (mikro milliyetçi 'sosyal hedef', islamcı hedeften önce tükenen sondan bir önceki sosyal hedeftir)

“Aynı (kapitalist) düzeni onlar değil de ben işleteyim” mantığı dışında hiçbir temel özelliği olmayan bu sonradan modernleşmeci son sosyal hedefe “inanan”lar, “ülkenin tamamı, sen ben bizim oğlan tarafından yönetilirse, memleket de islam olur” türünden nicel/sığ bir varsayımdan yola çıkıyorlar ve bu yolda her türlü hırsızlığı/şeytanlığı mazur görebiliyorlar (mikro milliyetçiler de her türlü cinayeti mazur görebiliyorlardı). Getirmeyi düşündükleri düzen değişiklikleri ise, kargaları bile güldürebilecek ölçüde şekilseldir (türban serbestliği, “bağış yapan” tanıdıkların firmalarına ihale serbestliği, “Müslüman yöneticiler”e yardım kuruluşlarını soyma serbestliği! vs. türünden “özgürlükçü” bir neoliberal demokrasidir).

Liberal 'ılımlı Sol' tarafından da bilerek/bilmeyerek desteklenen bu son modern hedefe göre: Osmanlı yıkıldıktan sonra küçük bir (kemalist) elit, ülkenin yönetimini ele geçirmiştir ve onu batılılaştırmıştır/zalimleştirmiştir (veya ılımlı Sol'a göre 'totaliterleştirmiştir'). Bu elitin zulmü altındaki müslüman cumhur (burada 'cumhur', sadece 'Sünni Müslüman' kabul edilmektedir), kendi kendini yönetememektedir. Halbuki 'cumhuriyet' halk idaresi demektir. Öyleyse, AKP veya benzeri bir (coğunluk oylarına sahip) parti, iktidarı ve devleti tamamen ele geçirip bu eliti ve onu destekleyen halk/elit kesimlerinin örgütlenmelerini (mesela 'Ergenekon' bahanesiyle) tasfiye ederek “islami/geleneksel(?)” yanı ağır basan bir idare kurmalıdır. Burada kendi anladığı anlamdaki “(Arabî) Sünni İslami İdare”, sonradan modernleşmiş yeni şehirli kültürsüz Sünni Müslüman neoliberal PARA ELİTİ'nin oligarşik/otokratik (amatör padişah "tek" adam) yönetimini baz almaktadır.

Böyle bir (karikatürün karikatürü) saçmalığın geleceğe dönük bir 'sosyal hedef' gibi pazarlanabilmesinin kökeninde, dünyayı ve kendi halkını Kürtler/Türkler veya Ramazancılar/Şekerciler türünden -neoliberalizme özgü- kültürcü ayrımlar üzerinden değerlendirmek anlayışı yatmaktadır. Neoliberalizmle birlikte bu anlayış çökerken, yeni “islami” elit, paradan/maldan başka hiçbir şeyi/numarası olmadığından panik derecesinde gelecek korkusu içinde yaşamaktadır. (Ve korkmakta çok da haklıdır)

Bu islami sosyal hedef saçmalığına inanaları 'demokrasi adına' ve 'kötücül/totaliter devlete karşı olmak' adına destekleyen ılımlı Sola göre 'Para Eliti', 'çoğunluğun iradesini' temsil etmektedir ve demokrasi adına (aslında sadece 'çoğulculuk' adına) desteklenmelidir. Ayrıca ılımlı Sol, neoliberallerin devlet düşmanlığını “ilericilik” diye sunmaya kalktığından, 'Müslüman demokratlar'ın devleti ele geçirmesi pratiğinde, 'çevrenin merkezi ele geçirmesi' türünden bir boncuk bulmaktadır. (Türkiye'yi kerameti kendinden menkul sosyo-ekonomi ötesi prokapitalist 'çevre-merkez teorisi' üzerinden açıklayaMAmak da ayrı bir yazı konusudur)

Sözkonusu “islami” sosyal hedefin inanılmaz sığlığı ve saçmalığı bir yana, savunucularına, gerçekleşmesinin imkansızlığını göstermesi bakımından önemli bir okul olduğunu kesindir. Ulusal sınırlar dahilinde yerel neoliberallerin babasının çiftliği, haricinde de para piyasalarının çiftliği sanılan dünya değişmektedir. Neoliberal ılımlı Sünni Müslümanların, bahaneyle iyice anladıkları üzere dünyada, sadece para/ticaret/ihaleler değil, mesela hukuk, medya, hatta özgürlük düşüncesi, sistem eleştirisi falan da globalleşmektedir. Ve Türkiye Kuzey Kore gibi kendi içine kapanmadığı sürece (ki o hiç mümkün değildir), “içerde kendine demokrat dışarda sallama demokrat” kurnazlığıyla herkesi “idare etmek” artık mümkün değildir.

Burada ılımlı islamcılarla ılımlı solcuları birleştiren ortak hayal kırıklığının temelinde, iki kesimin de ateşle suyu biraraya getirme çabası yatmaktadır. Adı 'demokrasi' diye değiştirip kutsansa da 'neoliberal kapitalizm', sonuçta kantitatif/nicel, yani parasal/sayısal değerleri esas alan, sosyal hayatı para/iş üzerinden tarif eden bir düzendir. Onu değişmez veri kabul edip esas alarak belki çok 'iyi' yolsuzluk yapılabilir, ama asla (mesela kültürel/inançsal İslami renklere sahip) özgün bir düzen kurulamaz. Ve tabii, 'demokrasi' diye kutsanan kapitalizmi savunarak özgürlükçülük (ve/veya özgürlükçü Solculuk) da yapılamaz. Bu konu, gerçek ile gerçeğin ılımlısı (yani bozulmuşu/sahtesi) arasındaki kesin farkı veren turnusol kağıdıdır. Çaktırmadan kapitalizmi (yani 'eleştirilemez kutsal demokrasi'yi!) savunduktan sonra; hergün/herkes hatim de indirse, bütün kadınlar çarşaf, bütün erkekler takke de giyse, veya her yazıda en az bir kere Marx'dan, iki kere Lenin'den, üç kere Mao'dan alıntı da yapılsa, sonuç değişmez. Çin Komünist Partisi de zaten bunu yapmakta, Mao'dan alıntılar yaparak neoliberal kapitalizmi savunmaktadır. (“Ilımlı Solcu” lüks “marka” aydınların son Marksizm-Leninizm merakını bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.)

2. Yeni sosyal hedeflerin niteliği hakkında önsöz

Yeni sosyal hedeflerden bahsedebilmek için önce, onların ne olmadığını bir kez daha vurgulamak gerekiyor: Yeni sosyal hedefler, ancak yapıcı bir anti-kapitalizm üzerinde yükselebilirler -çünkü modernizme has ideoloji ve/veya ütopya formatının ötesinde yeralmak zorundadırlar. Kapitalizmin tamamen reddi anlamına gelmeyen bu anlayış, samimi Sol'un ve eski Sağın, İslami kökenlilerin, her türden eski milliyetçilerin kendilerini aşmasıyla -geleceğe açılan- önemli bir başlangıç teşkil edebilir ve yeni bir alternatifin ağırlık noktası olabilir. Anti-kapitalist geleneğe sahip tek hareket olan Sol'un kendini aşabilmesi için, önce, 'klasik/ılımlı Sol' denen şeyin, aynı şeyin (kapitalist yaşam/düşünce biçiminin)solu olduğunu anlaması gerekiyor. Kapitalizm, sadece kapitalistlerden ibaret değildir. İşçisiz kapitalizm düşünülemez. Bu anlamda Sol, aydınlanmacı düşüncenin ve modern kapitalizmin Sağ kadar önemli siyasi bileşeni olduğunu anlamalı ve bu rolüne son vermelidir. Kapitalizmin daha insani bir sistem olması için, sosyal devletin kurulması, birey haklarının genişletilmesi için vs., Sol'un tarihi mücadelesi çok önemlidir. Kapitalizm Solun güçlü olduğu dönemlerde Solun sayesinde daha insancıl bir sistemdi. Fakat kapitalizmin temel yapıtaşları olan (ve Marx'ın çok detaylı bir şekilde ortaya koyduğu) 'kapitalizme özgü Para biçimi' (Marx'ın deyimiyle 'Geld heckendes Geld'), 'Ücretli iş ve kapitalist çalışma sistemi', 'herşeyin Meta/mal formatına indirgenmesi' gibi kapitalist normların aşılması hakkında Solun (ne Lenin ne Trotzky, ne Mao, ne Castro, ne de diğer “ustalar”ın) hiçbir fikri yoktur. Hatta -istisnalar dışında- bunları konu bile etmemiştir. Tersine... O normları, barbarlık derecesinde uygulayıp mesela işçileri ve kapitalist çalışma biçimini fetişleştirerek, ülkelerin kültürlerini/inançlarını/tarihlerini/çevrelerini mahvetmek konusunda liberal kapitalizmi bile geçmişlerdir. Sovyetler Birliği'nde de, Çin'de de, Küba'da da 'sosyalizm' denen düzenin temel bileşenleri, liberal kapitalizminkinden farksızdır: Aynı 'Para', 'Ücretli iş', 'Mal/meta' sistemleri... Liberal kapitalizmle “sosyalizm” arasındaki fark niceldir/şekilseldir, nitel değildir. Sol bunu görmeden ve kapitalizmin her türüne (Kapitalizmin soluna ve sağına) karşı çıkmadan, kapitalist yaşam ve düşünce biçimini sistemli bir şekilde eleştirmeden, asla onun ötesine geçemez. Oysa geçmesi ve kendini aşması çok önemlidir. Çünkü bugün Sol diye adlandırılan, gelecekte mutlaka başka bir şekilde adlandırılacak olan anti-kapitalist temelli postkapitalist girişimler, önemli ölçüde 'Özgürlükçü makul Sol' kaynaklı olacaklardır.

Marx'ın kapitalizm analizi, şu anda en önemli/doğru analiz olmayı sürdürmektedir. Marx, kapitalizm sonrası dönem hakkında -başlangıç noktası kapitalizmin içinden başlayan antikapitalist- bir yol göstermektedir. Fakat yolun -kapitalizm ötesinde- devam eden kısmı hakkında pek fikir vermemektedir. Bu çok da doğaldır. Nihayet Marx ve teorisi, sonuna geldiğimiz modern çağın bir ürünüdür. Kendini aşmış samimi bir anti-kapitalist Sol, doğru yolun başında durduğundan ve oradan yola çıktığından, o yolun kapitalizm-ötesi devamını çizmek bakımından, Sol kökenli olmayan diğerlerine yardımcı olmalıdır. Ama yolun devamını bulabilmek/çizebilmek için önce modernizmin dayattığı Sağcı/Solcu/İslamcı/Milliyetçi/Ulusalcı türünden ayrımları samimiyetle ortadan kaldırmak şarttır. Sol, yeniden alternatif yaratılması konusunda önemli bir rol üstlenebilmek ve Sol dışındakiler karşısında inandırıcı olabilmek için (sağlı sollu) sistemin Sol'u olmayı bırakmak ve sistemi topyekün eleştirmek zihniyetini içselleştirmek zorundadır.

Sol'un kendini aşması için başka önemli şeyler de gerekmektedir. Mesela maddeden başka kuş tanımayan 'diyalektik materyalizm'e de veda etmek, onu yumuşatmak zorundadır. Geleceğin rasyonel bilim/fizik/kimya tarafından kurulmayacağını iyice anlamak zorundadır. Ayrıca kapitalizmin para/iş ve linear ilerlemeci temel zihniyetini reddederken, kapitalizm çağının birçok şekilsel deneyiminden de (mesela kapitalizm çağının herşeye hızla uyum sağlayabilen elastik/dinamik 'firma' örgütlenmesinden) birşeyler öğrenmeyi bilmelidir.

En önemlisi, Sol, yerel kültürü/inancı/sezgiyi vs. dışlayan kuru maddeci beynelminel/enternasyolist ruhsuz yanını aşmak zorundadır. Bunun için, ezilenden yana olmak ve global çapta kapitalizme karşı birlikte hareket etmek mantığı elbette yeterli değildir. Ayrıca Sol, dünyayı tamamen bilinebilir rasyonel/maddesel bir şey sanmayı terketmeli (çünkü öyle değil!), kendini her konuda mutlaka laf etmek “tavır almak” zorunda hisseden ukalalığını, daha da önemlisi modern bireyciliğini ve tekçi/doğrucu tarzını terketmelidir. (Böylece, durmadan bölünmekten de kurtulabilir) Geleceği kuracak 'Makul İktidar'ın Sağcı/Solcu/İslamcı/Milliyetçi/vs. kesimleri, bilmedikleri/anlamadıkları konuları anlayanlarına (mesela Sol kökenlilerin din/inanç, mistik/irreal/sezgisel gerçek konularında diğerlerine güvenmeleri gibi) diğerlerine bırakmayı ve onlara güvenmeyi öğrenmelidirler. Ortak akıl, temelde anlaşmak ve karşılıklı güven anlamına gelir. O temel: Yapıcı bir kapitalizm eleştirisi, kendine ve başkalarına karşı insani değerleri esas alan nesnel eleştiri, parasız işleyen sosyal devlet hizmetleri, temel hizmetler ve (mesela dönüşümlü/gönüllü çalışma ve karşılıklı hizmeti esas alan), firma ve vakıf geleneğini geliştirmek, bu istikamette oluşacak bağımsız/özel sosyal kurumların kurulmasını desteklemektir.

Yeni sosyal hedeflerin özelliği, adı üzerinde 'sosyal' olmalarıdır. Birey'i esas alan kapitalist mantık, sosyal olmadığından, kişisel zenginleşmeler çeşitlemesi dışında -ki o da sosyal değildir- hiçbir sosyal hedef göstermemektedir. İnsanı/iklimleri/çevreyi/hayatı kurtarabilmek için, hedeflerin artık sosyal olması gerekiyor. Kapitalizmin çöküş aşamasında sosyallik zaten bir zorunluluk haline gelecektir.

Geleceğin sosyal hedefleri, aydınlanmacı modern kapitalist mantalitenin yumurtladığı ütopik/ideolojik hedeflerden farklı olarak, sadece geleceğe yönelik (şimdiyi ve geçmişi es geçip değersizleştiren) bir anlayış olamaz. Kapitalizme özgü anlayış, hep ileriye bakar. Tarihi hep ileriye, daha yukarıya, daha fazlaya doğru giden düz bir çizgi sayar. Bu anlayışa göre her aşama, bir öncekinden daha “ileri”dir. Buradaki “ileri”nin kapitalist mantığı, paranın sürekli çoğalması anafikrinden doğmaktadır. Kapitalizm bu nedenle sürekli büyümek, uzaylara gitmek (ve oralarda boşluktan başka hiçbirşey bulamamak!) zorundadır.

Geleceğin yeni anlayışı ise, daha önceki uygarlıkları, şimdikinden geri görmeyen, onların kendi içlerinde özgün değerlerinin hakkını veren, şimdi ile kıyaslarken modernizmin parasal/sayısal "değer" sistemini kullanmayan bir anlayış olmak zorundadır. Kapitalizm sayılara bakıp, eski uygarlıklardan daha “ileri” olduğunu iddia etmektedir. Kapitalizm -eğer bir uygarlık sayılacaksa- tarihin en ruhsuz, en aptal ve en barbar uygarlığıdır. Kapitalizm gibi; insan oğlunun yaşaması için vazgeçilmez doğal ortamını (para için) sistematik bir şekilde bozup yok etmeyi bir zenginlik/uygarlık göstergesi sayacak kadar gayrı-insani ve akıl fukarası bir “uygarlık” asla varolmamıştır -ve bir daha da asla varolmayacaktır.

Günümüzde gelecek için saptanan sosyal hedefler, can sıkıntısı içinde boğulup kalmaktadırlar. Örneğin internet, güya sınırsız olanaklar sunmaktadır, ama o olanaklar, aynı olanağın nicel farklıklarından ibarettir. (Kapitalist) bir gelecekten söz ederken, uzaya gitmek veya atom enerjisi kullanmak, herkese bir uçan otomobil sunmak gibi yaşamın gerçek ruhsal kaliteleriyle hiç ilgisi olmayan nicel şeylerden bahsedilmektedir. (Bunlara sahip olanların mutlu olmadıkları bilinmesine rağmen!) Artık kimse bunları istemiyor ve kapitalist bir (maddesel) geleceğe inanmıyor.

Şimdi herkesin merak ettiği soru şudur: Herşeyi aynı kılan, ruhsuzlaştıran şey nedir? Herkesin, 'bambaşka/huzurlu/ruhlu bir gelecek mümkün' diyen o umudunu kıran (ama artık kıramayacak olan) şey nedir? O şey, herşeyin birbirinden tamamen farklı (özgür/özgün) formatlarda yanyana yaşamasını önleyen şeydir. Kapitalizm, kendi parasal (ve sayısal) formatı dışındaki formatları -becerebildiği kadar- tasfiye etmiştir, dünyadaki yaşam ve düşünce tarzlarını sadece kapitalizme indirgemiştir. Böylece dünyanın neredeyse heryeri aynı, neredeyse herkes aynı tarzda düşünür hale gelmiştir. Kapitalizm, ona uymayan, ortadan kaldıramadıklarını, sosyal/düşünsel hayatın dışına itmektedir. Mesela aile hayatı, para kazanmakla ilgili olamadığı ölçüde "ev işi" diye küçümsenir. Kadınların/kadınsı değerlerin ikinci sınıf hale getirilmesi ve iş dışındaki zamanların küçümsenip “boş zaman” sayılması da bu yüzdendir. Çünkü kapitalizme entegre edilmeleri daha zordur. Para ile ilgili olmayan, paraya (ve diğer kapitalist normlara) tahvil edilemeyen herşey ikinci sınıf ilan edilmiştir. İnsanları -yaşayabilmek için!- ücretli köleler haline getiren, ekonomiyi işletmek adına sürekli tüketmek zorunda olan savurganlar haline getiren sistemi işleten ve insanlığı intihara sürükleyen şey, sürekli çoğalmak "zorunda" olan para türüdür. Oysa yaşamak için paraya değil, temiz suya/toprağa/ekmeğe/havaya ihtiyaç vardır. Kutsal metinlerin diliyle ifade edilecek olunursa: Durduk yerde çoğalabilen 'para cinsi' (ve onun dandik tanrısı), Tanrı ile insanın arasına girerek kadim 'Rızk' sistemini bozmuş ve kendini bir tür "aracı" haline getirmiştir. (O aracının "iş"ine ve dünyadaki varlığına son verilmek zorunda) Bu gerçeğin çeşitli yorumları herkes tarafından iyice anlaşıldığında, insan doğasına aykırı yaşam biçiminin (yani kapitalist para/iş sisteminin) yerine, insan doğasına uygun 'Eski Dünya Düzeni'nin (yani 'Rızk sistemi'nin) -eskiye kıyasla çok büyük bir tecrübeye sahip- mükemmelleştirilmiş yeni yorumunun işlemesinin önünü açmak da mümkün olacaktır. Böyle bir sistem; elbette nicel/maddesel çokluğu değil, insanın sahici/nitel anlamda huzurunu, özgürlüğünü, mutluluğunu ve kalıcı barışı esas alacaktır.

Kapitalist düşünce/yaşam biçimini diğerlerinden farklı kılan, herşeyin parasal/sayısal bakımdan ölçülebilir ve kıyaslanabilir hale getirilmesi, herşeyin bir şekilde mal/meta haline getirilip alınıp-satılabilmesidir. Böylece hemen herşey, tek bir 'para normu'nun hükmüne girmiş olmaktadır. Para herşeye/herkese, fiyatı/maaşı/maddivarlığı üzerinden bir değer biçmektedir. Bu kapitalist norma sadık kalarak gelecek hedefi geliştirmek mümkün değildir. O norma sadık kalarak geliştirilen ideolojiler/ütopyalar, mal haline getirilip kitapçılarda, marketlerde satılacak ve unutulup gideceklerdir. Ancak bu normu aşan -insanlığın varlığını sürdürebilmesi için- aşmak zorunda olan sosyal hedefler, diğerlerinden NİTEL anlamda farklı ve o yüzden de kalıcı olacaklardır. Yeni sosyal hedeflerin eskileri gibi sıkıcı olMAmalarının garantisi de, kendini 'parasal' normlara sıkıştırMAması 'para/mal birikimi ile ilgili' olMAmaları olacaktır. Gerçek ve yeni olabilmelerinin temel şartı budur.

Yeni sosyal hedefler, toplumların tüm katmanlarını kapsayan hedefler olmak zorundadırlar, çünkü amacı -bütün- insanlığın/çevrenin/atmosferin mahfolmasını önlemek ve İNSANİ yeni uygarlık biçimlerini yeniden kurmaktır. Bu mantığı güçlendirmek için yeni bir kültür oluşturmak bu nedenle önemlidir -böyle bir kültür sadece ileriye bakmayıp geriye de bakmak zorundadır. Ve kapitalizmin gözlere taktığı 'eski uygarlıkları değersizleştirici' gözlüğü çıkarmak, bu geriye bakışla mümkündür. Mesela eski Mısır uygarlığı, dört bin yıl boyunca faiz getirmeyip faiz götüren bir para/değer sistemi kullanmıştır ve bu uzun sürede hiçbir şeyin fiyatı artmamış, enflasyon olmamış, fiyatlar ilelebet aynı kalmıştır. Bu anlamda Mısır uygarlığı, modern uygarlıktan çok daha ileridir. Paranın kendi keyfine göre piyasanın tamamen serbest bırakılması fikri de son derece yenidir ve eski uygarlıkların hiçbirinde görülmez. Eskiden ekonomi ile sosyal hayat, veya kültür ile politika birbirinden ayrı kategoriler halinde asla değerlendirilmemişlerdir. Hayatın çeşitli alanlarının farklı kategoriler sayılıp birbirinden ayrı değerlendirilmesi kapitalizme özgüdür. Eski toplumların düzeni herşeyiyle bir kültürdür: ekonomi, kültür, politika, din ve inanç, birbirinden ayrılmaz bir bütün teşkil etmekteydi. Hayatı; Ekonomi/Politika/Kültür/ vs. gibi birbirinden ayrı değerlendirmek, çok sonra, kapitalizmle ortaya çıkmışlardır.

Günümüzde form (dış görünüm) içeriğin yerini almıştır. Herkese tek ve alternatifsiz bir içerik sunulmaktadır: Maddeci/paracı/nicel ve insanlığı felakete sürükleyen “daima daha çoğa sahip olmak” mantığı. Bu mantık, sürekli çoğalmak zorunda olan kapitalist para biçimi sayasinde her alanda kendini bir şekilde göstermektedir. Yeni sosyal hedeflerin üzerinde yükseldiği zemin, kendini sürekli çoğalmak zorunda hisseden bu paracı mantığı, hayatın/düşüncenin her alanında deşifre etmek zorundadır. O zeminde yeni sosyal hedeflerin somut yansımaları, o zaman kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Neyi yapMAmak ve ne olMAmak konusu anlaşıldıkça, ne yapmak ve ne olmak gerektiği de bilinecektir.

İlk ferahlama döneminin özgün kalitesi hakkında


Sol'un kendini nasıl aşabileceği (olasılıkları) konusundan önce, dönemin kendine özgü kalitesi hakkında birkaç noktaya dikkat çekmek yararlı olabilir. Eylül ayında başlayan ferahlama dönemi ve yeni sosyal hedeflerin doğuşu aşaması, 2010 Ocak'ına kadar sürebilecek olumlu/yapıcı bir eğilimi öne çıkartabilir. Bu eğilim, malum/bilinen klişelerin dışında düşünmeyi, günlük rutinden kurtulma eğilimlerini, hayal kurma gücünü, (modern kapitalizm ötesi) ütopyaları ve yeni fikirlerin geliştirilmesini güçlendirebilir. Bu eğilimin geliştirilebilmesi ve ona -kendini geliştirebilecek platformu sağlayabilmesi açısından- 'nesnel eleştiri ve sahici demokrasi' ilkesine bağlı kalması, kendine ve iktidara karşı bu ilkeyi işletmeye devam etmesi önemli. Bu dönemde Türkiye'nin hangi hedeflerine erişip hangi hedeflerine erişemeyeceği, daha gerçekçi bir şekilde anlaşılabilecek gibi görünüyor. İktidarın tüm kirli çamaşırlarının piyasaya saçılıp, lise talebeleri tarafından bile görülüp anlaşılacağı bu dönemde, ülke kendi gücünün sınırlarını çok daha iyi anlayıp çok daha gerçekçi/nesnel bir ilerleme tahayyülü oluşturabilecek gibi görünüyor. Bu tahayyülün geleceğe yönelik yeni ütopik tahayyüllerle beslenmesi, yaratıcılığın geliştirilmesi için yeni bir alan açabilir.

Türkiye'nin Solcu/Sağcı/İslamcı/Milliyetçi ötesi yeni 'Makul Muhalefet'inin, kendini (fikren) çok güçlü ve haklı hissedeceği bu dönemde, bu hisse fazla güvenip kendini yenilmez sanmaması gerekiyor. Kendini "yenilmez" sanıp, kibirle -yasaları yeniden siyasallaştırmak gibi- haksız (kendine Müslüman) tavırlara düşerse, bir yenilgi alabilir. (Eylülün ilk üç haftasındaki birinci sınavı geçmiş görünüyor)

Kimseyi kayırmadan ve peşinen yargılamadan (yani kısaca 'kendine karşı bile olsa') nesnel eleştiriyi işletmek ve bundan asla taviz vermemek, Makul Muhalefet'in gelişmesinin güvencesidir. Anlaşıldığı kadarıyla, para ve rant delisi neoliberaller, dibi neredeyse cehenneme kadar uzanan "kapsamlı" ve sistemli yolsuzluklarını -mecburen!- savundukça, şaşırtıcı durumlara düşeceklerdir. Böyle durumlarda bile: iktidarın yaptığı olumlu işleri ve attığı olumlu adımları yadsımamak/desteklemek, hem doğru ve gerçek adına hem de ülkenin kamplaşmasını önlemek adına önemli. Vahşi spekülasyonlar (komplo teorileri!) ve riskler gereksiz görünmektedir. Çünkü kendini çok güçlü hisseden tecrübesiz gençler, karşılarındakini, kendi görmek istedikleri gibi görmeye eğilimlidirler ve hata yapmaya müsaittirler. Şimdilik rasyonel bazda/platformda kalmak ve gelecek kurgularında nesnel yolda ilerlemek, hem Sol gelenekten azami yararlanmayı sağlayacaktır hem de gereksiz/fevri çıkışları önleyecektir.

Bu dönemin, yeni vizyonların doğma ve oluşma dönemi olduğu söylenebilir. Onun da kendine özgü naifliği, delibozukluğu, cürreti ve cesareti olacaktır. Henüz tecrübesi az olanın kendini fazla ciddiye almasının önüne geçmek ve vizyonların olgunlaşmasını sağlamak için, nesnelliğe önem vermek, naiflikleri de kendi içindeki tartışmalara/konuşmalara saklaması gerekiyor. Ancak o zaman, yeni fikirlerin ve ortak aklın geliştirilmesi, en zevkli uğraşılarından biri olabilir.

Bu dönemin en olumlu yanlarından biri de, yardımseverliğin ve ortak akıl kurma eğilimlerinin (yani birbirini tamamlama eğilimlerinin) güçlenmesi gibi görünüyor. Bu da, birçok iyi ve yeni girişime olanak sunuyor -tabii (esasen) nesnel olmak ve sahici çaba harcamak koşuluyla.

Colin Crouch / Neden bir post-demokrasi'de yaşamaktayız?


Bir kitle demokrasisi sadece, her zaman belli partileri seçen temel seçmen gruplarının olduğu ve en önemli sorunların bu demokrasi platformunda çözülebildiği bir atmosferde işler. Günümüzde bu iki koşul da ortadan kalkmak üzere. Partiler arasında sahici farkları bulmak, giderek zorlaşıyor ve milli/ulusal (national) platform -yani demokrasinin temel platformu- önemini yitiriyor.

20'inci Yüzyılda kitle demokrasilerilerinin ortaya çıkmasını sağlayan sosyal zümreler, günümüzün gelişmiş ülkelerinde anlamlarını yitirdiler. Bu da, post-endüstriyel toplumlardaki yeni alt ve orta tabakaların henüz kendilerine özgü siyasi kanallar ve kurumlar olşturmamış olduklarını gösteriyor. Partiler, fark gözetmeksizin bütün potansiyel seçmenleri temsil etmeye çalışıyorlar. İdeolojik ve sınıfsal çıkarlarla ilgili farklılıklar asgariye indirgeniyor ve seçim propagandaları, rakiplerinden daha becerikli olduğunu iddia eden parti önderlerinin kişisel özellikleri bazında yürütülüyor.

Böylece seçim kampanyaları, mal ve hizmet satış reklamlarına benziyor. Politikacılar seçmenlerini, 'vatandaş' değil "müşteri" gibi algılıyor. Politikacılar, toplumdan bağımsız, birbirini kayıran siyasi bir sınıf haline geliyor. Onlarla yakın ilişki içinde olanlar da, tıpkı onlar gibi halktan uzak yaşayan büyük firma şefleri sadece. Politikacılar, çokuluslu firmalara iki koldan bağımlılar. Birincisi: Firmalar yatırım yapıyor ve siyasilere ekonomik başarı getiriyor. İkincisi: Partilere kaynak sağlıyorlar. Firmalar da politikacılardan, firma çıkarlarına uygun politika ve icraatler bekliyorlar. Bu denklemde demokratik yapı varlığını sürdürmekle birlikte, partiler arası siyasi mücadelenin toplumsal temeli ortadan kalkıyor. Nihayet, demokrasilerde irade oluşturulan alan daralmış oluyor. Sözkonusu modeli ABD'de bariz bir şekilde görüyoruz.

Demokrasi bu sorunları milli/ulusal seviyede yaşadığından, siyasi yönetimlerin global seviyedeki demokratik kalitesini korumak iyice zorlaşıyor. Ulusal model, kamusal emtianın/malların aynı ulusal seviyede paylaşımı varsayımından yola çıkıyor. Ama küresel ısınma gibi varoluşsal sorunlar, sadece global siyasi kurumlar tarafından ele alınabilirler. Mesela Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası vs. Global siyasi kurum çok. Ama onların demokratik kaliteleri eksik. Söz konusu global kurumların üyesi milli/ulusal hükümetler arsında demokratik olanlar var. Ama dünya nüfusunun çoğunluğu demokrasilerde yaşamıyor. Bu kurumları ilgilendiren global sorunlar, tek tek ülkelerin milli/ulasal platformda pek dile getirilmiyor. Biz sıradan insanlar, global bazda neler yaşandığını pek anlamıyoruz. Ama hepsini anlayanlar, çok uluslu şirketler. Bu durumda, uluslararası karar ve koşulları ya kendilerine göre düzenleyecekler, ya da enerjik aktörler olmayı sürdürecekler. Firmaların kontrolünde çok hızlı ilerleyen teknolojik gelişme sayesinde ürün normlarını bizzat kendileri koyuyorlar. Diplomatik açıdan, süreç çok hızlı işliyor. Uluslararası anlaşmalar söz konusu olduğunda da konuyu gündeme getirenler, sadece çok uluslu firmalar oluyor.

Dev firmalar yalnız ekonomik alanda değil, siyasi alanda da en önemli aktörler haline geliyorlar. Ve siyasi pozisyonlarının kötü sonuçlarına katlanmıyor, sorumluluğunu taşımıyorlar. Çünkü hükümetler ve siyasi partiler, demokratik toplumun (teorik olarak) tek meşru siyaset mercii olmayı sürdürüyorlar. Bir hata yapılınca siyasiler suçlu oluyor. Ama işler iyi giderse firmalar kâr ediyor. Yaşanan Amerikan mali krizi bunu açıkça gösterdi. Belki, "gizli" siyasi aktörlerin, yani firmaların rolü değişir. Siyasette giderek daha büyük bir rol oynuyorlar. Corporate Social Responsibility (Ortak sosyal sorumluluk) kavramı ile, hukuki kesinliği olmayan belli bir sosyal sorumluluğu kendiliğinden üsleniyorlar. Asıl amaç, yeni müşteriler kazanmak ve böylece firma imajını korumak olsa da, Corporate Responsibility etkinlikleri, ne ekonomiyle ne de piyasaya kolaylıklarıyla ilgili. Bunlar, sosyal ve siyasi kararlar.

Özellikle Üçüncü Dünyada -hükümetlerin demokratik olmadığı ve birkaç ailenin ve hakim bir elitin çıkarlarına hizmet ettiği yerlerde- INGO'lar (Uluslararası NGO'lar), iş veya çevre sorunlarıyla ilgili taleplerini hükümetlere değil, bu ülkelere yatırım yapan çokuluslu firmalara iletiyorlar. Yardım etmemeleri halinde bu firmaları zengin ülkelerdeki müşterilerinin gözünden düşürüp utandırmayı hedefliyorlar (Hükümetler utanmıyor). Global platformda da büyük firmalarla INGO'lar giderek daha aktif siyasi aktörler haline geliyorlar.

Politize olmuş büyük firmalar ve NGO'lar, politikanın görevini üslenerek, milli/ulusal postdemokrasinin ve eksikliği hissedilen global demokrasinin sorunları çözülebilir mi? Sanmıyorum. Bu yeni politika demokratik değil. Büyük firmaların gücü ile yokluk içinde çalışan küçük organizasyonlar arasında büyük bir eşitsizlik var. Burada gene de, normal politikada pek görülmeyen bir canlılık ve yenilik söz konusu. Ve eğer birgün, gelişmekte olan ülkelerde NGO'ların, sorunları hükümetlerle değil de firmalarla konuşmaları gerektiğine karar verirsek, işte o zaman postdemokraside "yaşadığımızı" anlayacağız!

Colin Crouch, Oxfort Üniversitesi Profesörü, soyolog. "Post-Democracy" (Oxford 2004) kitabının yazarı.
Kulturaustausch III/2008

Ali Haydar Fırat / Asıl hesabı yarım yüzyıldır iktidarda olanlar verebilmeli...

Demokraside sağın bakiyesi...

Ş
imdi bu ülkenin bütün sol siyasetleri, özgürlükçüleri, demokrat ve devrimcileri, cumhuriyetçileri ve laikleri AKP’den başlayarak tüm sağ siyasetlere şunu sormalıdırlar: Yarım yüzyıldır iktidardasınız neden demokrasiyi, hak ve özgürlükleri yerleştirmediniz? Ve demelidirler ki demokrasinin olmamasının en büyük sorumlusu sizsiniz
Türkiye farklı kırılma uğraklarında ciddi pozisyonel değişimlere tanıklık etmektedir. Bu değişimler bir gerçeklikten öte konjonktürel ve süreçseldir. Şimdi bu yargıyı açalım. Bugün Türkiye’nin muhafazakâr/sağ/liberal kesimleri; laik/sol/cumhuriyetçi kesimlere demokrasi ve özgürlükler konusunda belli suçlamalar yüklemekte, onları yeteri kadar demokrat ve özgürlükçü olmamakla suçlamakta ve onları darbecilikle itham etmektedir. Bu her şeyden önce tarihi bir ironidir. Bu kendi tarihini bilmemektir. Bu kendi tarihini gizlemektir. Bu demokrasi ve özgürlüklere sağ siyasetlerin vurduğu darbeleri gözden kaçırmaktır. Ve yine her şeyden önce dürüst ve samimi olmamaktır.

Ve tam da bu zaman diliminde bu ülkenin sol siyasetleri demokrasi ve özgürlükler konusundaki temiz sicilini arkasına alarak ve başını dik tutarak şu soruyu sormalılar: Bu ülkede ağır aksak yerleşen demokraside sağın bakiyesi ne kadardır? Bu soru yarım yüzyıllık sağ iktidarların hesabını sormaktır. Bu ülkenin sol siyasetleri bu yarım yüzyılın hesabını sormadıkça, bu bakiyeyi halkın gözleri önüne sermedikçe iktidar olamazlar. İktidar olmalarının bir anlamı ve gayesi olmaz. 50 yıl iktidarda kalmak ve sonrasında demokrasi ve özgürlüklerin yerleşememesinin suçunu sol siyasetlere, ‘cumhuriyetçi elit’ ve ‘bürokrasiye’ atmak nasıl bir anlayış ve algılayış biçimidir, doğrusu çözmek zor. Yani hem yarım yüzyıl kadar iktidarda kalacaksınız, bütün bürokrasiyi kendi meşrebinizden insanlarla dolduracaksınız, Türk-İslam sentezini devletin resmi ideolojisi haline getireceksiniz ve bu ideoloji ve kimlik dışındaki kesimleri dışlayacaksınız, sonrasında hak ve özgürlüklerin solcular, laikler ve Cumhuriyetçiler nedeniyle yerleşemediğinden dem vuracaksınız. Kuşkusuz bütün bu tavırları bir siyaset yapma biçimi olarak yorumlayabilirsiniz. Ama bunu ne tarihsel, ne de etik olarak açıklayamazsınız.


Her şeyden önce insan biraz tarihe bakar. Demokrasinin, hak ve özgürlüklerin yokluğundan en çok kim çekmiş? Bu ülkenin sosyalistlerine, sosyal demokratlarına, cumhuriyetçi ve laik kesimlere yapılan eziyetleri, işkenceleri, hak mahrumiyetlerini, yakıp yıkmaları demokrasiye karşı oldukları için maruz kalınan uygulamalar olarak mı göreceğiz? Böyle bir tarih anlatısı olabilir mi? Böyle bir tarih anlatısının olmaması için bu ülkenin sol siyasetleri sağın demokrasideki bakiyesini hesaplamak ve bunun hesabını sormak zorundadır. Kimse Demokrat Parti’nin ve Adnan Menderes’in yaptıklarını unutturamaz. Küçük Amerika hayali için solculara yapılan eziyetleri, DP’nin baskıcı iktidarına karşı demokrasi ve özgürlükleri savunan basına yönelik 7 Haziran 1956’da 6732 ve 6733 sayılı yasalarla getirilen kısıtlamaları, kapatılan gazete ve dergileri, cezaevine gönderilen gazetecileri, siyasi rakipleri yıldırmak için kurdukları Tahkikat Komisyonu’nu, Vatan Cephesi’ni, üniversite hocalarını kara cüppeliler olarak ilan etmelerini kim, nasıl unutturabilir? Süleyman Demirel’in ve AP’nin özgürlükçü 1961 Anayasası’na karşı olan tavırlarını (bkz. Temel Hak ve Hürriyetler Kanunu Tasarısı), planlı kalkınmaya karşı ‘Halk plan değil, pilav istiyor’ popülizmini, Denizlerin idamını, işkenceleri, faşist ve gericilere kol kanat geren “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz...” söylemini, Milliyetçi Cepheleri bu ülkenin demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde nereye yazacağız?

Bugün reformcu ve yenilikçi olarak gösterilmeye çalışılan Turgut Özal’ın askeri şortla denetlemesini büyük bir değişim hamlesi olarak yorumlayanlar; 1988 yılında Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Özal’ı uyarmak için dile getirdiği sadece gazetelerin yazı işleri müdürlerine verilen 5000 (beş bin) yıldan fazla hapis cezasını, 1986 yılındaki Muzır Yasası’nı, baskıları, ekonomik ve siyasi alanda yarattığı bağımlılıkları ve ciltler dolusu hak ihlallerini demokrasi tarihimizin neresine yazacağız? Peki 1990 sonrasında DYP ve ANAP’ın gazeteci ve aydınların öldürülmesinde, insanların diri diri yakılmasında, faili meçhullerde, yargısız infazlarda ortaya koyduğu tavrı kim demokrasiyle, insan hak ve özgürlükleriyle bağdaştırabilir? Son olarak türbanla demokrasiyi ve özgürlükleri keşfeden, siyasal İslamcı bir hareketten ‘muhafazakâr demokratlığa’ evrimleştiğini iddia eden, ancak totaliter ve tahakkümcü niteliği her geçen gün daha fazla ortaya çıkan AKP. Aslında yaşadığımız son 1 Mayıs her şeyi ortaya koyuyor. AKP kendisinden önceki sağ siyasetlerin toplamıdır. O partilerin her türlü gerici, faşizan ve totaliter karakterini kendi içinde sentezlemiştir. O partileri aştığı nokta ise siyasal ve toplumsal düzeyde yarattığı yarılmadır. Bir taraftan demokrasiyi, hak ve özgürlükleri, diğer toplumsal ve siyasal talepleri kendi söylemine yedeklemeye çalışırken, diğer taraftan kendi söylemine eklemleyemediği her türlü muhalif söylemi darbeci yaftasıyla susturmaktadır. Aslında AKP’yi hep birlikte yaşıyor ve öğreniyoruz. Yaptığı birtakım ‘olumlulukların’ konjonktürel olduğunu artık hep birlikte gözlemliyoruz. Bunu uzatmaya gerek yok. Ancak ortaya çıkmıştır ki AKP ve onun zihniyeti bu ülkede demokrasinin yerleşmesine hiçbir katkı sağlayamayacaktır.

Bugün sol siyasetleri eleştirenler şunu bilmelidir ki, bu ülkede demokrasinin kitabı yazılacaksa sağ bu kitapta ancak bir dipnot olabilir. Bu ülkenin sol siyasetlerini darbecilikle suçlayanlar darbelerin mirası üzerinde palazlandıklarını bilmelidir. 12 Eylül’ün yarattığı koşulların ve desteğin bir uzantısı olan AKP hiçbir zaman demokrat olamaz, olmayacaktır da. Çünkü tarihlerinde demokrasi diye bir miras yok.
Şimdi bu ülkenin bütün sol siyasetleri; özgürlükçüleri, demokrat ve devrimcileri, cumhuriyetçileri ve laikleri AKP’den başlayarak tüm sağ siyasetlere şunu sormalıdırlar: Yarım yüzyıldır iktidardasınız, neden demokrasiyi, hak ve özgürlükleri yerleştirmediniz?. Ve demelidirler ki, demokrasinin olmamasının en büyük sorumlusu sizsiniz. Eğer gerçekten demokrat olsaydınız bu kadar zulme ve haksızlığa tahammül etmezdiniz.

Yarım yüzyıldır iktidarın her türlü nimetinden yararlanıp sonra da başkalarını yeteri kadar demokrat olmamakla ve demokrasiye karşı olmakla suçlayamazsınız. Eğer bir karşı çıkış varsa o da sağ siyasetlerin; bu ülkeye ve insanına yaptıklarına dairdir. Kalanı, sağ
siyasetlerin bakiyesidir.

Ali Haydar Fırat
, Gazi Üniversitesi, gazetecilik, doktora
RADİKAL 17.07.2008

İslamcı terörizmin iflası mı?

El Kaide'nin İstanbul'daki Amerikan konsolosluğuna yaptığı intihar saldırısı, dikkatleri olası İran savaşına ve bu önemli örgütün üzerine çekmesi gerekirken, eylem 'soğuk iç savaş'a malzeme yapıldı. Artık neredeyse dünyayı AKP ve Ergenekon davası etrafında gelişen karşılıklı hamleler olarak algılayan, komplo meraklısı kültürcü popüler zihniyet, Türkiye'nin savaşa hazırlıksız ve -çok daha önemlisi- günlük etkilenmelere açık bir ruh haliyle yakalanmasına neden olmak üzeredir. Dünya basınında artık sadece başlangıç tarihi tartışılan savaş öncesinde, bölgenin en büyük ve etkili ordusuna sahip Türkiyenin savaş konusundaki kararı, savaşa taraf olacağı düşünülen ABD/İsrail ve İran'ı da, Türkiye kadar ilgilendirmektedir. (Hatta AB, Rusya, Çin'i de ve savaştan azami ölçüde etkilenecek olan dünya finans çevrelerini, dünya petrol lobisini de ilgilendirmektedir)

Bu arada, Türkiye'nin tavrını önemli ölçüde etkileme ve bloke etme kabiliyetine sahip, o iki hukuki süreç işlemeye devam etmekte, savaş öncesi biri hükümetin, diğeri ordunun üzerinde yoğun psikolojik baskı oluşturmaktadır. Kamplaşma, toplumun yapay olarak birbirine karşı konumlanara etkisizleşmesine neden olmaktadır. Çünkü birinin söylediğine karşıdaki inanmamakta ve sırf biri söyledi diye diğeri karşı çıkmaktadır. Kısacası artılarla eksiler birbirini götürmekte, geriye 'sıfır' kalmaktadır. Sonuç: Kafa karışıklığı, enerji kabı, karşılıklı güvensizlik, bilinmezlik ve ortak-tavırsızlık halidir. Böyle bir atmosferde El Kaide'nin veya onun zihniyetindeki El Kaide ruhunun yeniden ortaya çıkarak eylem yapmasını, sadece bu iki davaya endekslemek, dünya ve gerçeklerden ne kadar kopulduğunu göstermektedir.

El Kaide'nin son siyasi konumu ve örgütsel durumu hakkında halen iki temel görüş bulunmaktadır. Bunlardan terör uzmanı Bruce Hoffman tarafından savunulanı, örgütün eskisinden daha tehlikeli hale geldiği şeklindedir. Diğer görüş, son İstanbul saldırısında izleri görüldüğü üzere, örgütün etkisini yitirerek, yerini, El Kaide'ye ve ideolojisine özenen bağımsız amatör küçük radikal gruplara bıraktığı yönündedir. Bu tesbite bağlı kalarak Hoffman'ın teorisine geri dönüp, amatör grupların görece daha tehlikeli olduğunu, El Kaide ruhunun sistemin neden olduğu lümpenleşmeye ideolojik malzeme sağladığını söyleyebiliriz. Soğuk Savaş'ın ardından 1990'lı yıllarda yükselen neo-liberal dönemin kültürcü siyasi ifadelerinden biri de El Kaide'de ifadesini bulan İslamcı ideolojidir. Küresel vahşi kapitalist sistemin fakirleştirerek sosyal hayattan bile dışladığı işsiz/umutsuz gençlerin etnik kökenleri üzerinden değil de dini kökenleri üzerinden kolayca benimseyebileceği kültürcü ideoloji, İslamcılık olmuştur. Neo-liberalizmin diğer ürünü mikro-milliyetçi ideoloji gibi sistemle hiçbir temel sorunu olmayan, hatta sistemin karanlık yanlarından yararlanarak yaşayan İslamcı ideoloji, iflas eden neo-liberal siyasetin gölgesinde önemli bir kriz yaşamaktadır. Örnek alınan ABD'deki haliyle: ılımlı Hristiyancı yeni muhafazakarlar ve onlara teorik destek sağlayan eski solcu neo-liberal 'demokrat' aydınlar formülü Amerika ve Avrupa'da çökmüştür. Fakat neo-liberal çöküşün İslamcılara yansıması yenidir ve El Kaide örneğinde değerlendirdiğimizde, karşımıza ilginç bir ideolojik mücadele çıkmaktadır.

Geçen yılın Kasım ayında, El Kaide'nin Usame bin Laden ve Eymen ez Zevahiri ile birlikte üçüncü kurucusu sayılan Seyyid İmam el Şerif (Dr. Fadl), Mısır'dan yolladığı bir yazıyla, El Kaide'nin iki önderini çok sert bir şekilde eleştirmiş ve Bin Laden'i ihanetle suçlamıştır. Dr. Fadl, 1988'de Pakistan'ın Afgan sınırı yakınındaki Peşaver'de örgütün kuruluşunda yer almış ve El Kaide'nin temel yasası 'Cihada hazırlanmanın ilkeleri'ni kaleme almıştır. Radikal İslamcı cihad hareketinin adeta 'yaşayan efsane' saydığı ve Hz. Muhammed'le akraba (Seyyid) olan Dr. Fadl, 'Rationalization on Jihad in Egypt and the World' başlıklı yazısıyla, El Kaide'nin 11 Eylül 2001 saldırısını, 'Bütün Müslümanlar icin bir felaket' olarak nitelemiş ve şiddeti -istisnalar dışında- kesinlikle reddetmiştir. Silahlı mücadeleyi 'verimsiz' bulan Dr. Fadl, El Kaide'nin hedef için her türlü cinayeti mübah gören cihad anlayışının 'Kur'an yasalarına aykırı' olduğunu savunmaktadır (Zevahiri, yazıya aynı setlikte yanıt vermiştir). 'El Kaide böyle devam ederse beş yıla kadar tamamen izole olur' diyen 'Dr. Fadl'ın örgüte yönelttiği eleştirilerin benzerleri, çeşitli ülkelerde İslam uleması tarafından daha yumuşak bir dille yapılmıştı. İlk kez bizzat örgütün içinden böyle sert eleştiriler gelmektedir.

El Kaide içindeki tartışmalara New Yorker dergisinde dikkat çeken gazeteci Lawrence Wright'ın bir dergiye anlattığına göre, Dr. Fadl'ın yazısı, Londra'da Arapça yayımlanan Asharq al-Aswat gazetesine geçen yılın Mayıs ayında fakslanmıştı. (Die Weltwoche 24/08) Tartışma, İslam inancının neo-liberal İslamcılıktan kurtuluşuna önemli bir adımı sayılabilir. Buna rağmen, sistemin hızla fakirleştirerek para/iş odaklı sosyal hayattan dışladığı kalıcı işsizler (gençler), sisteme duydukları tepkiyi genellikle böyle sloganlaştırılıp basitleştirilmiş kültürcü ideolojilerle ifade etmeyi tercih etmektedirler. Neo-liberal devrin adeta sembolü haline gelmiş olan intihar eylemcisi, global kapitalist sistemin temel sosyo-ekonomik sorunularını sadece etnik ve dinsel kimlikler üzerinden açıklamaya çalışan (ama açıklayamayan!) sağ veya sol kökenli kültürcü neo-liberal anlayışın ürünüdür. Onunla hesaplaşmadan, ne bugünkü türden kamplaşma cinnetlerinden kurtulmanın, ne de gençliği terör belasından kurtarmanın imkanı vardır.


Demokrasinin savaşla imtihanı


Türkiye AKP davası ve Ergenekon soruşturması ile kendi içine kapanadursun, dünya basınında giderek daha sık sözü edilen olası İran savaşı, sadece ABD ve/veya İsrail için değil, Batı demokrasileri için de çok önemli bir sınav olacaktır. Bu sınav, saldırıya karşı çıkmak veya ona taraftar olmakla sınırlı değildir.

Günümüzde sadece olumlu anlamda kullanılan (çağdaş kapitalizmin siyasi sistemi anlamında) 'demokrasi'nin 'başka ülkelere savaş açmak' ile eskiden beri sorunları olduğu malumdur. ABD'nin Afganistan ve Irak'a savaş ilan edip bu ülkeleri işgal edebilmesi için, önce El Kaide'nin 11 Eylül 2001'de saldırarak binlerce insanı öldürmesi gerekmiştir. Aynı şekilde ABD, İkinci Dünya Savaşına, ancak Japonların Pearl Harbor'a saldırısı ardından girebilmiştir. Kamuoyu desteği, seçimlerle gelip giden hükümetler için hâlâ çok önemlidir.
Demokrasinin saldırı savaşıyla sorunlarının baş nedeni, demokrasi gibi 'uygar' bir yönetim tarzına savaşın kondurulamamasıdır. Demokrasi, sadece saldırıya uğradığında kendini savunmak için savaşa cevaz verir ve başarılı da olur. Buna karşın kapitalist demokrasilerin saldırı savaşları her zaman sorunlu olmuştur ve olmaktadır. Savaşa ruhen karşı bir mantalite oluşturmuş olmak, demokrasinin kuşkusuz en önemli kazanımlarından biri olmakla birlikte -savaşsız (imtiyazlı) 'uygar' demokratik bölgelerin, çoğu zaman, dünyanın başka yerlerindeki savaşlar sayesinde barış ortamında yaşayabildiği gözden kaçırılmıştır. Kapitalist sistem, savaşmak zorundadır. Barış, petrol bağımlısı neoliberal kapitalizminin son tahlilde taşıyamayacağı bir erdemdir. Ama bunu halka anlatması zordur. Demokratik ülkelerin üketici modern bireyi, para/iş odaklı günlük yaşamında, kapitalizmin istikrarlı dönemlerinin savaşlara DA bağlı olduğunu anlamak istememektedir. ve saldırı savaşı yürüten hükümetini ilk seçimlerde cezalandırmaktadır. İspanya'da Zapatero'nun savaş karşıtlığı sayesinde iktidara gelip, ilk fırsatta Irak'daki İspanyol askerlerini geri çekmesi, bunun tipik örneğidir.

Savaşsız bir (kapitalist) demokrasinin giderek hayal olacağı bir döneme giriyor olmamız kuvvetle muhtemel. Motoru kâr olan, bunun için gerekli yoğun enerjinin yüzde seksenden fazlasını petrolden karşılayan çağdaş demokrasilerin büyük bir petrol sorunuyla karşı karşıya olduğu atmosferde savaşa başvurmaları ihtimali giderek yükselmektedir. Artık alenen konuşulduğu ve OPEC kurumlarının dahi kabul ettiği üzere, petrol üretimi, artan petrol tüketimini karşılayamaz hale gelmektedir. Buna kısaca global 'peak oil' diyoruz. Yani, 'homo democraticus'un işleyen bir demokratik sistemde yaşamaya devam edip, demokratik 'uygar'lığının bir göstergesi olarak savaş karşıtı kalabilmesi için biryerlerden petrol bulması gerekmektedir.

Demokrasileri 'gereğinde savaş'a ikna edebilmek için birkaç yıl öncesine kadar, mutlaka El Kaide gibi hayalet terör örgütleri gerekmekteydi. Fakat El Kaide de inandırıcılığını yitirmiş bulunuyor. Ayrıca araştırmacı Lawrence Wright'ın anlattığı üzere El Kaide'yi kuran üç kişiden biri olan örgütün teorisyeni Mısırlı Dr. Fadl'ın diğer kurucu önderler Bin Laden ve Zevahiri'yi ağır bir dille suçlayarak, bundan böyle şiddet kullanmayı ve her türlü saldırıyı istisnalar dışında kesinlikle reddettiği de artık sır değil. (Haziran ayı başında 24/08 numaralı 'Die Weltwoche' dergisi ile yaptığı mülakatından)

Demokratik toplumlar, kısa sürede sonuç alınmayan, çok askerin öldüğü ve ekonomik fedakarlıkta bulunmayı gerektirecek savaşları kesinlikle desteklememektedirler. Destek amaçlı 'yurtseverlik' girişimlerinin ve (olumlu anlamda) milliyetçiliğin artık işlemediği (post-heroik) modern demokrasilerde böyle girişimler hemen 'faşizan milliyetçilik' ilan edilip etkisizleştirilmektedir. Savaş durumunda zayıflık sayılabilecek böyle özelliklere sahip olmayan, kısacası demokrasisi daha kötü işleyen Türkiye gibi 'heroik' (kalmış!) ülkelerle ittifak, sistemin merkez demokrasileri için özellikle önemlidir.

Eskinin liberal demokratik, şimdinin -Colin Crouch'un deyimiyle- 'post-demokratik' ülkeleri, globalleşmenin başından itibaren yeni ve pahalı bir endüstriyel savaş türü geliştirmişlerdir. Buna göre, mümkün olan en az kayıpla en kısa sürede sona erdirilen, hava kuvvetlerine ve ileri teknolojiye dayalı yeni endüstriyel savaş stili ortaya çıkmıştır. Zengin demokratik ülke formatına göre kurgulanmış ve Yugoslavya'da şekillenmiş bu savaş türü, Afganistan/Irak'ta yenilmiştir. Demokratik ülkelerde yaşayan 'homo democraticus'un seçimle cezalandırma tehdidi altında yürütüldüğünden, hızla bitmesi amaçlanmakta, saldırılan ülkenin ekonomik ve iktidar merkezleri hedef alınmakta, saldırılan ülkenin halkının kendi hükümetine barış için baskısı yapması üzerine yoğunlaşılmaktadır. Ancak, saldırılan ülkenin demokrasi deneyimine sahip olması halinde sonuç alan bu yeni savaş stili, demokrasi geleneği kısıtlı ülkelerde pek işlememektedir.

Ayrıca, Afganistan ve Irak'ta iyice anlaşıldığı üzere, demokrasilerin yürüttüğü savaşlar başka önemli sorunlarla da karşılaşmışlardır. Asimetrik postmodern savaşları hemen bitirmenin imkansızlığı anlaşılmıştır. Ölen asker sayısı, kamuoyunun hızla savaşan hükümet aleyhine dönmesini sağladığından, şimdilik geçici bir çare bulunmuş, özel askerlik firmalarının sorumsuz/anonim lejyonerleri savaşa sürülmüştür. Tabii lejyonerler, bedavaya savaşmamaktadırlar. Bu denklemde, çözülemeyen en önemli ve son sorun, 'savaş maliyeti'tir. Post-heroik toplumlarda saldırı savaşı mobilizasyonu artık sadece para karşılığı sağlanabilmektedir. İran'a karşı muhtemel bir savaş öncesi sistemin merkez demokrat ülkelerinin en önemli iki sorunu; bu tip savaşın maliyetinin yüksekliği ve sıkıyı görünce savaştan/askerlikten 'istifa' eden askerler olabilecektir. Elbette savaş olmaması için lafı bırakıp birşeyler yapılmalıdır. Ama güle oynaya renkli savaş karşıtı yürüyüşlerden sonra ciplere binerek para/iş/petrol bağımlısı aynı modern yaşama geri dönmek orta vadede pek mümkün olmayacaktır. Sistemi sorgulamayan demokratlık dürüst değildir ve bu nedenle sahici sorunların tartışılmasını önleyerek insanlığın mahvına yolaçmak üzeredir.

RADİKAL 15.07.2008