Atelier IV


Hayrunisa Hanım'ın Çin Macerası
1937


Prolog
İstanbul Büyükada. Şimdiki zaman.

    Sevgili Torunum Ayçacım,
  Ailenin en genç bireyi sen Nartaneme, bir iyi, bir de kötü haberim var.
  Efendim malumunuz, küçükken masal dinlemeye bayılırdınız. Sizi masallar anlatarak memnun etmek o kadar harkulade bir şeydi ki, o günler hâlâ rüyalarıma giriyor, gülümseyerek uyanıyorum. Sana her gece yeni masallar bulmak veya uydurmak gibi hoş bir meşgale edinmiştim. Gece uyku saatin gelip annen seni yatağına yatırınca, yatağının kenarındaki babayadigarı eski yaylı koltuğuma kurulur, sana Şehrazad misali yeni masallar uydururdum, evet çoğunu kendim uydurdum. Masal dinlemeden uyumaz, ben anlatmaya başlayıncaya kadar cin çıfıt yatağında otururdun. Hiçbirinin sonunu dinlemeden uyumadın. Sen, hayatımın son yirmidokuz yılını aydınlatan en meraklı, en renkli, en tatlı şeysin, gül yüzlü toruncum benim.
  Eh o zamandan bu zamana büyüdün tabii. Kırmızı yanaklı mini minicik bir hanımefendiydin -adın da o yüzden 'Nartanesi' kaldı ya- şimdi güzeller güzeli bir prenses oldun. Artık gerçek hikayelerle ilgileniyor, onların peşinden koşuyorsun, aslı astarı neymiş araştırıp, çalıştığın ajansa ve gazetelere harika yazılar yazıyorsun.
   Şimdi sıkı dur. Sana önce iyi haberimi veriyorum.
   Bu mektupla birlikte eline geçecek olan küçük kırmızı defteri okumanı rica ediyorum. O defterde, sana anlatmak istediğim son masalım yazılı. Üstelik bu masal tam sana göre, çünkü son zerresine kadar gerçek.
  Biz seninle önce masal arkadaşıydık, derken büyüdün, iki dost olduk. Senin yakınlığın benim için çok değerli bitanem. Şimdi sen Afganistan'da, oraların ufak tefek çekirdeksiz üzümlerine, yani tatlı çocuklarına kol kanat germektesin, Orta Asya senin Japonya benim dolaşıp bir dünya gerçek hikayeler yazmaktasın. Benim akıllı, yüce gönüllü cesur kızım. Allah senin gibileri korusun, işlerinde muvaffak eylesin. Ah bu savaşlar nereden çıktı, Amerikalısı Rusu Afganistan'a neden girdi, oraların yobazları kadınlara torba gibi çarşafları neden giydirdi bilmem.
  Ne olur dikkat et kendine. Bak işte seni düşünüp düşünüp bazen uykularım kaçıyor, ama en doğrusunu yaptığın için içim rahat. Olsun diyorum kendi kendime. İnsan en başta kendi fikrine ve zikrine sadık kalmalı, yaptığı şeyin bir anlamı olmalı boşu boşuna yaşamamalı. İnsanın okuduğu, duyduğu değil de, yaşadıkları ve yaşadıklarından çıkardığı dersler önemli. Kişiye münhasır bilgiler haline gelip, hayatın zorluklarını aşmak için güç kuvvet oluyorlar. Galiba olgunlaşmak dedikleri şey de yaşanan zorluklarla, çekilen acılarla alakalı. Benim için öyle oldu, ama her insan diğerinden farklı ve yaşanan birçok şeyin önemi hemen anlaşılamıyor. Keşke anlaşılabilseydi. Anıların demlenip renk vermesi için zaman gerekiyor.
   Bir süreliğine Asya'da yaşamaya karar vermekle iyi ettin. İnsan cesaretle, kendi seçtiği yoldan gitmeli. Kendi yolunda ısrarlı olmak hiç kolay değildir, insanı vazgeçirmek için türlü türlü makul nedenler sıralarlar, bin türlü engel çıkarırlar. Hele o "elalem ne der"ler yok mu, üstelik bir de genç bir kızsan. Bizimkiler güya çok modern falandırlar ama, tanımadıkları bilmedikleri diyarlarda kız başına yaşamandan haz etmezler. Gerçi modernliklerine halel getirmemek adına sana bir şey söylemezler ama öyle. Şahsiyet kazanmak için burnunun dikine gitmek ve verdiğin kararların sorumluluğunu üslenip acılara katlanmayı göze almak gerekir güzel kızım. Bugün kendi kararınla yaptıklarının değerini ileride çok daha iyi anlayacaksın. Senin, anlatacak bir sürü gerçek hikayelerin var, daha fazlası da olacak. Ömür dediğin nedir ki? İnan göz açıp kapayıncaya kadar geçiveriyor. Hayat, bir monotonluğun içine sıkıştırılıp tüketilemeyecek kadar değerli. Aferin sana, iyi yaptın! Bak ben de endişeliyim biraz, savaş meydanlarından dolaşmazsan sevinirim, ama ailemden benim gibi birinin daha çıkmış olmasından -Ehem ehem!- bir memnunum ki sorma. Bu mutluluğumu annene ne zaman ifade etsem, hemen düşük yoğunluklu laf savaşımız başlıyor. Sana bir şey söylemiyorlar ama hiç istemiyorlar Afganistanlarda gezinmeni. Özbekistan, Çin falan bir derece. Annenler senin bir Türk gazetenin köşe yazarı olmanı, hatta yazılarını da dizlerinin dibinde oturup Büyükada'daki küçük çalışma odasında yazmanı isterler. Sen bakma onlara.
   Kendine dikkat et. Bak sana bir şey olursa, daha yaşayacağım varsa da hücceten ölürüm ona göre. Ne yiyorsun ne içiyorsun Hindukuş dağlarında? Sakın aç kalayım falan deme. Zeytin göndermiştik aldın mı? Senin en sevdiğin samanlı zeytinlerdendi, annen pazarcı Ahmet Efendi'ye sipariş etmişti. Çin'de zeytin bilmezler, dağ başlarında zaten yetişmez, Afganistan'da da bilmiyorlardır.
  Şimdi gelelim kötü habere...
  Canım, yakalandığım hastalık sana anlattığımız gibi basit bir şey değil, beni yedi bitirdi. Daha fazla gizlemenin alemi yok, nasıl olsa öğreneceksin. Hastalığımı senden gizlediğim ve aileden de sana bir şey söylememelerini istediğim için beni affet. İstanbul'da yaşasaydın gizleyemezdim, senin gözünden kaçmazdı. İşte seni üzgün görmeye dayanamam sevgili toruncum, ama "Benim bir ayağım çukurda." Bu lakırdıyı bir gün bir kağıda yazıp sana göndermelerini isteyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Daha önce hiç sözünü etmediğim için bana kızma emi bitanem? Henüz elim kalem tutarken, bu satırları yazayım dedim. Ben öyle "i-meyl, mi-meyl" anlamam. Önümüzdeki günler neler getirir neler götürür, yazabilir miyim yazamaz mıyım Allah bilir. Doktor Refik Beyin son muayenemden sonra yüzünün aldığı şekille birlikte anladım ki yolun sonuna geldim. Benden bile gizlenen gerçeği artık tüm açıklığıyla biliyorum. "Acaba" diyordum, anlamamazlıktan geliyordum. İnsan ölümü kendine bir türlü konduramıyor. Aldığım ilaçlar sayesinde pek aşırı ağrım sızım olmasa da yataktan kalkmakta zorlanıyorum, hiç halim yok. Her an hayata veda edebilirim. Senin, evdeki süt şişelerinin peynir ambalajlarının üzerindeki ince yazıları okuyup ev ahalisini uyardığın gibi bir şey bu. Anlayacağın, benim de "son kullanma tarihim geçmiş" bulunuyor. Senin Fındık Hanım, uzatmaları oynuyor Nartanesi. Doksan küsür yaşındayım ama o küsürata birkaç ay daha ekleyecek kadar yaşayacağımı hiç sanmıyorum. Yaa, işte böyle.
   Uzun bir hayatın ardından geriye şöyle bir baktığımda, Kahire, Berlin ve tabii İstanbul'da çok güzel günler geçirdiğimi söylemeliyim. Ama Shanghai'da ve Çin'de geçirdiğim günler hayatımın en güzel günleriydi. Maceralı Çin seyahatimi sana da anlattım. Belki oralarda çalışıp İstanbul'a tatillerde gelmene neden olan kişi sahiden de benim, annen öyle diyor. Hatırlıyor musun, bir keresinde bana, "Senin Çin seyahatin hakkında yazmama neden karşı çıkıyorsun? Sen benden bir şeyler saklıyorsun" demiştin ya hani. Haklıydın. O zaman, "Hayır birşey saklamıyorum, herşeyi anlatıyorum işte, prensip icabı yazılmasını istemiyorum" türünden laflar ederken, sana yalan söyledim hayatım. Beni affet. Evet birşey saklıyordum. Hayatımın en güzel sırrını senden sakladım. Benim Shanghai'da bir adamla karşılaştığımı ve ona aşık olduğumu biliyor muydun Nartanesi? "Hadi yaa!" deme şimdi (Allahım beni affet!) Kadınların sırları olur. Eskiden de olurdu! Bunu anlayacağından eminim. Peki bu adamla Çin'de nasıl tanıştığımı, onunla nerelere gittiğimi, sonra ondan neden ayrıldığımı, hayatım boyunca sen dahil hiçbir sırdaşıma neden anlatmadığımı biliyor musun? Sana anlattığım olayların bir kısmında o da vardı, ama ondan kimselere bahsetmedim.
   O'nu ilk İstanbul'da görmüştüm. Çin'de yeniden görünce, hayatımın aşkı olduğunu anladım. (Allah'ım sonunda bunu da yazabildim!) Benim gençliğimde, evlilikten önce yaşanan böyle şeyler ebediyyen sır olarak kalırdı. Malum benim tevellüt eski. Bizim zamanımızda aşktan falan zinhar kimseye bahsedilmez, evlilikle sonuçlanmayan aşklar da evlilikten sonra kalplere gömülür, küllenirdi. Benim O'nunla yaşadıklarım o kadar güzeldi, öyle mutlu oldum, öyle sevdim, öyle eğlendim ki, sonraki hayatımda onu unutmam asla mümkün olmadı.
   Biliyorum şimdi bana, "Hani dosttuk, bunu bana neden anlatmadın, ben kimseye anlatmazdım" diyeceksin. "Hani gizlimiz saklımız olmayacaktı, öyle anlaşmıştık" diyeceksin. Yerden göğe kadar haklısın. Çok isterdim canım. Ama ben O'ndan, hiçkimseye bahsetmeyeceğime söz verdim. Sana şimdi garip gelecek ama, nedenini defterimden okuyunca bana hak vereceğini umarım. O çok özel biriydi ve bu dünyada gerçekten önemli bir görev ifa ediyordu. Hem zaten deden Rıza Beyin ölümünün ardından otuz yıl geçmiş olsa da, onunla evlenmeden önce başka birine aşık olduğumu, hem de şimdinin deyimiyle "aşk yaşadığımı" kimselere söyleyemezdim. Kocamın hatırasına da saygısızlık olurdu bu. O çok iyi bir insandı. Allah rahmet eylesin.
   Ama artık sana her şeyi anlatabilirim Nartanesi, çünkü bomba gibi nedenlerim var: Birincisi, sahiden de ölüyorum. İkincisi, sen de aşıksın. (Evet aşıksın. "Hayır değilim" deme bana. Geçen yaz Aytekin'e nasıl baktığını gördüm. Hem Aytekin yakışıklı çocuk Allah için. Tam sana göre. Nazı bırak!) Ben O'nu tanıdıktan sonra, insanın sadece hayatının değil ölümünün de bir anlamı olması gerektiğine inandım. O'na olan aşkım, ilk günkü gibi taze. İstanbul'dan İskenderiye gemisine atlayıp kaçar gibi birlikte ayrıldığımız Çinli arkadaşım Zıyi, yani bizim Zıynet, O'nu tanıyan ve benim onunla yaşadıklarıma şahit olan tek kişiydi. Sana ondan çok bahsettim. Çin iyice karışıp birbirimizi kaybedişimizin üzerinden bir ömür geçti. O da vefat etmiş. Nur içinde yatsın. Oğlu Çin'den gelip beni Bebek'de bulmuştu ya hani, işte o kız. Benim tek sırdaşım. Biz liseli kızların arasındaki adıyla "Kartanesi", tam bir sır küpüydü. İkisi de bugünkü gibi gözümün önündeler, hem O hem de Zıyi.
  Sevgili Ayçacım,
   Açıkcası, içimde yaşayan capcanlı şeyleri kendimle birlikte mezara götürmek istemiyorum. Buna hakkım olmadığını düşündüm. Hayatımın gizli kapaklı haline son günlerimde son verip, Çin maceramla ilgili notlarımın kimsenin bilmediği kısımlarını topladığım sır defterimi sana bırakıyorum. Benim güzellergüzeli toruncuma anlatacağım son masalım da bu olacak işte. Yazdıklarım arasında O'nunla ilgili özel notlarımın yanı sıra, o zamanın Çin'inde gördüklerim ve Zıynet ile kızkıza yaptığımız dedikodular falan da var.
   Sana bıraktığım deri kaplı ve kılıflı kırmızı defterimi babam, onyedinci yaşgünümde hediye etmişti. Kahire Kapalıçarşısı'ndaki ciltçilerden birine yaptırmış. Eskiden güzel şeylerin bir çoğu dükkanlarda satılmıyor, özel sipariş ile erbabına yaptırılıyordu. Bu defter benimle birlikte Çin'e gitti geldi. Seyahatten önce, içine yazacak önemde birşey bulamadığımdan bir süre boş kaldı. Zıznet ile Çin'e giderken ilk notlarımı İskenderiye vapurunda yazmıştım ve yaşadıklarını not almanın zevkine ilk kez o pis vapurun süslü yemek salonunda varmıştım. Gördüğün gibi defter de yetmiş yaşını çoktan devirdi, ama yaşını hiç göstermiyor, tıpkı benim gibi. -Ehem ehem!
  Çin'de yaşadıklarımın büyük bölümünü, Türkiye'ye döndükten sonra yazdım. Yaşadıklarımı unutmamak için bir önlem gibi gelmişti bana. Çin'de yaşadığımız heyecanlı ve tehlikeli günlerde yazmaya fırsat bulamadım. Hatta oradayken birşeyler yazmak bir ara aklımın köşesinden bile geçmedi desem yeri. Üstelik, defteri kaybettim. Zıyi bulup benim için saklamış, sonra bana ulaştırdı.
   Türkiye'ye döndükten sonra anılarımı yazmaya başlayınca, eskiden derslerimle asla ilgilenmeyen, ne yazıp çizdiğime bakmayan annemin, yazdıklarımı merak edeceği tuttu. Defteri sakladığım yerde bulup karıştırırken gördüğümde ne yapacağımı şaşırdım. Bereket versin gözlükleri yanında değildi de okuyamadı. Ben de defteri bir punduna getirip çok daha güvenli bir yere sakladım. Defteri gene isteyince kaybettim dedim. Ah öyle güzel anıların sakladığı bir defteri kaybetmek mümkün mü? O zamandan beri "kayıp" defterimi önce tavan arasında, Rıza Beyle evlendikten sonra da, çeyizimi istiflediğim büyük ceviz sandığımın dibindeki gizli bir bölmede muhafaza ettim. Dedenin vefatından sonra bir gün sandığı açıp defteri yerinden çıkardım. İnan hiç değişmemişti. Anılarımın yaşında ve tazeliğinde kalmıştı. Okuyamadım. Sanki kocamı aldatıyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Aklımda ve kalbimde taze kalan anılarımla yetindim. O'nunla ilgili yazdıklarımın bir kısmını iyi hatırlıyordum, çok güzel ve çok özeldiler. Okumama gerek yoktu. Hem okuyup, bazı şeyleri hatırladığım gibi yazmamış olmaktan da korkmadım değil.
   Sonunda her şey aslına dönermiş, öyle derler. Yıllar ve yıllar sonra, defteri yeniden okuyacak cesareti kendimde bulabildim. Herşey düşündüğüm, hatırladığım, yaşadığım ve sakladığım gibiydi. Bu beni ne kadar mutlu etti anlatamam. İşte şimdi yeniden cesaretimi toplayıp, dönüşü olmayan son macerama atılmadan önce, aşkımı asla unutmadığımı, O'nu hep içimde yaşattığımı haykırmak istiyorum! (Ayçacığım, sana bu mektubu yazdığıma hâlâ inanamıyorum. Bu da hayatımın son çılgınlığı olsun artık ne yapalım. "Can çıkmayınca huy çıkmaz" derler ya, ne kadar doğruymuş)
   Dün akşam çok kötüydüm Nartanesi. Uyuyamadım. Biraz dalmışım, o iki taşın arasında abuk sabuk bir rüya gördüm. Bunu, Azrail'in kapıya dayandığına yordum canım. Defteri sana ulaştıramadan ruhumu teslim etmekten ve daha kötüsü, yazdıklarımın arzu etmeyeceğim kişilerin eline geçmesinden korktum. Vakit bu vakittir deyip, evdeki ahalinin uykusunun derinliğini fırsat bilip sabaha karşı son bir hınzırlık daha yaptım. Güç bela yataktan kalkıp sandığımın anahtarını komodinin çekmecesinde arayıp buldum. Elimde küçük bir cep feneri, tutuna tutuna, hatta adeta sürüne sürüne, topal hayaletler gibi sessizce yan merdivenden, çatıya çıktım. Everest tepesine çıkmaktan daha zor geldi. Eskiden koşarak inip çıkardım. Allahtan hemen bir üst kat. Alt katta yatıyor olsaydım mümkünü yok beceremezdim. Defterimi ve yanındaki sedef kutuyu sandığın dibindeki gizli bölmede bulup koynuma sakladım. Sonra gün ağırmadan hemen önce dalıp bebekler gibi mışıl mışıl uyumuşum. Öğleyin annen uyandırdı.
  Ertesi gün (yani bugün), noter Mehmet Beyi çağırttım, defterin mühürlenip sana verilmek üzere onda kalmasını istedim. Ben ayağıma noter çağırıp vasiyet yazdırınca, annen resmen paniğe kapıldı, ağladı falan... Sen onu teselli edersin artık, çünkü beni dinlemiyor. Ne var yani? Ölüm Allah'ın emri. Vakti saati gelince o ölmeyecek mi sanki? Ne varmış bunda bu kadar ağlayıp zırlayacak?! Aa... (Yani kızım sana söylüyorum, torunum sen anla demek istiyorum)
   Ayçacığım, anneannen bu dünyadan göçerken, sana bir tek kuru defter bırakmıyor elbette. Biliyorum gene biraz kızdın şimdi, "Neden böyle konuşuyorsun Fındık Hanım" falan dedin. Bu mektup aynı zamanda benim Mehmet Bey vasıtasıyla kayıt altına aldırdığım vasiyetnamem birtanem.
   Büyükada'daki bahçeli evi, kütüphanemi ve O'nun bana verdiği, (sadece Çin'deyken taktığım) küçük elmas broşu ve minik zümrüt bibloyu sana bırakıyorum. Sedef bir kutunun içindeler. Defterle birlikte Mehmet Beye teslim ettim, sana verecek.
   Allah kısmet eder de -inşallah!- Aytekin'le evlenirsen, sana ömür boyu mutluluklar diliyorum yavrum. Umarım sen, sevdiğinle evlenirsin. Hani o "Evlenmeye karşıyım" lafların var ya, bırak onları. Evlilik doğru kişiyle olursa çok güzel bir şey. Hele sevdiğin kişiyle evlilik, muhteşem olmalı. Bak Fındık Hanım demişti dersin. (Sen beni dinle kap o oğlanı)
   İstanbul kış gibi soğuk. Durmadan yağmur yağıyor. Yolculuğun her cinsine iyi havada çıkılmalı derler ya... (Benimki de bahane işte) Bu dünyadan ayrılmadan, son bir defa daha güneşi ve masmavi gökyüzünü görsem diyorum. Yeniden...
   Hava raporunu bizimkiler internet radyosundan dinlerlerken duydum. Senin oralar İstanbul'dan daha sıcak ve güneşli anlaşılan. Gene de o kalın İsveç kazağını sırtından çıkartma emi bitanem?
   Kara gözlerinden, güzel yanaklarından, mis kokulu ipek saçlarından öperim. Görüşemeden ayrılışırsak hakkını helal et yavrum.
   Elveda.

Anneannen Hayrunisa Adalı
Namı diğer "Fındık Hanım"