postkapitalist sistem eleştirisinin yeni kriterleri hakkında
Selçuk Salih Caydı
Güncellenmiş versiyona önsöz
“Parasal işlerden anlamadığımı itiraf ediyorum,
belki de yapılması gerekenleri birilerinden sormalı.
Ama parasal işler!.. İncil’deki yedi iyi Hükümdar da
böyle işler yapıyorlar mıydı? Adil Kung, balık
satıyor muydu? Parasal işlerin, adil ve onurlu bir
hayatla ne alakası var?
Hiç alakası yok! Kesinlikle hiç.”
Berthold Brecht
“Parasal değer” denen şey ilk zaferini 19’uncu yüzyılda kazandı. O zamandan beri herşeyin parasal bir değerinin olması, dünyanın en normal şeyi sayılıyor. Düşünebildiği herşeyi mal/meta haline getirip piyasaya sürebilmek anlayışı ve dünyayı bir alışveriş merkezi olarak algılama “becerisi”, dünyada oldukça yeni bir sosyo-kültürel algılama formatı. Pek inanılır gibi olmasa da bu formatın tarihi üçyüz yıl bile değil. Bugün aslolan, insanın çok para kazanması veya kendisini mümkün olduğunca pahalıya satması. Çağdaş insan, hayatının her alanını kuşatan para/iş odaklı bir sistemin içine doğuyor ve o sistemin şartlarına göre yaşayıp, o şartlar içinde ölüyor. Suyun içine doğan balıkların suyu yaratmadığı kesin, ama insanların içine doğdukları sistemi bizzat kurduklarını ve hergün yeniden ürettiklerini söyleyebiliriz. Yunuslar, suyun kenarına vardıklarında veya suyun kalitesi iyice bozulduğunda, içinde yüzdükleri şeyin ne olduğunu anlayabiliyorlar. İnsanlar da, adına ‘Kapitalizm’ denen bir sistemin içinde yaşadıklarını artık biliyor ve daha kolay kavrıyorlar, çünkü sistem bozuluyor. Sistemin göz göre göre bozulması deneyimi onlara, sisteme ne ölçüde bağımlı olduklarını sorgulama fırsatı veriyor. Dünyada 2008 yılından beri yaşanan kriz paniği, hayati bir sorunun artık görmezden gelinemeyeceğini gösterdi: Balıkların içinde yaşadığı su, balıkların yaşamını tehdit edecek ölçüde kirlenip bozulmuş durumda. Hatta içinde yaşanılan şeyin su olup olmadığı bile artık tartışmalı! Sonuçta balıklar, kendilerini daha dün hapsettikleri bulanık su akvaryumunda, temiz suyun ne olduğunu unutmuş görünüyorlar! Unutkanlık, nostaljinin geri dönüşünü bile engelliyor. Şimdi insanların akvaryumlardan denizlere atlamaları devrinin eşiğindeyiz. Kısacası, akvaryum balıkların kısıtlı dünyasının sonu gelmiş görünüyor.
Geçmişin uzak karanlıklarında -ama sanıldığından çok daha yakınlarda gizlenen büyük sırların başında, kapitalizm öncesinin eski dünyası ile yeni dünya arasındaki kesin kopukluğun geldiği söylenebilir. Bugünün insanı, kapitalizm öncesi toplumlarının iç ve dış dünyasıyla bağını tamamen koparmış olmanın huzursuzluğunu artık daha çok hissediyor. Sistemin şartlarının dayattığı kopukluk, tarihte benzeri görülmemiş bir istisna oluşturuyor. Kapitalist bir dünyanın içine doğmuş insanlar olarak, bulunduğumuz yerden tarihe bakıp eski ve yeni çağ arasındaki farkı kavramaya çalışmak hiç de kolay değil. Buna rağmen, eski yazıtları dikkatle okuyarak bazı sonuçlara varmak mümkün. Eski çağların insanı, hangi devirde yaşıyor olursa olsun, tarihi bir bütün olarak görüyor, kesintisiz bir “şimdi” duygusu içinde yaşıyor. Mesela kendi yaşadığı dönemden çok önce yapılmış binalara, eski devrin “tarihi binası” muamelesi yapmıyor, onları “şimdi”ki hayatından soyutlayıp müze haline getirmeyi düşünmüyor, onları yaşamına entegre ediyor. Kendi çağını, diğer çağlardan ayırmak gibi bir anlayışa sahip değil. Topkapı Sarayı'nın ve benzeri birçok eski binanın yüzlerce yıl boyunca ek binalar yapılarak ve değiştirilerek kullanıldığı herkesin malumu. Sultan II. Abdülhamit devrinden itibaren bu anlayışın değişmeye başladığını biliyoruz. Kapitalistleşmenin yaygınlaşması eğilimiyle ilgili bu durumdur.
Eski toplumlara hakim değerler listesinin başında, maddi değil manevi karaktere sahip olan değerler geliyordu. Bunlar, elbette din ve inançtan ibaret değildiler. İyilik, güzellik, erdem ve benzerleri manevi kökenli değerler, maddi değerlerden daha önemliydi. Kimse kabul etmek istemese de bugünün dünyasında önemsenen değerlerin en başında, maddi değerler gelmektedir. Lafa gelince iyilik, güzellik, erdem önemlidir, ama para-pul, mal-mülk ve para/iş odaklı sosyal statü çok daha önemlidir -hatta sessiz sedasız en önemli konudur. Hatta bunun için hukukun sınırları bile zorlanır. Kapitalist çağın maddi değerleri de sadece ekonomiden ve paradan ibaret değildir elbette. Maddeci bir düşünce tarzı ve herşeyi o açıdan ölçüp biçen bir bilgi/bilim sistemi, inanç dahil her şeye rasyonel/maddi izahlar arayan maddeci bir yaşam felsefesi, hatta onun da ötesinde -mesela eskisinden tamamen farklı bir müzik ve ritm anlayışı falandır.
Tarih öncesinden seslenen bilgelerin yazılı sözlerinden yola çıkarak bugün şu temel sonuca varıyoruz: Onların insanlara dünyanın çeşitli yerlerinden açtıkları bütün bilgelik kapıları aynı sonsuz deryaya açılıyor. İnsanlık, onbin yıllık tarihi boyunca o deryadan beslenmiş, o deryada yüzmüştür. O halde, kapanan kapıları ardına kadar açıp, engin maviliklere dalabilir miyiz? Bunun teorik yanıtı kocaman bir ‘Evet’tir; pratik yanıtının da ‘Evet’ olabilmesi için, kapitalist yaşam biçiminin kopukluğuna son vermeyi hedefleyen belli bir hazırlık gerekecektir elbette. Bugünün insanı, insan olmanın yüce değerlerine açılan o kapıları kapatıp bilgeliği piyasa malı kitaplardan bir kitap seviyesine indirgemiştir ve o maddi ölçüler/değerler sistemi içinde bilgeliğin manevi doğasından çok uzaklaşmıştır; bilgeliği küçümseyen ve dışlayan yapısıyla, deryalara dalmaya hazır değildir. Ama içinde bulunduğu acaip durum, insan doğasına aykırı olduğundan, çok boyutlu gerçeğin yüzüne çarparak kapattığı kapılar asla tam kapanmamıştır. Küresel ısınmanın, savaşların ve krizlerin tehdidi altundaki hayatı giderek dayanılmaz hale gelirken, bilgelerin açtığı kapıları yeniden açarak insanlığın ortak değerlerinden ve binlerce yıllık engin tecrübesinden (bu kez kapitalizm ötesi bir formatta) yararlanmanın koşullarını aramaktadır. Bunun için önce, akvaryumun dışındaki o deryada yüzebilecek hale gelmesi gerekmektedir. Günümüz dünyasının kapitalizm öncesiyle arasına koyduğu cam duvarı kaldırıp kapıları açmak ancak o zaman olumlu sonuçlar verebilir. Bu sadece bir tercih ve felsefe meselesi değil, artık bir zorunluluktur. Çünkü kapitalist yaşam biçimi, ekonomisinden düşünce sistemine kadar herşeyiyle derin bir krize girmiştir ve sistemin mantığı dahilinde üretilen çözümler, sistemin krizini aşmakta yetersiz kalmaktadır.
Bu kitapta, kapitalizmin bir ekonomik sistemin adı olmaktan öte, on bin yıllık insanlık tarihi boyunca toplumlara hakim olmuş insani/kutsal değerler sistemini tersine çeviren bütüncül bir yaşam/düşünce biçimi olduğunu ve para ile ölçülen maddi değerleri tüm değerlerin üstünde tutarak insanları nasıl değiştirdiğini de anlatmayı deniyoruz. Kitap, Sol klişelerin ötesine geçerek, sistemin dikkatlerden kaçan boyutlarına dikkat çekmeyi amaçlıyor. Sistemin ekonomiyi esas alan bu benzersiz özelliği açısından bakıldığında dünya tarihini ikiye ayırabiliriz: Kapitalizm çağı ve öncesi çağı.
Kapitalizm ve tarihi, kapitalizm öncesinin on bin yıllık tarihinden nitel anlamda tamamen farklıdır. Mesela kapitalizme has çalışma sistemine göre, tek tek insanların reel özel ihtiyaçları düşünülmez; kişiye özel kalıcı ürün üretimi yapılmaz, insanların ihtiyaçları karşılandıktan sonra çalışmaya son verilmez. Böyle bir çalışma anlayışı, tarih boyunca asla varolmamıştır. Kapitalizmde sürekli yeni “ihtiyaçlar” icad edilir. Ne üretileceğine bizzat çalışanın karar vermediği türden yaygın ve yoğun bir çalışma/üretim sistemi, bütün kapitalizm çağı toplumlarına hakimdir. Sistemin asıl amacı da ihtiyaçlar falan değil, sadece para yapmaktır. Gerisi, son tahlilde tefarruattır.
21'inci yüzyılın büyük ekonomik krizi 2007'de, sistemin tam da hayati merkezinde, para/finans alanında uç verdi. Finans krizinin, bariz bir sistem krizi olduğu 2008'de kesinleşti. Sistem krizi, köklü reformların ve değişikliklerin yapılabileceğinin işareti olduğu gibi, değişimin istikametini anlamak bakımından da son derece önemliydi. Kriz en başta, kapitalizmin son popüler akımı neoliberalizmi sarstığından, neoliberal yapılanmaların ve neoliberalizme özgü siyasi akımların ve partilerin bundan olumsuz etkilenmeleri kaçınılmazdı. Nitekim sistemin neoliberalizme has etnik/dini kimlikçi siyasi ifadeleri, belirgin ölçüde krizden etkilenmiştir ve hızla itibar/güç kaybetmeye başlamışlardır.
Krizle birlikte neoliberalizmin bozulup değişmeye başlaması, ulus-devletlerden oldukça bağımsızlaşmış ve ulusal sınırlar ötesi global bir karakter kazanmış politikanın ve politikacı profilinin değişimini de tetikledi. Neoliberal dönemlerde politika, uluslarötesi piyasanın tek tek ülkelere dayattığı aynı ekonomi politikasının o ülkedeki uygulanmasından ibaretti. İktidara hangi parti gelirse gelsin aynı temel ekonomi politikaları uygulanıyordu, bu da partileri birbirine benzetmişti. 1980'li yılların sonundan itibaren gemi azıya alan uluslarötesi firmalar ve neoliberalizmin memuru haline gelen itibarsız politika dünyasında, partiler ve programları değil, karizmatik politikacılar önem kazanmıştı. Liberal dönemde, partilerin programları vardı, ülkelerin sorunları kerhen de olsa tartışılırdı. Neoliberal dönemde bu tartışmaların ortadan kalktığını ve kültürcü semboller üzerinden konuşulduğunu, seçimlerde politikacıların karizmasının belirleyici olduğunu ve politikanın kişilere indirgendiğini gördük. Seçim kampanyalarının reklam kampanyalarına dönüştürülüp, sorunların sosyo-ekonomik temellerine asla inmeyen kültürcü/kimlikçi tartışmalar devri sadece düşmanlık üretti.
Neoliberalizm öncesi kapitalist dünya, ekonomi üzerinden iki siyasi kampa ayrılmıştı: Reel Sosyalizm ve Liberal Kapitalizm. Kapitalizmin devletçi bir türünü uygulayan Sosyalist Blok çökünce, Neoliberal kapitalist anlayış dünyaya hakim oldu ve siyasi kutuplaşmalar farklılaştı. Sol-Sağ ayrımının anlamsızlaştığı neoliberal döneme, kapitalizmi asla konuşmayan kültürcü/kimlikçi dil hakim oldu. Sonuç, etnik/dini kimliklerin her birinin kendine taraf olduğu çok kutuplu bir politik yelpazeydi. Bir belirsizlikler dönemi olarak algılanan neoliberal dönemde, neoliberal ekonomilerin ürettiği derin sosyal eşitsizlikler ve bu eşitsizliklerin toplumdaki tarafları arasında olması gereken mücadele, başka bir alana (etnik/dini kimlikler alanına) taşınıp görünmez kılındı. Neoliberalizme has etnik/dini kimlikçi dil, vahşi piyasacı neoliberalizmin düşmanı ulus-devletleri düşman ilan etti. Buradaki en ilgi çekici yan; her türlü devlet/kamu kontrolüne karşı olan neoliberal politikaların ve onların etnik/dini kimlikçi ifade biçimlerinin, ulus-devletlere karşı yürüttükleri etkisizleştirme mücadelesini uzun süre “Sol” diye pazarlayabilmeleridir. Kapitalizmin en vahşi biçimini “Demokrasi” ilan edip kutsayarak savunan kimlikçi “Sol” anlayış, kapitalizmden hiç bahsetmemesi sayesinde çok önemli bir yanılsamanın sürdürülebilmesini sağlamıştır. Bu yanılsama, sorunların ekonomiden bağımsız oldukları yanılsamasıdır. Kendini Solcu referanslarla tanımlamayı seven neoliberal “Demokratlar”a göre, ekonomi ötesi bir “Demokrasi” vardır artık ve bütün sorunlar, ulus-devletin diğer etnik/dini kimliklere yukarıdan bakması nedeniyle ortaya çıkmaktadır! Sorunların ekonomiyle alakası yoktur!
Toplumsal algılamaya yirmi yıllık bir süre içinde hakim olan bu yanılsama, neoliberal kapitalizmin büyük kriziyle sona ermiştir. Ve neoliberal paradigma, ekonominin kendini yeniden hatırlatmasıyla değişmiştir. Neoliberalizm sonrası politika ve politikacı formatının yeni özellikleri de bu noktada ortaya çıkıyor. Yeni politikacı, sorunları sosyo-ekonomik bazda, etnik/dini kimlikler ötesinde değerlendiren bir dil kullanmak zorundadır artık ve bununla yetinemez. Artık, sistem ötesi, postkapitalist yaklaşımlar geliştirmek zorundadır. Neoliberalizmin semboller üzerinden konuşan ve Sol olmak iddiasındaki etnik/dini “demokrat” politikacısı iflas etmiştir. 1980’li yılların ortasından bu yana politikaya hakim olan bu dil, gene kapitalizmin çözülmekte olan sosyo-ekonomisi nedeniyle son bulmaktadır. Politikacının köklü değişimi, bir tercih meselesi olmaktan öte, bir zorunluluktur. Kapitalizm var olduğu müddetçe, onun özünü belirleyen sosyo-ekonomi dili mutlaka galebe çalacaktır. Afrika ve Asya’nın bazı bölgelerinde devletlerin çöktüğü, ekonominin olmadığı ve kalıcı işsizliğin bir dünya fenomeni olduğu bir dünyada insanları etnik/dini kimliklerle avutmak mümkün değildir. Hele neoliberalizmin ürettiği benzersiz sosyo-ekonomik eşitsizlikler atmosferinde, bu kadar uzun bir süre boyunca kültürel kimlikçi dilin politikaya hakim olabilmesi, eski Solun saygınlığı sayesinde gerçekleşebilmiştir. Çünkü neoliberalizm, kendi politikalarını etnik/dini “mağdurlar”ın safında yer alır görünen sol bir dil kullanarak savunmuştur. Dünyanın tamamına yayılan neoliberal kapitalizme karşı -sosyalizm gibi- alternatif bir ekonomi de olmadığından ve alternatif konusundaki umutlar tükendiğinden, neoliberalizm bu oyunu sürdürebilmiştir. Ama ekonomik kriz oyuna son vermiş, yeni bir bakış açısını zorunlu kılmıştır. Neoliberalizm sonrasının yeni politikacısı, sosyo-ekonomi dilini yeniden benimserken, modern kapitalizm devrine göre tanımlanmış ‘Politika’ ve ‘Politikacı’ kavramlarının da ötesine geçmek zorunda.
Politika, kapitalist yaşam biçiminin hakim olduğu toplumlarda, para/iş üzerinden birbirine bağımlı birey, sınıf, zümre ve çevrelerin parasal çıkarlarını düzenlemekle yükümlü modern kurumun adıydı. Neoliberal kapitalizm bu tanımı sistemin güçlüleri lehine değiştirerek, politikayı ekonominin dışına sürgün etmeye çalışmış, bunda kısa bir süreliğine başarılı da olmuştur. Ama insanlık tarihinin ekonomi merkezli tek sistemi olan kapitalizm varoldukça, onun sorunlarını sosyo-ekonomi dışı bir dille konuşmak mümkün değildir, nitekim mümkün olmamıştır. Neoliberal kapitalizmin krizi, aynı zamanda kapitalist sistemin krizi olduğundan, etnikçi/dinci neoliberal politika sonrasının yeni politikası bu anlamda bir tür postpolitika olmak zorunda.
Modern kapitalizm devrinin çizdiği sınırları zorlamak, bu kitabın ilk amacı. Kapitalizmin kendi tarihinde ilk kez, dünyanın belli bölgelerini terkettiği günümüz aşamasında, sistem-içi çözümler artık yetersiz kalmaktadır. Sistemin giderek daha çok bozulması ve daha çok bölgeyi terketmesi sürpriz olmayacaktır. Bu nedenle, geleceği olmayan kapitalist sistemin ekonomik/siyasi/düşünsel sınırlarına hapsolmayı reddeden yeni bir politika ve politikacı türüne özellikle ihtiyaç duyulacağını söyleyebiliriz. Sistemin ötesine doğru yürüyecek donanıma ve cesarete sahip olması gereken yeni postpolitika ve onun yeni aktörleri, insanlığın onbin yıllık ortak deneyimine açılan kapıları korkusuzca açmalı, o sonsuz deryaya yeniden dalabilmelidir.
Bu kitap, kapitalizmi eski klşeler ötesinde, daha geniş bir perspektiften görmeye çalışan yazıları ve söyleşileri içeriyor; daha önce yayımlanan ‘Nereye Kadar’ adlı kitabın genişletilmiş yeni bir versiyonu. Kitabın amacı, kapitalizmin sonrasına doğru uzanan yolda ‘Yeni Siyaset’i ve onun özgün siyasetçilerini, kapitalizm çağının tüm sınırlarını aşıp insanlığın engin deryalarına dalmak konusunda cesaretlendirmek elbette.
Selçuk Salih Caydı
Nisan 2011, Tarabya-İstanbul
İlk baskıya önsöz
Bu dünyada modern toplumun saygın bireylerinden biri olmak istiyorsanız, siz de herkesin yaptığını yapıp sabah erkenden kalkacaksınız, banyo faslından sonra yel yepelek arabaya ya da otobüse atlayıp, gününüzün üçte birini geçireceğiniz bir büroya veya fabrikaya gideceksiniz. Amacınız: Para kazanmak. Ne kadar çok kazanır, bunun için ne kadar rafine işler görürseniz o kadar saygın birisiniz. Bu toplumsal şartlanmalara aldırmayıp, normal biri olarak kalabildiyseniz, sırf para için çalışmak yerine o süre zarfında pekala çocuğunuzla ilgileniyor olabileceğinizi, ona kuru bilgiler değil, hayatında yararlı olabilecek şeyler öğretebileceğinizi, ya da sevgilinizle, sevdiklerinizle birlikte güzel vakit geçiriyor olabileceğinizi, ömrünüzün yarısını çeşitli okullarda saçma sayılar ve formüller öğrenerek harcamak yerine, sevdiğiniz, istediğiniz bir konuyla ya da uğraşıyla derinlemesine ilgilenerek değerlendirmiş olabileceğinizi, mesela doyasıya kitap okuyabileceğinizi, dünyayı ve ilginç insanları tanıyabileceğinizi düşünebilirdiniz; ama siz de öyle yetiştirilmediniz herkes gibi. Size okula gitmeniz, sonra da ömrünüzü bir iş yerinde geçirmeniz, ancak o zaman saygın biri olabileceğiniz öğretildi.
Asıl mesele para kazanmak olunca; sahte rakı üretmek de, biyolojik silahlar üzerine doktora yapmak da, genlerini değiştirerek karpuz büyüklüğünde domatesler yetiştirmek de, kürkünü satmak için Kanada’da fok neslini kurutmak da, Irak’da halka işkence yapmak da bir “meslek”, para kazanılacak bir “iş”tir. Hele işsizliğin yaygınlaştığı dönemlerde, öldürmenin türleri üzerine uzmanlaşmak bile para kazanılacak bir “iş” haline gelebilir. Bu arada gazetelerde; siz para kazanacaksınız ve işyerinizin dört duvarı arasında meşgul edileceksiniz diye dünyanın yeraltı kaynaklarının üçte ikisinin çoktan tüketilmiş olduğunu, dünyadaki içme suyunun yarısının çoktan kirletildiğini, önümüzdeki on yıl içinde hayvan ve bitki türlerinin yarısının tükeneceğini, kıtlıkların ve ardından doğal felaketlerin yaşanacağını ve yaşam koşullarının önümüzdeki yirmi yıl içinde insan hayatını da kökten tehdit edecek boyutlarda bozulacağını okursunuz.
Eğer dünyadan hiç haberiniz yoksa veya kötümser ve korkaksanız, “yahu yok öyle şey, hepsi uydurma bunların” deyip mezarlıkta ıslık çalmaya devam edersiniz, ya da “Nostradamus da demişti, 2012’de kıyamet zaten kopacakmış” der koyun koyun yaşamaya devam edersiniz. Eğer iyimser ve cesursanız, hayatın insan eliyle bozulduğunu, o halde insan eliyle de düzeltilebileceğini düşünür, kolları sıvarsınız. bunun için de önce, tüm mahremiyetiyle ve gerçekliğiyle dünyanın ve insanlığın durumunu masaya yatırırsınız. Sonra, bu ılgın gidişe önce bir ‘Dur’ deyip, ardından, gidişatın tersine çevrilebileceğine, dünyanın yeniden yaşanılabilir bir yer olabileceğine kalpten inanırsınız ve bunun için çabalarsınız. Bu kitap, ikinci kategoriye girenlere adanmıştır; yani bu feci durumu değiştirmek, dünyayı yeniden yaşanır bir yer haline getirmek isteyenler için yazılmıştır ve böyle insanlarla yapılan söyleşileri içermektedir.
Bu kitaptan çıkan sonuç şu: En klişe deyimiyle, daha güzel bir dünya mümkün! Hatta burada açık konuşacak olursak: Dünyayı yoketmekte olan global kapitalist sistemin ve onun insanlık düşmanı ücretli kölelik sisteminin fişini çekmek, çocuklarımız için yeni bir yeryüzü cenneti kurmak mümkün. Yoksa bu dünyada nefes almak bile bir lüks haline gelecek ve az kalmış temiz dağ havaları da yakında şişelenip butiklerde satılmaya başlanacak.
Bu dünyada suyun parayla satılabileceğini hiç düşünmemiş, onu ‘Sebil’ sayan güler yüzlü erdemli ve mütevazi insanlar da yaşadılar ve daha birkaç yıl öncesine kadar aramızdaydılar. Bu dünyada varolmuş böyle güzellikleri unutmadan ve durum daha fazla çığrından çıkmadan, sağ duyulu her insanın duruma el koymaya hazırlanması gerekiyor. Eğer “Gündüz iş ve alışveriş, akşam televizyon seyrediş” diyorsanız, canınızdan çok sevdiğiniz babişlerinizin hayatta kalabilenleri, otuz yıl sonra tam bir cehennemde yaşayıp, günde beş vakit size lanet okuyabilirler. Bunu bilin.
Yeryüzünün tamamına yayılmış bulunan reel kapitalist sistem, krizlerini aşma potansiyelini kaybetmiş bulunuyor. Krizler sistemin merkezlerine, yani ‘en ileri’ ülkelere kadar ulaştı. Artık Doğu için de Batı için de, kapitalist bir gelecek tasavvuru bulunmuyor. Bu durumda modern değerlerin de -kriz dönemlerinin kuralına uyarak- erozyona uğrayıp bozulduğuna, durumları anlatmak için kullandığımız terminolojinin, söylenmek istenenleri anlatamadığına, hatta kötüye kullanıldığına şahit oluyoruz. modern terimler ve onların ifade ettikleri şeyler de bugün itibarıyla kendilerinin karikatürü haline gelmiş bulunuyorlar. İnsanların bu terimlerle “ikna” edilmeye çalışılmalarına, yani aldatılmalarına karşı çıkmak gerekiyor.
Acil durumlarda, yüksek tehlike sözkonusu olduğu zaman insanları uyarıp kendilerine getirmenin en iyi yolu onları sarsmaktır. Televizyon başında ve günlük hayatın sıradanlığında uyuklamaya son vermek, herkesi sarsıp ayıltmak gerekiyor. İnsanların yeniden keşfetmeleri gereken kader ortaklıklarını, yapay ayrımlar ve düşmanlıklarla bozacak modern düşüncelere (her türden azınlık/çoğunluk milliyetçiliğine, komplocu antisemitizm türlerine, islamcı/evanjelist fundamentalizmine vs.) karşı durmak gerekiyor. Batılısı da Doğulusu da, Kuzeylisi de güneylisi de, hangi etnik veya dinsel gruptan olursa olsun, fakir veya zengin, herkes aynı tehlikeyle yüzyüze. İnsanlığın geleceği için birlikte, yanyana, sağlam durmak zorundayız. Bu birliktelikleri tehlikeye atacak, her türden modern bölünmüşlüklere karşı çıkmak özellikle önemli.
Gidişata kayıtsız kalmak artık kesinlikle mümkün değil. Durum vahim. Biz bu dünyada onbinlerce yıldır, belki çak daha uzun zamanlardan beri yaşıyoruz. Çok savaş ettik, ama o savaşlarda asla milyonlarca insan, kadın/çocuk ölmemişti, asla dünyadaki yaşamın yokolması tehlikesi doğmamıştı, asla küresel iklim felaketi tehlikesi, küresel açlık ve susuzluk yaşanmamış, şimdiki ölçülerde büyük sefalet olmamıştı. Bunlar son birkaç yüzyıldır yaşanmaktadır, öncesi ve benzeri bulunmamaktadır.
Karşınızda, dünyanın her mahalle ve sokağına kadar girmiş, insanların beyinlerinin en ince kıvrımlarına kadar sinmiş global bir sistem var. bütün paralar pullar, bütün silahlar külahlar, bütün siyasi ve ekonomik güçler, bütün yeraltı/yerüstü ve insan kaynakları, sistemin emrine amadedir. İşimiz kolay değil, ama durumun gerçekte ne olduğunu ve sistemi oluşturanların sonuçta tek tek bireyler, yani bizler olduğunu düşününce, zorunlu değişimin kesinlikle mümkün olduğu da hemen anlaşılacaktır.
Eski TİP geleneğinden gelen bir babanın, Sol gelenekten gelen oğlu olarak; dünyanın içinde bulunduğu bu vahim durumdan kurtarılması için belki de en önem katkıyı sağlayacakken sistemin içinde eriyip yiten ve hatta yer yer sistemin rafine savunucuları haline gelen Sol kökenlilerin de sarsılıp uyanmaları, kendilerine gelmeleri ve üzerlerindeki ölü toprağını silkelemeleri gerektiğine inanıyorum.
Konu, sistemin kendi içindeki, artık aşılması gereken eski siyasi kamplaşmaları temsil eden ve bugün hiç bir anlamı kalmamış olan bir ‘Sol ve Sağ ayrımı meselesi’ olmaktan çoktan çıkmıştır. İnsanlığın binlerce yıllık birikiminden ilham alarak ve yüce değerler etrafında buluşarak, modern bölünmüşlüklerin ötesinde insanlığın kurtuluşu yolunda birlikte ilerlemeliyiz; çünkü hepimiz aynı suyu içiyor, aynı gökkubbenin altında aynı dünyada yaşıyoruz ve yaşamaya devam etmek istiyoruz. Kapitalizmin aşılması istikametinde önemli şeyler söyleyen eski Solcu aydınlar da var elbette, ama geleceğin insancıl düzeninin, Aydınlanmacı Batı düşüncesini temel alan yeni bir cins cilalı modernizm olacağını sananları çoğunlukta. Bu tutum, modernizmden önce muhteşem uygarlıklar yaratmış insanlığı küçümsemek anlamına geliyor. Modernizmin yıkıcılığı sonucu, insanlığın eski birikimi kısmen tahrip olsa da, kökler son derece sağlam. Bu dünyada insancıllık, iyilik, sevgi, saygı, inanç ve toleransın mayası sağlam tutmuştur. Geleceğin sistemi diye, yeni tip yumuşak bir modernizmin/kapitalizmin gene aynı tip modern aydınlar tarafından kurulacağını sananlar aldanmaktadır. İnsanlığı, heryeri tektipleştiren para ilişkilerinin diktatörlüğünden kurtardıktan sonra, dünyanın çok renkli, çok kültürlü bir barış ortamına sahip olabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. bugün son versiyonunu yaşadığımız modernizm, insanlık tarihinde en fazla üçyüz yıllık bir -tamamen istisna- yaşam süresine tekabül ediyor. İnsanlığı felaketin eşiğine getiren bugünkü sistemin dilini ve aklını kullanan eski Sol (veya Sağ) orijinli aydınlar, geleceği temsil etmiyorlar.
Yüce değerlerin küçümsendiği, çoğunun unutulup tam da “global sistemin, karşısında durabilecek hiç bir güç kalmadı” denildiği sırada, sistem alenen içine doğru çökmeye başlamıştır, çünkü artık kendi içini boşaltmaktadır. Yakın zamana kadar, “Yaşadık gördük. Başaka bir dünya mümkün değilmiş, bununla idare edeceğiz artık” diyenler, fena halde çuvallamış bulunuyorlar. Çok güvendikleri ve “en iyisi bu” diye yere göğe koyamadıkları global sistem ve onun bütün değerleri, sosyo-ekonomik yapıyla birlikte anlamsızlaşıp tel tel dökülmektedir.
Arabaya ve uçağa bineceğiz diye, evimizde mutlaka klima aleti ce derin dondurucu olacak diye, bunları satın alabilmek için ve tüketimde yakınlarımızla/komşularımızla yarışabilmek için durmadan ne iş yaptığımıza hiç bakmadan çalışıp durarak diğer insanlardan daha yüksek olacağımızı, böylece mulu da olacağımızı düşündüğümüz bir yaşam biçimi kurduk; üstelik bu yaşam biçimine iyice alıştık da. Bugün dünyada, sayılarla ifade edilemeyecek kadar çok ve sadece bilgisayar ekranlarındaki sayılar olarak görünebilen sonsuz miktarda sanal para var. Ve o paralara sahip olanlar da pek mutlu görünmüyorlar. bu yaşam biçimine alışmanın, uyuşturucu maddeye alışmak gibi birşey olduğunu, belki başta çok zevkli ve eğlenceli görünmekle birlikte, sonunun sadece topyekün küresel felaket ve belki ölüm olduğunu artık herkes çok daha iyi anlıyor. Modern kapitalist yaşam biçimini değiştirmezsek hepbirlikte mahvolacağız. Öyleyse, tıpkı uyuşturucuyu bırakmak gibi, adına ‘Global Kapitalizm’ denen bu kötü alışkanlığı da bırakmaya karar vermeli ve bunun için elele vermeliyiz. Bize okullarda ve günlük hayatta ezberletilen modern klişelere, “modern değerler”e körü körüne din gibi inanmak yerine, kendi aklımızı, sezgilerimizi kullanarak, insanlığın binlerce yıllık birikimiyle insan doğasına uygun bir şekilde hareket etmek, boş terimlerle kağıt üzerinde kurulan insan doğasına aykırı sahte gerçeklere göre hareket etmemek gerekiyor. Bu gerçekler, doğaya yaklaşan insanın kendi doğasında zaten mevcuttur. Onlar, binlerce yıldır insanı ‘ruh sahibi insan’ yapan iyi ve yüce özelliklerimizdir. Şimdi, ruhumuzun derinliklerinden yükselen o sese kulak vermeye herzamankinden daha çok ihtiyacımız var. O sesten güç ve ilham alarak emin adımlarla geleceğe yürüyebiliriz.
Modern kapitalist yaşam tarzının bütün dünyada aşılıp, insancıl bir yaşam tarzının yeniden kurulması için çalışmak ve bu istikamette, dünyada oluşan güçlü iradeye katılmak gerekiyor. Her insan, diğerleriyle birlikte aklını, yaratıcılığını, insannlığını konuşturup, ayrım yapmadan bütün insanlığın bekası için kendince bu çabaya katkıda bulunmalı, kapitalizmin yerine insancıl bir düzenin kurulması için çalışmalıdır. Türkiye gibi hem Doğulu hem Batılı, coğrafi dünyanın tam ortasında yaşayan, güleryüzlü, iyi yürekli, sevecen, çocukları ve gençleri çok seven, onlar için ulusal bayramlar ilan eden bir ülkenin halkı da elbette sisteme karşı yükselen iradeye katılacaktır, ona önemli katkılarda bulunacaktır. Hayatı seviyorsak, yaşamayı seviyor ve gökyüzünün mavi olmaya devam etmesini istiyorsak, bize felaketten başka hiçbir gelecek perspektifi sunmayan kapitalist sistemi ve onun yaşam biçimini aşmamız gerekiyor.
Selçuk Salih Caydı
Temmuz 2005, Yeniköy-İstanbul
1.
Norveç parlamentosunun stenografı Hans Jaeger, kendi halinde, varlığıyla yokluğu belli olmayan ruh gibi bir memurdu –ta ki Kristiania-Boheme adlı otobiyografik romanını yazana kadar. 1885’de yayınlanan kitap müstehcen bulundu. Tanrıya hakaret ettiği gerekçesiyle, piyasaya çıktığının ertesi günü yasaklanıp toplatıldı. Yazarı, parlamentodaki işinden derhal kovuldu. Jaeger, yıllar yılı çeşitli işlerde sürttükten sonra 1902’de Paris’e düştü. Yazdıklarından pişman gibi bir hali vardı. Artık 48 yaşındaydı ve Tanrı ile ahlak hakkındaki fikirlerini onların lehine değiştirmiş görünüyordu. Jaeger önce devrimci-anarşist çevrelerde boy gösterdi ve nihayet 1906 yılında “Anarşinin İncili'ni yayımladı (1) Kitap, hiç kimsenin, ama hiç kimsenin dikkatini çekmedi.
Mammon (2), zafer kazanmışların edasıyla Tanrı'nın karşısına dikilmiş, onunla tartışmaktadır. İnsanoğlu’nun, kapitalin aptallaştırıcı ve ahlaksızlaştırıcı etkisine karşı ayaklanmayı akıl edemeyecek kadar akıl fukarası olduğunu anlatmaktadır Tanrı'ya. İnsanların çalışıp koşturmaktan, yaşamaya fırsat bulamadıkları hayatlarına öfkelenip kızmak gibi doğal reflekslerini bile kaybettiklerini anlatıp keyiflenmektedir. Hatta Tanrı’ya, yeni bir Tufan’la İnsanoğlu’nu yeryüzünden tamamen silmesini önerir. “Kartları yeniden kar ve yeniden dağıt” der. “Yeni bir oyuna, (…) bu kez senin daha donanımlı (akıllı) yarattığın yeni bir Adem ve Havva ile başlayalım. Yoksa bu oyun da çok can sıkıcı olacak.” (3)
İnsanoğlu, gerçekten bu kadar umutsuz bir vaka haline mi gelmiştir? Bütün tarihi boyunca sadık kaldığı ve ona, dünyadaki yaşam şartlarını ilelebet nasıl koruyabileceğini anlatan temel ilkeleri nasıl olmuştur da bukadar çabuk terketmiştir ve pupa yelken global ekonomik/sosyal/çevresel felaketlere yelken açabilecek kadar kendisini kaybetmiştir? “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkını vermek, Allah’a mahsustur” (4) diyen söylemler, “Eski Dünya Düzeni”nin temel ekonomik prensibini oluşturmaktaydı. Bu ilkeye göre, insanın Tanrı’dan gelen rızkı, tam bir belirsizlik içeriyordu. Tanrı kimseyi aç bırkmıyordu, herkesin rızkını veriyordu, ama önemli bir şartı vardı. O rızkı, nasıl ve ne zaman vereceğine bizzat Tanrı karar veriyordu. İnsanoğlunun rızkını aksatmadan alabilmesi için Tanrı’ya bağlı olması, Onun temel yasalarına uyması, iyi ahlaklı ve erdemli olması gerekiyordu. Eski Dünya Düzeni, binlerce (belki de onbinlerce) yıl sürdü –ta ki Aydınlanmacıların ve onların ekonomi “deha”ları kapitalistlerin ortaya çıkıp insanlara yeni bir alternatif sunmalarına kadar.
Kapitalistler kırlık alanlarda ve şehirlerdeki yerleşim birimlerinin arasına, adına 'fabrika' dedikleri büyük binalar inşa etmeye başladıklarında, kimse buna bir anlam veremedi. İnsanlara, kapitalistlerin fabrikalarda onlar için belirledikleri işleri yapmaları karşılığında para vermeyi önerdiler. Ne kadar çok çalışırlarsa o kadar çok para alabilir, sonra bu parayı istedikleri gibi harcayabilirlerdi. Tanrı’nın ne zaman ne vereceği belli değildi -ama kapitalistler işten sonra trink para ödüyorlardı. İnsanlar, Eski Dünya Düzeni'nin o belirsizliğini aşmak pahasına iradelerini ve üreteceği şeye bizzat karar verme özgürlüklerini, -üç kuruşa- kapitalistlere sattılar. Pis fabrikaları tıkış tıkış doldurdular. Oralarda bütün günlerini/hayatlarını geçirip, hiç tanımadıkları garip bir zenginler tayfası için yaşam enerjilerini tükettiler. Bunu yaparken, özgürleştiklerini sanıyorlardı. Çünkü bu çilenin karşılığında aldıkları para için dua etmek, iyi ahlaklı, dürüst ve erdemli olmak zorunda değillerdi. Bu şekilde kendi sosyal topluluklarından/cemaatlerinden de “özgür”leşiyorlardı. Dayanışarak yaşayan cemaatleri içinde başkalarına karşı görevlerini yerine getirip, başkalarının da onlara karşı görevlerini yerine getirmesini beklemek gibi temel ilkeler de önemini yitiriyordu. İş karşılığı aldıkları paranın cemaatleriyle alakası yoktu, öyleyse o parayı nereye ve nasıl harcayacakları konusunda da kimse onlara karışamazdı. Parayı harcamak için, eskisi gibi tutumlu ve alçakgönüllü olmaları da gerekmiyordu. Yeni düzenin prensibi farklıydı. Çok para almak için çok üretmeli, üretmeye devam edebilmek için de daha çok tüketmeliydiler. Birileri tüketecekti ki üretilebilsin, pis fabrikalarda çalışmaya devam edilebilsin. Böyle bir üretim/tüketim “bilinci” için, eski düzenin emrettiğinin tersine, önce nefsin sesini dinlemek gerekiyordu. Alçakgönüllülük, mütevazilik, tutumluluk geçer akçe olmaktan çıktı. Yeni düzenin işleyebilmesi için onları kaldırıp atmak gerekiyordu. Artık cemaatin bütününü ve karşılıklı dayanışmayı düşünmeden canları ne isterse satın alabilir, nefisleri ne isterse yapabilirlerdi. Kazandıkları para, onları “özgür“ kılmıştı.
Çin’de M.Ö 1500’lü yıllardan itibaren Şang hanedanlığı tarafından kullanılmaya başlanan ve Çin uygarlığının temel kitaplarından biri olan kehanet ve astroloji kitabı Ho-Lo-Li-Şu’da, 64 tane altı katmanlı işaret (heksagram) bulunur ve bunlardan yalnızca onbeşinci işaret hiç bir olumsuz katman (varyasyon) içermez: Kien. İşaret, kitabın Tanrı’yı karşılayan birinci işareti “Gök” ile aynı adı taşır ve “Alçakgönüllülük/Mütevazilik” anlamına gelir. Kien, İnsanı mükemmelleşme hedefine götüren ana yoldur. Kitapta, kehanette bulunulan Kien tipi insan hakkında şöyle bir temel yargıya varılır: “Böyle (alçakgönüllü) insanlar, Göğün yasalarını uygularlar. (…) Bütün dünyada alçakgönüllüler sevilir, kendini beğenmiş kibirlilerden kaçınılır. Bir insan bu (bilgi) silahıyla her zorluğu gönül rahatlığıyla aşar” (5). İnsanoğlu modernleşmeye başlayınca, alçakgönüllülüğü ve kanaatkarlığı zayıflık, kurum kurum kurulmayı güçlülük, müsrifliği de marifet saydı. 21'inci Yüzyılın başında eriştiği körlük ve kibrin zirvesinde, ilerlemeci mantığıyla “ileriye” doğru tek bir yolunun bulunduğunu, o yolun da dimdik aşağıya, kör bir uçurumun diplerine doğru indiğini artık anlamak zorundadır. Çinlilerin deyimiyle, “çok yüksekten uçan, en derinlere düşer.”
Binlerce yıl boyunca bütün inanç sistemleri, insan olabilmek için nefsi kontrol etmek, gem vurmak gerektiğini, alçakgönüllülüğü vaaz etmişlerdi. Kapitalizm, ücretli çalışma sistemini kurarak insanla Tanrı’nın arasına girdi ve insanlara paralarını gönüllerince (müsrifce) harcayabileceklerini anlattı. Ve İnsanlar, kapitalistlerin sunduğu bu yeni “özgürlük” karşılığında kapitalizmin insanlardan beklediği modern köleliği benimsediler. “Özgürlüklerini, zihinlerini, ahlaklarını, kapitalizmin para tutkusuna teslim ettiler.“ Paul Lafargue 1883’de şöyle yazıyordu:
“…Üretilen malların insanlar arasında paylaştırılmasını ve herkesin keyiflenmesini talep etmek varken, işçiler işyerlerine koşuşturuyor ve açlıktan başlarını, kapalı fabrika kapılarına çarpıyorlar. (…) Ve bu sefiller, dimdik durabilecek durumdayken, (…)12 ila 14 saat boyunca iş güçlerini satıyorlar. (…) Kolayca zenginleşebilmek için fakirlere ‘iş’ verenleri, insanlığın iyilikseverleri diye adlandırıyorlar. Veba tohumları saçmak, su kuyularını zehirlemek bile, kırlık alanlarda yaşayan ahalinin ortasına fabrika kurmaktan daha iyidir. ‘Fabrikada çalışma’yı yürürlüğe sok; elveda yaşam sevinci, elveda sağlık, elveda özgürlük - elveda hayatı güzel ve yaşamaya değer kılan her şey.” (6)
Para tutkusu ve inanç, çok eski zamanlardan beri iki zıt kutuptular. Hz. İsa İncil’de, “Hiç kimse (aynı anda) iki efendiye (birden) kulluk edemez” diyordu. “Çünkü ya birinden nefret eder ve ötekini sever, yahut da birini tutar, ötekini hor görür. Siz (hem) Tanrı’ya ve (hem de) Mammon’a kulluk edemezsiniz. Bunun için size diyorum: Ne yiyeceksiniz, yahut ne içeceksiniz diye hayatınız için, ne giyeceksiniz diye bedeniniz için de kaygılanmayın. (…) Göğün kuşlarına bakın, onlar ne ekerler, ne de biçerler, ne de ambarlara toplarlar; ve semevi babanız onları besler. Siz onlardan daha değerli değil misiniz? Ve sizden kim kaygılanarak boyunun ölçüsüne bir arşın (daha) ekleyebilir? Ve niçin giyecekten ötürü kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüklerine iyi bakın; ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler; size derim ki: Süleyman bile bütün izzetinde bunlardan biri gibi (güzel) giyinmiş değildi” (7).
Kapitalizm, insanın yaşam enerjisinin sömürülüp biriktirilmesiyle “ölü çalışma/iş”e yani paraya dönüştürülmesi anlamına geliyor. Paranın günlük hayatın tamel direği haline getirilebilmesi için de, paranın asıl kaynağının yani “çalışma/iş”in, hayatın temel direği haline gelmesi gerekiyordu. Ücretli çalışma sonucu elde edilen paranın, ‘rızk’ın yerine geçebilmesi için insanların çalışmayı iyice benimsemesi gerekiyordu. Kapitalizmin doğuşunun yüz yıl sonrasında halklar, kapitalist yoldan zenginleştikçe daha da mutsuzlaştıklarını yeni yeni farkediyorlar. Oysa Destutt de Tracy yüzyirmi küsür yıl önce; “Halkın kendini iyi hissettiği ülkeler, fakir ülkelerdir. Normal olarak zengin ülkelerde zavallılar yaşar” demişti. (8) Bunun nedeni çok açıktır. İnsanların yaşam enerejisini paraya çevirerek zenginleşen Kapitalist azınlıktan aldıkları ücretin artmasıyla “zengin”leşen halklar, “fakir” halklardan daha fazla yaşam enerjisi harcamış oluyorlardı. Bunun nedeni giderek çok daha fazla çalışmaları değildi. Daha az çalışıyorlardı, maddi anlamda zenginleşiyorlardı ama ruhsal anlamda giderek fakirleşiyorlardı. Çünkü ruhen yücelmelerini sağlayan eski insani/kutsal kuralları önemsemeyen, hatta dışlayabilen “çalışmak” edimi, hayatlarının tam merkezine oturuyordu, bütün hayatlarını belirliyordu, onları eski özgürlüklerinden daha uzaklara taşıyordu.
İnsanlar kendilerini kaptırdıkları bu gönüllü köleliği iyice benimsedikten sonra, “Kendi karıları ve çocuklarını fabrika baronlarına teslim ettiler. Kendi elleriyle kendi ocaklarını söndürdüler, kendi elleriyle karılarının göğüslerini kuruttular; ve o zavallı hamile, emzikli kadınları madenlere ve fabrikalara çalışmaya gönderdiler. Onlar da orada mahvoldular, akıllarını yitirdiler.” (9) İnsanları, (buna artık kapitalistler de dahildir) asıl mutsuz eden şey, para uğruna, ruhlarını ve yaşam enerjilerini -bir ömür boyu- saçma sapan bir takım “işler” için heba etmektir. Kapitalizm insanoğluna özgür olduğu telkin ediyor ama insan bedeni ve ruhu, bunun böyle olmadığını bas bas bağırıyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre günümüz dünyasında her üç kişiden biri, hayatının herhangi bir döneminde psikiyatrik rahatsızlık geçiriyor. Depresyon, dünyadaki her beş kadından ve her 9-10 erkekten birinde görülüyor (10).
Günümüz modern kapitalist sisteminin en iyi işlediği bölgelerde, insanın yaptığı her türlü günlük iş, para ile ölçüldüğünden, parasal karşılığı olmayan işler ya küçümsenip kısıtlanıyor ya da komersiyel hale getiriliyor. Örneğin ev işi yapmak, çocuğu okula götürmek, çamaşır yıkamak, yurt dışından gelen bir arkadaşı karşılamak gibi, insanı bizzat ilgilendiren gerçek kişisel işler, parasal karşılığı olmadığından küçümsenmekte ve savsaklanmaktadırlar. Hep beraber deniz kenarında oturup saatlerce denizi seyretmek, baharın kokusunu ciğerlerine çekip yaşadığının farkına ve bilincine varmak, uzun günleri sadece yaşamaya ve yaşamın anlamını düşünmeye, kendi özgün hayat tecrübelerine ayırmak gibi uğraşılar “iş” sayılmıyor, çünkü karşılığında para alınmıyor. Öyleyse yapılmıyor ya da bir aylık tatillere erteleniyor.
“Modern birey”i, eski çağların (ve geleceğin) insanından ayıran tamel özellik; herşeyi, “iş” ve “iş sonucu elde edilmiş para” bağlamında değerlendirmesidir. Sonuçta en önemli değer para olunca insan; onu ahlaki kurallara, kendi doğasına ve toplumuna bağlayan bütün bağlarından teker teker soyunabilmekte, ama soyundukça da o “tek değer”e yani “para”ya daha da bağımlı hale gelmektedir. Güncel eğilimlerine bakarak, kapitalist toplumun son aşamasında toplum diye birşeyin kalmayacağını, toplumun tek tek bileşenlerine/atomlarına ayrılıp çözüleceğini söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. (Tabii olay bu noktaya kadar gelmeyecektir, çünkü yeryüzünde bu saçmalığa kesinlikle son vermeye kararlı güçlü bir irade şekillenmektedir.)
Kendini paraya ve çalışmaya vererek özgürleştiğini sanan “modern birey”, herşeyi parasal değeriyle ölçme alışkanlığı nedeniyle, aşk, düşünce, insan sevgisi gibi doğal ve insani değerleri de mal haline dönüştürmüştür. Aşk mı? Al sana “zengin porno endüstrisi”, yaygın fahişelik. Duygu mu lazım? Al sana sulu sepken yapış yapış aşk dizileri ve bu mevzuları yazıp konuşan sayısız medya lalesi. Düşünce mi gerekti? Al sana; Orta Avrupa liselerinde öğretildiği kadarıyla “Modern değerler”i savunan boy boy entelektüel. Nurlarından sizi de “yararlandırmakta” kararlılar, çünkü “işler”i bu, paralarını oradan kazanıyorlar. Amerikan askeri, Bağdat’ta TV kameraları karşısında, işlediği cinayetlerin anlamı hakkında nasıl “this is my Job” (bu benim işim) diyor ve bunun için ayda üç bin dolar alıyorsa, “Aydınlar” da “iş”lerini yapıp biraz daha fazlasını alıyorlar.
Modern aile babası, televizyonda Afrikalı çocukların sopa gibi çırpı kollarını, armut sapı gibi ince boyunlarını görüp onlara acırsa, hemen bir yardım kuruluşuna/firmasına internet üzerinden bağlanıp bir tıkla bir kaç kuruş para gönderiyor ve o gece rahat uyuyabiliyor; ama çalıştığı fabrikanın ürettiği metal parçaların, Afrika’da soykırım uygulayan savaş beylerine satılan tüfeklerin mekanizmaları olup olmadığını sormayı asla akıl etmiyor. Kapitalist toplumun “ahlakı” işte böyle birşey.
Bu saçmalığa karşı çıkmak noktasında bugün asıl önemli olan, -eski anlamda- hayatın tadını çıkarabilmek ve sarsılmaz bir mutluluk kurmak için, yalnız inançlı ve erdemli olmanın yetmediğidir. Kapitalist çalışma sistemine, yani yeni “rızk!” sistemine bağlı olunduğu sürece erdemliliğin ve ahlakın maddi temeli yoktur. Çünkü para ve çalışmaya bağlı sistemde ahlaklı olmak sadece bir tercih meselesidir -bir zorunluluk değildir. Kapitalist toplumda ahlaklı ve erdemli laklidi yaparak da pekala yaşanabilir, çünkü ‘herşeyi gören Tanrı’yla ve onun rızk sistemiyle ilgi kesilmiştir.
Jaeger’in kitabında Mammon’un küstah sözlerini dinleyen Tanrı, yenilgiyi kabullenmez. İnsanın içinde, bu modern köleliğe karşı isyan kıvılcımının henüz sönmediğini ve Tufan’ın, bu dünyayı temizleyecek tek şey olmadığını söyler. İnsanların nasıl uyanacaklarını ve uyananların sayısının çığ gibi artarak sistemi yok edeceklerini anlatır. Mammon şaşırır ve Tanrının sözlerinden korkar. ‘Ya Tanrı’nın dediği olursa’ diye kaygılanır. İşte o zaman Tanrı, Jaeger’i yanına çağırır ve insanların da duymaları için, onlardan umudunu kesmediğini anlattığı konuşmasını yazdırır.
Gökkubbenin altında gerçekten değerli olan hiç bir şeyin yitip gitmediğinin bir kanıtı olarak, yüz yıl sonra bu kitap yeniden keşfedildi ve yeniden yayımlandı. (11) İnsanlar, ahlaksızlığın kökeni global kapitalist sisteme kanmayacak kadar akıllı olduklarını yeniden kanıtlamaya hazırlanıyorlar. Tufan ve diğer muhtemel çevresel felaketlere, sosyal çözülmeye ve barbarlaşmaya mahal vermeden, dünya ve insanlık sevgisinin bir işareti olarak global sistemin ocağına, yakışıklı bir incir ağacı dikmeye hazırlanıyorlar.
1. Hans Jaeger “Die Bibel der Anarchie” Kopenhag 1906.
2. “Mammon”, Süryanice “Mamuno” (‘Para’ ya da ‘Servet’) sözcüğünden kaynaklanır ve İncil’de adı geçen parasal zenginlik tanrısının adıdır. Kestirmeden, şeytan ile özdeşleştirildiği de olur.
3. Hans Jaeger. S.37
4. Hud Suresi 11:6. Bkz.: Abdullah Aydın “Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali” İstanbul
5. “Ho-Lo-Li-Şu”. Wen Kuan Chu ve Wallace A. Sherill çevirisi. Londra 1976. 15 Numaralı işaret. S.189. Veya, “I-Ging” Richard Wilhelm çevirisi. Münih 1973. S.75-76
6. Paul Lafargue “Le droit a la paresse” (Tembellik Hakkı) 1883.
7. Bkz.: Kitabı Mukaddes. Yeni Ahit / İncil. İstanbul 2000. Matta Bap 6.24’den 6.30’a kadar olan bölüm. 6. Bap’ın son bölümünde de şöyle bir cümle var: “…Önce Tanrının melekûtunu ve salahını arayın; ve bütün bu şeyler sizler için artırılacaktır.” 6.33
8. Lafargue’nin yaptığı bir alıntı. Aynı makalesinden.
9. Aynı yerde.
10. 22 Aralık 2002 tarihli Radikal gazetesinden.
11. Hans Jaeger’in kitabını yeniden keşfedip yayımlayan: Merlin Yayınavi Gifkendorf 1997
2.
Dünyanın tanıdığı en ünlü “proleterya diktatörü” Stalin, Lenin’den sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) başına geçince, adının hakkını vererek (1) çok sert bir devletleştirme/endüstrileşme politikası uyguladı. Bugün herkese açık arşivlerden öğrendiğimiz kadarıyla sadece 1930-1931 yılları aralığında 1.8 milyon köylü endüstriye transfer oldu. Bu hareket sırasında alıştıkları doğal yaşam biçimleri bozulan altı milyon insan açlıktan öldü. (2) 1935 Yılı başlarken Gulag çalışma kamplar›nda 965 bin kişi zorla çalıştırılmaktaydı. Bu sayı 1941’de bir milyon 930 bin kişiyi buldu. (3) Fakat Gulag ve benzeri kamplarda zorla çalıştırılan iş köleleri de Stalin’e yetmedi. Ona daha kuvvetli, daha beyinsiz, daha bedavaya çalışan, sesi soluğu çıkmayan ve asla ayaklanmayan bir “işçi sınıfı” lazımdı -yani, yeni bir cins proleterya ırkı.
Stalin, SBKP Başkanı ilan edilişinin ikinci yılında, Sovyetler Birliği’nin endüstrileşmesi için gerekli “iş gücü”nü yaratmak amacıyla Gürcistan’da gizli bir araştırma laboratuvarı kurdurarak, bilim adamlarına, sisteme genetik (ırk) bakımdan en uygun işçi/asker modelini yetiştirmek görevini verdi. (4) “Bilimsel” çalışmalar 1926’da zoolog (yani hayvan bilimci!) İlya İvanov adlı bilim adamının yönetiminde başladı. “Homo sovieticus” türü hayvan-insan kırması yeni bir tür yaratma girişimleri Tanrı’ya şükür başarısızlıkla sonuçlandı. “Çalışmaların” bir yan ürünü olarak, insan ile maymunun tamamen farklı yaratıklar oldukları iyice anlaşılınca, sözkonusu “bilimsel” çabalara son verildi. (5) Lafta işçi sınıfının “kurtuluşunu” hedeflediğini söyleyen, ama aslında onları hayvanlara eş gören ve biyolojik iş robotu embesiller üretmeyi düşün(ebil)en küçük burjuva aydınlarının kurduğu sosyalist rejim, Batı’daki liberal kapitalizm gibi aynı ücretli iş köleliği temeline dayanıyordu ve Batı’dakinden çok daha “hayvani” bir kapitalizm türüydü.
Kasım 1957’de Moskova’da yapılan, dünya Komünist Partileri buluşmasında Stalin’den sonra Sovyetler Birliği’nin başına geçmiş olan Nikita Kruşçov’un önünde bir konuşma yapan Çin Komünist Partisi (ÇKP) başkanı Mao Zedung da, çelik üretiminde Çin’in İngiltere’yi 15 yıla kalmadan geçeceğini ilan etti. Bu “hayal”in gerçekleştirilmesi için 1958 Mart ayında Chengdu’da yapılan ÇKP Merkez Komitesi (MK) toplantısında, kırlık alanlardaki bütün komünlerin birleştirilerek ‘dashe’ denilen daha büyük birlikler halinde örgütlenmesi ve kırlık alanların endüstrileştirilmesi için milyonlarca köylünün kitle halinde askeri disiplin altında çalıştırılması kararlaştırıldı. (6) Binlerce yıllık tarihi boyunca özgürlüğe alışmış Çin köylüsü, böylece modern iş kölesi haline getirilmiş oldu.
Kapitalizmi esas olarak sınıfların (işçi sınıfı, burjuvazi, vd.) birbiriyle girdikleri ilişkiler ve özel mülkiyet bazında inceleyen klasik/ortodoks marksist teori; özel mülkiyet yerine üretim araçlarının “toplum mülkiyeti”ne (aslında devlet mülkiyetine) geçirilerek, endüstrileşmiş planlamacı/kooperatist kapitalist bir devlet ekonomisi kurdu. Bu şekilde, insanlar arasında değerlerin daha adilce paylaştırılabileceğini ve böylece (liberal) kapitalizme alternatif oluşturulabileceğini sandı.
Buradan anladığımız kısaca şudur: İnsanları köleleştirip çalışmaya mahkum eden modern (devletçi kooperatist kapitalist ve liberal kapitalist) ekonomik sistemler, insanlara göre değil, hayvanlara göre tasarlanmış sistemlerdir. Ve tabii özünde aynı olan bu sistemlerin gönül yoksunu ruhsuz/inançsız bilim adamlarını bol para veya şan/şeref karşılığı araştırmalar yapmak üzere “özgür” bırakınca, bu adamlar, maymunlardan daha düşüncesiz ve vicdansız olabilmektedirler. Burada dikkat çekici olan şey, kapitalizmin eleştirilmesi bağlamında kullanılan ortodoks marksist kategorilerin sadece kapitalist toplumun/düzenin sınırları dahilinde işlemesidir. (7) Yani, ortodoks marksist kapitalizm eleştirisi, kapitalizmin ötesinde ve kapitalizmden sonra kurulacak toplumsal sistemleri açıklayıp tahmin etmek konusunda yetersiz kalmaktadır.
Reel kapitalizmin artık sistemin içinden yola çıkarak aşılamayacak kadar temel kategorik bozulmalar gösterdiği günümüzde, sistemin çöküşünden mümkün olduğunca az zarar görmek için ve çöküşün kontrollü bir şekilde -toplumlara mümkün olduğunca az zarar vererek- gerçekleşmesini sağlamak için ve kapitalizm sonrası toplumsal sistemi/sistemleri şimdiden tasavvur edip, gelişmeleri o yönde etkilemek için, yeni bir kapitalizm eleştirisi kurmak gerekiyor. Bu çabanın ilk nedeni, klasik şekliyle sadece kapitalist sistemler içinde oldukça işe yarayan marksist kapitalizm-eleştirisinin ve 1917 sonrası ortaya çıkan Leninci/Maocu sözde anti-kapitalizmin insanların özgürleştirilmeleri anlamında dün de bugün de işimize yaramadıkları gerçeğidir. (8) Gösterilmesi gereken çabanın ikinci ve en önemli nedeni ise; kapitalizmin ötesine/ilerisine doğru yoluna devam edecek olan (ve bu bağlamda bir sonraki aşamada klasik marksizmi de aşmak zorunda olan) yeni kapitalizm eleştirisinin, geleceğin kapitalist olmayan piyasasına/ekonomisine ve yeni yaşam biçimlerine doğru evrilebilmesi için, geçmiş ile gelecek arasında gerçek bir köprü işlevi görmesi zorunluluğudur. Bunun amacı; günümüzde çökme belirtileri gösteren global sistemin çöküşünün hızlı olması ihtimaline karşı fikren, madden ve ruhen hazırlıklı olmaktır ve geleceğe ilk adımı atıp orada sağlam bir köprü başı kurmaktır. Diğer amaç; sistemin sallandığı günümüzde doğabilecek olası kaos ortamlarına karşı önlem almaktır. Bu önlem de; toplumların akıl sağlıklarını koruyarak, barış içinde -bir şekilde- geleceğin kapitalist olmayan çağına geçişlerini sağlamak ve bu yolda, düşmanlık ve kanlı çatışmalar üretme potansiyeline sahip -neoliberal kapitalizm patentli- “düşünceler”in yıkıcı karakterini toplumlara göstermektir. Kısacası, toplumları neoliberalizmin yıkıcı ideolojilerinden korumaktır.
Kapitalizmin son türü olan neoliberalizmin ürettiği antisemitist Emevi İslamcılığı ve evangelist Hristiyancılık gibi dinci ideolojilerin yatkın olduğu komplo teorilerine düşkün dünya tasavvurlarının, (mesela neoliberal şabloncu/çoğunlukçu demokrasiciliğin, faşizan mikro-milliyetçiliklerin) dünyayı/toplumları kışkırtarak savaş ateşine atmalarını önlemek gerekiyor.
1990’lı yıllarda reel kapitalist sisteminin acilen ruh sahibi adamlara ihtiyacı vardı; çünkü kapitalizm, ruhsuz kuru para/kâr ve boşluk/hiçlik kültür(süzlüğ)ü demektir. Modern kapitalist sistem ruhsal anlamda, ancak oda ısısında yaşayabilen aynı boyda hormonlu maydonozlar yetiştirebilir, ama ruh sahibi insan yetiştiremez. Bunun için de ruh sahibi, iyi insanlar devşirmeye şiddetle ihtiyacı vardır. İnsanlık tarihi boyunca, ruh kazanmak için uygulanabilecek yöntemlerden biri de, gerçekten iyi bir şeyler için samimiyetle ve karşılık beklemeden mücadele etmektir. İyi niyetli samimi Solcular da bu yoldan, bir zamanların dervişleri ve mütefekkirleri, hata savaşçıları gibi -yaptıklarının spiritüel boyutunun farkında olmadan- ruh kazanmışlardı. Ama bunun ne anlama geldiğini bilmediklerinden, aralarından bazıları, o ruhu para/ün karşılığında, insanlık düşmanı reel kapitalist sisteme satmakta tereddüt etmediler.
20’inci Yüzyılın ilk yarısında kemikleştirilen klasik sosyalist teoride toplumların; ilkel toplum, köleci toplum, feodal toplum, paracı kapitalist zırzop toplum ve nihayet sosyalist toplum aşamasından geçmek zorunda olduğunu söyleyen bir klişe vardı. (9) Bu teoriye göre, sosyalizme geçmeden önce, Eskimoların, Siux yerlilerinin ve Pigmelerin bile -önce- kapitalist toplum olması gerekiyordu. Kapitalizmin yeni entelektüel elitleri haline gelen eski Solcular, sosyalizmin 1991’de iflas bayrağını çekip topu attığı gerçeğine bakarak, “en ileri özgürlükçü” kapitalizme sahip Avrupa’ya demokrasi ile birlikte bir cins sosyalizmin de gelmiş olması gerektiğini “mantıken” kabul ettiler. Eh!.. “Avrupa kapitalizminden daha iyisi dünyada yok” idi. Herşeyin konuşulduğu, her milletin yemeğinin yenebildiği, müziğinin dinlenilebildiği, sokakları bal dök yala tertemiz Avrupa ülkelerinin siyasi düzeni, -adı her ne olursa olsun- o “cennet” sosyalizm olmayacaktı da ne olacaktı? Demek ki, birzamanlar buralara, “kapitalist, emperyalist” falan denilerek haksızlık edilmişti!
1990’lı yıllarda şişelerin dibine vurulan masabaşı Sol-nostalji muhabbetleri arasında anlatılan bu “kutsal demokrasi” masalına, sadece çalışmayıp ilticacı olan veya Avrupa’ya gezmeye gelip-gidebilen “ağır abiler” inandılar. Çünkü onlar bu “demokratik” lafları bir şekilde yazarak/konuşarak zaten para kazanmaya başlamışlardı. O “derin demokrasi muhabbetleri”nden sonra sabahın ayazında kalkıp kös kös işe giden ve üç kuruş için en ağır işlerde çalışan samimi/dürüst Solcular, bu “demokrasi” işinde bir yamukluk olduğunu taa iliklerinde hissettiler ama onu sözlerle bir türlü ifade edemediler. Gerçi herşey için biryerlerden laf bulup yetiştirmeye gerek yoktur. Duygular bazen laflardan çok daha sağlamdır, ama rasyonel laf oyunları ile sürdürülen “ikna turları”nın “doğal/normal” sayıldığı bir ortamda yaşamaya alışmış insanlar bunu bilmiyorlardı. Laf yetiştiremediklerinin ellerini öptüler.
İşte buradan, kapitalizmin çözülme aşamasında, -yani günümüzde- kapitalizme karşı yeni bir alternatif geliştirebilmek için Solcu olmanın otomatikman önşart olduğu varsayımının tehlikeli bir saçmalık olduğunu yineliyoruz. En sağlam olduğu varsayılan Solcu aydınların bile reel kapitalist sistemin kadrolu savunucuları haline gelebilmelerinin ardında, onları kapitalizmle aynı noktaya getirebilen sağlam bir ortak yan aramak zorundayız. O ortak yan da, insanı derinlemesine kuşatan modern kapitalizm ve ona özgü yaşam biçimidir. Bugünün modern insanı, Adem ve Havva’nın bile sabah sekizde işe gittiğini, yılandan elmayı da parayla satın aldığını sanıyor. (Hayır! Bedavaydı!) Bu para/iş sisteminin geçmişi, üçyüz yıl bile değildir ve kapitalist sistem, paraya endeksli bilimi, rasyonalizmi, üretimi/tüketimi, tektip modern günlük hayat kültürü, vs. ile birlikte insanlık tarihinde tam bir istisna teşkil etmektedir. Modern kapitalizm, yaşayabilmek için sürekli yayılmak, dünyayı işgal etmek zorunda olduğundan, modern insan da, tıpkı suyun içinde yaşadığı halde suyun farkında olmayan, sudan bahsetmeyi aklına getirmeyen balıklar gibi, kapitalizmden bir sistem olarak neredeyse artık hiç bahsetmeyen bir medya dilini benimsemiştir. Bahsetse bile, onu soyut bir şey saymakta ve ona, kendi dışında bir olguymuş gibi yaklaşmaktadır. Toplumsal sorunların kaynağı olan kapitalizmin neoliberal dönemde gözlerden gizlenmesinde eski Solcu aydınların bilerek veya bilmeyerek önemli rol oynadığı söylenebilir.
Bugün geldiğimiz aşamada, doğayı ve insanlığı yok etmekle tehdit eden ve bu anlamda kesinlikle etkisizleştirilmesi gereken reel kapitalist sistemin modern yaşam biçimine karşı tutarlı bir eleştiri geliştirebilmek için, modernizmin yıkıcı yanlarını da eleştirmek gerekiyor. Böyle bir eleştiri için, sadece Sol olmak kesinlikle yetersiz kalmaktadır. Çünkü Sol, bizzat modernizmin has ürünüdür ve kapitalizmi sadece modernizmin sınırları içinde/dahilinde eleştirebilmektedir. Sınırların dışına çıkarak kendini inkar etmiş olmamak için de o sınırda durmaktadır (mesela Marx, kapitalizmi mükemmel bir şekilde eleştirmektedir. Ama modernizmin sınırları dahilinde). Krizdeki kapitalizmin ölümden/savaştan da para kazanan kara-ekonomisinin aktörleri; paralı-askerlik firmaları, mikro-milliyetçi örgütler ve dinciler/İslamcılar da o sınırı aşamamaktadırlar. Kaldı ki adı üstünde, ister Hristiyancı ister İslamcı veya başka bir dinci olsunlar, birer “-ci” olduklarından zaten kapitalizmin/modernizmin türevidirler. Paraya göre ve para ile tarif edilmiş o sınırın ötesine onlar da geçemezler. Bunun doğru dürüst hayalini bile kuramazlar.
Yeni kapitalizm eleştirisi için, modernizmin kazanımlarını asla yadsımayıp sahiplenen, ama modernizmin yüksek duvarlarla örülü sınırlarının ötesine geçerek sisteme dışarıdan yaklaşabilen çok boyutlu bir bakış/kavrayış tarzı geliştirmek gerekiyor. Kapitalizmin nasıl bir başlangıcı olmuşsa, bir de sonunun olduğu bilinciyle hareket eden yeni bir kapitalizm eleştirisi kurmak gerekiyor. Bunun en somut nedeni, dünyanın belli bölgelerinden kapitalist sistemin çok zor işlemesi, bazı bölgeleri de artık terketmeye başlamasıdır. Ortadoğu’da, Orta Afrika’da, Asya'da ve Güney Amerika'nın bazı bölgelerinde, ekonominin neredeyse yok hükmünde olduğu yerler ortaya çıkmıştır. Bu bölgeler, (kapitalist anlamda) üretilmeyen, tüketilmeyen, çalışılmayan, paranın kıt olduğu veya olmadığı bölgelerdir. Hani kısaca “günde bir Dolardan az geliri olanlar” denen milyonların yaşadığı yerlerdir. Sistem, iş üzerinden toplumlar üzerinde bir tür kontrol/düzen kurduğundan, kalıcı işsizliğin hüküm sürdüğü bu bölgelerin sistemin kontrolünden çıkması tehlikesi bulunmaktadır. Bu bölgelerin kontrolsüz kalmasını istemeyen sistem, buralarda kriminal çevreleri de kullanabilmekte veya bizzat askeri müdahalelerde bulunarak dışarıdan asker/polis gücüyle şekilsel “demokrasi” dikte etmektedir. Ekonomisiz yerlerde devlet aygıtı da son derece sınırlı işlediğinden veya hiç işlemeyip de facto ortadan kalktığından, her türlü pis işten para kazanabilen bir cins “ölümüne vahşi kapitalizm” yaşamaktadır. Barbarlaşma belirtileri gösteren bu ölüm ekonomisinin para kazanmak için yapamayacağı şey yoktur ve sıcak/sanal para üzerinden dünya ekonomisinin bir parçasıdır. Terörist örgütlerin para kaynaklarını kesip onları zayıflatmak için eskisinden çok daha iyi kontrol edilmektedir, ama sistem kapitalizmin dışındaki alternatiflere izin vermediği sürece, ölüm ekonomisinin tamamen yok edilmesi zor görünmektedir.
20’inci Yüzyılda Doğu ve Güney’in bütün “Sol-devrimci” iktidarları, insanların köle gibi nefes almadan çalışıp iş çıkışlarında da slogan atmak suretiyle “ilerleyeceklerini/özgürleşeceklerini” düşünüyorlardı nedense. Ücretli çalışmak mecburiyetinin (modern köleliğin) “erdemini”, liberal kapitalizmin sözcülerinden daha çok savundular. Örneğin Çin’de -hem de barış döneminde- 70 milyon insan, Mao’nun Çin modernleşmesi “macerası”na kurban gitmiştir. (10) Mao hedefine ulaşıp, çelik ve fazla buğday üretimi hedefini tutturdu, ama Çinlilerin hepsini seferber etmek (11) ve milyonlarca insanın ölümü pahasına. Herşey, Çin'in Batılı “gelişmiş” ülkeler kadar üretim yapabildiğini göstermek için yapılmış olmalıydı. Bu korkunç çılgınlığın başka bir izahı yoktur. Zorunlu iş/çalışma yoluyla milyonlarca insanı öldürmenin anlamsızlığının bilincine çok sonra varan Çin, olayın korkunç boyutunu bu net haliyle asla kabul etmemiştir.
Sürekli küçülen para/iş sistemi, bağımlısı olduğu dünya petrol rezervlerinin ekonomiyi sekteye uğratacak ölçülerde azalma tribine girdiği 2000'li yıllarda, artık dönüşü olmayan bir final dönemine girmiştir. Global para/iş sisteminin insanlığa mümkün olduğunca az zararla aşılabilmesi için eldeki tek büyük koz gene insandır. Kendimize ve insanın iyi/erdemli yanına güvenmemiz gerekiyor. Bundan sonra petrol yakarak iklimleri bozan ve insanları para karşılığı sürekli çalışmaya mahkum eden sistem, sürdürülemez bir hal almaktadır. Yani insanlar istese de istemese de sistem değişecektir. Bilinçli olarak değiştirilmezse, çökerek mecburen “değişecek” ama insanlığa da büyük zarar verebilecektir. Bu bilinçle ulus-devletlerin, kitle örgütlerinin ve sivil toplum kuruluşlarının hep birlikte çabalaması gerekmektedir. Çabaların başında, sistemin bir savaşı tetiklemesini önlemek, savaşa mutlaka karşı çıkmak ve atmosferin daha fazla kirletilmesini önlemek gibi girişimler gelmek zorunda.
Global bir sistemden söz ettiğimizden, sistemi aşmak da ancak global işbirliğiyle mümkün olabilir. Düşüncemizi modern kapitalizmin beton duvarlarla örülü sınırlarıyla kısıtlamazsak, hiç ummadığımız başka yollar keşfedebilir, hatta mucizelere bile tanık olabiliriz. Ama oraya kadar gitmeden, nesnel/rasyonel yaklaşımlarla ve marksizmin yardımıyla, reformlarla değiştirebilecek çok şey bulunuyor. Yolların bittiği yerde, kapitalizmin sınırlarının ötesinde yürümeye devam etmek için atalarımızın tecrübelerinden ve diğer düşünme/hissetme/sezgi yöntemlerinden yararlanabiliriz. Zor zamanlarda olmadık sürprizler yapan tarih, bizi adil ve renkli bir gelecek kurmak yolunda cesaretlendirmektedir.
1300 yıl kadar önce Çin halkı arasında ‘Cou’ diye çağrılan genç bir adam, toplumsal kurallar koymanın ötesine geçemeyen, halka ruh vermekte yetersiz kalan Kong Fuzi (Konfiçyüs) taraftarlaryla dalgasını geçiyor ve Çin kültürü/geleneğindeki toyonist (şamanî) yolun ustası kabul edilen Lau Dan’ın doğa dostu öğretilerini savunarak (12) etrafındakilere şöyle sesleniyordu: “Halk, sonsuz zamanlardan beri kumaş dokumak ve güzel giyinmek içgüdüsüne sahiptir. Birlikte ekip biçmek ve ortak bir şekilde, hiç bir grup ayrımı yapmadan herkesin beslenmesini sağlamak edimine; işte buna 'Eşitlik erdemi' (t’ung te) denir. Grubun mensupları arasında hiç bir ayrım yapılmadığı için buna 'Göğün/Tanrı'nın (13) bağışladığı' (t’ien fang) denir. En yüce erdemlerin (chih-te) geçerli olduğu çağlarda insanlar rahat hareket ediyorlardı ve bakışları keskindi. (…) Onbinlerce canlı doğada bolca yaşıyordu. Kuşlara, diğer canlılara yaklaşınca onlar insandan kaçmıyorlardı. (…) 'Soylu' birinden neden birşey öğrenilmek istensin ki? (…) Halk basit (ama mutlu) bir hayat sürmekteydi.” “Yer ile Gök arasında aracı olan insan, Göğün yasalarına göre yaşarken, hükümdarlar halkın zamanını almıyor ve halkı yılın üç gününden fazla bir süre boyunca işle meşgul etmiyorlardı. Halk içinde ailelere herşey konusunda izin verildiğinden, insanlar ihtiyaçları olan herşeye sahiplerdi. Ne hırsızlık, ne kıskançlık, ne de nefret vardı. (…) İnsanlar, saçları omuzlarında, elleriyle göbeklerine vurarak (mutlu/huzurlu) dolaşıyorlardı. Hiç kimsenin zengin ya da ünlü olmak tutkusu yoktu, kötü şeyler yapmaktan utanıyorlardı ve suç işlemeyi akıllarına bile getirmiyorlardı.” (14) Eskiden böyle toplumlar olmuşsa, ileride de pek ala olabilir. Hatta belki çok daha iyileri varolabilir. Olmalı. Bunun teminatı sizsiniz, biziz, hepimiziz.
1. Gürcistan’ın Gori şehrinde doğan Yozef Visarionoviç Cugaşvili (Stalin), ilkgençliğinde Sosyal Demokrat Partisi sempatizanıyken, bir Gürcü halk kahramanının adından esinlenerek ‘Koba’ kod adını kullanıyordu. ‘Stalin’ (Çelikten) adını, 1912’de Lenin’in Bolşevik Partisi’ne katıldıktan sonra kullanmaya başladı. (Çocukkenki lakabı da ‘Soso’ idi)
2. S.Courtois, N.Werth, J-L.Panné, A.Paczkowski, K.Bartosek, J-L.Margolin “Das Schwarzbuch des Kommunismus” Zürich 1997, s.165
3. a.g.e. s.228
4. O dönemde ‘Gen teknolojisi’ diye bir şey yoktu elbette, onun yerine ‘Antropoteknik’ diye bir terim kullanıldığını biliyoruz. Antropoteknik, Nazilerin de abartmasıyla bütün dünyada ‘ırk’ ile ilişkilendirilen bir “bilim!” sayılıyordu. 1929’da o dönemdeki “araştırmalar”a değinen “Zootecnica” adlı bir kitap yayımlayan Aleksandr Serebrovski, Afrika’dan getirilen maymunların ve insanların suni döllenmesiyle elde edilmesi düşünülen yeni insan/hayvan kırması işçi ırkından bahsetmektedir. Serebrovski, halkların gen havuzunu, tıpkı petrol, gaz, kömür falan gibi bir “ekonomik zenginlik” olarak değerlendirmektedir. Konu hakkında bkz.: Marc Adams “Eugenics in Russia / 1900-1940” New York 1990 s.181
5. 21.12.2005 tarihli Vatan gazetesinin ajanslara dayanarak verdiği haberine göre Schumi yakınlarında bir inşaatta çok sayıda maymun iskeleti bulununca bu deneylerin yapıldığı yer bulunmuş olmuş. Ajans haberi, konu daha önce sanki hiç bilinmiyormuş gibi sunuyor. Habere göre, proje başarısız olunca Ivanov beş yıl hapis cezasına çarptırılmış ve sürgün gönderildiği Kazakistan’da 1932 yılında 62 yaşındayken ölmüş.
6. Zhonggong Zhongyang guangyu ba xiaoxing de nongye hezuoshe shedang de hebing wei dashe de yijian (ÇKP Merkez Komitsi belgeleri 1995. C.11, s.209-210) Felix Wernheuer “Chinas Grosser Sprung nach vorne” kitabından. (Komünizmi kurmak için ekonomik anlamda ‘İleriye Doğru Büyük Atılım’ kampanyası hakkında) 1958-1961’ Münster 2004
7. Moishe Postone’nin 18 Temmuz 2000’de Berlin’de verdiği seminerden.
8. Lenin, Marx’ı yorumlayarak şöyle bir sonuca varıyor: “Kapitalist toplumdan komünist topluma geçiş sırasında arada devrimci dönüşümlerin olduğu bir dönem bulunur (...) ve bu dönemin devlet biçimi de proleteryanın devrimci diktatörlüğünden başka birşey olamaz.” (altını çizen Lenin) Bkz.: V.I.Lenin “Staat und Revolution” (Devlet ve Devrim) kitabının 5. bölümde. Lenin Toplu Eserler (LW) c.25, s. 395. Lenin’in önerdiği “proleterya diktatörlüğü” denen şeyle geleceğin toplumuna ilerlemek işlemi, ortalığın “devrim” diye ateşe verilmesiyle başlamıştır ve insanların hayvani bir diktatörlük altında, iş başında ölümle açlıktan ölüm arasında tercih yapmak zorunda kaldıkları kara bir dönem olarak tarihe karışmıştır. Geleceğe doğru yürürken, insan ruhunu dikkate almadan, onu sadece hayvan/makina/et/kemikten ibaret sayan ortodoks Solcu kaba modern projelerle ne kadar büyük yanlışların yapılabildiği, bunların insanlara ne kadar büyük zararlar verdikleri, 20'inci yüzyılın reel sosyalizm deneyimiyle sabittir.
9. Mao, 1956’da bir Yugoslav delegasyonuyla yaptığı sohbette Stalin’in feodal toplumlarda bile olmayan bir şekilde düşünceleri kontrol ettiğini anlattıktan sonra, kapitalist toplumun feodal toplumdan çıktığını, eh Amerika’daki Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin bile siyasi anlamda yalpalama hakları olduğunu söyler. Sosyalist liderler, şakayla karışık sohbetlerde bile, “ilkelkomünal toplum - köleci toplum - feodal toplum – kapitalist toplum – sosyalist toplum – komünist toplum” çizgisel/linear sislsilesin atıfta bulunmadan edemezler. Bkz. “Mao Zedong waijiao wenxuan” The Central Press of Historical Documents Beijing 1993, s. 261
10. Jung Chang, Jon Halliday “Mao – Das Leben eines Mannes. Das Schicksal eines Volkes” Çev. U.Schaefer, H.Schlatter, W.Roller. Münih 2005, s.17.
11. ‘İleriye Doğru Büyük Atılım’ kampanyası dönemiyle ilgili anlatılan bir anektod şöyledir: Bir eyalette buğday tarlalarına serçelerin dadandığı söylenir ve bunun üzerine ÇKP, herkesi tarlalarda teneke çalmakla görevlendirir. Bu konuda bir seferberlik ilan edilir. Amaç, serçelerin korkudan konacak yer bulamay›p yorularak gökten sapır sapır dökülmeleridir! Kampanyaya milyonlarca insan tenekelerle katılır ve gürültüden serçeler ortadan tamamen kaybolurlar. (Ama o gürültüyle yaşamak zorunda kalan insanlar kaybolamazlar!) Bu kez tarlaları böcekler basar. Yerel parti yöneticileri böcek istilasına dayanamaz ve gene ‘ne yapalım?’ diye birbirlerine sorar, “tartşırlar.” Partiden yeni bir emir çıkar ve bu kez o eyalet başka eyaletlerden milyonlarca serçe ithal eder! Mao döneminde Çin’de böyle trajikomik örneklerin haddi hesabı yoktur.
12. Sözü edilen kişi, Daoizmin kurucusu sayılan bilge Lao-tzu’nun (Halk arasındaki adıyla ‘Lau Dan’ın) öğretilerini yeniden yorumlayan Chuang-tzu’dur. Milattan önce 3’üncü yüzyılın ikinci yarısında yaşadı. Temel eseri “Chi-shih” hakkında bkz.: “Das wahre Buch vom südlichen Blütenland” Richard Wilhelm çevirisi. Münih 1991. Lao-tzu (yaşlı bilge) toyoncu (şamanî) geleneğin savaşsporları (kung-fu, qi-gong, tai-chi, ken-do vs.), eski tıp (Akupunktur vs.), kehanet sistemleri (I-ching vs.) konusuna yoğunlaşmş ‘Dao’ (:Yol, Varoluşun hareketli ruhu) ustası bilgelerin yarattığı bir mittir. Yani Lao-tzu diye bir kişinin yaşadığı kanıtlanamamıştır. Lao-tzu’nun yazdığı söylenen ‘Dao de ching’ adlı kitap, yüzyıllar alan bir süreçte, isimsiz çok sayıda bilgenin elden geçire geçire mükemmelleştirdikleri kollektif bir üründür. (Hint geleneğinin Mahabharata, Bhagtivedanta, Srimad Bhagavatam vs. gibi eserleri de bu yöntemle mükemmelleştirilmiş kutsal metinlerdir) Dao’cu bilgelerin Lao-tzu’yu, Kong Fuzi’ye (Konfiçyüs’e) allternatif olarak yaratmış oldukları sanılıyor.
13. Çince ‘Gök’ anlamında kullanılan ‘T’ien’ sözcüğü, aynı zamanda ‘Tanrı/Tanrısal’ anlamına da gelir. (Türkler’deki/Göçebelerdeki gibi Gök/Tanrı, ‘kişi/insan’ şeklinde/donunda tasavvur edilmekten çok, akıcı/değişken/capcanlı, şekil değiştirebilen bir enerji olarak düşünülür) Göçebe kültüründe de Tengri/Tanrı/Tengere aynı zamanda mavi göğün de adıdır.
14. Milattan önce 541-480 yılları arasında yaşamış olan Tung Chung-shu, “Ch’un-ch’iu fan-lu” kitabında böyle yazmaktadır. Wolfgang Bauer. Passau 1974.
3.
Aydınlanmacıların romanlara konu olan efsanevi örgütü İlluminati’nin üyeleri, 1500’lü yılların başında Roma’da ilk gizli toplantılarını yaparken, kilisenin despotizminden korkmadan düşüncelerini söyleyebilecekleri hür ve demokratik bir ortamın özlemi içindeydiler. Onların örgütü, seküler bir think tank olmanın ötesinde, aynı zamanda çeşitli ritüellere sahip gizli bir tarikat gibi çalışıyordu. Avrupa’nın en iyi eğitimli ve kilisenin tiranlığından bunalan bütün büyük beyinleri bir şekilde İlluminati ile ilişkiliydi. Örgüt kendini, “Aydınlanma kilisesi” diye adlandırıyordu (1) ve Hristiyanlık dinine değil ‘bilim dini’ne inanıyordu.
Bazı şeyleri daha kolay anlamak için doğdukları yere geri dönmek gerekir. Şimdi roman kurgusundan, gerçek İlluminati’ye dönelim. Örgütün ilk önderi Adam Weishaupt (kod adı: Spartacus), gizli bir toplantı sırasında, gruba yeni katılanlar için yaptığı bir konuşmasında hedefleri konusunda şunları söylüyordu: “Düşük kaliteli insanları değil, her milletten her dinden ve sınıftan en kalitelilerini, hem de onlara karşı dışarıdan zor kullanmadan birleştirmek: Onlara tek bir ruh ve can vermek (…) ve onlara hükmetmek. Onları eşitlik, despotizm ve özgürlük temelinde sımsıkı birleştirmek.” Sonra devam ediyordu: “Kardeşlerim, (…) o muazzam son hedefe ulaşmak için: Haklı ya da haksız olmak, ahlaklı ya da ahlaksız olmak, ancak hedefe göre tarif edilecek şeylerdir.” (2) Örgütün önemli üyelerinden Zwaks da aydınlanmacıların en üst yönetici kadrosunun görevlerini sıralarken en başta, “dünyaya sunulacak yüksek felsefi sistemler ve halk için bir din kurmak. (…) Sonra dünyayı yönetmek” konularını sayıyordu.(3)
Aydınlanmacılar, Batı’daki Fransız ve Amerikan devrimlerini, diğer ulusal devrimleri bu “ruh” ile gerçekleştirdiler; kapitalist sistemi ve demokrasiyi kurdular. İnsanları köle gibi çalıştırarak onların emeklerini paraya çevirmek gibi “parlak” fikirlerini, dünyanın dört bir yanına -top ve tüfekle- yaydılar. Bugün maalesef İlluminati diye bir örgüt yok (olsaydı ve sistem komplo teorisi konulu romanlardaki ve filmlerdeki gibi İlluminati'ye bağlı olsaydı, değiştirmek de çok daha kolay olurdu). Onun yerine, eğitim görmüş hemen bütün herkesin din gibi inandığı Aydınlanmacı “değerler” var. Dünyada modernleşmenin girmediği köşe-bucak, köy ve mezra kalmamış durumda. Aydınlanmacıların son militanları sosyalistler de, “Doğunun Fransız Devrimi” 1917 Ekim Devrimi’nin ardından, 20. Yüzyılın sonuna kadar (4) var “güç”leriyle, Aydınlanmacı fikirleri, dünyanın geriye kalan kısmına, Doğu’ya yaydılar. Doğu’nun (ve Batı’nın) kadim uygarlıklarını acımasızca yok edip, artıklarını müzelere doldurmak konusunda birbirleriyle yarıştılar. Modernizmin vesile olduğu yıkım o kadar kapsamlı ve kesindir ki, Çingis Han’ın Moğolları bile, Aydınlanmacı aktivistlerin yanında melekler kadar saf ve masum kalır.
Geçenlerde Kanada’ya yerleşen eski solcu bir arkadaşın telefonda “Nihayet, artık gerçekten demokratik bir ülkede yaşıyorum.” diye sevindiğini anlattılar. Eğer mesele bir uçak bileti ve başka bir sığınma başvurusu idiyse, hapislere girmenin ne anlamı vardı? Halbuki sosyalizme ulaşmak için, önce bir devrimle milli kapitalizm inşa edilecek, böylece gerçek demokrasi de kurulacaktı.(5)
Böylesi trajikomik durumların en sağlıklı açıklaması, sol-sağ ayrımının aslında hanidir tedavülden kalkmış olmasıdır. Sol ve Sağ aynı yerde, global kapitalist ekonomide ve onun evrensel siyasi sistemi demokraside buluşmuşlar, böylece tarihteki ileri-geri kavgasına da bir son vererek bizi kafa karışıklığından kurtarmışlardır. Artık milli sınırlar dahilinde soldan (sosyalizmle) modernleşerek, sağdaki (kapitalist) daha modern ülkelere yetişme telaşesi de sona ermiş bulunuyor. Çünkü ekonomik bakımdan hem ulusal sınırların anlamı kalmamıştır (global ekonomi sınır tanımamaktadır) hem de modernleşmenin her yeniliği bir bilgisayar faresinin tıklamasıyla aynı anda dünyanın her köşesinde devreye girebilmektedir. Öyleyse artık ileri ve geri ülkelerden değil, -tek bir global sistemin içindeki- fakir ve zengin bölgelerden sözedebiliriz. İleri-geri ayrımının olmadığı, sol-sağ ayrımının anlamsızlaştığı bu sistemde Sol’un yeri, işlevi ve anlamı olamaz (tıpkı Sağ’ın da olamayacağı gibi). Bugün lafta kalan sol-sağ ayrımı, ancak bir kişinin ya da siyasi kurumun geçmişte modernleşmenin hangi tarafında (solunda mı sağında mı) durduğunu gösterir.
İngiliz gazetesi The Telegraph’a konuşan, Irak’ta görevli üst düzey bir İngiliz komutan, Amerikan ordusunun Irak’ta “tehdidin boyutlarıyle orantılı olmayan derecede kuvvete başvurduğundan” yakınmıştı. Amerikalıların Iraklılar’a karşı tutumunu “trajik, korkunç” bulmaktaydı. Aynı askeri yetkili, Amerikalı subayların Iraklılar’a hangi gözle baktıklarını anlatmak için de “Untermenschen” sıfatını kullanmıştı (6).
Yalnız içerik değil tarz da çok önemli. Amerikan ordusunun Irak'da uyguladığı tarz, müttefikleri tarafından bile Nazilere benzetilecek kadar düştüğüne göre, Irak’a ve dünyanın “geri kalmış” köşelerine Hitler metodları kullanarak götürmekte ısrar edilen Demokrasi’nin gerçekten de “iyi bir şey” olması mümkün olabilir mi? Bush’un ihraç etmeye kalktığı demokrasinin gerçek demokrasi (?) olmadığı ve gerçek demokrasi ile Bush demokrasisi arasındaki “farkın” özellikle gösterilmesi gerektiğine dikkat çeken iyimserlere, demokrasiyi bir bütün olarak yeniden değerlendirmelerini önerebiliriz.
Çağımızın gerçek ayrımı, aydınlanmacı modern sistem ve onun sağlı sollu savunucuları ile, sisteme karşı olanlar arasındaki kutuplaşmadır. Dünyadaki yeni siyasi kutuplaşmanın eksi kutbunu Aydınlanmacı modern demokrasi, artı kutbunu da, ona karşı gelişen özgürlükçü post-kapitalist hareketler oluşturuyorlar ve bunun sağla solla artık pek bir bir alakası yok. Göründüğü kadarıyla 21. yüzyılı belirleyecek gibi görünen asıl ayrışma buradadır..
Global sistemin zayıfladığı ve çöktüğü yerlerde (Afrika, Afganistan, Irak ve sonra Yunanistan, Doğu Avrupa ülkeleri vd.) çözüm olarak hemen -hatta silah zoruyla da- demokrasi dayatılıyor. Artık bunu; insanların şekilsel demokrasi ile daha kolay kontrol altında tutulabildikleri şeklinde anlıyoruz. “Demokrasi bilinci”ne sahip biri, başında polis olmadan da uslu duruyor, sisteme itaat ediyor. Kısacası demokrasi, insanoğlunu negatif anlamda evcilleştiriyor. Şekilsel demokrasinin, ancak kapitalist sistemle birlikte yaşayabilen bir şey olduğu gittikçe daha iyi anlaşılıyor.
Demokrasi bilincine sahip vatandaş kimdir? O herşeyden önce; onu şahsen hiç ırgalamayan bir işte, ne ürettiğini sorgulamadan, sırf para kazanmak için çalışan (emeğini satan) ve bunu bir erdem sayan kişidir. Aydınlanma felsefesinin seküler değerlerine mutlaka bağlı olan, siyasi kararlara dört-beş yılda bir de olsa kıyısından katılan (oy kullanan), seküler ulus devlette yaşayan bir insan türüdür ve ancak bu çerçeve dahilinde “özgür”, “eşit”, “bağımsız” olma hakkına sahiptir.
Sistemin bileşkenlerinden biri ya da birkaçı zayıflasa, diğerlerini de zayıflatmakta, kapitalist sistem tekleyince demokrasi de iyi işlememektedir. Böylece, “vatandaş”ın özgürlük/eşitlik/bağımsızlığı sekteye uğramaktadır. Bileşenler iyice eksilirse, ya da toplum, bileşkenleri içgüdüsel bir şekilde değiştirmeye teşebbüs ederse, daha uyanıp bilinçli hareket etmeye fırsat bulamadan ABD komutasındaki dünya polisinin tacizine maruz kalabilmektedir.
Demokrasi gerçekten “halk iradesi” demek olsaydı, insanlar önce endüstriyel üretime son verip, bağıra bağıra geliyorum diyen global iklim felaketini önlerlerdi. Demokrasi, genel anlamda reel kapitalizmin ve onun global pazarının bir çeşit gizli diktatörlüğü gibi işliyor. Gücü de bu gizliliğinden, gerçeği lafazanlıkla gözlerden saklamasından geliyor. İnsanlar, global bir çevresel/sosyal/ekonomik felaketin kapıda olduğunu hanidir bilmelerine rağmen hiç bir şey yap(a)mıyorlarsa bu, demokrasinin bir özgürlük düzeni değil, olsa olsa bir yaldızlı kölelik düzeni şeklinde işlediğini gösterir.
Demokrasi ile Aydınlanma dini, reel kapitalist sistemin siyasi alana hakim ruhu gibiler; onlara dayanarak, kapitalizm ötesi bir gelecek inşası mümkün görünmüyor, çünkü reel kapitalizmin çöküşüyle birlikte muhtemelen onlar da anlamsızlaşıp ortadan kalkacaklardır.
Demokrasi, kendisi dışında alternatif sistemlerin gelişme olasılığını tamamen ortadan kaldıran, bunun için elinden geleni ardına koymayan bir siyasi sistemdir. İnsanlık ve insanlığın uygarlık tarihi üzerinde yaptığı tahribata bakacak olursak demokrasi, tarihin ‘en gelişmiş’ değil ancak en barbar yönetim sistemlerinden biri olabilir. Şimdiye dek hiç bir sistem, kendisinden önceki sistemlere bu kadar acımasız ve gaddar davranmamıştır. Uzun insanlık tarihinin bugün geldiğimiz aşamasında insan oğlunun kurduğu, yaşayan bütün özgün kültür ve uygarlıkları tam bir soykırımına tabi tutup yok ederek ve artıklarını müzelere doldurarak daha uygar olunabildiğini sanmak “pırıltısı” Aydınlanmacılara nasip olmuştur.
Reel kapitalist sistemin, global bir kıyamete yol açmadan (veya açtıktan sonra) zaten bir şekilde sona ermek zorunda olduğunu artık herkes hissetmekte, görmekte, yavaş yavaş bu belanın en az zararla nasıl atlatabileceğini konuşmaktadır. Öyleyse sistemin elbirliğiyle değiştirmesi gerekmektedir. Bunu fazla geciktirmeden ve mümkün olduğunca yapıcı bir yaklaşımla, insanı insan yapan değerler adına ve yeryüzündeki hayatın bozulmadan sürebilmesi adına gerçekleştirmek gerekiyor. Değişime, sistemin “kutsal din”i Aydınlanma ve Şekilsel Demokrasi’den başlayabiliriz. Zaman insanlığın aleyhine işliyor. Bu nedenle Aydınlanma ve kapitalizm eleştirisinin “özellikle saldırgan” bir üslup içermesinde şaşırtıcı bir yan yoktur. (7)
Demokrasi, ilk ortaya çıktığında, din sultası altında ezilen tarım toplumu insanının kurtuluşuydu. Tarım toplumu insanına çizilen dar çerçeveyi kırması için büyük bir nimetti ve bizi uzun süre idare etti, biz de onu; ama bunun için demokrasinin kadir-i mutlak sayılıp ölümsüz ilan edilmesini kimse beklemesin. Artık o, tarihsel görevini tamamlamış, miyadını doldurmuştur.
1. Illuminati, Latince “Aydınlanmışlar” demektir. Burada sözü edilen romanların en günceli, Dan Brown’ın Amerika’da ve Avrupa’da yayımlandığı 2001’den beri çok satan “Angels & Demons” romanıdır. Illuminati hakkındaki bilgiler, bu kitabın 9. Bölümünden alınmıştır.
2. Adam Weishaupt “Anrede an die neu aufzunehmenden Illuminates drigentes” Frankfurt 1782, S.45 ve 51 (1787 tarihinde derlenmiş örgüt belgelerinden) Bavyera Devlet Arşivi Münih. Örgütün en etkin olduğu dönemlerde bile üye sayısı 3500’ü aşmamıştır.
3. Weishaupt-Zwack mektuplaşmaları (orjinal el yazmaları arasından) 10.3.1778 tarihli yazışma. Zwacks’ın gerçek adı belirsizdir. Bavyera Devlet Arşivi (Elyazmaları bölümü) Münih
4. Büyük tarihçi Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyılın 1914’de başlayıp 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sona erdiğini söyler. Bkz: “Intervista sul nuovo secolo” ( ya da “Das Gesicht des 21. Jahrhunderts” Münih 2000) S.9
5. Sovyet yanlısı olmayan ve Türkiye işçi Partisi’ne muhalif sol bir çevre, Türkiye’de sosyalist devrim yerine Milli Demokratik Devrim (MDD) yaparak önce milli kapitalizmi kurmak taraftarıydı. 60’lı yılların sonundan itibaren bölünme suretiyle bu fikri temel alan irili ufaklı çok sayıda sol parti ve fraksiyon ortaya çıktı. Bir kısmı halen varlığını sürdürmektedir.
6. Naziler Yahudileri “aşağı ırktan insanlar” (:Untermenschen) olarak görürlerdi. Haber,13 Nisan 2004 tarihli Yeni Şafak Gazetesinden alınmıştır.
7. Sisteme köklü eleştiriler getiren Alman düşünür Robert Kurz, “Tabula Rasa” başlıklı uzun yazısında, “Aydınlanma eleştirisinin sınırlarını” tartışırken, elştirinin yüksek dozundan korkulmaması gerektiğinden, bunun zorunluluğundan sözediyor. Bkz: Krisis dergisi Nr 27. Erlangen 2003, S.88
4.
“Parti, örgütlü sınıf bilinci değil,
örgütlü iradedir.”
Leo Trotzki
1917 yılının 27 Mart günü New York limanından ayrılmak üzere olan Christiania gemisine, Amerikan pasaportlu sıkı bir devrimci bindi. (1) Bolşevik Partisi’ndeki kod adı Trotzki olan Leo Bronstein’ın yanında 20 milyon Ruble gibi gerçek bir servet ve New York’da eğittiği küçük bir muharip birlik vardı. Parayı ünlü banker Jakob Schiff’den almıştı. (2) Aynı dönemde İsviçre’den Moskova’ya giden bir trende Lenin kod adlı büyük devrimci Vladimir İlyiç Ulyanov bulunmaktaydı. Onun o vagona binmesini sağlayan Alman gizli servisi şefi Max Warburg, Parvus kod adlı Alexander Helphand aracılığıyla Lenin ve arkadaşlarına altı milyon Dolar değerinde altın iletmişti. Altınlar, güçlü Amerikan mali çevrelerinden, Federal Reserve Board’dan geliyordu. Bu banker grubunun müdür yardımcısı Paul Warburg ile Max Warburg kardeştiler. (3)
Anlı-şanlı konulardan bahsederken, bu tip para meselelerinin açılması hiç kimsenin hoşuna gitmiyor. Yalnız birzamanlar sosyalizme inanmış samimi eski (ve yeni) Solcuların değil, herkesin canının sıkıldığını biliyoruz. Burada biri ülkesinin yenilgisinin intikamını almak, bir diğeri para kazanmak, başka biri de belki devrime inandığı için Lenin ve Trotzki’ye kendilerince yardım ediyor. Sonunda nurtopu gibi bir devrim olmasına rağmen, insanlar bu konularla ilişkili olarak gemideki o muharip devrimcilerden konuşmayı seviyorlar, ama para hikâyelerini konuşmayı sevmiyorlar. Bunun nedeni, para ilişkileri ile yüce değerlerin birbirine zıt şeyler olduğudur. Bu tip gizli-kapaklı para ilişkilerinden, iyi para eden bestseller entrika romanları çıkar! Ama onlardan ‘iyi niyetle’ esinlenilemez.
Bolşevik devriminin kaynağı kuşkusuz para değil, Lenin’in iradeli Bolşevik partisiydi. Ne de olsa ‘Komünist Parti, -devrimin çıkarları için- proleteryanın sınıf bilincinin bağımsız, şekillenmiş hali’ sayılıyordu. (4) Orta tabakaya mensup Sol aydınların kurup yönettiği o Komünist Partilerde işçiler asla çoğunluğu oluşturmadılar. Ama komünist partiler, ‘işçi sınıfı’nın ‘burjuvazi’ye karşı ‘sınıf mücadelesi’ni “tarihin itici gücü” saydıklarından, dünyalarını ve kendi yazdıkları tarihlerini ikiye ayırdılar: Bir tarafta işçiler, diğer tarafta burjuvazi. Bu iki taraf, başka işi olmadığından birbirlerinin kafalarını kıracak, tarihin tekerleği de ancak böyle dönebilecekti, birarada olmuyordu/dönmüyordu… Tabii bugün bunları, eskinin bestseller tarih hikayeleri niyetine okuyoruz. İktidara ve patronluğa susamış Sol-ideoloji sahibi modern orta/küçük burjuva aydınlarının, büyük burjuvaları tasfiye ederek onların yerine geçtikleri kaba-saba yeni kapitalist sistem türüne kısaca sosyalizm diyorduk.
Doğu’da Rusya’da, Çin’de, Doğu Avrupa’da, Vietnam’da, Kamboçya’da ve daha başka yerlerde, eski kültür ve uygarlıklar, iktidar sarhoşu çenebaz küçük burjuva sosyalistler tarafından barbarca yok edildiler. Yıkıntıların üzerine kirli betondan fabrikalar kuruldu, insanlar ve çevre acımasızca kirletilip yok edildi. Burjuva diktatörlüğüne rahmet okutan ve adına proleterya diktatörlüğü denen bu rafine modern barbarlık, milyonlarca insanın Gulag’larda ya da Kültür devrimlerinde yokolmasını sağladı.
Tarihe ‘sınıf ayrımı’ açısından bakış, sadece devrimci Sol entelektüellerin bakış açısıydı ve sosyalizmin çöküşünden sonra da sessiz sedasız terkedildi, çünkü sosyalist ideolojinin gazıyla ısıtılan irade sayesinde işliyordu. Tıpkı Lenin’in daha 1902’de yazdığı gibi, aslında işçiler bu bakış açısına yakın değillerdi; ‘sınıf bilinci’nin işçilere dışarıdan dikte edilmesi gerekiyordu. İşçileri kendi haline bıraktığınızda sadece sendika bilinci geliştiriyorlardı, o kadar. (5) Yani ‘ezenlerle ezilenlerin arasında sınıf mücadelesi’nin toplumun asıl motoru olduğu algılaması, sadece komünist partili entelektüellere özgüydü. Onların bu ayrıma olan inancı ve iradeleri sayesinde gözler bir bütün olarak kapitalizmi değil, kapitalizmin iki temel bileşkenini görüyordu: İşçiler ve kapitalistler. Solcular “işçi diktatörlüğü”, Sağcılar “patron diktatörlüğü” meraklısıydılar. Solcular sol kapitalizm (veya bir tür merkantalizm olan ‘sosyalizm’), sağcılar da sağ liberal kapitalizm istiyorlardı. Sosyalizme inanç ve parti iradesi ortadan kalkınca liberal kapitalizme kapılandılar. Günümüzde eski Solcu entelektüellerle eski sağcı patronlar aynı “departman”larda ozon delikli “nurlu” ufuklar için para aşkına birlikte çalışıyorlar.
Burada dikkat çekici olan şey; ‘Marksist’ olduğunu söyleyen eski Sol örgütlerin, kurdukları/kuracakları “sosyalizm”i dayandırdıkları temel Marx metinlerinin birkaç kısa alıntıdan ibaret olmasıdır. Daha önemlisi, Komünist parti olmanın amentüsü sayılan ‘sınıf mücadelesi’-inancının da, Marx’ın temel eseri ‘Kapital’de sadece iki yerde iki uzun cümleyle anılıyor olmasıdır. (6) Ayrıca adı üzerinde Marx, temel eserine ‘Sınıf Mücadelesi’ adını değil ‘Kapital’ adını vermiştir ve o kitabın temelini, para/iş odaklı kapitalist sistemin bir bütün olarak eleştirilmesi oluşturmaktadır. Gerçekte Marx’ın teorisinin özü, -eski Sol klişelerin bugün de söylediği haliyle- işçilerin tarafını tutup kapitalistleri alaşağı etmek değildi. Marx, kapitalist ve işçi arasındaki ilişki hakkında, ‘Kapitalin varoluş nedeni ücretli çalışmadır, ücretli çalışmanın varoluş nedeni de kapitaldir’ (7) diyordu. Yani işçi ile patron birbirine muhtaçtır. Biri olmadan diğeri olmaz. İkisi, aynı kapitalist sistemin iki temel bileşenidir.
Doğanın ve canlıların parayla ölçülebilir, paraya çevrilebilir şeyler olabilmeleri için önce ücretli çalışma/iş aracılığıyla parayla ölçülebilir mala dönüştürülmeleri gerekir. Kapitalist sistemin özelliği, varolan her şeyi, para birimiyle ölçülür hale getirmektir, eh bunun için de kafa/kol emeği harcayan ve karşılığında para alan çalışan insanlara ihtiyaç vardır. O çalışanlar olmadan ne o yeraltı/yerüstü/insan kaynakları mal haline getirilebilir, ne de o mallar tüketilerek yeniden daha fazla paraya çevrilebilir. Kutsallık, yüce duygular, kadim değerler para kaldırmaz. Tıpkı parayla turistik gezilerde “dans eden” mevlevi kılıklı tiplerin mevlevi dervişi olamayacakları gibi, kutsal şeyler paraya tahvil edildikleri anda biterler. Bugün kutsallığın süpermarkette hap niyetine satılan iyi ambalajlanmış mal haline gelmesinin nedeni, onun parayla ölçülebilir bir fiyatının olmasıdır.
Eskiden inancın önemini hisseden ama boğazına kadar patron diktatörlüğüne ve para sistemine batmış Sağcılar, Solculara sırf “dinsiz” oldukları için saldırıyorlardı. Solcular da boğazına kadar parti/örgüt diktatörlüğüne batmış vaziyette, küresel zulmün kaynağı olan kapitalizmin özüne yani bütününe dokunmak yerine, sadece patronlara ve Sağcılara saldırmakla yetiniyorlardı.
Reel sosyalizm yıkılıp sosyalizmin gölgesinde kaldığından ne olduğu tam görünmeyen reel kapitalizmin ipliği pazara çıkınca, her konuda birbirine güya düşman ama kapitalizm konusunda dost, Solcularla Sağcıların ipliği de pazara çıktı. şimdi eski faşistler Che beresi takıp eski komünistler de neofaşist olunca veya Amerikan neo-con’larının Türkiye temsilcisi haline gelince, artık herkes neyin ne olduğunu anladı. Bunların ortak yanı kapitalizm taraftarlığıdır. Biri solundan, diğeri sağından, aynı kapitalizmi savunmaktadırlar. Ortak yanları, dünyayı reel kapitalist sistem içindeki tâlî ayrımlara göre konumlandırıp cepheleştirmektir. Varlıklarını sürdürebilmeleri için sistem içi tâlî/yapay düşmanlıklara muhtaçtırlar. Kapitalist sistem bu kez, işçisiyle, kapitalistiyle, entelektüeliyle, ideolojileriyle, kültürüyle, milliyetçilikleriyle, köktendincilikleriyle, para sistemiyle, çalışma sistemiyle, sahiden çökmekte olduğundan, kapitalizmin savunucularını deşifre etmek artık çok daha kolaylaşmıştır.
Ve sistemin Sağlı Sollu savunucuları, hızla entelektüel çaptan da düşmektedirler, çünkü paranın işlemediği “para kazanılmayan” hiç bir konuya/çabaya girmemekte ve böylece insan aklının/ruhunun/kalbinin özünden uzaklaşmaktadırlar. Halbuki insanın insani duyarlılıklarını koruyup geliştirebilmesi ve insani kalitesini yükseltip mükemmelleştirebilmesi için, asıl parayla ölçülemeyen yanlarını geliştirmesi gerekir; çünkü bu alanlar örneğin erdemdir, inançtır, sanattır, ruh güzelliğidir, ahlaktır, sevgidir, aşktır, ve bunlardan süzülen yaşam tecrübesidir, birikimidir, özgür düşüncedir vs. Bunlar olmadan, sadece para/pul/mal/mülk edinmek için kullanılan ve insanın hayvanla akraba güdüleriyle, dünyayı ateşe atabilecek tıynette duyarsız varlıklar olunur. Günümüzde, parasal ölçü sistemine uymayan ya da zorla o kalıplara sokulup ruhsuzlaştırılamayan gerçek değerler ya yok sayılmaya, ya da yokedilmeye çalışılmaktadır. Tabii artık insanlar uyanıp bu değerlere sahip çıkıyorlar. Çünkü insan, bu değerler olmadan otlaşmakta olduğunu, bir çeşit çalışan/tüketen biyolojik robot haline gelmekte olduğunu artık görmektedir. Ama bu şekilde yalnız ücretli köle olunmuyor, kendi yaşam koşullarını ortadan kaldırıp topyekün intihara doğru yolalan acaip bir canlı türü haline de geliniyor. Ve dünyada hiç bir canlı türü bu kadar aptal değildir. Öyleyse, insanlığın parayla ölçülemeyen ortak değerleri, insanın insan olarak kalması için olduğu kadar, onun kendi kendini yok etmemesi için de olmazsa olmaz şarttır. İnsanlığın varlığını sürdürebilmesi için, ortak ve yüce değerlerine ve onlar sayesinde sahip olduğu aklına, şiddetle ihtiyacı vardır. Ancak o zaman, kapitalist yaşam ve düşünce biçiminin insanık düşmanı karakterini anlayabilir. Ve bunun için Harvard’da “mastır” yapmaya falan da gerek yoktur. Tam tersine, oralarda beyinlere kazınan sistemin klişeleri ve fetişlerinden kurtulmak, gerçek anlamda özgür düşünceye kapıları ardına kadar açmak gerekmektedir. Sistemi el birliğiyle insanlığa yararlı bir hale dönüştürmek için oluşan ortak aklın çıkış noktası, Sol-Sağ gibi geçmişte kalmış bölünmelerin ötesinde, insanlığın ortak yüce değerlerdir. Herkesin önce aklını başına toplaması gerekiyor. Bu değerlerle çelişmeyen ve ayrım yapmadan bütün insanların, dünyanın ve hayatın korunması için gösterilen ve gösterilecek olan tüm çabalar, önce tek tek insanlarla ilgilidir, yani kişisel/özel bir karakter arzetmektedir. Burada eğer sisteme karşı mutlaka bir ‘mücadele sahası’ ‘cephe’ falan aranıyorsa, o saha herkesin bizzat kendi içindedir. Burada ‘mücadele’ özelde/genelde insanın kendisiyledir. Para kazanmak için hastasında yeni hastalıklar “keşfeden” doktorun tavrını mı, yoksa para/pul düşünmeden hastasını kurtarmaya ve insanların hasta olmasını her koşulda engellemeye çalışan Kübalı doktorun tavrını mı benimseyeceğiz? (8) Birinci tavır insanlığı gerçek bir sosyal/ekonomik/çevresel felaketin eşiğine getirmiştir. İkinci tavır ise, adil bir dünyanın el birliğiyle kurulmasının anahtarıdır. Bu kişisel vicdan mücadelesi, çağımızın asıl mücadelesidir ve sistem içi Sol-Sağ “mücadelesi” gibi hikâye değil gerçektir.
1. Des Griffin “Die Absteiger” Wiasbaden 1981, s.94
2. A. Antony Sutton “Wallstreet and the Bolshevik Revolution” Arlington House 1974, s.25 Bu önemli yatırımla ilgili 3 Şubat 1949 tarihli ‘New York Journal American’ gazetesinde şöyle bir haber çıkmış: ‘Bugün Jakob’un torunu John Shiff, Bolşeviklerin kesin zaferini getiren yatırımı yapan dedesinin kıymetini biliyor.’ (Başka kaynaklarda bu paranın 10 milyon Dolar olduğu da yazılıdır)
3. Heinz Pfeifer “Brüder des Schattens” Zürich 1981, s.127
4. Georg Lukacs “Geschichte und Klassenbewusstsein” s.500
5. V. I. Lenin “Was tun?” (Ne yapmalı?) Lenin Werke LW (Lenin Toplu Eserler) C.5, s.385
6. Karl Marx “Das Kapital” (3. Cildin sonunda) Marx-Engels Toplu Eserler. Dietz Verlag Berlin 1956(MEW) C.25, s.892 Marx burada da sadece sınıf ayrımından söz eder. ‘…Yani ücretli işçiler, kapitalistler ve mülk sahipleri, kapitalist üretim biçimine dayalı modern devrin üç büyük sınıfını olufltururlar’ der.
7. Karl Marx “Lohnarbeit und Kapital” MEW. C.6, s.410
8. Küba, New Orleans felaketinden sonra ABD’ye bir doktorlar ağı/örgütlenmesi göndermeyi önerdi. Gönüllü doktorlardan oluşan bu tip ağlar Küba ve Venezüella’da çok başarılı olmuştur. En kötü afet/savaş koşullarında dahi insanları iyileştirmek ve insanların hasta olmasını önlemek için yetiştirilen gruplardır.
5.
Berlin duvarı yıkılıp, şehrin doğusuna giden bariyerler açıldığında, Doğu Alman Sosyalist Birlik Partisi SED ve Türkiye Komünist Partisi TKP gibi Sovyet tipi Komünist Partilerinin buharlaştığı görüldü. Doğu Berlin'de yaşayan Vietnamlılar dışında hemen bütün "yoldaşlar" kayıplara karıştılar. İçlerinden davayı bırakıp "serbest piyasacı" olanlar da oldu. O günlerden beri, Marksizmin krizinden, işçi hareketinin krizinden ve ulusal kurtuluş örgütlerinin krizinden bahsediliyor. Sorumluluk duyarak düşünmeye devam edenler bu konulardan bahsediyorlar. “Eski tartışmalar”ı özlemiş olanları hayal kırıklığına uğratmak pahasına da olsa söylemeliyiz ki: O günlerden beri konuşulan asıl konu Marx ve Marksizm değil, Kapitalizmdir! Kapitalizmin cinnet devrinde yaşıyoruz. Böyle bir devirde nostaljik Marx muhabbetleri yerine, Marx'ın kapitalizme yönelttiği kategorik eleştirileri konuşmak, Marx'ın eskimiş teorileri ve konunun hikaye/tarih kısmı dışında kalanına, yani Marx'tan geriye kalana değinmek, Marx'ı bu bağlamda ele almak, galiba en doğrusu olacaktır. Bugünkü haliyle kapitalizm, küresel ısınmaya neden olan, dünyadaki yaşamın ve insanlığın geleceğini tehdit eden çok somut bir tehlike haline gelmiş bulunuyor. Kapitalizmin tehdidi altındaki insanlar ve toplumsal kesimler -Marx'ın deyimiyle- “sömürülenler” değildir sadece. “Sömürenler” de kapitalizmin tehdidi altında yaşıyorlar. Buradan, yeni kapitalizm eleştirisinin ilk ilkesine dikkat çekmek istiyoruz: Günümüzün reel kapitalizmi, ayrım yapmadan bütün insanları, dünyadaki yaşamı ve yaşam koşullarını tehdit etmektedir. Şunu yüksek sesle söyleyebiliriz: Kapitalizm, şimdiki haliyle, insan soyuna karşı olabilecek en büyük tehdittir. Çünkü sistem, ekonomi denen şeyin işlediği yerlerde, nerdeyse bütün insanları (kapitalistiyle, işçisiyle ve onlardan çok daha önemli hale gelmiş beyaz yakalılarıyla birlikte) bu sisteme hapsetmiştir, mahkum etmiştir. Hem de bunu, insanların kendi kendilerini sistemin içine hapsetmelerini sağlayarak yapmıştır. Bunun pratik anlamı; sisteme eleştiri getirenlerin tamamına yakınının, gene sistemin içinde yaşayanlardan ve bir şekilde sisteme bağımlı insanlardan oluşmasıdır. İnsanların reel kapitalist sisteme hapsolmalarının iki önemli nedeninin oduğu söylenebilir. İlki, sistemin ortaya çıktığı 16'ıncı yüzyıldan 19'uncu yüzyıla kadar insanın kendi zaafları idiyse; ikincisi, 20'inci yüzyıldan itibaren yaşam koşullarının artık onları sisteme mecbur/mahkum etmesidir. İnsanlar, alternatifsiz tek bir sistemin içine doğup, onun sunduğu/ürettiği koşullara bağımlı bir hayat sürüyorlar. Bağımlılıkları, büyük çoğunluk için yaşamsaldır. Sistem içinde yaşayan insanlar, esasen bundan daha farklı bir yaşam tarzı (ve ekonomik sistem) olabileceğini de düşünemiyorlar. Yeni Kapitalizm Eleştirisi, -kasik Marksist ayrımlara göre ifade edecek olursak- sadece kapitalistlere karşı çıkıp proleterlere, köylülere ve diğerlerine ses çıkarmayan (sistem içi) bir eleştiri türü olamaz. Sistem, kapitalistiyle, işçisiyle, beyaz yakalısıyla ve diğer bileşenleriyle bir bütündür. Bu sınıfların/kesimlerin her biri, sistemin işlemesi için, kendi üzerine düşen rolü oynamaktadır. Aralarındaki sisteme has ilişkiler korunduğu müddetçe, sistemin asıl karakteri/özü de değişmemektedir. Örneğin reel sosyalist ülkelerde kapitalist sınıf iptal edilmiş olmasına rağmen kapitalist ilişkiler korunmuş, kapitalist sınıfın yerini, -ilk kez Leo Trotzky'nin 1930'da 'Nomenklatura' diye adlandırdığı- imtiyazlı Komünist Parti bürokrasisi almıştır. Bu sayede Çin'de neoliberal kapitalist ekonomiye geçiş, ÇKP içinde sınırlı bir tasfiye hareketinin ardundan (Rusya'da ise Sovyetler Birliği ve SBKP'nin tasfiyesinin ardından) gerçekleşebilmiştir.
Yeni kapitalizm eleştirisi; sadece kapitalist toplumun bileşeni “sınıflar”dan birinin veya birkaçının ortadan kaldırılmasıyla değil, asıl bu sınıflar/kesimler arasındaki ilişkilerin ve o sınıfların -sınıf olmak anlamında- varlığının ortadan kaldırılmasıyla ilgilenmek zorundadır. Kapitalizm gibi, insanın ve yaşamın aleyhine işleyen bir sistemi değiştirecek itici kuvvet -Marx'ın önerdiği gibi- "işçi sınıfı" olamaz. Çünkü işçi sınıfı (günümüzde "sınıf"lığının derecesi/türü de tartışmalıdır artık) sistemin sadece içinde/dahilinde yer alan ve sistemin önemli/vazgeçilmez birçok bileşkeninden sadece biridir. Hal-i hazırda sisteme, sistemin değişimini dayatabilecek iki temel kuvvet bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, sistemin/ekonominin ve sosyal hayatın dışına itilmiş daimi işsizler, yani "sınıfsızlar sınıfı"dır. İkincisi, toplumların bütünüdür, yani toplumların genel dinamiğidir. Sözkonusu dinamiği, toplumların akıllarını başlarına devşirerek topyekün bir değişim için birlikte/koordineli tedbirler almaya başlamaları ve bu çabaları ısrarla sürdürmeleri diye tanımlayabiliriz. Sınıflar ötesi koordineli değişiklikler için de insanların önce -para/iş odaklı sistemin ürettiği- açgözlülüğü bırakmaları gerekmektedir. Para hırsının akıl almaz boyutları, artık ahlaki sınırları aşmıştır çılgınlık noktasına doğru koşmaktadır. Parasız hiçbirşeyin yapılamadığı neoliberal dönemin, sosyal devlet istikametinde bilinçli bir şekilde revize etmesi, bu çılgınlıkla mücadeleyi kolaylaştırabilir. Eğer -her türlü erdemin/inancın temeli- mütevaziliği ve diğer yüksek insani değerleri yükseltmeyip, paracıl/tüketici açgözlülüğüne karşı tedbirler alınmazsa, toplum dışı kalan "sınıfsızlar sınıfı", toplumun para/iş sahibi "sınıflılar sınıfı"nın, (yani kapitalistlerin, işçilerin, beyaz yakalıların ve diğer sistem içi sınıflar toplamının) tepesine binebilir. Bu da önce bir tür lümpen hareketi, kaos/yağma ve ayaklanması demek olabilir. Böyle bir hareket, hangi Sol/Sağ/Dinci veya benzeri dili kullanırsa kullansın, pozitif anlamda -eski usul- devrimlerle alakalı olamaz. Çünkü "sınıfsızlar sınıfı"nın dişe dokunur (ciddiye alınabilecek) hiçbir siyasi/sınıfsal hedefi yoktur. Şimdilik cılız hedefleri de, eski ideolojilerden bozma ikinci el popülist laf salatalarıdır. "Sınıfsızlar sınıfı", dışlandığı para/iş toplumuna -para/mal sahibi olarak- zorla yeniden dahil olmak için talancılık yapmak, araba yakmak, kapkaççılık, kaçakçılık ve mafyöz/yöreci pseudo-örgütçülük yapmak gibi konularla ilgilidir. Konunun en hazin yanı, tüm negatif yanlarına rağmen “sınıfsızlar sınıfı”nın, bir numaralı potansiyel devrimci kesim olmasıdır. Bu "kitle"den olumlu anlamda siyasi bir şeyler çıkma olasılığını zaman gösterecektir. Kapitalist para/iş sistemi dışı kalmış daimi işsizler ve lümpenleşmiş kesimler, yeni yerel/bölgesel ekonomi alternatifleri geliştirilmezse, yeni tip yıkıcı/bencil bir yağmacılığın temsilcileri haline gelebilirler. Bu ihtimal maalesef vardır. Kendisi dışında/yanında başka bir sistemin yaşamasına izin vermeyen kapitalist sistem, yeni ekonomik deneylere izin vermemektedir. O nedenle kapitalizm, kendi haline bırakıldığı takdirde sadece yıkıcı bir potansiyelin çeşitli ifade biçimlerini sergilemektedir.
“Sınıfsızlar Sınıfı”, sistemin insanlara kimlik niyetine sunduğu tek temel kimliklerini -yani ücretli iş ile ilgili "ekonomik kimlik"lerini- yitirmişlerdir ve onun yerine koymaya çalıştıkları (örneğin etno-kültürel kimlikler vs. gibi) şeylerin karın doyurmadığını da hissetmektedirler, ve bu yüzden çok öfkelidirler. Çünkü sistem, parası/işi olmayana, sistem içinde saygın bir yaşam hakkı tanımamaktadır ve insan haysiyetine yakışır bir saygın/varoluş alternatifi sunmamaktadır. Dünyadaki son özelleştirme furyasından sonra, sağlık/eğitim gibi temel alanlarda da, parası olmayana hizmet verilmemektedir. 2008'deki Kaliforniya yangınında, bunun akıllara sakat hangi aşamalara varabileceği görüldü. Mesela özelleştirilmiş itfaiye, sadece dözenli ödeme yapan ailelerin evlerini söndürdü, diğerlerinin yanmasını seyretti! Bu haliyle müdahale edilmeden, değiştirilmeden sürdürülürse, sistem insani bir iflasa doğru ilerleyebilir. Kapitalist sistem; kuru rasyonelci düşünce tarzından, tarihi materyalizme, oradan, '-izm'li diline kadar, ücretli iş sisteminden, sürekli çoğalmak zorunda olan para sistemine kadar ve sistemi işletmek için sürekli daha fazla yakılmak zorunda olunan ve sistemin doğasına en uygun hazır yakıt petrole kadar, hangi "sınıf"tan olduklarına bakmadan bütün insanları inanılamayacak derecede derinlemesine kuşatmıştır. Ve şimdi bu kuşatma hızla sürdürülemez hale gelmektedir, çünkü vardığı absürd boyut, insan doğasına tamamen aykırı bir noktaya gelip dayanmıştır. Eskiden adına kısaca 'Kapitalist' denen ve çalıştırılan kesimlerden belirgin bir şekilde ayrılan (artık böyle kesin ayrımlar kalmamıştır), sistemin en kazançlı çıkanları da dahil olmak üzere herkes, bu gidişin bir geleceği olmadığını sezmekte veya anlamaktadır. Ama sistemin bir tek kesimin vahim durumu anlayarak bundan tek başına kurtulması mümkün değildir. Günümüzün globalleşmiş kapitalist sisteminde herkes ve herşey birbirine bağlıdır.
Böylesi bir kısır döngüyü, sadece kapitalistleri suçlayarak, klasik Marksizmin önerdiği üzere sadece kapitalistlere karşı “mücadele” ederek kırmak mümkün değildir. Kapitalizmin günahlarından, kapitalistler kadar olmasa da, onlara yakın ölçüde, ücretli çalışanlar da sorumludurlar. Armosferi tek başına üç-beş kapitalist kirletmiyor. O kadar pisliği birkaç kişinin üretmesine imkan yoktur! (Ayrıca, sistemin merkez ülkelerinde saf/katışıksız "patron" diye bir zat, artık yok denecek kadar azdır. Bütün büyük firmalar, borsa üzerinden ortaklara sahiptirler ve o ortaklar arasında beyaz yakalılar ve tabii işçiler/proleterler de vardır. Marx'ın ve Lenin'in yaşadığı dönemlerde böyle şeyler söz konusu bile değildi (veya tamamen istisnaydı). Ortodoks/klasik Marksist klişeler, bugünün çağdaş kapitalist sistemini açıklamaya (ve aşmaya) yetmemektedir. Ama Marx'ın öğretileri, kapitalizmi çözümlemeye ve anlamaya yarayan en sağlam/temel malzeme olmayı sürdürmektedirler. İşin kötü tarafı, sistemin intihar tribini engellemek için gerekli politik mekanizmaların bulunmamasıdır. Politika, kapitalizmin çerçevesi dahilinde (kapitalizmin ulus-devlet formatına göre) tarif edilmiş bir şey olmayı sürdürüyor. Politika, sınıflar/zümreler arasındaki çıkar farklılıklarını barışçıl bir şekilde düzenleme ediminin adıdır. Politika, para/mal üzerinden tarif edilen bir şeydir. Bu nedenle, sistemin değiştirilmesi için sadece işçilerin (veya sadece kapitalistlerin) harekete geçmesi yeterli değildir. Herkesin -koordineli bir şekilde- harekete geçmesi ve herşeyin ortak akıl/ruh ile değiştirilmesi gerekiyor. Bunun için her kesimin değişime ikna olması şarttır. Her kesimin, sisteme özgü ekonomik kimlikleri adına değil, daha yüksek insani bir amaçla -insanlık adına- değişime katılması gerekiyor. Ancak o zaman yapıcı bir katılımla köklü/gönüllü değişimler gerçekleşebilecektir. Bu akıllı/yapıcı türde demokrasinin tek alternatifi vardır, o da eski usul despotların yeniden arz-ı endam etmesi olabilir. Bu zorunlu değişime herkesi katacak, olmadı değişimi her kesime dayatacak muhalefet yöntemleri, biraz önce klasik anlamda "politika" diye tanımladığımız şeye alternatif olacak 'Yeni Siyeset'in kapsama alanına girmektedir. Bu yeni yol, zor olmakla birlikte, zor geçiş dönemlerinin ideal (demokratik) politika tarzı olabilir ve despotik/kaotik alternatiflere karşı şimdilik tek makul olan gibi görünmektedir. Kısaca 'Yeni Siyaset' diye adlandırabileceğimiz -bütünü gözeten, kamplaşmaya karşı duran ve yüksek insani değerlerden taviz vermeyen- siyaset türü devreye giremezse, lümpenler/magandalar devreye girebilir ki, bu da şiddet dozunu yükselmeye açık bir kaos, toplumun çözülmesi demek olabilir. (Toplumlar, özellikle sistemin merkez ülkelerinde, sosyal ilişkilerini tamamen para ilişkilerine indirgeyip, yoğun bir bireyleşme/yalnızlaşma yaşadıklarından, 20'inci yüzyıl sonundaki durumlarına nazaran çok daha kırılgandırlar) Marx'ın bu konteksteki yeri, kapitalizmin temelleri hakkında çok yerinde ve doğru kategorik analizler/eleştiriler getirmiş olması ve bu eleştirilerin bir kısmının günümüzde de geçerliliğini aynen (hatta eskisinden daha çok) sürdürmesidir. Bunun ötesinde, bütüncül bir ortodoks Marksizm hayranlığı -Groucho Marx için belki geçerli olabilir, ama Karl Marx için- söz konusu olamaz. Günümüzde bir samimiyet testine tâbi tutarsak, Marx'la yeniden ilgilenenleri üç kategoriye ayırabiliriz: 1. Sadece şık olduğu ve şimdi moda olduğu için Marksist olanlar, Sol bir dili benimseyenler. Bunların jeopolitika/günlükpolitika merkezli "Sol" tınılı sohbetleri tatlı ama pek samimi oldukları söylenemez. Anlattıkları, magazin değeri dışında pek önem taşımıyor ve ilgi alanımıza girmiyor. 2. Marx moda olunca, tozlu raflardan eski Marksist (aslında daha çok Leninist/Troçkist/Maoist) malzemeyi indirerek sadece yüksek perdeden bilgiçlik taslayanlar (“Marksizm gelecekse biz getiririz, sosyalistlik yapılacaksa biz yaparız” tipi anadan doğma "eski" Marksistler). Bunlar da samimi değiller. Eski dogmalar dışında yeni birşey söylemiyorlar. Onlarla konuşmak, onların kültürlerine gıpta etmek güzel, -ama o kadar. 3. Marx'a, sadece onun hâlâ geçerli olan (mesela kapitalizmin yapı taşlarını tarif eden) kategorik kapitalizm eleştirileri nedeniyle ilgi duyanlar. Dolayısıyla Marx'a -dogmatik bir şekilde bağlı olmayanlar. (Yani mutlaka Marksist/Marksçı/Marksgil olmak gibi bir derdi bulunmayanlar) Bunlar, Marx'a saygı duymakla birlikte, onun yazdıklarına "kutsal kitap" muamelesi yapmıyorlar ve onu incelemek, Marx'dan yararlanmak için mutlaka eski/yeni Solcu olmak gerektiğini düşünmüyorlar. Marx'dan günümüze kalanlardan bahsederken, günümüze kalmayanlara da değinmek gerek. Mesela “Marksist devrim” (1) konusu günümüzde geçerliliğini tamamen yitirmiş ve iflas etmiştir. Bunun nedeni, eski Marksist-Leninist (ML) Sol'un bu işler için kullandığı veya kullanmayı hedeflediği “Sol parti”, “sosyalist devlet” manivelasının yokluğu/kurulamaması değildir sadece. Global kapitalist ortamda modern (sol liberal veya sağ liberal kapitalist) hiçbir devlet/parti, uluslarötesi finans/iş sisteminden kopmadan sahici bir sosyal devrim/reform yapamaz. Yaptığı/yapacağı şey mutlaka kapitalist konteks içinde kalacaktır. Oysa bir devrimden konuşacaksak, devrim ancak, -tüm değerleri ve sınıflarıyla birlikte- kapitalizmin dışına doğru bir değişim olabilir. Kulağa "imkansız!" gibi gelse de, krizin bir noktasından sonra zorunlu olabilir. Yoksa sistem kontrolsüz bir şekilde çökebilir ve akabinde dünyada kan gövdeyi götürebilir. Sistem bugünkü haliyle öyle veya böyle mutlaka sona erecektir. Burada önemli olan, insanların kendi sonlarını kendi elleriyle getirebilecek kadar aptal olmadıklarını kanıtlayarak, kendi yaptıkları hataları kendilerinin düzeltebilecekleri iradesini göstermeleridir. O zaman, oldukça umutsuz görünen bu durumdan kurtulmak için, ummadık imkanlar doğabilir. Burada önemli olan, sistemin çökmesine meydan vermeden onu değişip dönüştürmektir. Marksizm, kapitalizmi eleştiren temel teori olmayı bugün de sürdürmesine rağmen -ortodoks/klasik haliyle- krize girdi ve o krizden çıkamadı. Ortodoks Marksizm, günümüzün reel kapitalizmini açıklamakta, ona yeni ve sağlam eleştiriler getirmekte tamamen yetersiz kalmıştır. Sol da, kapitalizme karşı -parti ve/veya sendika, üniversite üzerinden- kullandığı (grev, boykot ve benzeri) yaptırım gücünü yitirmiştir. Daha 1950'li yılların sonundan itibaren kapitalizmin gelişmesini izleyememiş ve ona uygun eleştiri ve alternatifler geliştirememiş, dogmatizm içinde donup kalmıştır. Gerçi ulusal kurtuluş hareketleri bu tarihten sonra marksımsı/Sol bir dil kullanarak ve kadrocu örgütlenme modeli ile yolculuğu sürdürmüşlerdir. Ama aynı dönemde, Marx'ın teorilerinin motoru sayılan “işçi sınıfı”, en güçlü olduğu Avrupa ve Amerika gibi yerlerde devrimciliğini ve kapitalizmle “uzlaşmaz” (?) çelişkisini çoktan bir kenara bırakmıştı. Ve “zincirlerinden başka” kaybedebileceği otomobillere, evlere, yılda en az bir kez yaptığı yurtdışı tatillerine, borsa üzerinden ortağı olduğu firmaların hisse senetlerine falan sahipti. Daha 1930'lu yıllarda, Marksizmin krizinden bahseden Marksist Karl Korsch; krizin teorik kökenlerini Marx ve Engels'in devrimci teorilerinde, o teorilerin Marx'ın devrimci halefleri tarafından hedefinden saptırılmasında aramanın “yanıltıcı ve yanlış” olduğunu söylüyor. Korsch'a göre “Bugünün (1931'de) krizi, son tahlilde, başlı başına Marx ve Engels'in teorilerinin krizidir.” Ve “bu teori, en başından bu yana, asla 'mevcut sınıf mücadelelerinin genel ifadesi' olmamıştır. Daha ziyade o (Marksizm), (daha) önceki bir tarihsel dönemdeki sınıf mücadelelerinin (...) bir ürünüdür ve dolayısıyla da, tamamen yeni koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkan günümüz sınıf mücadeleleriyle herhangi bir somut ilişkisi bulunmamaktadır.” (2) Karl Korsch bugün yaşasaydı acaba “sınıf mücadelesi” hakkında ne derdi. Klasik anlamda "sınıf mücadelesi" diye birşey kalmış mıdır? (Artık sınıflar birbirinin içine girmiş durumdalar. İşçiler/çalışanlar eskinin “burjuva özellikleri”ne sahipler. Burjuva diye adlandırabileceklerimiz bazen işçilerden daha çok çalışıyorlar vs.) Giderek özellikleri birbirine çok benzeyen kesimlerin içiçe geçmesi ve karışması söz konusudur. Bir tek bugünün kalıcı işsizleri, yani sömürülemeyenleri, kapitalistler/işçiler/beyazyakalılar toplamından oluşan "sınıflılar sınıfı" dışında değerlendirilebilirler. Günümüzün "sınıf" (?) mücadelesi de olsa olsa; sistemin dışında kalmış “sınıfsızlar sınıfı” ile (çalışanı ve patronuyla) sistemin içinde yer alan “sınıflılar sınıfı” arasındaki mücadele olabilir. Günümüz kapitalizminde işçi ile patron arasındaki klasik sınıf mücadelesi talidir. Sistemin içindekiler ile sistemin dışında kalmış olanların mücadelesi, dünyadaki temel paradigma olmaya aday bir gelişme seyri izlemektedir. Karl Korsch'un bugün de geçerli olan en önemli eleştirisi galiba şudur: Klasik Marksist iktisat, kapitalist iktisadın temel kategorilerini (yani değer/Wert, mal/meta/Ware, ücretli-iş/Arbeit ve para/Geld) eleştirmemektedir. Korsch bunu kendince şöyle ifade ediyor: “Marksist iktisat, başlangıçta, burjuva politik iktisadının radikal bir eleştirisi olarak, yani teorik hem de pratik nihayetini gerçek bir devrimde bulan bir eleştiri olarak formüle edildi. Başlangıçtaki bu şema, sonradan Marx tarafından değiştirildi ve Engels tarafından enikonu dönüştürüldü. Günümüzde Marksizmin hem savunucuları hem de eleştiricileri, Marksist iktisadı, hemen hemen neredeyse, burjuva toplumunun tüm ekonomik fenomenlerini, teorik olarak, eleştiri dışı ve aksiyomatik bir 'değer' kavramından çıkarsayan bir bilimsel sistem olarak görmektedir.” (3) Yeni kapitalizm eleştirisinin Marx'da yeniden keşfettiği şey, eski Sol/Marksist klişeler değildir. Tam tersine, Sol'un bugüne dek tamamen es geçtiği konulardır: “Modern fetişizmin eleştirisi” (4), “mal/meta üretimi” (5), Marx'ın sözleriyle “malın değerlendirilmesi/tüketilmesi” (“Verwertung des Werts”) (6) ve kapitalist topluma özgü -gene Marx'ın deyimiyle- “Otomatik birey/özne”dir (“Automatisches Subjekt”) (7). Yeni kapitalizm eleştirisi, sistemin yapı taşlarına ve kategorilerine yönelik eleştiriler getirir. Bunun merkezinde de örneğin “ücretli iş sistemi” (Marx'ın deyimiyle: “Abstrakte Arbeit”) ve onun ifade biçimleri önemli yer tutmaktadır. Ortodoks Marksizm, -Doğu Berlin'deki (Moskova'daki, Beijing'deki vs.) “yoldaşlar”da gördüğümüz şekliyle- bu kategorileri konuşmak biryana, onların farkında bile olmamıştır. Çünkü sosyalist ülkelerde, değeri kiloyla ölçülen sayısız "bilimsel sosyalist" kitap yazılmasına rağmen, bu konuları içeren/inceleyen kitapların sayısı, bir elin parmaklarını geçmez. Kapitalizmden kurtulmak demek, bu kategorilerden kurtulmak demektir, o kategorileri başka şekilde “sosyalist toplum” lafazanlığı eşliğinde aynen sürdürmek değildir. Ortodoks Marksistler, “ücretli iş”i asla sorgulamadılar, kapitalizmden aynen alıp “sosyalist” düzenlerinde kullandılar. Para'yı da asla cidden sorgulamadılar. Klasik Marksistler Marx'ın 'değer teorisi'ni de (8) maalesef anlamadılar. “Piyasa” sözü altında, bazı eski Komünistler hâlâ sadece kapitalizmin serbest piyasasını anlıyorlar -sanki 'piyasa' sadece kapitalizme özgü bir şeymiş gibi. Kapitalizmi kapitalizm yapan bu temel kategorilerde, Lenin'in (Troçki'nin, Stalin'in, Mao'nun ve diğerlerinin) bize “sosyalizm” diye sunduğu düzenle kapitalist düzen arasında hiçbir temel/nitel farklılık yoktur. Sundukları bütün farklılıklar niceldir. Reel sosyalizm, bir tür kooperatist/devletçi kapitalizmdir. İyi niyetli bile olsa sonuçta, sadece kapitalizmin (iki farklı şekilde, yani liberal ve kooperatist kapitalizm olarak) tüm dünyaya yayılmasına ve eski kültürleri/uygarlıkları tasfiye etmesine hizmet etmiştir. Ve “sosyalizm” diye sunulan rejimin etkisi altındaki bölgelerde, kapitalizm öncesi kültürlerin -yaşayan/öz itibarıyla- tümünün acımasızca yeryüzünden silinmesiyle sonuçlanmıştır. (Bu “silim” işlemi en kesin biçimiyle sosyalist ülkelerde gerçekleşmiştir) Sovyet Rusya'da, Halk Çini'nde yapılan kültür soykırımı, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş ölçülerdedir. Modern kapitalist “uygarlık” (yani liberal ve kooperatist barbarlık), birbirinden tamamen farklı/renkli kültür ve uygarlıkları istisna yapmaksızın tamamen yoketmiş veya tanınmayacak ölçüde değiştirip kendi formatına uydurmuştur. Kapitalizm, yok ettiği kültürlerin yerine dünyanın her yanında aynı beton binaları dikmiş, aynı asfalt yolları yapmış, insanlara aynı giysileri giydirmiş (takımelbise/kravat), aynı müziği dinletmiş (düzenli ritmli “World music”), aynı şeyleri yedirmiştir. (Hamburger) Bu vahşetin Sol/Marksizm/devrim adına yapılması halinde “ilericilik” (ileriye, nereye doğru?!) sayılabileceği düşüncesini kabul etmek kesinlikle mümkün değildir -tam tersine!.. Solun "sosyalizm kuruyoruz" diye Rusya'da, Çin'de yarım bıraktığı kooperatist devlet kapitalizminin üzerine, dünyanın en vahşi kapitalizm türü kurulmuştur. Ve bu süreçte Sol, -haklı olarak- halkların güvenini yitirmiştir. Bu durum, Solun kapitalizme karşı kazanımlarını da gölgede bırakmıştır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Reel sosyalist ülkelerde uygulanan kültür/inanç/uygarlık soykırımı, reel kapitalist (liberal) ülkelerle kıyaslanamayacak kadar barbarca olmuştur. Kültürden geçtik, Stalin dönemindeki zorunlu göçler sırasında, Gulaglarda, Mao'nun "Kültür Devrimi"nde ve ondan önceki “İleriye doğru büyük adım” kampanyası sırasında, “sosyalizmi kurmak adına” soykırıma tabi tutulanların, ölen/öldürülenlerin sayısı, iki dünya savaşında ölenlerden çok daha fazladır.
1. Marx'ın 'proleterya ihtilali' (proletarische Revolution) konusundaki fikirleri hakkında bkz. MEW C.7, S.12-34. Ayrıca C.14, S.435-458 ve tabii "Kommunistisches Manifest" (C.4, S.459-493)
2. Karl Korsch “Sosyal Bilimler ve Marksizm” (Seçme Yazılar) 2007. S.73-74 (Vefa Saygın Öğütle'nin çevirisi)
3. a.g.e. S.77
4. MEW, C.1, S.86-104 (Marx'ın 29.6-3.7.1842'de Rheinische Zeitung'a yazdığı mektuplarda)
5. MEW, C.23, S.341-355 ve 226-244 ("Das Kapital" C.1) ayrıca C.24, S.359-390 ("Das Kapital" C.2)
6. MEW, C.23, S.161-191, (ayrıca C.24, S.31-68)
7. aynı yerde.
8. "Werttheorie" MEW, C.19, S.355-383. Ayrıca bkz. Friedrich Engels'in "Das Elend der Philosophie"ye (Felsefenin Sefaleti) yazdığı önsöz.
6.
Bazı kavramları kullanmak o kadar doğal geliyor ki insanlara, sanki bu kavramlar binlerce yıldır kullanılıyormuş, onlarsız olunamazmış gibi olunabiliyor! Daha kötüsü, bu kavramların anlamlarının, tartışmasız monolitik doğrulardan sayılması. İdeoloji de böyle bir şey. Elli yıl öncesine kadar her Türkün aşina olduğu, evlerin demirbaşı mangal örneği gibi. Artık köy evlerinde bile mangalla ısınılmıyor, o eskidenmiş. Şimdi mangal piknikte, bahçede ızgara aracı veya şehirlilerin evlerinde nostaljik süs malzemesi. Ama çok uzun süre hayatın içinde tartışılmaz bir yere sahip olduğu için, bir hayalet gibi hayatımızda yaşamaya devam ediyor. “Mangal gibi yürek” veya “Mangalda kül bırakmamak” gibi deyimleri, malganda bir kez bile ısınmamış herkes bilir. İdeoloji de böyle mangal tipi, yeni yeni hayaletleşerek bilinç altına geçiş yapmış kavramlardan biri.
İdeoloji, çeşitli anlamlar biçilen bir kavram. İstisnasız herkesin “Demokrat” olduğu, herkesin sonsuz laf hürriyetine sahip olduğu, ama o lafları gerçekleştirme mekanizmalarının birer birer ortadan kaldırılıp işlevsiz hale getirildiği neoliberal post-demokrasilerde (1) ideoloji, en popüler nostaljik laf ve avuntu malzemesidir. İçiçe geçmiş neoliberal para eliti ile siyasi iktidar tarafından, tek elden yürütülen post-demokrasilerde muhalefet, sistemin motoru olan finans kapitalden ve ihalelerden dışlanmıştır, etkisizdir. Asıl muhalefet, mesela özellikle İtalya'da ve Türkiye'deki örneklerinde olduğu gibi, kısmen yargı veya başka devlet kurumları tarafından üslenilir. (2)
Çok önemsenen, çok büyümsenen, yakın zamanlara kadar uğrunda işkencelerden geçilen ve o haliyle bile yanlış anlaşılmış ideolojilerin kişileri putlaştıran bir yanı hep olmuştur. Nasıl Mustafa Kemal, bir Kemalizm ideolojisinin kaynağı haline getirilmişse, ondan önce de Marx'dan Marksizm imal edilmişti. İkisi de, sözkonusu kişilere haksızlık sayılabilir. Hele Marx'ın adından bir 'İdeoloji' imal edilmesi “E pes” dedirtecek bir durumdur. Çünkü Marx, ideolojiyi, bugün anlaşıldığı şeklinden tamamen farklı tarif eder ve tarif ettiği o ideoloji kavramına da karşı çıkar. Daha trajikomiği de galiba şudur: Kemalizm ve İslamcılık dahil -bugün Türkiye'yi de ilgilendiren- modern zamanların bütün “çağdaş” ideolojilerinin çıkış formatı, Vladimir İlyiç Lenin'in (Bolşevizm) ve esasen Josef Stalin'in (Stalinizm) kurduğu 'Sol İdeoloji' formatından kopya “ideoloji” formatıdır.
Marx'ın tarif ettiği üzere 'ideoloji', kapitalizme ve kapitalist yaşam biçimine sahip toplumlara özgü bir formattır. Marx, 'ideoloji' kavramını, bireylerin (kapitalist) yaşam biçimlerinden yola çıkarak, "hakim sınıfların" (kapitalistlerin) düşüncelerinin halka malolması anlamında kullanır. (Eski sınıfsal özelliklerin birbiri içine girip, birbirine karıştığı günümüzde bu "hakim sınıflar"ın hangi kesimler oldukları ve "sınıflar"ın anlamı tartışmalıdır) Kısacası 'İdeoloji', halkın kapitalistlerden çok kapitalistci, kraldan çok kralcı hale gelmesidir. Marx, bu durumun da paraya/mala/metaya tapılması (fetişizm) benzeri bir durum sayesinde gerçekleştiği üzerinde duruyor. Marx'ın anladığı ideoloji, bir toplumsal yanılsama durumudur. Buradaki 'yanılsama' konusunu ideolojinin ilk tarifinden alan Marx, paranın “gücü” ve “büyüsü”nden bahsederken de bu 'ideoloji tarifi'ne yaslanır. (3)
Marx'ın temel fikirlerine aykırı Sol ideoloji anlayışı ise, ortodoks Marksizm-Leninizm'in “Bilimsel Sosyalizm” konteksine gizlenmiştir ve “İşçi Sınıfının İdeolojisi” şekliyle olumlu ve bilimsel bir şey gibi gösterilmeye çalışılmıştır. O haliyle Sol ideolojiden, siyasi iktidarın ele geçirilmesi için gereken 'başarılı pratik'in çıkarılması amaçlanmıştır. Sol İdeolojinin amacı, oradan devamla (ideal) sınıfsız toplumun kurulmasıdır. Bu genel şablon, daha sonra, İslamcı/Hristiyancı ideolojiler de dahil olmak üzere çeşitli ideolojiler tarafından aynen devralınmıştır. Amaç şekli bile fazla değişmemiştir: Sosyalistler sınıfsız (mükemmel) toplumu amaçlarken, mesela İslamcılar (ve bütün diğer dinci ideolojiler) de dinin bozulmamış köklerine dönmeyi amaçlayıp, dinin günümüze kadar geçirdiği değişmeleri ve yaşanmış dönemleri, “bozulma” sayarak reddetmişlerdir ve ilk katışıksız (mükemmel) topluma dönüşü amaçlamışlardır. Eski pratik deneyimleri red tavrı, Sol ideolojiden itibaren iyice yaygınlaşmıştır. Çeşitli ülkelerde yaşanmış Sol tecrübeyi, kısmen bozulma diye tanımlayıp reddetmek eğilimi Sol içinde yaygındı. Daha çok, Lenin'in kısa ilk/devrimci dönemi “bozulmamış sosyalizm” sayılmıştır. (Tıpkı İslamcılığın da ilk halifeler sonrasını reddetmesi gibi.)
Yeni bir düzen kurabilmek için ille de “bir ideoloji”nin gerektiği düşüncesi, bu formata bağlı birçok iyi niyetli insan için dünyanın en doğal şeyi olmaya devam ediyor. Ama bundan sonra sahiden yeni birşey yapabilmenin/kurabilmenin ilk şartı, ideoloji formatını aşmaktır. Bugün anladığımız anlamda ideolojilerin ortaya çıkıp etkin olduğu dönemlere şöyle bir bakarsak, o dönemlerin, milli/ulusal kapitalizm (ve kısmen sosyalist/kooperatist kapitalizm) dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Kapitalizmin 1990'lı yıllardan bu yana en hızlı neoliberal döneminin ideolojileri, ağırlıklı olarak dinci ideolojiler olmuştur.
İlk haliyle ideoloji, Fransız filozof Destutt de Tracy tarafından 1796'da tanımlanmıştı. Fransız İhtilali'nin o hızlı yıllarında bir araya gelen ve daha sonra 'İdeologlar' diye adlandırılan filozofların amacı, 'hayal/tahayyül ve algılamaların tek tip ifadesi bilimi' gibi birşey kurmaktı ve bu projeyi ifade etmek için 'İdeoloji' kavramını seçtiler. Ansiklopedistlere dahil olan bu filozoflar grubu, düşüncelerin nasıl ortaya çıktığını araştırmakta ve dile aşırı önem vermekteydi. Aralarından en ünlüleri Desutt de Tracy'nin dört ciltlik eserinde (4) ağırlık, siyasete değil, dil ve gramere verilmiştir. Desutt de Tracy'nin tanımladığı 'ideoloji' kavramının özelliklerine bakınca, ideolojinin bugünkü malum haliyle ilgili bazı temel özellikleri görmek de mümkün. Bunları şöyle özetleyebiliriz.
1. İdeoloji, tek-tip düşünme/algılama biçimi oluşturmaya çalışan duygu ve düşünce kalıpları bütünüdür. Ve bence tek-tipçi olması bakımından -uzun vadede- insan doğasına aykırı bir formattır.
2. İdeolojinin ilk hedefi, genellikle, bu ilk çarpık özelliğini mümkün olduğu kadar geniş bir kesim arasında yaymak olmaktadır.
3. İdeoloji, Aydınlanma/kapitalizm kökenli bir formattır.
4. İdeolojik yaklaşımın, diğer rasyonal ve bilimsel anlayışlardan farkı, emosyonal/duygusal alanı reddetmeyip, onu kendi konteksi içinde değerlendirebilmesidir.
5. İdeologlar, idollere de önem veriyorlardı ve mesela bilimin idollere ihtiyacı olduğunu düşünüyorlardı. Kişilerin kültleştirilmesi, ideolojinin bu özelliğinden gelmektedir. Bugünün bilimsellik anlayışının kurucusu Francis Bacon ve rasyonalizmin kurucusu René Descartes, idolleri ve duygusallığı reddederler. Bugün bilime ve rasyonalizme hakim olan soğukluğun nedenlerinden biri de, ideologlarla mücadelenin bir sonucu olarak yerleşen bu kesin farklılıktır.
6. İdeologlar, özgürlüğü en önemli değer saymışlardır. O dönemde Avrupa'yı ve dünyayı “fethetmekle” meşgul Napoleon Bonaparte'ın özgürlüğe değil askeri itaate ihtiyacı olduğu düşünülürse, ideologların temel fikrini “yararsız, pratiğe yabancı bir kavram” diyerek küçümsemesi de “anlaşılabilir” bir durumdur. Fransız İhtilalinin en önemli filozofları da bu konuda Napoleon'un tarafını tutmuşlardır. Napoleon'un yandaşı “devrimci” filozoflara göre 'İdeoloji', yanılgıdan başka birşey değildir ve “gerçeklik, ideolojinin çizdiği sınırın ardında/ötesinde bulunmaktadır.
Günümüz dünyasında, bu anlayışın önemli ölçüde doğru olmakla birlikte, ideologların baskı altına alındığı Napoleon dönemine has ideoloji anlayışının, Aydınlanmanın soğuk rasyonalizminden ve Napoleon'un kitlesel modern fetih savaşlarından çok daha insancıl ve sempatik olduğunu da söylemek gerekiyor.
İdeolojinin bugün için en zararlı yanı, tek tipçi yanıdır ve şekilci neoliberal post-demokrasilerde de, en yaygın haliyle bir tür tek tip 'demokrasici ideoloji' şeklinde kullanılmaktadır. İdeolojinin, tek bir siyasi hedefe odaklanmak anlamında en yaygın ve etkili biçiminin; Bolşevizm, Stalinizm ve Nazizm tarafından kullanıldığı açıktır. Bu ideolojiler demokrasiye de karşıydılar. Günümüzde demokrasiye karşı olmak, adeta “matematiğe karşı olmak” gibi bir absürdlük sayıldığından, neoliberal dönemde tüm ideolojiler de az ya da çok 'demokratik' sıfatını taşımaya özen göstermektedirler.
İdeolojik formatta düşünmek, yani herkesin aynı düşünce kalıplarıyla “düşünmesi” ve o kalıplarla dünyayı yorumlaması anlayışının aşılması, aynı zamanda kapitalizmin yıkıcı yanının aşılması ile ilgili bir durumdur.
İdeoloji, insanın sistemi aşmak için gerekli en önemli özelliğini dumura uğratabilen tehlikeli bir “düşün(me)me” biçimi olmayı sürdürüyor. Tehlikesi şuradadır: İdeoloji, yukarıda saydığımız altıncı özelliğine göre, “özgürlükçüdür” değil mi? Tüm ideolojiler, “doğaları gereği” özgürlük için mücadele ederler! Ama tek-tip düşünce biçimiyle mücadelesi verilen özgürlük, sadece tek tip haline gelmekle, monokültürle (yani bir tür kölelikle), son bulabilir. Tek tip bitki -mesela muz- ekilen bölgeye, sırf bu nedenle, 'doğa' değil muz plantajı diyoruz. İnsanı tektipleştirmenin -ki kapitalizmin para ilişkileri üzerinden yaptığı da zaten budur- en hin halidir ideoloji. Modern çağların en sinsi köleleştirme ve vasatlaştırma yöntemidir. İdeolojik düşünce temelinde insanları tek tip düşünen/algılayan kısıtlı insanlar haline getirme girişimlerine karşı galiba en doğru tavır, farklılıkların birbirini tamamladığı (birbiriyle çatışmayı değil, birbirini tamamlamayı seçtiği) yapıcı bir yaklaşımı benimsemektir. Tabii kültürel bakımdan homolenleşmek zorunda olan kapitalist toplumlarda, sistemi post-kapitalist istikamette dönüştürmeden, böyle bir anlayışı yerleştirmek pek mümkün olmasa gerek.
Günümüzde dünyanın tamamen yeni kalitedeki tehlikelerle karşı karşıya bulunduğu aşamada en doğru tutum; ideolojik yaklaşımları dışlayan çoklu düşüncelerin dayanaşarak (en azından birbirine tahammül ederek) ve birbirini tamamlayarak birarada varolmasıdır kuşkusuz. Ve bu tutuma sosyo-ekonomik bir temel oluşturmak için de kapitalizmi geleceğe doğru dönüştürmek perspektifine sahip olmak gerekiyor. Dünya hızla, tek tek düşünce kalıplarıyla açıklanamayacak karmaşıklık bir yer haline geliyor. Konulara yaklaşırken farklı bakış açıları bazen aynı anda zorunluluk arzediyor. Zor zamanları, vasatlık üreten dar/tek fikirli anlayışlarla aşmak her zaman muazzam felaketlere neden olmuştur. Çin'in tek adamı Mao Zedong döneminde 1958'de başlayan Çin'i hızlı modernleştirme kampanyası “İleriye doğru büyük adım” (da yue jin) kampanyası 1961'e kadar sürmüştür ve bu süre içinde zorunlu endüstrileşme ve kitlesel endüstriyel tarım denemeleri nedeniyle yaklaşık 20 milyon insan, başta açlık olmak üzere çeşitli nedenlerle hayatını kaybetmiştir. Bu, İkinci Dünya Savaşı'ndaki kayıplardan daha fazladır -ve bu özelliğiyle nedense pek dikkat çekmemiş, sorgulanmamıştır. İdeolojik bakış açısının neden olduğu feleketler, sanılandan çok daha fazladır. İdeolojiler, özellikle bugünkü halleriyle, insanlara her zaman felaket getirmişlerdir ve getirmeye devam etmektedirler. 21'inci yüzyılın ilk on yılı sona ererken son demlerini yaşadıkları anlaşılan neoliberal ideolojiler de, tek tipleştirmeyi hedefledikleri toplumlara/çevrelere, kendilerine ve ülkelerine sadece felaket getirebilirler.
Kapitalist sistemin ve onun paraya/mala tapan yıkıcılığını el birliğiyle aşmak, bunu tasavvur edebilmek ve gerçekleştirebilmek için, sistemin zihniyetini çeşitli şekillerde sürekli yeniden üreten 'ideoloji' formatını aşmak gerekiyor.
Biraz daha dikkatli bakarsak, bugün artık “normal” sayılan ideolojik anlayışta, klasik (Aydınlanmacı ve kökkapitalist) ideolojinin tipik özelliklerini de görebiliriz. Bunlardan biri, kendi içinde çelişmemek zorunluluğudur. Bugün “dünyanın en normal şeyi” sayılan bu özellik, ideolojik yaklaşıma özgü bir modern zamanlar “doğru”sudur. Eski zamanların “doğru”suna göre, mesela günlük hayatın “gerçeği” ve sezgisel algılamanın “gerçeği” birbiriyle çelişebilir. Buna rağmen sonuç olarak ikisi de aynı 'doğru'ya çıkarlar: Hayatın gerçeğine. Hayat, tek bir düşünce tarzıyla algılanamayacak, ona indirgenemeyecek kadar çok boyutludur. Sözkonusu “tek tip düşünce” ne kadar mükemmel olursa olsun, bu gerçek değişmez. İdeolojik yaklaşımla ilgili diğer tipik özellik, olayların en reel/gerçekçi şekliyle yansıtılması anlayışıdır. Bir tek gerçeğin varolduğu, onun da materyalist/maddi gerçek olduğu varsayımından yola çıkan, modern zamanların yeni “doğru”larındandır bu anlayış da. Aslında tasavvurların/hayallerin de bir 'doğru' türü olduğunu ve reel doğruya entegre edilebildiğini, eski toplumlarda görüyoruz. 'Reel'in ve 'irreel'in ilişkisi, eski toplumlarda çok daha sorunsuzdu ve bunun bir zayıflık olmadığı/sayılmadığı, tam tersine bir zenginlik teşkil ettiği, artık daha çok kabul görmektedir.
Tıpkı kapitalist yaşam biçiminin insanı derinlemesine kuşatması gibi, ona özgü ideolojik bakış açısı da insanı derinlemesine kuşatmıştır. Ve bu kuşatmanın yarılıp aşılması, insanın gerçek (rasyonel ve irrasyonel) anlamda özgürleşmesi ile ilgili bir durumdur. Bugün anladığımız şekliyle ideoloji, -Marx'ın tarif ettiği üzere, sistem insanının “normal” sayıp kendini içine hapsettiği para/iş odaklı tüketici yaşam biçimine ve ona ek olarak, katmerli bir şartlanmaya tekabül ediyor. İdeoloji üzerine ideoloji, katmerli ideoloji demektir ve siyaset bilimci Kurt Lenk tarafından yapılmış özel bir tanıma da sahiptir. Lenk, 19'uncu ve 20'inci yüzyılın bildiğimiz türden ideolojilerini dört ana katagoriye ayırıyor. (5)
1. Kendini haklı çıkarmak üzerine kurulmuş tek tip düşünce kalıpları toplamı. Bunların ilk ve en sağlam örneği, bilimin tartışılmaz gerçek/doğru sayılması ideolojisidir ve bu haliyle Marx'ın yaptığı 'Sistem insanının ideolojisi' ile de ilgilidir.
2. Tamamlayıcı ideolojiler. Bu ideolojiler, insanlardan belli fedakarlıklar bekleyen ideolojilerdir.
3. Belli gerçekleri gizlemek için kurulan ideolojiler. Lenk bu ideoloji türünün, mutlaka bir düşman tipolojisine ihtiyaç duyarak toplumu kamplaştırdığı, toplumsal sorunları konuşmaktan kaçındığı ve asıl amacını gizlemek için suni düşmanlıklar yaratıp onları kullandığı üzerinde duruyor.
4. İnsanların duygularına hitab eden ideolojiler. Burada da dost-düşman ayrımına sık rastlanıyor.
İdeolojiler devri kapanıyor. 20'inci yüzyıldan günümüze sarkan ideolojilerin sonuncuları, neoliberal kapitalizmin ideolojileriydi. Bunların Usame bin Laden ve George W. Bush tarafından temsil edilen tipik örnekleri, dinci (İslamcı/Hristiyancı) ideolojilerdi. 'Medeniyetler Savaşı' (veya 'Medeniyetler Barışı') adı altında kültürcü yeni bir kutuplaşma/kamplaşma üretmiş, sistemin onmaz sosyo-ekonomik gerçeklerini gizlemiş, kültürcü ideolojilerdi. Dinci ideolojiler, etkilerini önemli ölçüde yitirmekle birlikte, neoliberal sistemin son kriz ideolojisi olarak -'İslamcılık' formunda- bir süre daha yaşayacaklar gibi görünmektedir. Dinci ideolojilerden önce, liberal dönemin “az gelişmiş” ülkelerinde ortaya çıkan sonradan modernleşme akımları yükselmişti. Milliyetçilikler devrini izleyen bu aşamada, azınlıkların mikro-milliyetçi ideolojilerinin ortaya çıkıp güçlendikleri görüldü. Fakat dinci ideolojilerin giderek güçlendiği W. Bush devrinde mikro-milliyetçi ideolojiler, etkilerini yitirmeye başladılar. Neoliberalizme has iki durum, etnikçi/dinci ideolojilerin addi destek bulmasına yardımcı olmuştur: Ulusal sınırlar ötesi sanal para trafiğinin global ekonomiyi belirleyen faktör haline gelmesi ve ulusal sınırlar ötesi global ekonomi sayesinde güçlenen diasporalar. Bu iki önemli uluslarötesi faktöre dayanan İslamcı ideoloji de, 2008 krizinden sonra hızla güç kaybetti. Krizinin ardından, zayıflayan uluslarötesi sermayeyi kontrol altına alma girişimlerine bağlı olarak, ekonomik ulusal/milli sınırlar yeniden önem kazanmıştır ve yeni bir milliyetçilik (ideoloji) türünün yükselmesi ihtimali de artmıştır. Fakat neoliberalizm öncesi liberal döneme özgü eski tip milliyetçi/ulusalcı ideolojiler devrinin kesinlikle kapandığı açıktır.
Post-kapitalist döneme geçerken, aynı zamanda ideoloji sonrası bir döneme girildiğini anlamak ve buna uygun yeni/güzel sürprizlere hazır olmak için çok sayıda neden vardır. Yeter ki -birbirinin fikirlerine saygının da ötesinde- her düşüncenin ve düşünce türünün, şimdi hiç ummadığımız/beklemediğimiz sorunlara çare olabileceği ihtimalini gözönünde bulunduralım. İdeolojik tek tip düşünceler, dar düşünce kalıpları, hatta tek tip global düşünce sistemleri ve ideolojik tek adamlar çağı, bir daha geri gelmemecesine kapanıyor. Özgürlüğün işareti olan tamamlayıcı farklılıkların, çok boyutlu yüksek kültürlerin ve insani/kutsal değerlerin yükseliş çağı açılıyor.
1. Post-Demokrasi, “herşeyin hareket etmesine rağmen artık hiçbirşeyin değişmediği”, bir tür şekilsel demokrasiye verilen addır. Bkz. Jacques Ranciere ve Alain Badieu, 'Politik der Wahrheit', Viyana-Berlin 1996, s. 94
2. Konu hakkında bkz. Jacques Ranciere 'Das Unvernehmen', Frankfurt 2002 ve Colin Crouch, 'Post-Democracy' Oxfort 2004
3. Marx-Engels Temel Eserler (MEW), Cilt 23, s.107
4. Desutt de Tracy, 'Éléments d'idéologie', Paris 1801/15
5. Kurt Lenk 'Rechts, wo die Mitte ist' Baden-Baden 1994
7.
Eskiden politikacılar, seçimler öncesinde seçmenin ciddiye aldığı vaatlerde bulunurlar, sahici sorunları kerhen de olsa tartışırlardı. Kapitalist bir toplumda sahici sorunların merkezinde her zaman, ekonomi ve çalışanlarla ilgili sorunlar bulunur. Sona erdiğine dair sinyallerin geldiği neoliberal dönemde böyle konuları tartışmıyorlardı. Ayrıca ne söyleyeceklerini de kimse merak etmiyordu. Çünkü iktidara gelecek her partinin, iktidara geldikten sonra aşağı-yukarı aynı şeyleri söyleyip aynı şeyleri yapacağını herkes biliyordu. Politik yelpazede kendini solcu veya sağcı diye nitelemenin artık hiçbir kıymet-i harbiyesi de kalmamıştı, şimdi de yok. Zaten bu nitelemeler, politikacıların şimdiki siyasi konumlarını değil, geçmişteki konumlarını ifade etmek için kullanılıyor.
Politikanın ve politikacı profilinin 1990'lı yıllardan itibaren bütün dünyada mütemadiyen irtifa kaybettiği bir sürecin sonuna geldik. Klasik politikacı tipinin, artık hiç bir temel soruna çözüm bulamadığı, hiçbir gelecek vizyonuna sahip olmadığı, söyleyecek sözünün de kalmadığı kanaati giderek bütün toplumların ortak görüşü haline geldi.
Bozulmadan önceki haliyle politika, kapitalist yaşam biçiminin hakim olduğu toplumlarda, para/iş üzerinden birbirine bağımlı birey, sınıf, zümre ve çevrelerin parasal çıkarlarını düzenlemekle yükümlü modern bir kurumdu. Neoliberal dönemdeki politika ise, global kapitalist sistemin ulus-devletlerden bağımsızlaşması sonucu, global ekonominin güdümüne girip -dünyadaki her politikacının uygulamak zorunda kaldığı- tek tip 'ekonomi politikası'na indirgenmişti.
Sadece kapitalist sisteme özgü bir durum olarak, ekonominin politika üzerindeki kesin zaferi, toplumsal ilişkilerin esas olarak para/iş ilişkilerine dönüşmesi ile gerçekleşmiştir. Eske Bockelmann'ın kanıtladığı üzere (1), toplumsal yaşamın merkezini para/iş ilişkilerinin teşkil etmeye başladığı 17. Yüzyıl'ın ilk çeyreğinde Fransa, ABD ve Büyük Britanya'da, sosyal yapıda önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır. 'Ekonomi' sözcüğü ancak bu devirden başlayarak bugünkü anlamda kullanılabilecek bir terimdir. Nitekim Marx'a göre, kapitalizm öncesi dönemde bir 'ekonomi'den değil, sadece 'doğayla madde/enerji bazında bir değiş-tokuş işlemi'nden (Stoffwechselprozess) söz edilebilir.
Eski Dünya Düzeni'nin bir bütün olarak değerlendirilen bütüncül yaşam tarzının tersine, kapitalist yaşam tarzı, (para ve ücretli iş kriterlerine göre) kendi içinde homojen sayılan ve birbirinden ayrı işlevsel alanların bir toplamı olarak düşünülür. Mesela ekonomi diğerlerinden ayrı bir alan, kültür ayrı bir alan, politika ayrı bir alan sayılır. Daha öncesiyle kıyaslandığında, kapitalizme özgü işlevsel farklılıkların en önemli siyasi ifadesi, dünyanın -her biri kendi içinde- homojen olduğu varsayılan uluslara ayrılmasıdır. Bunun bir devamı olarak, homojen uluslaşmanın gerçekleştiği birkaç Avrupa/Amerika ülkesi dışında dünyanın tüm ulus devletlerinde, 'azınlıklar/çoğunluk' ayrımı ortaya çıkmıştır.
Kapitalizmle ortaya çıkan işlevsel farklılıkların temelinde, 'boşzaman-iş zamanı' ayrımı bulunmaktadır. Tabii Türkçe'de yanlış kullanılan 'boş zaman' deyimi yerine, Avrupa dillerindeki 'hür zaman' (Freizeit/Freetime/Temps libre, Loisir) deyimini kullanmak daha doğru olacaktır. Çünkü ücretli iş, 'hür zaman'ın dışında, hür olunmayan zamanla ilgilidir. Kalitatif içeriği önemsenmeyen, özgün kişilik gerektirmeyen, içeriği ve amacını başkalarının belirlediği ve insanın hayatının üçte birini (sekiz saat) kapsayacak türden yoğun bir çalışma biçimi, eski toplumlarda bir ceza türü sayılıyordu. Eskiden kölelere, kürek mahkumlarına bile -amacını/içeriğini başkalarının belirlediği- böyle yoğun ve uzun süreli çalışma cezası verilmiyordu. Bugünün kanıksanmış ücretli iş yaşamı dışındaki zamana 'hür zaman' denmesi boşuna değildir.
Sistemin tüm dünyayı kapladığı ve yaygın olarak "Yeni Dünya Düzeni" diye adlandırılmaya başlandığı 1990'lı yıllarda, sistemin doğasındaki ayrımcı yaklaşımın vardığı son nokta, mesela "herkese bir etnik/dini kültürel kimlik" tevdi etmek olmuştur (kimlikler elbette çoğaltılabilir). Kapitalizm sözünü asla ağzına almayan, "demokrasi havarisi" neoliberal global sermaye tarafından desteklenen bu kültürel kimlikçi akımın etkisi kısa sürmüştür, çünkü ardında yatan neoliberal sistemin bugünkü haliyle sürdürülemeyeceği anlaşılmıştır. Ayrıca kültürcü gelişmenin son aşamadaki pratik sonucunun, çalışanların paraya ve işe bağımlılıklarının artması olduğu da görülmüştür. Yani, kapitalizmi görmezden gelen kültürcü yaklaşımın etkisi altındaki toplumlarda çalışanların hakları sistemli bir şekilde geri alınmakta, sosyal devlet iptal edilmektedir. Dahası, özellikle "gelişmiş" ülkelerin toplumlarında, toplumun bireylerine/atomlarına ayrılma eğilimleri gözlenmeye başlanmıştır. Giderek, toplum denen şeyin ve sosyalin ortadan kalkma eğilimi gösterdiği de anlaşılmıştır. İnsanlar esas olarak sadece iş nedeniyle ve iş çerçevesinde birlikte işlemeyi sosyallik sanmaktadırlar ve bu durum "gelişmiş" ülkelerde artık bir tartışma konusudur. Kültürcü zihniyetin yaygınlaşmasıyla birlikte toplum bireyleri arasındaki ortak yanlar azalmıştır. Şimdi o boşluk, (Türkiye'deki örneğinde) ulus-devlet milliyetçiliğinin erozyona uğradığı aşamada, azınlık mikro milliyetçiliği ve dinci fundamentalizmle doldurulmaya çalışılmaktadır. Bu ikisi de neoliberalizme özgü görüngülerdir. Sistemin neden olduğu boşlukları gene sistemin ideolojileriyle doldurmak mümkün değildir. Artık kalıcı çözümler, sistemin dışına doğru açılabilen çözümler olmak zorundadırlar.
Global ekonominin tam anlamıyla siyasette de tek belirleyici faktör haline gelmesi, politikayı hızla etkisizleştirmiştir. Artık sadece para/iş ilişkilerinin birarada tuttuğu toplumlarda, bir finans kriziyle başlayan ekonomik krizde, sosyal ilişkilerin iş ilişkileri haline geldiği kapitalist toplumlarda, ekonominin bozulup işlememesi halinde, toplumların dağılması (kaos) ihtimali yüksektir. Bunun önüne geçebilecek şey -orta vadede- makul ölçülerde bir ulusdevlet milliyetçiliği olabilir. Toplumun atomlarına ayrılıp dağılma ihtimalinin en yüksek olduğu ülkeler, şehirli modern kapitalist yaşamın en “iyi” işlediği neoliberal ülkelerdir elbette. Joseph Stiglitz gibi önemli ekonomistlerin uzun zaman öbce dikkat çektiği üzere bir finans krizinin (ve ardından ekonomik krizin) ABD'yi ve global ekonomiyi vurması halinde sosyal tahribat, tahminlerin çok üzerinde olacaktır. Böyle bir durum, bildiğimiz neoliberal politikacı tipinin sonu olabilir. 2008 Krizi ve ardından gelen gelişmeler, bu varsayımı doğrulamaktadır.
Demokrasinin en geniş anlamdaki ana fikri, halkların kendi kendilerini yönetmeleri ve çeşitli alternatifler arasından farklı politikaları uygulayacak kişi ve partileri seçebilmeleridir. Seçime sunulan bu 'farklı alternatifler'in, farklı ekonomik öncelikleri -hatta farklı ekonomi alternatiflerini de- içerebildiği, artık unutulmuş görünüyor. 2008'de başlayan global sistem krizinden sonra değişmeye başlayan politika anlayışı, neoliberal dönemin her partisi tarafından aynı şekilde uygulanan tek tip ekonomi politikası değildir artık. Partiler, aynı politikaları -sadece- diğerlerinden daha iyi uygulayacaklarını vaad ederek ve diğer partilerden farklı olarak daha “karizmatik” bir lidere sahip olduklarına güvenerek iktidar olamayacaklardır aryık. Neoliberal ekonomiyi sorgulayıp değiştirmek, kriz öncesine kadar hiçbir “ciddi” politikacının aklına gelmiyordu. Krizle başlayan yeni dönemde gelmektedir ve mutlaka gelmek zorundadır. Çünkü ekonomi bozulmaktadır ve yeniden derinlemesine konuşulmak zorundadır. Ekonomi ötesi evrensel bir düzen gibi değerlendirilen (Batılı) “demokrasi”nin kutsanarak, kapitalizmin konuşulmadığı ve adeta aklandığı devir geride kalmıştır.
1990'lı yıllardan başlayarak ulus-devletlerin kontrolünden kurtulup bağımsızlaşan global pazar ve finans çevreleri, ekonomiyle ilgili trendleri bizzat oluşturup politikaya dikte edebilmekteydiler. Örneğin politika, küresel para/iş sisteminin bir ürünü olan ve insanlığın varoluşsal sorunlarının başında gelen 'Küresel ısınma' gibi son derece ciddi bir konuyu, değil çözmek, konu hakkında cidden konuşmaktan bile acizdi. Acizlik sürüyor, ama yeni politikacı tipi, neoliberal devrin politikacısından çok daha özgür, daha kişilikli ve daha özgürce hareket edebilecek gibi görünmektedir. Çünkü krizdeki global neoliberalizm, kapsayıcı ve dayatmacı gücünü hızla yitirmektedir.
'İklim Çözümleri' adlı bir rapor hazırlayan Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF), 'Dünyayı kurtarmak için beş yılımız kaldığını açıklamıştı. O beşyıllık süre dolmak üzere. Dünyanın her yanında benzeri raporlar yazılıyor ve bunları çocuklar bile kanıksadılar artık. Politikanın insanın varoluşunu ilgilendiren böyle 'can alıcı' konulardaki bugünkü içler acısı acizliği, onun aşılmasını zorunlu kılmaktadır. Neoliberal dönemdeki politika, krizin zorlamasıyla ile biraz daha umut vaad eden bir mecraya doğru akmak eğilimi göstermektedir. Neoliberal politika esasen global ekonomi tarafından yönlendirildiğinden, insanlığın kaderi bile söz konusu olsa, önce insanı ve dünyadaki hayatı değil, mesela küresel ısınmanın ekonomiyi etkileyip etkilemeyeceğini konuşmaktadır.
İklim felaketi ve kapitalist sistemin çökme ihtimali gibi yaşamsal sorunlar, Doğulu-Batılı veya zengin-fakir demeden bütün herkesi ilgilendiren bütünsel sorunlardır. Böyle sorunlarla başedilebilmesi için, neoliberal kültürel kimlikçiliklerin yaptığı gibi insanların farklı yanlarını ön plana çıkarmak yerine, ortak yanlarını ön plana çıkaran yaklaşımlar gerekir. Gelişmelerin mantığı da bunu gerektirmektedir. Kimlikler üzerinden konuşan, kamplaşma ve gerginlik üreten bir anlayışa sahip neoliberal politikacı, yeni döneme bu nedenle uygun değildir.
Neoliberal dönemde politikanın karaktersizleşmesini, çaresizliğini ve sığlığını görüp yaşamış olanlar ve bu politikanın kendilerini artık temsil edemediğine inananlar, demokrasinin gerçek kazanımlarından biri olan farklı seçenekler arasında sahici seçimler yapabilme hakkını yeniden elde edebilmenin yollarını aramaktadırlar. Bu arayış Türkiye'de de çeşitli şekillerde sürmektedir. Yeni siyaset girişimleri, yeni isimler, sosyo-ekonomiyi ön plana çıkaran yeni bir dil, partilerin bu ortak paydada birleşmesi ve daha birçok yenilik, bu arayışın somutlaşmış örnek ifadelerindendir.
Küresel ısınmaya neden olan kapitalist yaşam biçiminin içine düştüğü krizi uygun bir şekilde karşılamak ve aşmak için pratik çözümler geliştirmek amacıyla, kendine/döneme özgü yeni bir siyasallık türünün şekillenmekte olduğu görülüyor. Krizdeki sistemi barış içinde dönüştürüp, toplumlara mümkün olduğunca az zarar verir hale getirmeyi hedefleyen yeni siyasal girişimler, çok yönlü bir siyasal/sosyal/bireysel çabalar bütünü olarak gelişiyor. Bütüncül sorunlara göre konumlanması gereken yeni siyasallığın temel ilkesi, sistemin toplumları ufalayan parasal/sayısal kantitatif (nicel) değerlerin yerine, insanları birleştirici ortak/etik/kutsal kalitatif (nitel) değerlerini yüceltmek olmalıdır. Bunları bir ideoloji haline getirmekten özellikle kaçınmak gerekiyor elbette. Yeni siyasallık, neoliberal global sistemin kriz/savaş ve iklimlerin bozulması üzerinden dünyayı yaşanmaz bir yer haline getirme tehdidine karşı, insanların kapitalizmin tehlikelerinden uzakta ve her anlamda temiz bir dünyada yaşama arzusunu ve iradesini temsil etmek zorundadır. Sistemin bozulması aşamasında bile geleceğe doğru varlığını koruyup dönüşmesinin garantisi, bu bilinç olabilir.
Bir sistem krizi olduğu iyice belli olan ve 2008'de başlayan ekonomik krizin tetikleyebileceği savaş ve diğer zor sorunların konuşulabilmesi ve sorunlara yerelden globale uzanan sağlam çözümler bulunabilmesi için önce, neoliberal politikanın yapısal doğasından kaynaklanan o yapay kamplaşmalar/düşmanlıklar tribinin aşılması gerekiyor. Bu da ancak kültürcü dilin terkedilip, sosyo-ekonomi dilinin kullanıldığı bir atmosferde gerçekleşebilir. Gerçek (ekonomiyle ilgili) sorunların büyüklüğü karşısında, toplumu kamplaştıran ve ufalayan tehlikeli etnik/dini kültürcü neoliberal trip, sanıldığından çok daha kolay aşılacak gibi görünmektedir. Ekonomik kriz, neoliberal politikacının ipini çekmektedir. Ama yeni siyasetin ilk hedefi, ekonominin demokrasinin kapsama alanı içine çekilmesi olmak zorundadır. Yani: Demokrasilerde ülkeyi kötü yöneten hükümetler nasıl değiştirilebiliyorsa, toplumları bozan ve iklimleri çökerten ekonomiler de değiştirilebilmelidir. Kapitalizm teriminin ağızlara alınmadığı neoliberal dönemin ardından, bu ana fikrin kabulü bile büyük bir gelişme olacaktır. Ekonomik krizin de oldukça açık bir şekilde gösterdiği üzere, Kapitalizmin yıkıcı türlerinden de vazgeçilebilmeli, yerine yenileri, hatta post-kapitalist ekonomiler kurulabilmelidir. Bu düşünce, sistemin çöküş belirtileri gösterdiği günümüzde bir ütopya değil, çok somut bir gereklik haline gelmektedir.
Para uğruna dünyayı yakmaktan çekinmeyen bir ekonominin bindiği dalı kestiğini ve istisnasız herkes için bir tehdit haline gelmekte olduğunu artık herkes anlamaktadır. O dal kırılıp ağaçtan düşmeden önce birşeyler yapılmazsa, büyük bir savaş veya küresel ısınma sonucu, para/iş çılgınlığı zaten sona erecektir. Ama bu, insanlığa "pahalıya" malolabilir. Cree kızılderililerin şefi Seattle'nin 1851'de söylediği gibi: "Son ağaç kesilip son nehir zehirlenip, son balık tutulduğunda, insanoğlu paranın yenmediğini anlayacaktır."
1. Eske Bockelmann 'Im Takt des Geldes' Hannover 2004, s.103-125
8.
İyimserliğin günümüz ekonomisi için ne kadar önemli olduğu yeni yeni anlaşılıyor. Modern kapitalist anlamda “Ekonomi” sahici bir bilim olsaydı, George W. Bush'un önce Afganistan'a sonra da Irak'a saldırısının, her türlü teamül ve uluslararası anlaşmayı çiğnemesinin, iyimserliği de vuracağı anlaşılırdı. Ama çok daha kötüsü oldu. Bush, Afgan ve Irak direnişine yenildi. (Yenilgisi, savaşı artık finanse edememesiyle ilgilidir) Bu noktada sadece iyimserlik değil, altın endeksinin Nixon tarafından kaldırıldığı 1971'den bu yana ekonominin ve finans dünyasının temel endeksi olan 'Güven Endeksi' de sarsıldı.
Sanal/fiktif (hayali) kapitalin sürdürülemez boyutlarda şiştiği ve sönerek hükmünü yitirmeye başladığı bir dünyada yaşıyoruz.
Tek bir örnek: 'Citigroup'un değeri, iki yılda 250 milyar Dolar eridi.' (1)
Sistemin garantörü ABD'nin ve prestijinin yaşamsal önemde olduğu, ekonomi “bilimi” tarafından maalesef anlaşılamadı. Anlaşılmış olsaydı, zırt-pırt arızalanan ve her arızası bir öncekine göre daha derin olan global sistemi değiştirmekten başka kalıcı/temel çözümlerin olmadığı da anlaşılabilirdi. İyimserlik konusu, bunun giderek anlaşılmasıyla ilgili bir durumdur. Çünkü, çok daha kötü yeni krizlere mahal vermeden, yapıcı ve yaratıcı çözümlerle kriz sarmalından çıkılabileceğine olan güven ve oradan beslenen özgüven, ancak bu şekilde artmaktadır.
Kriz atmosferinde iyimserlik ve güven, hükümetler ve medya tarafından tehlikeli bir biçimde yanlış yorumlanıyor. Bunun baş sorumlusu da, bir ay sonrasını tahmin etmek konusunda bile anlaşamayan, her birinin ayrı telden çaldığı ekonomi “bilimci”leridir.
İyimserlik, mezarlıkta ıslık çalmak, susmak veya “polyannacılık”la olmaz. Ekonominin düzelmesi için her türlü eleştirinin susması, 'kapitalizm' sözünün gene eskisi gibi mümkün olduğunca ağızlara alınmaması, iyimserliğe değil, insanlığın ekonomik/sosyal intihar mekanizmasına hizmet eder. İyimserliği ve özgüveni aşındıran asıl tehlike, kapitalizme ısrarla “sonuna kadar” kapılanarak kapitalizm ötesini düşünmeyi reddetmektir. “Çağdaş ekonomi bilimi”nin ufku, kapitalizmle sınırlıdır ve bu durum, yakın gelecek için büyük bir tehlike arzetmektedir -çünkü kapitalizmin sürdürülemez bir sistem olduğu gerçeği, “ekonomistler” dışında matematikçiler, çevre bilimcileri, jeologlar, fizikçiler ve daha niceleri tarafından hergün sayısız makale ve kitapla yeniden kanıtlanmaktadır.
İyimser olunca tüm sorunların kendiliğinden, “piyasanın görünmez eli” tarafından çözüleceğini sananlar, buna inananlar yanılıyorlar. O “El”in daha önceki yüzyıllarda varolup olmadığıyla, ne ölçüde etkili olduğuyla ilgilenmiyorlar. Ekonominin insanların ruh haline neden bu kadar çok, (tayin edici ölçüde) bağlı/bağımlı olduğunu da merak etmiyorlar. Bu garip “irrasyonel” bağımlılık durumunun, maddeden başka kuş tanımayan rasyonel bir düzende nasıl olup da olabildiğiyle de ilgilenmiyorlar! Üstelik bu absürd durumun, otuz küsür yıldır bugünkü hassas ve tehlikeli hali aldığı da dikkatlerini çekmiyor.
2007'den beri sallanan finans piyasalarının bağlı olduğu 'Güven endeksi'nin -hatta kapitalist sistemin- nasıl işlediği konusunda “bilim”in kafası oldukça karışık. Ekonomistlerin, gelişmeleri önceden tahmin etmek konusunda sınıfta kaldıkları açık. Ekonomi bir bilimse, belli temel verilere dayanarak ekonomistlerin de aynı/yakın sonuçlara ulaşmalarını gerekmez mi? Ama her ekonomist ayrı telden çalabiliyor. Bugün sistemin iflasından önce, ekonomistlerin ve bu “bilim dalı”nın iflasından söz etmek gerekiyor.
Günümüzde sosyo-psikolojik anlamda sağlıklı bir iyimserlik inşa edebilmek için, para/iş merkezli sistemi açıklamakta yetersiz kalan ve işe yaramadığı anlaşılan klasik ekonomi eğitimi/bilimi ötesine uzanabilen yeni bir bakış açısı geliştirmek gerekiyor. Ancak tüm malum konvensiyonları sorgulayabilen çokyönlü yapıcı bir anlayışla, kriz sinyalleri veren ekonominin nasıl ve neden işlemediğini, nasıl ve neden sürdürülemez hale geldiğini anlamak ve belirsizliği/bilinmezliği aşarak somut bir iyimserlik kurmak mümkün olabilir.
İyimserlik, özellikle kötü zamanlarda lazımdır ve en kötü ihtimalin bile sarsamadığı, cesur ve mert bir yana sahip olabilmelidir. Bunun için de, alabildiğine gerçekçi ve çok yönlü olması gerekir. Tatlısu iyimserliği zoru görünce önce paniğe kapılan, tehlikeye gözlerini kapatıp mezarlıkta ıslık çalmayı tercih eden, sonra da yelkenleri indirip duruma teslim olmayı seçen bir depresyona dönüşme eğilimi taşır. Tatlısu iyimserliği korkak ve miyoptur. Düşünmemeyi, günü birlik hareket edip, rüzgara göre yelken kırmayı tercih eder. Ama o rüzgarların bile dinmeye başladığı zor bir döneme girildiği anlaşılıyor. Artık, klasik asprin tedavisinden ve konjonktürel kriz teorilerinden fazlasına ihtiyaç var.
Yaklaşık 1970'li yıllardan beri durmadan büyüyen spekülasyon ve kredi borçları balonu, dünya ekonomisinin esas dinamiğini oluşturuyor. Reel ekonomiye yatırım yapmak fazla kâr getirmediğinden, sermaye, finans piyasalarına kayıyor. Spekülatif “kazanç”ın, dünya ekonomisinin motoru haline geldiği ortada. Sadece tüketiciler değil, devletler de sürekli borçlanıyorlar, faaliyetlerini borçsuz döndürmekte zorlanıyorlar. Ve bu borçlanma sarmalının kendi sınırlarına dayandığını, Yunanistan'da görmek mümkün. Ortada, hemen bütün devletlerin benimsediği bir sistem söz konusu olduğundan, Yunanistan'ın iflasın eşiğine gelmesi bir istisna değildi.
2008'de başlayan kriz, bir ‘aşırı sermaye birikimi’ sorunudur. Kısacası: Piyasalarda, dünyayı onlarca kez satın alabilecek kadar çok para dolaşmaktadır. Bu acaip durum “ekonomistler”i düşündürmüyor nedense! Saptamak için matematikçi olmak gerekmediği üzere: sadece bir adet dünya var ve bu kadar çok paranın dünyada maddi karşılığı bulunmuyor! Marx’ın daha 1857’de analiz ederek (2) adını ‘fiktif/sanal sermaye’ (fiktives Kapital) koyduğu duygusal/kurgusal/hayali sermaye türü, II. Dünya Savaşı öncesinin neredeyse üçyüz yıllık kapitalizm tarihinde yaşananların hepsinden daha ürkütücü bir krize girmiş görünüyor. Ürkütücüdür, çünkü hayali para miktarı/balonu ve günlük hayatı doğrudan veya dolaylı olarak hayali sermayeye bağlı insan sayısı, olağanüstü boyutlardadır. Hatta son otuz yıldır, bu sermaye türünün/balonunun sosyal bir yansıması olarak, adına 'Beyaz Yakalılar' denen yeni bir sosyal tabakanın/sınıfın da ortaya çıkmış olduğuna bakarak, 'çalışan ve çalışmayan insanların çoğunun' bu absürd durumdan doğrudan etkilenebileceğini söyleyebiliriz. Bu insanları sistemin çöküşünden korumak için sistemi aynen sürdürmeye çalışmak, patlayacağını bile bile balonu şişirmeye devam etmeye benzemektedir. Balon ne kadar çok şişirilirse, o kadar şiddetli patlar.
Kriz aşamasında, sadece kapitalizme özgü yöntemlere/önlemlere bel bağlamaya devam etmek, daha fazla insanın daha kötü bir şekilde sistem tarafından vurulmasına razı olmak anlamına geliyor. Kapitalizm, bütün türleriyle “büyüme”ye endekslidir. Bu aynı zamanda, krizlerin de artan sıklık ve şiddette “büyümesi” demek oluyor. “Ekonomi” bir bilim dalıysa, ekonomistler oturup, neoliberal kapitalizmle veya kapitalizmin başka bir türüyle nasıl kriz aşılacağını, iklimleri çökertmeden (en azından bir yirmi yıl daha) sistemin nasıl sürdürülebileceğini biz fanilere kanıtlamak zorundadırlar. Ekonomistler dışındaki bilim adamlarının yaptığı hesaplar, sistemin sürdürülemez bir noktaya doğru hızla yaklaşmakta olduğunu gösteriyor. Yer altı kaynaklarının tükenmesinden tutun da atmosferin ve denizlerin/suyun daha fazla kirlenmeyi kaldıramayacağı hesaplarına kadar, tüm bilim, büyümeden yaşayamayan kapitalizmin sonunu ilan etmektedir. Kapitalist bir gelecek vizyonu bulunmamaktadır. Kriz ile görüldüğü üzere, sanal para balonu, sistemin taşıyabileceği o kritik eşiği aşmıştır. Toplumsal huzursuzluğu önleyip, gelecek için umut kaynağı olacak yeni bir iyimserlik ve güven, artık böyle bir sistemin ve onun düşünsel çerçevesini aşamayan “Ekonomi bilimi”nin üzerine inşa edilemez.
Marx tarafından tarif edilmiş sistem mekaniğine göre; ağırlık merkezi spekülasyon, faiz amaçlı kredi ve fiyat dalgalanmaları olan sanal sermaye ile (3) onun reel karşılığı arasındaki fark büyüdükçe, finans krizi ihtimali de artar. Otuz yıl öncesine kadar geçerli olan bu 'konjonktürel kriz mekaniği'ne göre sanal sermayenin otuz yıl önce yeniden krize girmesi gerekiyordu. Fakat İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra en geç 1970'li yıllarda olması beklenen büyük finans krizi yaşanmadı. Onun yerine, sadece ‘zorunlu büyük kriz’ baskısını hafifleten ve Doğu Bloku’yla (ve Ortadoğu ülkeleriyle vs.) sınırlı kalan bir ekonomik çöküş yaşandı. Parası pul olan reel sosyalizmin (yani kooperatist kapitalizmin) çöküşü, kapitalizmin başarı hanesine yazılamaz. Krizin (liberal) kapitalist bloka sıçramasını önleyen asıl etmen, altın endeksinin kaldırılmış olmasıydı. Paradoks gibi görünen bu duruma göre hayali/sanal sermaye, çökmek yerine (yani reel değerine dönmek yerine), yeni spekülatif mecralara akarak çökmeden çoğalmayı/şişmeyi sürdürebildi. Burada özellikle altı çizilmesi gereken durum şudur: Beklenen büyük kriz önlenmemiştir, sadece ötelenmiştir.
2008 krizine kadar geçen süre zarfında sanal sermaye balonu, reel gerçeklerden tamamen uzaklaşarak tarihte hiç olmadığı kadar şişip uçmuştur. Ne kadar şiştiğini anlamak için, Alman düşünür Robert Kurz'un tahminlerine bakılabilir. Günümüzde, dünyada dolaşan uluslarötesi paranın yaklaşık yüzde doksanyedisi, reel olmayan spekülatif sermayedir (4). Burada en rahatsız edici gerçek, sanal sermayenin -konjonktürel çöküşü ertelense de- önünde sonunda reel değerlere dönmek zorunda oluğudur.
Ücretli çalışanların ürettiği mal ve hizmetlerin, maliyetinden daha fazlaya satılması sonucu ortaya çıkan (üretime bağlı) artı değer birikimi, reel sermayeyi oluşturur. Dünyada reel sermayenin üretilmesinde temel rolü oynayanlar hâlâ işçilerdir (ve köylülerdir). Sanal sermaye ise 'kapitalist çalışma ve üretim sistemi' ile değil, spekülasyonla, fiyat dalgalanmalarıyla, faiz almak amacıyla verilmiş kredilerle vs. oluşur. Bu yüzden de duygusaldır ve güvene endekslidir.
Reel ekonomi sanal ekonomiyi artık taşıyamıyor. Reel/sanal dengesinin bozulmasındaki bir diğer etmen de, 1980'lerde yaşanan mikroelektronik devrim sonucu hızla yaygınlaşan bilgisayarların yol açtığı rasyonalleşmedir. Sistemi taşıyan üretici sınıfların (işçi-köylü) sayısı giderek azalmakta, daha az kişiyle daha çok üretim yapılabilmektedir. Temel özellikleri; (amacını “iş veren”in belirlediği) ücretli iş, kapitalizme özgü çalışma sistemi çerçevesinde üretilen somut mal ve hizmetler, onların paraya tahvil edilerek daha pahalıya satılmaları sonucu elde edilen artı değer olan bir sistem için rasyonelleşmenin anlamı, sistemin kendi altını oymasıdır. Son otuz yıllık ertelenen büyük finans/ekonomi krizi süreci, sistemin temellerinin fena halde aşındırıldığı bir döneme denk gelmiştir.
Son otuz yıldır sanal sermayenin katlanarak büyümesinin ve balonun iyice şişmesinin en önemli nedenleri arasında başta; neoliberal döneme özgü özelleştirmelerden gelen paraları ve tabii devletlerin yüksek faizlerle borçlanmalarını saymak zorundayız. Faiz ve spekülasyonla hızla artan bu paralar, dolaylı olarak tüketime yansıyıp reel ekonomiyi de kısmen canlandırdıklarından, motoru sanal sermaye olan neoliberal kapitalizmin temel politikaları arasında yeraldılar. 2008 Krizinin ilk “önlemi” hayal kırıklığı uyandırdı: Devletler, neoliberal politikaların bir devamı olarak, hızla eriyip sönen “özel” sanal sermayeye (bankalara) garantör oldular ve mevduatlara verdikleri devlet garantisini, mevduatların büyük bölümünü kapsayacak şekilde genişlettiler. Maddi karşılığı/değeri olmayan sanal sermayeye devletlerin garantör olma eğilimi, tam bir felakete neden olmak üzere. Garantörlük, garantör olunan kişilerin (yani “özel” bankaların) borçlarını ödeyememeleri halinde, o borçları bizzat ödemeyi taahhüt etmek anlamına geliyor. Amerika ve Avrupa'da devletlerin trilyonlarca Dolar vererek yaptıkları banka kurtarma “operasyonları”nın ana fikri, “kriz nasıl olsa atlatılacak, bankalara verilen o paralar/borçlar da nasıl olsa bir şekilde geri ödenecek” varsayımından yola çıkmaktaydı. Böyle düşünmenin temel dayanağı, bu devranın aynen dönmeye devam edeceği, sistemin aynen süreceği hesabına dayanmaktadır. Yani sanal sermaye balonu, patlamayacak seviyeye indikten sonra şişmeye aynen devam edecektir!
Krizin başında hiç hesaba katılmayan bir nokta çok önemli: Ya devletler garanti ettikleri o dipsiz/sonsuz sanal borçları bizzat ödemek zorunda kalırlarsa? Burada devlet olmanın gücü kullanılarak, “Borcumu bir kanunla sıfırlarım olur biter” de denemez. Çünkü global bir dünyada borç, 'kendi vatandaşına olan borç'tan, 'başka ülkelere olan borçlar'a çevrilmiş durumdadır. Sermaye sınırsızdır ve borç/kredi işleri de uluslararası/uluslarötesi bir durum arzetmektedir. Böyle bir ortamda, sonsuz miktardaki (sanal sermaye kökenli) alacak-verecek hesabının, devletler arası alacak-verecek hesabına dönüşmesi mümkündür. Borçların devletlere devri, sanal sermayenin sağ tarafı! Onlar sorumluluktan büyük ölçüde kurtulmuş oluyorlar. Ama, global alacak-verecek hesaplarının, uluslarötesi kolay kredi kaydırmaca alanının dışına çıkarak ulusallaşması, büyük bir savaş tehlikesini de beraberinde getirmektedir.
Devletin büyük bankalara trilyon Dolarlık yardımlar yaparak “piyasaları rahatlatması”, krizin devletleştirilmesi anlamına gelmiştir. Özel firmaların/bankaların borçlarını -ulusal sınırlar ötesi bir şekilde- bir kurumdan diğerine kaydırılarak “idare etmek” mümkün olabiliyor. Ama devletlerin borçlarını birinden diğerine kaydırmak mümkün değil. Ayrıca bu tür konuların çözülememesi halinde, devletlerin elinde savaş opsiyonu gibi birşey de var!
Sürekli ertelenen, faizin faiziyle artıp duran, üstüne bir de çürük kredilerin garantörlüğü yüklenen devlet borçlarının ödenme günü geldiğinde, Yunanistan'dan daha kötü durumlara da düşülebilir. Bu duruma düşme ihtimali olan ülkeler arasında, sadece Balkan ülkeleri, İtalya, İspanya değil, Japonya, hatta ABD de sayılmaktadır. Borç ödeyemez duruma gelmek, işten bile değildir.
Amerikan Dolarının giderek dünya parası olma özelliğini yitirmesi, Avro'nun tehlike sinyalleri vermesi, bu ihtimalleri yükseltmektedir. On yıl öncesine kadar ABD'nin asla yenilemeyeceğini söyleyenler, Irak ve Afganistan'da olanlardan sonra susmak zorunda kaldılar. Şimdi de ABD'nin asla çökmeyeceğini söyleyenler, yıllar sonra yutkunup susabilirler. Krizin devletleştirilmesi, önemli bir savaş potansiyeli taşıyor. Gerçek anlamda iyimser olabilmek için bunları konuşmak ve tabii sanal sermayenin onmaz krizini devlete satmasına son vermek gerekiyor. Maddi temeli olmayan bir iyimserlik, bu saatten sonra kimseden beklenemez.
1. Milliyet, 25 Kasım 2008
2. Marx-Engels-Werke (MEW) Cilt 25, s. 482-488, Berlin 1956
3. a.g.e.
4. Robert Kurz, 'Das Weltkapital', Berlin 2005, s. 234
9.
Mevlana Celaleddin Rûmî’ye göre insan için aslî olan, mücahede ve kişisel gelişim vasıtasıyla, yaradılışla uyuma dönüş yolunu bulmaktır -ki bunda başarısız olmak mutsuzluk nedeni sayılır. Kullanılacak yöntem de aşktır. (1) “Eğitim bir ömür boyu sürer. Üniversiteden mezun olmakla bu sürecin sadece bir parçasını tamamlamış oldunuz. Bilgilerinizi tazelemek için öğrenmeye devam etmelisiniz” cinsinden mezuniyet konuşmalarında söylenen sözler Mevlana’nın sözlerine benzer görünmekle birlikte onun görüşüyle taban tabana zıttır. Üniversitede söylenen, sizin özgür bir beyin olmak için kendinizi geliştirmeniz gerektiği değildir, sisteme daha iyi adapte olabilmek için yeni bilgileri ezberlemeniz gerektiğidir. “Yoksa iş gücünüzü pahalıya satma şansınız olmaz, mutsuz olursunuz” anlamına gelmektedir. Kullanılacak yöntem de “işiniz hakkında her yeniliği papağan gibi ezberlemek”tir. Burada insan kendisi için değil, kapitalistler için öğrenmektedir. Tabii bu arada onlar da lütfedip size bir kaç kuruş verirlerse ne âlâ.
Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da ortaya çıkan ve orman yangını gibi önce bütün Avrupa yarımadasında, oradan da bütün dünyada yayılan yeni kapitalist sistemin hümanist eğitim ideali, “ne kadar çok öğrenirsen, hayatın o kadar kolaylaşır, daha medeni bir hayata sahip olursun” şeklindeydi. İhtilalin ‘herkese eğitim hakkı’ sloganına rağmen eğitim anlayışı, iki farklı çizgide gelişti. Bunlardan ilki, asillere özenen burjuvazinin eğitim/öğrenim idealiydi: “Öğrenmek, insanın kendi kendini geliştirmesiyle ilgilidir” fikri etrafında dönen (ama eleştirel olmayan) ve maddi amaç gütmeyen bir edim olarak anlaşılıyordu. (2) Halk için eğitim ise, büyük okuma-yazma kampanyalarıyla başladı. (Bu konu, aydınlanmacıların en çok övündüğü konuların başında gelir) Ama okullarda halka, okuma-yazma öğretmek sadece bahaneydi. Onlara, yeni sistemin “ne güzel bi’şey” olduğunu, “devrimin erdemlerini” ezberlettiler. Halk, okuyup yazarak öğrendiği yeni “erdem”leri ve bilgileri benimsemek, onlara göre yaşamak/uygulamak, bu bağlamda fabrikalarda çalışmak zorundaydı.
Bugün, sanki sosyalizmin 80’li yıllarını yeniden yaşıyor gibiyiz. Ortada, çökeceğine kimsenin inanamadığı sıfırı tüketmiş bir reel-kapitalist sistem ve Brejnev’in Sovyetler Birliği gibi Afganistan’da (ve tabii Irak’ta) bataklığa saplanmış, ekonomik kriz maduru bir ABD var. O dönemde de ortada sürüsüne bereket sosyalist “teorisyen” ve sosyalist “aydın” vardı ve “sosyalizmin nimetleri” hakkında değeri kiloyla ölçülen kitaplar yazıyorlardı. Şimdi de, “liberal demokrasinin nimetleri” hakkında sol ve sağ lafazanlığın bini bir para. Dünyayı medya gözlüğüyle gören herkes, her işin sorumlusu olarak silik/profilsiz ve kalite fukarası zavallı politikacıları göredursun, dünyada birbirinden ayrı iki siyasi kulvar ortaya çıkmış bulunuyor. Bunlardan ilki medyanın ekmek kapısı olan, malum “politika” tuluat tiyatrosudur; diğeri ise medyaya adeta yasaklanmış olan uluslarötesi firmaların global politikasıdır. Sovyetler’de de Pravda, Iskra ve bilumum sosyalist basın-yayın organlarına her şey serbestti ama Komünist partiyi ve sistemi eleştirmek kesinlikle yasaktı. Bugün her yerde “demokrasi” kol geziyor! Politikacıları yerden yere vurmak tamamen serbest. Ama uluslarötesi firmaları ve onların politikalarını konuşmak medyanın haddine değil, çünkü adına ‘reklam gelirleri’ denen “acı bir gerçek” var!
Sovyetler Birliği’nin çöktüğü 1991’de, Reel-Kapitalizmin nihai zaferinin ardından yapılan ilk iş, ekonomik sınırları kaldırmak oldu. Ve sistemin garanti belgesi olan ulus-devlet kavramına ilk büyük darbeyi, uluslarötesi firmalar indirdiler. Milli ekonomilerin ölüm fermanı, daha 1991’de imzalandı. Global sermaye, sıcak parasını istediği yere bir tıkla anında götürmeye başladı. Sermayenin bu hızlı hareketinin, sineklerin kısa hayatlarındaki amaçları kadar basit bir motivasyonu var: Çabuk tarafından çok para toplamak. Sermaye, nerede az vergi veriyorsa oraya kaçıyor; nerede daha ucuza adam çalıştırabiliyorsa oraya gidiyor, nerede çevre duyarlılığına sahip olmak zorunda kalmıyorsa fabrikasını oraya kuruyor, nerede sendika yoksa orayı seçiyor. Zavallı ulus-devlet müsveddeleri de bu uluslarötesi sermayeyi çekebilmek için onun insanlık dışı/anti-demokratik şartlarına boyun eğiyorlar. Bu yeni “cins” uluslarötesi kapitalin unuttuğu önemli şeylerin başında, ona gerekli bütün altyapı hizmetlerini sunan ulus-devletlere vergi vermek var! Vergilerin giderek azalması halinde bu hizmetlerin kalitesinin de sıfıra doğru düşeceği gerçeğini unutmuş görünüyorlar. Bu firmalar, şamaroğlanı haline getirdikleri ulus-devletlere doğru dürüst vergi vermiyor, merkezlerini Seyşel Adaları gibi vergi cennetlerine taşıyorlar. Alt yapı hizmetlerine yalnız su-elektrik-kanalizasyon-posta gibi şeylerin değil, mesela eğitimin de dahil olduğunu anlamıyorlar.
Kapitalist eğitim sisteminin işlevlerinden biri de insanları ulus kalıbına dökmek ve kendilerini o kalıp içinde rahat ve güvenli hissetmelerini “sağlamak”tı, ama bunun şartı ‘milli sınırlar’ temeline dayanan politika/kültür/ekonominin korunması ve eğitim yoluyla da sürekli yeniden üretilmesine çalışmaktı. Uluslarötesi firmalar, bağımsızlıklarını ilan ederek sistemin bu önemli konuda da altını oydular. ‘Ulus-devlet vatandaşı’ kavramını da, onu sağlayan eğitim sistemini de ölüme mahkum ettiler. “Kâr için her şey mübahtır” politikası izliyorlar ve yarından ötesini göremeyen sinekler kadar kısa akıllılar. Halbuki milli eğitimin iflası demek, onların da bitmesi anlamına geliyor. Tabii bunu anlayamayacak kadar kâr odaklı yaşıyorlar. Global sistemin yeni oyuncuları, şeklen ulus-devlet sistemini sürdürmek, ama içini tamamen boşaltmak istemektedirler. Son 2008 ekonomik krizinde, kendi borçlarını devletlere yıkarak bu konuda “başarılı” olabildiklerini de göstermişlerdir.
Modern kapitalist eğitim sistemi, beyinlerin sömürgeleştirilmesi (insanların kapitalistlere kulluk etmeye ikna edilmesi) amacına hizmet etmektedir. Dünya’yı yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla alınıp-satılan mal haline getiren kapitalist sistem, eğitim sistemiyle de insanı alınıp-satılan mal haline getirmiştir. Ne kadar çok biliyorsan o kadar pahalı bir malsın. Sana azıcık para verip, seni tepe tepe kullanırlar, sen de “işim var” diye sevinirsin. Zaten bunun için bütün gençliğini okullarda, dört duvar arasında geçirip nihayet bir kapitaliste kapılanmışsındır! Okul tornasından çıkmamış -normal- birinin böylesi korkunç bir bireysel/kitlesel esarete, sevinmesi mümkün değildir. Kapitalist eğitim sistemi insanlara özgürlüğün anlamını bile unutturmuştur.
Bu dünyada her sabahın köründe yüz milyonlarca çocuk, sırtında kocaman çantasıyla okula gider ve -en azından- 10 yıl boyunca; sineğin sindirim sistemi, döteryum-trityum reaksiyonu gibi “hayatta ona çok gereken” bilgileri ezberler. Hiç bir politikacı da, “yahu bu saçmalıklara ne gerek var, biz çocuklara öğrenmeyi öğretelim, okumayı/öğrenmeyi/düşünmeyi sevdirelim yeter” diyemez. Çünkü böyle önemli konularda politikacıya söz düşmez.
Global kapitalizm hızla bozuluyor, çünkü kendi kendini yenileme imkan ve kabiliyetini yitirdi. Eskiden sürekli yeni pazarlarda sürekli yeni ürünler satılır, bunları alacak birileri mutlaka bulunurdu. Son mikroelektronik endüstri devrimi nedeniyle giderek daha az kişi çok daha fazla mal üretebiliyor ve mala boğulan pazarlar doymuş durumda. Çalışan sayısı azaldığından, global satın alma gücü de düşüyor. Çılgınca üretim/tüketim saçmalığının frenlenmesini zorunlu kılan hızlı çevre kirlenmesi de buna eklenince, reel-kapitalizm, logaritmik bir eğriyle kendi sonuna yaklaşıyor.
Kapitalizmin halk bazındaki eğitim hedefi her zaman, yalnız ihtiyacı olan adamların yetiştirilmesiydi. Ancak eğitim sisteminin garantörleri ulus-devletler, daha geniş düşünebildiklerinden, doğrudan kâr bağlantılı olmayan konuların eğitimini de sürdürdüler (Tarih, kültür, sosyal konular vs.). Oldukça zayıflamakla birlikte sistemin bel kemiğini teşkil etmeye devam eden ulus-devletler, uluslarötesi firmaların attıkları bu büyük kazık nedeniyle onlardan çok daha az vergi alabiliyor, üstelik düzenli çalışan nüfus da azaldığından çalışanlardan da gittikçe daha az vergi toplayabiliyorlar. Böylece altyapı hizmetlerine daha az para ayırmak zorunda kalıyor, işleri döndürebilmek için de deli gibi borçlanıyorlar, varlarını yoklarını satıp “özelleştiriyorlar” ve hatta bazı hizmet alanlarından tamamen çekiliyorlar. Kapitalizmin “kazanımlarından” sayılan sosyal devlet çöktü, Avrupa’da ve Amerika’da da çöküyor. Ulus-devletler, yaşamsal saydıkları ‘yönetim’, ‘ordu’ (güvenlik) gibi konulara öncelik tanıyorlar. Örneğin okullar ve üniversiteler bu adı artık hak etmeyen “bina”lara, öğrenciler de “benim oğlum bina okur” cinsinden cahillere dönüşüyorlar. Eğitim kurumlarının, -istisnalar dışında- “genç ahaliyi meşgul etme merkezleri” haline dönüştüklerini söyleyebiliriz -üstelik bu gerçek, sadece “az gelişmiş” ülkelerde değil, sistemin “uz gelişmiş” merkez ülkelerinde de böyle.
Kendini insanlığın en yüksek seviyesine ulaşmış “Tanrılara eş” bireyler sanan sistemin süzme elitleri ve onların yönettiği uluslarötesi firmalar, gittikçe daha sofistike teknolojilere ve dolayısıyla daha iyi yetişmiş adamlara ihtiyaç duymakta, ama vergi vermeyerek dünyadaki eğitim sistemlerinin bitip tükenmesine neden olmaktadırlar. İyi eğitimli, kültürlü insan sayısı ve kalitesi düşmektedir. Bundan rahatsız olmuyor da değiller. Böyle temel sorunlara buldukları çözümler daha da saçma: Elit okulları. Devletlerin ökse otu gibi bütün dünyaya yaydığı, bakkal dükkanı açar gibi her şehir ve kasabaya açtığı ve çoğu hiç bir işe yaramayan yüksek-lise düzeyindeki üniversiteler, gençliği ve onların ailelerini oyalaya dursun; hem devletin hem firmaların para döktüğü (özel) okul/üniversiteler kuruldu. Potansiyel olarak her türlü araştırmanın yapılabileceği ve paralı müşterilere hizmet veren yüksek bütçeli bu okullar, dünyayı yönetme iddiasındaki yeni global kapitalist elitlerin okulları haline geldiler. Buralara bakınca, dünyanın tamamen bunlara teslim edilmesi halinde insan oğlunun yeni “eliti”nin (ileride) nasıl bi’şey olabileceğini, olma ihtimali bulunduğunu ama bunun asla mümkün olamayacağını görebilirsiniz.
Toplumları toplum yapan konularda davuldan daha boşlar. Böyle okullardan yetişenler; iyi marka tüketicisi, Holywood kültürü sahibi, iş ve para manyağı, orta karar İngilizce konuşan, bilgisayar oyunları ve porno bağımlısı, pahalı araba hastası, konusuna (işletmeci/teknokrat) çok hakim, ama onun dışında muhakeme ve entellektüel seviyesi Amerikan çizgi roman kahramanlarına eş, Amerikalı taklidi yapan tipler...
Global kapitalist elitlerin okullarında yalnız işletme, mühendislik gibi ve medya odaklı şeyler okutuluyor, gerisi salata mahiyetinde. Yalnız doğrudan para kazandıracak adamlar yetiştiriliyor. Bu yüzden de bir uygarlığı uygarlık yapan asıl konularla yandan çarklı ilgileniliyor. Mesela reklam müdürleri aynı zamanda filozof, televizyoncular entelektüel, mühendisleri bilgisayar başında müzisyen, reklam metni yazarları da büyük edebiyatçı! Bu yüzden para/mal odaklı ana konular haricinde ciddiye alınabilecek hiç bir şeyleri yok.
Kapitalizm, tam da insanları “ikna etmeyi” başarmış ve insan ruhuna karşı yürüttüğü bu şeytani haçlı seferini kazanmış görünürken ölümcül bir hastalığa yakalandı: Kapitalizmin savaşçıları, yani “global sistemin modern değerleri”nin savunucusu solcu ve sağcı kökenli aydın sınıfının kalitesi hızla düşüyor. Çünkü karşılığında para almadığı hiç bir konu ile ilgilenmiyorlar. İş/düşünce gücünü “mal” olarak satabildikleri alanlar ise hızla daralıyor. Bu gidişle yakında bütün bilimsel/sosyal/kültürel dallar “işletme/mikro-makro liberalizm”in dış kapısının dış mandalları haline gelecek. Sosyalist sistemin elitleri de reel sosyalizmin çökmesinden önce böyle bir hızlı aptallaşma devri yaşamışlardı. İşi kuru güç politikasına vurdukları için ve ‘Nomenklatura’ diye adlandırılan hayattan kopuk bir imtiyazlı sınıfın içine hapsoldukları için, hiç bir konuda kendilerini yenileyemeyip dar tartışmaların ve köhne “sosyalist” ekonominin içinde bitmişlerdi. Bir sistem bitince, onun ruhanileri de, en can alıcı anlarda bile ancak meleklerin cinsiyetini tartışırlar.
Düşünce üretimi, artık okullardan ve üniversitelerden başka yerlere taşınıyor. Fikir üretilen merkezler, hanidir üniversiteler değil. Gençler uyanıyor ve eğitim sisteminin özgür düşünceyi boğucu atmosferini anladıkça başka mecralara doğru akıyorlar. Eskisi gibi dergiler ve gruplar etrafında kümelenmeler yaşanıyor. Yeni düşünce grupları şekilleniyor. Hatta böyle gruplar ve çevreler, alternatif üniversiteler kuruyorlar. Eğitim sisteminin global kapitalizm tarafından bitirilmesinin tek olumlu yanı da bu olsa gerek. İnsanoğlu, doğası gereği akıllı, derin, sofistike, duygulu ve mükemmel. Kendini ifade etmesi ve harikalar yaratması için bugünün boğucu eğitim cenderesinden kurtulmak zorunda olduğunu da artık anlamış görünüyor.
1. Omar Michael Burke “Sûfîler arasında” (Among the dervishes) Çev: Ahmet Tunç Demirtaş, İnsan Yayınları, İstanbul 2004. S.70
2. Dönemin önemli kuramcılarından Wilhelm von Humboldt’un Orta Avrupa’daki neohümanist, idealist eğitim anlayışı bu meyandaydı. Konu hakkında bkz: Jürgen Kost “Wilhelm von Humboldt – Weimarer Klassik – Bürgerliches Bewusstsein / Kulturelle Entwürfe in Deutschland um 1800“ (Vatandaş bilinci / Almanya’da 1800’lerde kültürel taslaklar) Königshausen & Neumann yayınevi 2004
10.
Onüç yaşındaki Musashi, koskoca bir samuray’a meydan okuduğunda, bunu kimse ciddiye almadı, ama adamı yenince bir anda ünlü oldu. 1597 yılındaki bu ilk düellosundan itibaren hiç kimseye yenilmedi. 29 yaşına geldiğinde 60 kişiye kılıç çekmiş ve hepsini de cansız yere sermişti. Yaşayan bir efsane haline geldi. Musashi, kılıcın/silahın önemsiz olduğunu, asıl ruh halinin ve savaş tekniğinin çok önemli olduğu üzerinde duruyordu. Bunu kanıtlamak için, yaşamının ileriki dönemlerinde ustura gibi keskin kılıçlı rakiplerinin karşısına hep tahta kılıçla çıktı ve onların hepsini yendi. (1)
Çinliler, barutu yüzlerce yıldır havai fişek yapımında kullanırken, bu maddeden silah yapmayı, önce Avrupa’lı simyacılar düşündü! (2) Gerçi 12’inci yüzyılda Kilise, ikinci lateran konsilinde ateşli silahları ‘kalleş silahlar’ ilan etmişti ama, simyacıların kiliseyi takmayan tavırları ve derebeylerin güç ihtirası, ateşli silah tekniğinin Avrupa yarımadasında hızla yayılmasını sağladı. Göğüs göğüse çarpışmak yerine elini bile kirletmeden güvenli bir mesafeden top/tüfekle adam öldürmek, ‘savaş’ sayılmaya başlandı. Eskiden savaşlarda kullanılan ok/yay/kılıç gibi silahlar, tek kişi tarafından da imal edilebilen, belli bir silah endüstrisi gerektirmeyen silahlardı. Ama karmaşık ateşli silahları imal etmek için, iyi örgütlenmiş kollektif bir çalışma sisteminin kurulması gerekti. İmalat işinde, ustaların denetiminde köleler ve esirler çalıştırıldılar. Kapitalizmin tohumu, top dökümhanelerinde atılmıştır. (3) Bu çalışma sistemini önce bütün Avrupa’ya yaymak ve koca koca halkları kadın/çoluk/çocuk demeden iş köleleri haline getirmek, sonra da bütün dünyaya yaymak gaddarlığı ise, bugün kapitalizmin “uygarlığa katkısı” sayılıyor.
Ateşli silahların tarihi, sömürgeciliğin de tarihidir. Pazaro, bir kaç top ve bir avuç adamıyla, Güney Amerika’nın eski uygarlıklarını dize getirip sonra da yok edilmeleri sürecini başlatmıştır. Bu silahları sürekli geliştiren ve insafsızca kullanan sömürgeciler karşısında durabilmek için, dünyanın o zamanki bütün devletleri, akıllarına gelen bütün yöntemleri denediler ama ateşli silah kullanan o sömürgeci orduları durdurmayı başaramadılar. Kalleşlik ve gaddarlık galip geldi. Osmanlılar da, ateşli silahları başından itibaren kullanmalarına rağmen, modernleşmenin felsefesine hiç bir yakınlık duymayıp, modern çalışma sistemine uzak olduklarından (4), Avrupanın modern silahları ile yarışamadılar. Sonra sırayla bütün devletlerin gönüllü modernleşme gerekçesi, bu ateşli silahlara sahip olmak ve onları bizzat üretip geliştirebilecek duruma gelmekti. Uzun denemelerden sonra, sofistike silahları üretip iyi kullanabilmek için Avrupalılar gibi olmak gerektiği sonucuna varıldı. Modernizmin bütün değerlerinin dünyanın heryerinde benimsenmeye başlanması böyle başlamıştır.
Yeni düzeninin teorisyenlerinden Jonathan Swift, (Thomas Hobbes ve diğer birçok modern entellektüel gibi) insanlığı sustalı maymuna çevirmek için, eli sopalı birilerinin lazım olduğunu, yoksa herkesin birbirini yiyeceğini düşünüyordu. ‘İnsanlığın büyük çoğunluğu, savaşı barıştan daha çok seviyor’ diyor ve ekliyordu; ‘Yalnız az sayıdaki korkak, bütün insanlarla barış içinde yaşıyor.’ (5) Alman düşünür Immanuel Kant da, insanoğlunun ‘kötücül doğası’na dikkat çekiyordu. (6) Yani insanoğlu peşinen kötüdür ve bu baylar da çok akıllı! olduklarından, insanlığa bir “iyilik” yapmak için, “barbar milletleri” evcilleştirmek misyonunun sahibidirler.
Ateşli silahların tartışmasız “üstünlüğünün kanıtlandığı” bu süreç içinde, 1832’de modernizmin savaş teorisini yazmak, Prusyalı bir generale, Carl von Clausewitz’e nasip oldu. Sonradan asilzade olmuş bu bayın modern savaş teorileri, 19’uncu yüzyıl başında Napolyon’un Waterloo yenilgisinden çıkarılan tecrübelerinin bir sonucu oluşmuş, bütün modern orduların şekli-şemalini ve savaş yöntemlerini belirlemiştir. ABD’de ekonomik Armageddon için geriye sayımın başladığı aşamada (7), Clausewitz’çi savaş teorisi, ilk ciddi çiziğini 1945’de almış ve “asla batmaz” denen Titanic gibi 11 Eylül 2001’de okyanusun dibini boylamıştır.
Postkapitalist savaş teorisini tartışabilmek için önce, bay Clausewitz’in teorilerinin özüne değinmekte yarar var. Clausewitz’in kuramı, ulusal orduların/devletlerin birbiriyle savaşması üzerine inşa edilmiştir. Clausewitz’e göre ‘Savaş, yalnız hükümetlerin ve halkların siyasi ilişkileri içinde ortaya çıkabilir’di ve ‘politikanın başka araçlarla devam ettirilmesi’ (8) demekti. Yani devletlerin/halkların belli siyasi hedeflere ulaşılabilmesi için kullanılan bir yöntemdi. Clausewitz’in teorisi, ateşli silahların teknik/ekonomik üstünlüğüne ve onların modern kapitalist üretim/tüketim tarzına göre inşa edilmişti.
Clausewitz’i, kapitalistlerden daha kaba ve dayatmacı bir modernleşme taraftarı olan sosyalistler de çok sevmiştir. Lenin, Clausewitz’in ‘politika’ yazdığı yerlere ‘politikanın sınıf karakteri’ lafını geçirerek, onu sosyalist teoriye sokmuştur. Böylece Lenin’in savaş kuramına ‘haklı savaş’ (proleterya/milli kurtuluş savaşı) ‘haksız savaş’ (emperyalist savaş) diye bir ayrım girmiştir. (9) Bunun sonucu olarak, savaş açma tekeli sadece devletlere aitken, bu hakka ulusal kurtuluş hareketleri (ve sol-modern devrimci partiler) de kavuşmuştur. Sovyetler Birliği ve Sosyalist Blok hayattayken, savaş açma hakkına sakip iki yapılanma bulunuyordu: Birincisi ulus-devlet, ikincisi ulusal kurtuluşçu/sol-devrimci örgüt/parti. Bu ikisi de savaşı, Clausewitz’in tanımladığı gibi, ‘siyasi hedeflere ulaşmak için’ kullanıyordu. Politika-savaş ilişkisi konusunda Mao, Lenin’i sollayarak, “Politika kansız savaş, savaş da kanlı politikadır” noktasına kadar gelmiştir. (10) Modern zamanlarda savaş, Clausewitz’in kuramına sadık kalarak insanlık karihinin en kanlı katliamlarını yapmıştır.
Kapitalizmin kökeninde silah endüstrisi olduğundan, insanlığın bütün işi-gücü, yeraltı ve yerüstü kaynakları, önce silah ve savaş endüstrisine ayrılmıştır. Bu ayrıntılı üretim sisteminin iyi işleyebilmesi için de modern para sistemi icat edilmiştir. 15’inci yüzyıl ile 18’inci yüzyıl arasında Avrupa’da silah imalatı için ayrılan para % 2200 artmıştır (ne olur ne olmaz, bir daha yazalım: yüzde ikibinikiyüz). (11)
2000 yılında Georg W. Bush başkan olduğunda Pentagon’un bütçesi 280.8 milyar dolardı. Bu miktar 2001 yılında %8.8 artarak 305.4 milyar dolara yükseldi. 2002 yılında %12.4 artarak 343.2 milyar dolar, 2003’de %15.4 artarak 396.1 milyar dolar oldu. Bir yılda 53 milyar dolar arttı ve bu miktar bile, dünyadaki diğer ülkelerin herbirinin yıllık savunma giderlerinden fazladır (buna Rusya da dahildir). ABD’nin savunmaya ayırdığı para, “Haydut devletler” ilan ettiği ülkelerin askeri harcamalarının toplamının 26 katıdır. (12) Burada, Baudrillard’ın deyimiyle savaşmaktan çok, savaşamamaktan söz etmeliyiz.
Global kapitalist pazarın jandarması ABD’ye karşı Clausewitzçi (silahlı küllahlı ordularla) bir savaş yürütmek imkansızdır. Devletler/ordular arası savaşın kesin potansiyel galibi ABD’dir. Bu nedenle Clausewitz’ci savaş teorisi bağlamındaki savaşlar devri 1991’de kapanmıştır. O tarihten sonraki Körfez Savaşı, hatta Yugoslavya savaşları bile artık savaş değil, Amerikan pilotlarının tek taraflı bilgisayar oyunudur. Clausewitz’in mükemmelleştiği (ve bittiği) yer ise kuşkusuz Pentagon’dur.
ABD savunma bakanlığı Pantagon (beşgen) binasının inşasına 11 Eylül 1941 günü başlandı. İkinci Dünya Savaşına ABD’nin de gireceği hesap edilerek bin mimar ve 14 bin işçi gece-gündüz çalıştı. O zamanın parasıyla 83 milyon dolara mal olan dünyanın en büyük büro binası, 16 ayda bitirildi. Binanın koridorlarının uzunluğu 28 kilometre. Beşgen yapısı nedeniyle bir bürodan diğerine gitmek, en çok yedibuçuk dakika sürüyor. (13) Pentagon’un ve ateşli silah endüstriyel modern savaş teorisinin yenilmezlik efsanesi tamı tamına 60 yıl sürmüştür.
Soğuk Savaş’la birlikte gözlenen yapısal değişim, ABD ve SSCB önderliğindeki iki emperyal süper gücün toprak işgalinden çok, siyasi ve ekonomik düzen/kontrol kurucu hamlelerine sahne oldu. İki ayrı ekonomik sisteminin görünürdeki çatışmasının gölgesinde, gözlerden ırak bir şekilde gelişen uluslarötesi firmalar, globalleşmeyi başlattılar. ABD, silah yarışında havlu atan Sovyet imparatorluğuna rağmen silahlanmaya var gücüyle devam etti. Fakat modern orduların gücü, arkalarındaki ekonomik güç kadardır. Amerikalılar gittikçe daha çok tüketip daha az üretiyorlar. Bütçe açıklarını ifade etmek için kullandıkları sıfırlar bile yetmemekte, onu da ithal etmektedirler. Ama Avrupa’nın, Çin’in ve Rusya’nın ABD’ye karşı birleşip onunla bir şekilde savaşacağına falan inanan varsa aldanıyor. ABD’nin çökmesi demek, anında Çin’in çökmesi anlamına gelir ve bunu AB izler. Amerikan ordusunun yürüttüğü savaşlar, Körfez savaşından itibaren sistemin asayişi sağlama savaşlarıdır ve iş sıkıya bindi mi doğrudan ya da çaktırmadan firmalar ve devletler tarafından mutlaka desteklenir. Global kapitalist sistem gittikçe daha az insana iş sunabiliyor, dünyanın gittikçe daha geniş bölgelerini “para etmez yerler/halklar” ilan ederek buralardan çekiliyor. Çekildiği yerlerdeki asayişi sağlamak da Amerikan ordusunun işidir. Artık kapitalizm kaleler kurmakta ve duvarların gerisine çekilmektedir. Kalenin dışında kalan bölgeler dar-ül harb, içinde kalan bölgeler ise “demokratik cennet”tir. Şu anda, asayiş operasyonlarının yürütülme tarzı konusunda bir anlaşmazlık bulunuyor o kadar.
Bu işin silahla değil, ihraç edilen “modern değerler”le ve umut satarak yapılmasının daha doğru olacağına, ABD’li şahinler hariç herkes iman etmektedir. Bu konudaki en ilginç tartışmayı Tony Blair’in eski dış politika danışmanlığını, sonra da AB’nin de facto dışişleri/savunma bakanı konumundaki Javier Solana’nın danışmanlığını yapan Robert Cooper açtı. Cooper, uluslararası düzenin şimdiye kadar ya hegemonyaya ya da dengeye dayalı bir yapı arzettiğini yazdı. ‘Eski çağlarda imparatorluk, düzen anlamına geliyordu. Onun dışında kalan bölgelerde ise barbarlık, kaos ve düzensizlik vardı.’ (14) Cooper’a göre, o çağlardan beri, barış ve düzenin tek bir emperyal güç tarafından garanti altına alınabileceği düşünülüyordu. Bu tip imparatorluklar değişime pek açık değillerdi ve otoriterce yönetiliyorlardı. Avrupa tarih içinde bir ara yol buldu: Kendi içinde düzenli ulus-devlet, ama o da bir uluslararası anarşi içinde yeralıyordu. Bu devletler sistemi, bu yüzden sürekli savaş tehlikesi altındaydı. 1945 sonrasında bile bağımsız (ulus-)devlet anafikri ve güçlerdengesi, iki devletin dengesi halinde de olsa korundu. Sovyetler Birliğinin yıkılmasıyla birlikte bu değişti. Eski makyevelci prensiplerle yönetilen geleneksel devletlerin (Çin, Hindistan ve Pakistan) yanında, dünyada iki yeni tip davletler bulunmaktadır: Modernizm öncesi devletler, ki eski koloniler ve devletin artık bulunmadığı yerlerdir, buralarda ‘herkes herkese karşı’ kuralı işlemektedir; bir de Postmodern devletler. Bu devletler güvenlikleri için artık fetih yolunu kullanmak istememektedirler. Bunlara en iyi örnek AB ülkeleridir. Bu devletler, güçler arası dengeye güvenmek yerine, ‘dış işleri’ ve ‘iç işleri’ arasındaki farkı kaldırmışlardır. Bu nedenle, postmodern devletler dünyasında geleneksel anlamda güvenliğin tehdidi diye birşey yoktur. (15) Postmodern devletler için artık tehdit, Cooper’ın tarifiyle ‘modern öncesi’ ve ‘geleneksel’ devletlerden gelmektedir. Bunun için de postmodern devletler, çifte standartlı olmaya alışmalıdırlar. Yani kendi aralarında demokrat ve insan haklarına saygılıyken, kendileri dışındakilere ‘eski çağların metodlarıyla, gereğinde güç kullanmalı, önleyici saldırılarda bulunmalı ve onları yanıltmalıdırlar.’ (16)
Cooper, ‘modern öncesi’ diye tarif ettiği yerlerdeki devletlerin sınıfta kaldıklarını/çaktıklarını (failed states) kabul ediyor. Eski Sovyet toprakları içindeki -mesela Çeçenya gibi yerler ya da uyuşturucu madde üreten ülkeler (Afganistan’ı kasdediyor olmalı) ve Afrika’nın geniş bölgelerini, modernizmin çöktüğü bölgeler içine sokuyor. Yalnız bu çöküşün çoktan postmodern devletlere de sirayet ettiğini söylemiyor. Sistem çöküyor ve bunun sınırlar çekerek, geri çekilerek, kendi içne kapanarak önlenemeyeceğini henüz kimse kabul etmek istemiyor. Sistem yekpare. Bir bütün.
Artık açık olan şey, Cooper’ın sözünü ettiği meydan okumanın, modernizmin çöktüğü yerlerden gelmesidir ve bu da Clausewitz’çi paradigmanın kesin sonu, Clausewitz’in de tasını tarağını toplayıp -eskilerin deyimiyle- tarihin çöplüğüne doğru yola çıkması demektir. Çünkü meydan okuyanların ne ekonomik üstünlükleri, ne ona bağlı olarak silah üstünlükleri, ne de belli bir siyasi hedefleri vardır. Bu toz duman içinde, savaş teorisi bakımından kesin olan tek şey ise şudur: Musashi’nin teorisi yeniden kanıtlanmış, savaşın silahla değil ruhla yapıldığı yeniden anlaşılmıştır. Zaten 80’li yılların ikinci yarısından beri modern Clausewitz’in değil de Sun Tzu gibi eski ve mistik savaş kuramcılarının popülerleşmesi, savaş teorisinin yeni istikametini göstermekteydi. (17)
Modern insan, anlamına pek önem vermediği yaşama odaklıdır ve bu dünya dışında (maddi yaşamın ötesindeki) herşeyi hurafe/hayal sayar. Modernizmin temel düsturu, ölçüp biçemediği hiçbirşeye inanmamak olduğundan, yaşam ve maddi zevkler esastır. Modern insan eski inançlar/dinler/mistik öğretilerle ipini kopardığından ölüm ve ölümün anlamı hakkında da son derece boştur. “Yaşamının anlamı”nı bulmak için Hindistan’a, Mısır’a, Kızılderili şamanlarına spiritüel turistik yolculuklar yapar, bunun için binlerce euro/dolar öder ama sıkıntıya gelemez. Birinden sıkılınca hemen başka birine koşar. Değil “ölümünün anlamı” hakkında cidden düşünmek, ölüm hakkında düşünmek bile postmodern ülkelerde psikologların alarma geçmesine yeter. Cooper, Avrupa’daki uzun barış döneminde Avrupa’nın savunmasının fiziksel ve psikolojik anlamda boşlanığını söylüyor. (18) Yani ‘ülkesi için kendini feda etmek’, ‘yüce bir amaç için ölmek’, ‘savaşçı ruh’ gibi değerler postkapitalist ülkelerde bitmiştir ve bu da çok tehlikelidir. Aslında karşımızda modernizmin ve onun bütün değerlerinin topyekün iflası bulunmaktadır. Bunu anlamadan, postkapitalist savaşı anlamak mümkün değildir. Önümüzdeki dönemde, modernizmi matah sanan hedonist tatlısu entellerinin ve sistemin saksıda büyüttüğü hormonlu apartman çocuklarının adam olmaları gerekiyor. Yoksa durum gerçekten vahimdir. İnsanlar, ölümlü olduklarını ve yaşamın/ölümün bir anlamı olduğunu yeniden hatırlamak zorunda kalacaklardır. Çünkü asıl savaş, maddi hiçbirşeyi olmamasına rağmen insani değerlerde ısrar edenlerle, üretim/tüketim/çevreyi kirletim konusunda ısrarcı olanlar arasında olacaktır. “Benden sonra tufan” deyip eski hamam eski tas modern modern yaşamayı sürdüreceklerini sananlar aldanıyorlar, onları zor günler bekliyor. Deniz bitmiş, Clausewitz’çi Titanic batmıştır. Şimdi mesele, ortalığı fazla velveleye vermeden ve mümkün olduğunca savaşsız bir şekilde, herkesi buna ikna ederek sistemi el birliğiyle değiştirmeye çalışmaktır. Ve bunun hızlı bir şekilde, sistem tamamen çökmeden yapılması gerekmedir. ABD’nin tavrı, durumu içinden çıkılmaz hale getiriyor –ki bu yüzden mutlaka durdurulması gerekmektedir.
ABD, kontrol edemediği bölgelerin; tarihi, kültürü, sosyal/ekonomik/siyasi yapısını tamamen yokederek, insanları “çıplak beden” konumuna indirgiyor. Günümüzün yıldız filozofu Agamben’in de gösterdiği gibi, dünyanın sefalet altında yaşayan bölgelerinin insanlarının vücutlarından başka sömürülecek birşeyleri kalmamıştır. O hale getirilmişlerdir. Onların tecavüze, organ ticaretine, köle/kadın ticaretine malzeme teşkil etmeleri de bu yüzdendir. İnsanların adeta hayvan yerine konduğunu görüyoruz. Agamben’in sözleriyle ‘Batılı-Amerikan dünya düzeninde (…) bu insanlar ‘Homines sacri’dirler’. Yani ‘eski Roma hukukundaki tarifine göre, öldürülebilirler (bunun için kimse cinayetle suçlanmaz) ama kurban edilemezler.’ Günümüzde ABD’nin “savaş” dediği şey, insanları, sosyal/ekonomik/kültürel/siyasi yanlarından soyarak çıplak bedenler haline getirmek için kullanılan askeri pratikler anlamına geliyor. (19) İşte tam da bu uygulama, müthiş bir kin/nefret/intikam dalgası yaratmakta, suçsuz/günahsız insanların üzerinde kara bir terör kasırgası olarak esmektedir. Bu anlamda, iki koldan (ABD’nin ve Zarkavi gibi hayaletler tarafından) yürütülen bir savaştan bahsediyoruz. Konunun vahametini anlatacak kelime bulmak zor.
Cooper, bozularak ardında sosyal çöller bırakan sisteme karşı yükselen bu tehdite karşı ABD’nin sert tutumunu değil, ‘yeni bir tip emperyalizm’ uygulamasını öneriyor ve buna ‘savunmacı emperyalizm’, ‘komşuluk emperyalizmi’ gibi isimler yakıştırıyor. Bu ‘Her emperyalizm gibi, düzen ve organizasyon getirecek, gönüllülük üzerine kurulu emperyalizm’i ikiye ayırıyor. Biri, global ekonominin multilateral emperyalizmi –ki bundan yararlanmak isteyen devletler kendilerini firmaların ve uluslarötesi örgütlerin etkisine açmalılarmış. Diğeri de ‘komşuluk emperyalizmi’ oluyor. Kısaca, komşularda istikrarın bozulmasını önlemek. Bu yeni uygulamaya örnek olarak da AB’nin değerleriyle birlikte doğuya doğru genişlemesini gösteriyor. Cooper bu ‘komşu’ kategorisine bütün dünyayı sokuyor ve dünyaya polisler, hakimler, merkez bankaları falan ihraç etmeyi düşünüyor. Komşulardan da bu konuda ‘gönüllü kooperasyon’ bekliyor! (20) İnsanların, emperyalizmin herhangi bir türünün baskısı olmadan kendi kendilerini yönetebileceklerini düşünmek istemiyor.
ABD’nin ve postmodern devletlerin elinde, tarihin en büyük silahlı gücü var ama insanları savaşa mobilize edebilecekleri hiç bir söylenceleri, kutsal değerleri yok. Amerika’daki halkın savaş desteği bile, televizyon başında gördüğü şey için verilmiş bir destek. İnsanlar savaşı, hâlâ televizyonda ve Holywood filmlerinde gördükleri kadar bir şey sanıyorlar ve uykuları gelince televizyonu kapatıp yatıyorlar. Savaşa anlam katan bir şey olmadan insanların savaşı gerçek anlamda desteklemeleri, canlarını tehlikeye atarak savaşmatları imkansızdır. ABD’nin doğru dürüst politik hedeflerinin olduğunu da sanmıyoruz. Amerika’nın savaşları daha çok, “ben daha ölmedim, bana bakın bana” tarzından deneme/yanılma pratiklerine benziyor. Aynı şey fundamentalist terör için de geçerli. Ortada yıkılan bir sistem ve buna karşı ne yapacağını bilemeyen çaresiz aktivistler var. Fili elleyip yorumlayan körler gibi, her biri başka telden çalıyor. Düzenin elitleri, kendilerine olan güvenlerini tamamen yitirmişlerdir. Toplumu bir arada tutacak ne bir vizyonları ne bir gelecek projeleri ne de bunun için cidden mücadele etmeye cesaretleri vardır. Bu şartlar altında savaş, her türlü anlamdan yoksun kalmaktadır. Şu anda Cooper’ın ‘postmodern devletler’ dediği kapitalizmin merkez ülkelerini tehdit eden asıl tehlike budur. Silah vardır ama asker yoktur. Irak’ta orta vadede ABD’nin yenilgisi kesindir, çünkü askerleri ölmeyi bilmiyor, onlar için ölümün bir anlamı yok. Ayrıca, düzenli ordusu için sürekli artan devasa miktarlarda parasal kaynağa ihtiyacı var. Oysa küçük örgütlenmelerin paraya ihtiyaçları son derece sınırlı ve bu örgütlerin savaşçıları ölmeyi biliyorlar, ölümlerine bir anlam kazandırıyorlar.
Japon yazar Mishima Yukio, 1970 kasım ayında seppuku yaparak (21) kendini öldürmeden önce Tokyo Ichigaya’da halka yaptığı konuşmada, Japonların geleneksel değerlerine geri dönmesini istemişti. Japonlar artık yavaş yavaş eski değerlerine dönüyorlar. Musashi’nin, ‘Savaşı silah değil insan kazanır’ sözünü ise Türkiye’de hâlâ bilirler ve uygularlar. Yaşamayı, savaşmayı ve ölmeyi bilen insanlarla birlikte yaşamak, inanın çok huzur verici.
1. Miyomoto Musashi Fujivara Genshin’in (1584-1645) temel eserlerinin başında, Batı’da ve Türkiye’de de tanınan “Gorin no sho” (Beş halka kitabı) gelir. Diğerleri “Hyoho Sanjugo Kajo” (Otuzbeş strateji yazısı) ve “Dokko do” (Özgüven yolu). Musashi’nin yaşamı ve savaş tekniği hakkında sayısız kitap ve roman yazılmıştır. En iyi ve ünlü olanı: Eiji Yoshikawa “Musashi” Münih 2004. Ustanın okuluna koyduğu ad önce “Nito ichi ryu”idi. Sonradan bu adı değiştirerek “Niten (:Çifte Gökyüzü) ichi ryu” haline getirmiştir. Okulunun günümüzdeki son ustası İmai Masayuki Nobukatsu. İki kılıcı birlikte kullanma üzerine kurulu mistik bir öğretidir. 13 Kata ve 5 Kumitachi egzersizi etrafında döner.
2. Barut’un silah olarak kullanılması çabalarının, 14. yüzyılda Orta-Avrupalı simyacıların deneyleri ile başladığı söylenir.
3. Bkz.: Robert Kurz’un “Jungle-World” dergisi 2002 Nr.3’e yazdığı “Mit Moneten und Kanonen” yazısı.
4. 24 Aralık 2004 gecesi CNN Türk’de yapılan bir söyleşide büyük tarihçi İlber Ortaylı da benzeri görüşler ifade etti.
5. “Gulliver’in Seyahatleri” romanının yazarı Jonathan Swift’in 1720’de yazdığı bir makaleden. Swift’in 250’inci ölüm yıldönümü anısına 1995’de yayımlanan bir derlemede yer almıştı.
6. Immanuel Kant Toplu Eserler (Werkausgabe) Frankfurt 1991. Cilt.11, s.199.
7. Bkz.: Randolph T. Holhut’ın “Economic Armageddon” başlıklı yazısı, The Smirking Chimp 2.12.2004 ve Brentt Arends’in 23 Kasım 2004’de Boston Harald’da çıkan “Economic ‘Armageddon’ Predicted” başlıklı yazısı.
8. Carl von Clausewitz “Vom Kriege” Stuttgart 1980. s.329
9. Bkz.: V.I. Lenin “Imperialismus, als höchstes Stadium des Kapitalismus” Pekin 1976. Lenin’in emperyalizm ve savaş teorisi, en son 9 Mart 2002’de Berlin’de enine boyuna tartışılmıştı. Tartışma sonuç bildirisi için bkz.: www.ak-marxismus.de/leninkonferenz/berschoelzel.html
10 “Kızıl Kitap”, Mao’nun çeşitli konuşma ve yazılarındaki sözlerinden oluşturulmuş küçük kırmızı bir kitaptı. Özellikle 70’li yılların ilk yarısında bütün radikal dünya solunun elinde gezmiştir. Mao’nun ölümünden sonra da aniden ortadan kaybolmuştur. Bkz.: “Worte des Vorsitsenden Mao Tse-tung” Verlag für fremdsprachige Literatur Pekin 1967
11. Robert Kurz a.g.e.
12. Die Zeit gazetesi 9 Temmuz 2004. Gazetenin Pentagon hakkındaki dosya çalışmasından.
13. a.g.e.
14. Robert Cooper’ın 7 Nisan 2002’de “Observer” gazetesinde yayımlanan “The new liberal imperialism” makalesinden.
15. a.g.e. (Cooper’ın yazısından özetledik. Fikirler ona aittir.)
16. Cooper a.g.e.
17. Çinli savaş kuramcısı Sun tzu, Buddha’nın çağdaşıdır ve ünlü kitabı “Savaş Sanatı”nı MÖ 3-4’üncü yüzyılda yazmıştır. Kimliği hakkında çok az bilgi mevcuttur. Bkz.: R.L. Wing “The Art of Strategy” London 1988. Ve Yamamoto Tsunemoto’nun 1700’lerde yazdığı “Hagakure” kitabı da popüler olmuştur. Çok karamsar bir Japon savaş/strateji kitabıdır. “Ölümle yaşam arasında bir tercih yapman gerekirse ölümü seç” gibi bir temel düsturu vardır.
18. Cooper a.g.e.
19. Bkz.: Georgio Agamben “Homo sacer” Frankfurt a.M. 2002.
20. Cooper a.g.e.
21. Japonca “Harakiri” intihar demektir. Ama ‘ritüel ölüm’ anlamında Japonya’da esasen “Seppuku” sözcüğü kullanılıyor ve geleneğe göre bir kısa kılıç (Wakisashi) ya da özel bıçakla (Tanto) yapılıyor. Hayatına son veren kişinin ölürken acı duyduğunu ifade eden sesler çıkaracağının anlaşıldığı anda (ve acısına son vermek için), bir yakını/arkadaşı (Kaishaku) tarafından uzun bir kılıçla (Katana) başı uçurularak acısına son veriliyor. Bilinen son seppuku, Mishima ve asistanı tarafından, basın mensuplarının önünde yapıldı.
11.
“Kedi siyah ya da beyazmış hiç fark etmez
önemli olan fare yakalamasıdır.”
Deng Xiaoping
Ming Hanedanı'nın kurucusu İmparator Hongwu'nun dördüncü oğlu Zhu Di, 1402’de Sultan Yıldırım Bayezid’in Ankara Ovasında Timur Leng’e yenildiğini duyduğunda, yeğeni Zhu Yunwen’i tahttan indirmek üzereydi. Zhu Di’nin kişisel muhafız alayının komutanı Moğol asıllı Müslüman Zheng He komutasındaki 800 kişilik sağlam bir Moğol birliğiyle yeni başkent Nanjing’e girmişti. Türk Sultanı'nın yenilmesi hiç hoşuna gitmedi, çünkü Batı Asya’yı kontrolü altına alan Timur’un yakında Çin’e saldıracağını biliyordu. Zhu Di tahta çıktı ve Ming hanedanının üçüncü hükümdarı olarak Yong Le adını aldı. (1)
Timur, başarısız bir kaçma girişiminden sonra geceleri kafese kapattırdığı Yıldırım Bayezid ile birlikte Semerkand’a dönmeye ve Çin seferine çıkmaya hazırlanırken, önce Bayezid 1403’te, sonra Timur 1405'de öldüler. Böylece Yong Le, 'Büyük Plan'ını uygulamaya koydu. En güvendiği komutanı ve sağ kolu, Zheng He’ye büyük bir donanma hazırlamasını ve bu donanmayla dünyaya açılıp bütün dünyanın haritasını ç›karmasını, Çin’in ihtişamını dünyaya göstermesini emretti.
Nanjing’de Jangtse nehri kıyısında devasa doklar kuruldu ve büyük bir hızla,
tik ağacından, her biri 130 metre uzunluğunda, 60 metre genişliğinde dokuz direkli gemiler inşa edilmeye başlandı. Bu gemiler, gelmiş geçmiş en büyük ahşap savaş gemileridir. (Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfettişi karaveli, sadece 21 metre uzunluğundaydı) Zheng He, Kubilay Han’ın beceremediğini becermek, her türlü hava şartlarına dayanıklı bir armada kurmak istiyordu. (2) İmparator ona ilk elden 1681 adet yeni gemi yaptırmasını emretti. Zheng He, 11 Temmuz 1405’de, 300 gemi ve 28.000 kişilik bir ordu ile Hint Okyanusu’na doğru ilk deniz seferine çıktı. Bu yolculuklarını 1433’e kadar sürdürmüştür.
Zheng He, Çin’in 21. Yüzyılda yeni bir süper güç olarak ortaya çıkışının ve yeni Çin globalleşmesinin sembolü sayılıyor, çünkü -bazı yeni bilimsel araştırmalara göre- yalnız Hindistan’a, Sri Lanka ve Malaga bölgesine değil, İran körfezine, Kenya’ya ve oradan güneye Kap burnuna kadar inen Çinliydi. Batı Afrika sahillerinden akıntıların da yardımıyla sürekli kuzeye, oradan Güney Amerika’ya geçip Brezilya’ya ve daha güneye, Macellan Boğazı’na, derken Antartika’ya kadar giden ve gördüğü heryerin haritasını çıkaran çok sayıda Çin gemisinin komutanı olduğu iddia edilmektedir. (3) Çin Halk Cumhuriyeti, Zheng He’nin seyahatleri ve keşiflerinin şerefine Nanjing’de 50 milyon Dolara mal olan modern bir müze yaptırdı ve 2005 yılında, çeşitli etkinliklerle, gösteri ve sergilerle amiral Zheng He’yi andı. (4) Çin, barışçı/yumuşak bir süper güç olmak hedefini bu şekilde ifade etmeye çalışıyor. Ama gerçekten öyle mi, yoksa savaşçı/sert bir güç mü olacak, bunu zaman gösterecek.
ABD, 11 Eylül’den sonra kendi derdine düşüp, dünyada “asayişi sağlama” savaşlarına yeni bir ivme kazandırırken, globalleşmenin savaşçı temsilcileri ABD ve İslamcı terör-ağı kendi aralarında tıngır mıngır savaşçılık oynarken, Çin, ikinci süper devlet olarak dünya arenasına çıkıverdi. Bugün geldiğimiz noktada onun da ötesine geçerek, globalizmin trendlerini belirler konumdaki ülke haline gelmek üzere. Global kapitalist sistemin, yalnız ekonomik anlamda değil, kültürel ve hatta siyasi anlamda da çinlileşmeye başladığı tartışılıyor. Bu nedenle; iklim ve toplum katili kapitalist sistemden kurtulma sürecinde karşımıza çıkacak olan, ‘sistemin çinlileşmesi’ olgusunun artı ve eksilerini konuşmak özel bir önem arzediyor.
1978 yılında Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) 11. kongresinin üçüncü plenumunda ‘4 Modernleşme’ planı kararlaştırıldığında ÇKP, daha bir yıl öncesinden, ‘2000 yılına kadar modern bir devlet olma’ planını çoktan hazırlamıştı. Planın mimarı Deng Xiaoping, (ikinci adı ‘küçük şişe’ anlamına geliyor!) halk arasındaki lakabıyla ‘Acı biberli Napolyon’ (5) planını şöyle özetlemekteydi: 1.Sosyalist yol. 2.Halkın demokratik diktatörlğü. 3.Komünist partinin önderliği. 4. Marksizm-Leninizm ve Mao Zedong Düşüncesinin izlenmesi. Sol dernek/örgüt tozu yutmuş (veya yutmamış) herkes burada bir ‘Ne ilgisi var?’ diye soracaktır. Çin’in böyle “devrimci!” bir planla, dünyanın en hızlı büyüyen devlet güdümlü neoliberal kapitalist sistemini kurmasına bakarak bazı şeyleri tekrar etmek zorundayız.
Maddenin, ücretli iş aracılığıyla paraya çevrildiği modern sisteme Batı’dan çok sonra geçen ve bu yolda daha hızlı ilerlemek için “proleterya diktatörlükleri” kuran, Fransız İhtilali’ni kendi çapında taklit eden bütün sosyalist ülkeler gibi Çin de 17’inci ve 18’inci yüzyılın merkantilist sistemlerini “sosyalizm” adı altında kendince (Sovyetler Birliği’nden) kopya ederek, hızlandırılmış bir modernleşme sürecine girmişti. (6) Hızlı modernleşmenin ve bu yeni (kapitalist) yolda “ilerlemenin” en garantili aracı “sosyalist” bir sistem kurmaktı. Ayrıca sosyalizm lafazanlığı ile insanlar daha kolay gaza getirilip, fabrikalara daha kolay gönderilebiliyordu; gaza gelmeyenler de proleterya diktatörlüğünün sopası altında zorla çalıştırılabiliyorlardı. Çin de modernleşmenin bu despotik yolunu tercih etmişti.
Çin’in bugünkü anlamda neoliberal kapitalist yükselişini, ABD’nin Vietnam’da yenilerek Çin’le yeniden dostluk kurmak zorunda kalmasıyla da başlatabiliriz. Çin pragmatizminin son büyük ustası Deng, ÇKP çatısı altında, sol terminoloji ile, kapitalizmin hasının bal gibi kurulup uygulanabileceğini, yani Sol/Sağ ayrımının aslında hikâye olduğunu kanıtlamış ender eski-solculardan biridir. Deng, aslında modernizmin Sağının-Solunun olmadığını, meselenin ‘paraya daha çok para kazandırmak’ ve bunun için de iş ve işçiler aracılığıyla maddenin mala dönüştürülmesi simyasının en efektif şekilde uygulanması olduğunu, gerisinin aydın-lafazanlığı olduğunu, ta o zamanlar “sol bir dille” anlatmıştır. (7) Daha sonra, ÇKP’nin hedeflediği modernleşmenin Sol/Sağ ayrımına ihtiyaç duymadığı anlaşılmış ve geleneksel Çinli değerler, imparatorluk gibi tek elden yönetilen ülkede yeniden benimsenmeye başlanmıştır.
Kendini Çin’in ilk hükümdarı ünlü ‘Sarı İmparator’ Qin Shi Huangdi ile kıyaslamayı seven Mao gibi, Deng de daha 1980’li yılların sonundaki öğrenci olayları ve onların kanla bastırılmasının ardından içine kapanıp kapitalizmden vazgeçmeye kalkan ÇKP’ye karşı, 1992’de tam bir imparator tavrı koydu! Deng, eski Çin kültürünü iliklerinde hisseden bir Mandarin ya da bir hükümdar gibi ‘Güneye yolculuğa çıktı’ (8) Dönünce de ekonominin merkezci yapısının tamamen değiştirilmesinden, Çin’in klasik düşmanlarıyla barışmasına ve Çin kültürüne özgü geleneksel harmoninin yeniden kurulmasına kadar bir dizi Konfiçyüscü düşünceyi uygulamaya koydu. Bugün Konfiçyüscü toplum ve yönetim tarzının, yalnız uluslarötesi firmalarda ve Asya ülkelerinde değil, Batı ülkelerinde de yaygınlaşacağına kesin gözle bakılıyor.
Sovyetler Birliği'nin yıkılması, ama özellikle Çin’in -gönüllü olarak- liberal kapitalizmin devlet kontrollü şekline dönüşü, dünyada düşünsel anlamda büyük bir çöküşe yolaçmıştır. Kapitalistleşme tarihi boyunca toplumsal eleştiri Sol’un tekelinde olduğundan, Sovyetler ve Çin’deki bu gelişmelerle birlikte toplumsal eleştiri bir anda dilsiz ve teorisiz kaldı. Bugün dünya; ekonomisiyle, çevresiyle ve muazzam sosyal problemleriyle felaketin eşiğindeyken, iklimler de kırmızı alarm vermekteyken, eski Sol’un tozu-dumanı altında kalmış entellektüel millet dut yemiş bülbül gibi. Çünkü dayandığı ortodoks-marksizm teorisi dağlarına kar yağdı, hem de ne kar! Bu noktada Çin’in dünyaya öğrettiği şey, aküt global sorunların çözülebilmesi için Sol ve ortodoks-marksizmin ipoteğinden mutlaka kurtulmanın ve yeni bir kapitalizm/modernizm eleştirisi kurmanın zorunlu hale geldiğini göstermek olmuştur.
Bugün, üretimi/tüketimi katlanarak artan Çin kapitalizminin de “sayesinde” atmosfer çok daha hızlı ısınmakta ve mesela Sibirya’daki 11 bin yıllık buzlu toprak alanlarının da (-ki yüzölçümü Almanya ile Fransa’nın toplamı kadardır) hızla eridiğini okumaktayız gazetelerden. Buralardan atmosfere milyarlarca ton metan gazı yükselecektir. Çevre kirliliğini gösteren uydu fotoraflarına bakınca, dünya haritasının en kırmızı yerinin, Beijing’den Shanghai ve Nanjing’e uzanan bölge olduğu görülüyor. Çin’in globalleşmeye yaptığı en olumsuz “katkı” budur.
Çin, 1970’li yıllarda başlattığı ‘Üçüncü Dünya’ politikasını bugün, yeni bir barışçı süper güç politikasına dönüştürdü ve merkezinde Çin, Hindistan ve Brezilya’nın bulunduğu, çok kutuplu yeni bir süper güç kurdu. Çin, son birkaç yıldır, Brezilya’daki altyapıya, yol, liman ve fabrikalara tam 50 milyar dolar yatırdı. Çin’le stratejik işbirliğine 1989’da başlayan Brezilya’yı, 1991’den itibaren Hindistan izledi ve bu iki ülke artık Çin’in birinci dereceden stratejik ortağı ve yeni süper gücün temel bileşkenlerini oluşturuyorlar. 2003 yılında yapılan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantısında bu üç ülke, diğer ortak müttefik ülkelerle birlikte G20’ler olarak ortaya çıkıp Japonya, ABD-Nafta ve AB ülkelerini şaşırttılar.
Yeni süper güç şöyle işliyor: Çin koordinasyonu ve önderliği üslenmiş durumda. Finans merkezi ve global kapitalizmin fabrikası rolünü oynuyor, kuralları koyuyor. Hindistan, Çin’in beceremediği software (bilgi-işlem), firma yönetimleri konusunda süper gücün belirleyici faktörü konumunda. Brezilya ise, bu iki ülkede olmayan şeye, yeraltı/yerüstü kaynaklar›na sahip; üstelik 2004’te 15 (hep birlikte 45) Güney Amerika ülkesine önderlik ederek, onlarla birlikte AB benzeri bir yapılanmaya gitme çalışmasını başlattı. Çin de Brezilya’ya benzer bir yöntemle Asya’da Rusya ile birlikte Şanghay İşbirliği Örgütü’ne önderlik ediyor. (Ortak bir askeri güç oluşturuluyor) Ayrıca Çin, ASEAN ülkelerine, ‘artı üç’ formülü kapsamında, Japonya ve Güney Kore ile birlikte katıldı. Siyasi anlamda, ABD’nin kovboyculuk oynadığı Orta-Doğu ve Nafta/AB coğrafyası dışında, dünyanın tamamı daha şimdiden, merkezinde Çin’in bulunduğu bir siyasi/ekonomik yapılanmanın içinde -bir şekilde- yer alıyor. Bu anlamda ileri/geri ülkeler ayrımının ortadan kalkıp sonradan modernleşmenin sona ermesi ve onun yerini yeni global kapitalist merkezlerin ve ekonomisiz alanların almasının ardından, global ekonominin yeni merkezlerin hızla Çin/Hindistan/Brezilya/Rusya coğrafyasında toplanmaya başladı. Buna paralel olarak, ABD/AB/Japonya’nın gerileme sürecine girdiği görülüyor.
Çin, yeni süper gücün en önemli bileşkeni ve global kapitalizmin yeni motoru olarak önümüzdeki dönemde globalizmin ekonomik/siyasi/kültürel trendlerini belirleyecek asıl faktördür ve gittikçe daha çok belirginleşen geleneksel konfiçyüscü özellikleriyle, yakın bir gelecekte kapitalizmin aşılması yolunda yararlı olabilecek bazı olumlu özelliklere de sahip olabilir. Çin’de bugün uygulanan “Doğu demokrasisi”nde, Batı Demokrasisi’ne nazaran kapitalizmin aşılması aşamasında işe yarayabilecek despotik (ama zor zamanlarda daha konstruktif işleyebilecek) özellikler de bulunmaktadır. Çin’in henüz insanlığın yararına kullanmadığı olumlu özellikler arasında, Konfiçyüscü düşünce tarzına dayanan bazı ‘Doğulu Değerler’ de sayılabilir. (9) Toplumun çıkarlarını bireyin çıkarlarına üstün tutan bu anlayışlar bütünü, kapitalizme özgü “birey”in yeraltı/ yerüstü/insan kaynaklarını, diğer insanları ve yaşamı hiçe sayarak saçıp savurmasını, yakıp kavurmasını engelleyecek sağlam özelliklere sahiptir. Konfiçyüscü öğretiler bağlamında insan, önce ailesini, oradan yola çıkarak toplumunu ve ülkesini düşünmek zorunda. Bu düşünceyi devam ettirerek insanın yalnız ülkesini değil ‘dünyayı da düşünmek’ zorunda olması gerektiği aşamasına henüz gelinmemiştir. Batıdan neoliberalizmi alıp, en vahşi biçimini Çin'de uygulayanlara bu konuda umut bağlamak şimdilik gerçekçi görünmüyor. Ama bireyin dünyanın atmosferini çökertmek üzere olan ve bu konuda “özgür” nefsine (yağmacılığına) bir türlü gem vuramayan Batı Demokrasisine göre Doğu Demokrasisi, bireysel yıkıcılığa daha kolay gem vurabilecek özelliklere sahiptir.
Çin’de yarı bağımsız 31 yerel parlamentoya dayanan ve giderek daha çok hukuk devleti olma çabası gösteren ve oyla (yerel-) seçimlere çok daha özen gösteren yeni “Doğu Demokrasisi”; konfiçyüsçü eğilimlere sahip toplumda çoğunluk yararına sıkı önlemler alabiliyor ve bunu toplumun rızasıyla yapabiliyor. Fakat bu demokrasi türünün, Türkiye'deki demokrasiden bile daha geri olduğunu belirtmek gerekiyor. Bütünün ortak çıkarlarını esas alan “Doğu Demokrasisi”, bu temel ilkeyi herkesin benimsemesi sayesinde Çin’de, 7 temel dil ve 80 yerel dil konuşan heterojen bir halkı, bütünün ‘(Kültürel) Çinli’ sayıldığı gevşek bir birlik içinde bir halde bir arada yaşatabiliyor. Tabii Batı Demokrasisi ile kıyaslanamayacak kadar baskıcı ve yasakçı önlemlerden de kaçınmıyor! Yeni Çin milliyetçiliği, hangi dili konuşursa konuşsun, hangi etnik kökenden gelirse gelsin, Çin coğrafyasında yaşayan ve orada doğmuş olan herkesi Çinli sayıyor. Modernizmin ve kapitalizmin ürünü olan, eski toplumların katili milliyetçilik/uluslaşma gibi çatışma üteren konular, Çin’de eski geleneklere ve modernizm öncesi toplum düşüncesine dönülerek etkisizleştirililmeye çalışılıyor. Bu arada Uygurlara yapılan inanılmaz baskıları ve sindirme/asimilasyon politikalarını da unutmayalım. Birleşmeyi başarmaları halinde Avrupa Birliği ülkelerinin birbiriyle ilişkileri nasıl olabilecekse, Çin’deki eyaletlerin birbirleriyle ilişkileri de o durumda. Örneğin Çin’de merkezi hükümetten çok daha zengin eyaletler var. Merkezi yönetimin görevi, Çin’in bütününün çıkarlarını gözetmek, eyaletler arasındaki koordinasyonu sağlamak ve dış politikanın belirlenmesi konularında son sözü söylemek. Herkes, Çin dışından gelen Avrupalılara, ‘Ben Çinliyim’ deyip üçbin yıllık tarihiyle övünüyor. Han’ından Hui’sine, Mançuryalısından Sincanlı Uygurlara kadar farklı etnik kökenler ve diller var ama tartışmaları dışarıdan gelenlerle değil, kendi aralarında yapıyorlar. Yeni global trendler konusundaki anlayış da böyle. Ekonomik refah ile yerel anlamda toplumların alışkanlıklarını ve isteklerini esas alan kanun çıkartmak ve yerel bazda demokratik yönetim biçimi, herkesin ‘önce Çinli’ olması ilkesini, sorunsuz bir şekilde benimsemesini sağlıyor. Bütünlüğü sağlamak için Rusya’nın Sovyet döneminde da kullandığı üst kimlik “sosyalizm” artık kullanılmıyor. Onun yerine, birleştirici konfiçyüscülük ve ‘refah toplumu’ ortak paydaları kullanılıyor. Böyle bir demokrasinin sürdürülebilmesi ve birbirinden tamamen farklı parçaların ülke bütünlüğünü bozmaması için merkezi yönetimin tek bir partiden oluşması (tek elden yönetim) büyük avantaj sağlıyor.
Bazılarının, kapitalizme yeni bir ivme kazandırıp sistemin krizini gene kapitalizmle aşacağını sandığı Çin’de, her yıl en az yüzde 8-9’larda gezen büyüme hızı kimseyi aldatmamalı. Ünlü danışmanlık firması Booz Allen Hamilton’ın tahminlerine göre Çin’e akın akın gelen yabancı yatırımcıların uzun vadede para kazanmaları imkânsız. Hatta yatırımcıların 5-10 yıl içinde yüzde 90-95’inin Çin’den ayrılmak zorunda kalacağı öngörülüyor. Bir çok iş kolunda büyük kazançlar dönemi sona ermiş durumda. Çin mucizesinin üçte biri aşırı miktarda dış yatırımdan (dışarıdan gelen ve para kazanmayı bekleyen paradan) oluşuyor. (10) Çin’de 70 milyonluk bir orta sınıf ortaya çıktı ama bir taraftan da yoksulluk ve işsizlik hıızla artıp yaygınlaşıyor. Şimdi Çinlilerin en çok sorduğu soru, Türkiye’de turizm ve tekstil sektöründe çalışanların sorularına benziyor: ‘Yüksek kalitede iş çıkarmamıza rağmen neden hâlâ bu kadar ucuza çalışmak zorundayız?’ Çin'deki işçi hareketinin temel sorusu da bu. Abartılı sayıların ardında karşılıksız/çürük krediler de var. (11) Standart & Poors daha 2003 ortasında, Çin bankalarının defterlerinde görünen çürük kredilerin yarım trilyon Doları bulduğunu söylüyordu. Çinli bir maliye uzmanı da ‘Finans sektörünün muazzam bir tehdit altında’ yaşadığını anlatmıştı. (12) Dikkat çekici bir diğer konu da, global sistemin malum sorunu ‘kalıcı işsizlik’. Ulus devletler, hanidir işsizlik istatistikleri yayımlamıyorlar. Gizli işsizleri de sayarsak durumun vahametini ve neden olabileceği korkunç sosyo-ekonomik sorunları gizlemenin -şimdilik- tek çaresi susmak. Çin de öyle yapıp susuyor, işsizler hakkında sayılar yayımlamıyor. Çin’de yüksek işsizlik oranının, fakirlerle yeni zenginler arasındaki uçurumu tehlikeli biçimde derinleştirdiği (13) biliniyordu. Şimdi saati 33 Cent’e bütün gün çalışan ama isyan etmeye yatkın çok geniş bir kitle var. Tahminlere göre 60 milyon işsiz, 150 milyon “iş” niyetine dört duvar arasında ‘meşgul edilen’ Çinli var. (14) Avrupa’da sosyal eşitsizlik çok uzun bir zaman diliminde ortaya çıkmıştı, Çin’de her şey yirmi yıl içinde oldu ve durum gittikçe bozuluyor. Dış görünümü kurtaran en önemli şey, Çin’e muazzam para akışının olması ve ucuz üretimden kaynaklanan kazanç. Bu kazançla halkın bir kısmının maddi durumu düzelirken, konfiçyüscü erdemler işliyor ve aile dayanışması sayesinde ailedeki fakirler korunuyor. Türkiye’ye benzer bu durum, Çin toplumun güçlü yanını oluşturuyor. Fakat (Nisan 2002’de Türkiye’yi ziyaret eden) eski başbakan Zhu Rongji, ‘Kırlık alanlarda yaşayan 800 milyon Çinlinin sefaleti ve umutsuzluğu, ülkenin geleceğini tehdit ediyor’ demiştir. (15)
Burada, Çin ekonomisinin de globalizmin en önemli sorununu yaşamakta olduğunu görüyoruz. Yani Çin’e bakıp “bu tür kapitalizmle herşey çok güzel olacak” demek mümkün değildir. Globalizme özgü kalıcı işsizliğin artık yeni bir kapitalist yükselişle aşılması mümkün değil. Bu gerçek, Çin’de de açıkça görülüyor. Çin’in şimdilik en büyük şansı, dünyanın fabrikası haline gelmiş olmasıdır (ve mesela muazzam döviz rezervleridir, sahip olduğu Amerikan devlet senetleridir). Dünyada daha ucuza çalışan ve daha nitelikli işçi Çin'den başka bir yerde şimdilik yoktur. Bu da Çin’in, aynı zamanda kapitalist sistemin son durağı olduğunu gösteriyor. Kısacası, global kapitalist sistemde Çin’den sonrası tufandır. Bunu Çinlilerin de görüp uyanmaya başladıklarına dair emareler mevcut.
Çin’in önümüzdeki yıllarda kesinlikle artacağı anlaşılan global ekonomik/kültürel/siyasi etkisi altında entelektüel tanımının ve işleme tarzının da değişmesi beklenebilir. Bu değişimin, (Çin süper gücü sonrası) dünya için bazı açılardan olumlu olabileceği de şimdiden söylenebilir. Asyalı anlayış, bazı Asyalı değerleri esas alıyor. Ve bunlar sadece ‘Ailevi' değerler değil, düşünme sistemiyle ilgili yanlar da içeriyor. Aile mahremiyeti atmosferinde, sorunların aile içi sorunlar gibi el alınıp çatışmanın tırmandırılmadığı, sorunların uzlaşmayla çözüldüğü bir tarz benimseniyor. Batılı entelektüelizmin birey olarak devletin dışında durup sürekli eleştiren ve eleştirisini esas olarak devlete, toplumsal değerlere, aile gibi temel kurumlara yönelten tavrı, Doğu’nun yükselen yeni entelektüel tarzına uymuyor. Doğulu ‘düşünen adam/kadın’ zaten mütevazi/alçakgönüllü biri olarak yetiştiriliyor ve bir birey olarak bütünün dışında durup onu uzlaşmaz/yıkıcı bir tarzda eleştirmeyi düşünmüyor (Tabii biz burada genel eğilimlerden bahsediyoruz). Doğulu entelektüel, devlete/aileye ve onların yönetimine hitaben konuşuyor. Bu nedenle Doğu’da, Batılı aydın gibi davranarak devleti, toplumun modernizm öncesinden gelen ‘eski’ değerlerini, aileyi ve toplumu bir arada tutan değerleri dışarıdan eleştirmek, hele bunu sert tartışmalarla yapmak, bozgunculuk ve hatta ‘hainlik’ sayılabiliyor. Batı demokrasisine özgü küçümsenmeyecek bir tecrübeye sahip Türkiye'ye ye de ters gelebilecek bir tarz. Batıcı entelektüellerin, “Doğu’da aydın diye birşey yok” gibisinden mantık problemlerinin çözümü: ‘Doğuda düşünen/hisseden, birikimli ve deneyimli insanlar var ama size benzemediklerinden göremiyorsunuz’ gibi bir cümle olabilir (“Aydın” kavramı da Batı kökenlidir malum). Doğulu ‘Aydın’ın tarzı, uluslarötesi firmaların yönetici katlarında da uygulanmakta olduğundan, hızla tutmaktadır ve önümüzdeki dönemde, çatışmaları önleyici özelliğiyle global bazda belirleyici bir tarz olaa ihtimali yüksektir.
Çin’in büyük gösterilerle ve etkinliklerle kutladığı Zheng He, Kristof Kolomb’dan 87 yıl önce çıktığı yolculuklarından çok daha önce, 499 yılında bilge Hoei Shin’in bahsettiği ‘Doğuda denizin yirmi bin Li ötesindeki büyük ülke’ Fusang’a yani bugün 'Amerika’ dediğimiz yere sahiden gitmiş midir bilinmez, ama Zheng He’nin gemileriyle Kenya’dan zürafalar getirdiği bilinmektedir. Ayrıca Pasifikteki adalardan muz, muhtemelen Güney Amerika’dan mısır, Orta Amerika’dan papaya, Filipinler’den ananas ve daha sayısız şeyin Çin'e getirildiği, eski kaynaklarda yazılıdır. (16) Dünya haritasının daha 1428’de Zheng He ve arkadaşları tarafından mükemmel bir şekilde çizilip daha sonra kısmen Pirî Reis’in eline kadar ulaştığı tartışmalı bile olsa, bu ihtimalin daha yeni yeni konuşulması bile Çin’de ve Doğuda bambaşka bir tip ‘düşünen insan’ varlığına işaret ediyor.
Zheng He’nin diğer adı San Bao (Üç mücevher) idi. 1001 Gece Masallarındaki denizler hakimi maceracı Sinbad’ın San Bao’dan ilham alınarak sonradan yaratıldığı da söylenmektedir. Ne de olsa Zheng He de bir Müslümandı. Babası, Mekke’ye hacca gitmiş çok dindar bir adamdı. 2005’de yeni Çin’in sembolü olunca, Zheng He’nin Nanjing’de ziyarete açık 570 yıllık mezar taşının üzerinde ‘Allahu Ekber’ yazan mezarı da popüler oldu. Çin imparatorları ona kendi adına bir cami yaptırmasına da izin vermişlerdir. (17) Milliyetçilik, ırkçılık, din ayrımcılığı gibi kapitalizm çağına özgü modern ayrı-gayrılıkların olmadığı eski dünyada, bu konuda hoşgörü/tolerans, dünyanın en normal şeyiydi. Globalleşmenin kriz atmosferinde geleceğe işaret eden iyi trendlerden birinin, eski toplumsal değerlerin hatırlanması istikametinde olması, neoliberal kapitalizmin son ideolojisi mikro-milliyetçiliklerin ve dinciliklerin, halkları parçalama potansiyeline karşı iyimserliği güçlendirmektedir.
1. Zhu Di, her imparator (‘Göğün Oğlu’) gibi tahta çıkarken kendine bir ad seçmiştir. 1403’den 1424’e kadar Çin'in İmparatoruydu.
2. Kubilay Han, büyük bir savaş filosu hazırlayarak Japonya’ya saldırması için Çin denizine göndermişti. İlk sefer 1274’de yapıldı ve Japonlar tarafından geri püskürtüldü. İkinci kez 1281’de Japonya’ya saldıran gemiler, Japonların ‘Kamikaze’ (Tanrısal/ruhsal rüzgâr) diye adlandırdıkları bir tayfunun da yardımıyla adalara ulaşamadan battı. Bunu kötü bir işaret sayan Kubilay Han, Japonya'yı işgal projesine son verdi.
3. Zheng He hakkında bkz.: Gavin Menzies “1421. The Year China Discovered the World” Londra 2004. Ayrıca bkz.: E.L. Dreyer “Early Ming China: A Political History 1355-1435” Kaliforniya 1982 Menzies’in bilimsel temeli hayli zayıf kitabı, ABD’de çoksatanlar listesine girdi. Kitapta Zheng He komutasındaki Çin gemilerinin yaptığı yolculukların izleri sürülüyor. Hayatını konuyu araştırmaya ayırarak bütün dünyayı dolaşan, tüm eski harita müzelerinde araştırmalar yapan Britanyalı yazar, dünyanın gerçekçi ilk haritalarının Zheng He’nin komutasındaki Çinliler tarafından çıkarıldığını ve daha sonra bu gizli haritaların bazı Portekizli gemiciler tarafından Batı’ya götürüldüğünü yazıyor. Menzies’in teorisine göre Kristof Kolomb, Vasco de Gama gibi kâşiflerin yola çıkmadan önce ellerinde, “keşfettikleri” yerlerin haritalar bulunuyordu. Aynı şekilde Pirî Reis haritasının da Zheng He’nin haritas›ndan bir alıntı olduğu üzerinde duruyor. Pirî Reis’in haritası hakkında yayımlanan yeni bir kitapta, haritanın menşei açık b›rakılmakta, ama 16’lık bir sistemle çizildiği anlatılmaktadır. Bu, aslı sekizli olan eski Çin sistemine işaret etmektedir (Kien, Kun, Li, Kan, Sun, Chen, Dui, Gen). 'Değişimler kitabı' Yi Ching'in temel sembolleri olan bu işaretler, yalnız Çinliler değil eski göçebeler (Türkler/Moğollar) tarafından da kullanılmaktaydı. Bu sekiz işaretin kombinasyonuyla elde edilen 64 işaret, Yi Ching’in esasını oluşturuyor. Pa Kua (veya ‘Bagua’) sistemi 8/16 istikameti/özelliği ifade ediyor. Bugün bu yöntemleri, Batı’da da yaygın olarak tanınan Feng Shui’de görmek mümkün. Bu sistemde mesela Güney: Kızıl/Ateş (Li), Kuzey-Batı: Deniz/Göl (Dui) ile sembolleştirilmişlerdir. Ayrıca bkz. Metin Soylu “Piri Reis Haritası’nın şifresi” İstanbul 2005
4. Der Spiegel dergisi 8.8.2005, Nr.35
5. Deng’e ‘Biberli Napolyon’ denmesinin nedeni, Napolyon gibi 1.55 boyunda olmas› ve Sechuan’lı olmasıdır. Sechuan, bol acılı yemekleriyle ünlüdür. Çin’de yemek, neredeyse aşktan bile daha önemli sayıldığından, benzeri lakaplar yaygın.
6. Merkantelizm, dış ticaretin ve piyasaların devlet kontrolünde olduğu, üretim araçlarının devlete ait olduğu, fiatları devletin belirlediği, korumacılığa dayalı ilkel bir kapitalizm türüdür.
7. Deng Xiaoping’in en önemli kitabı: Deng Xiaoping “The Necessity of Upholding fte Four Cardinal Principles in the Drive for the Four Modernisatorions” Beijing 1978 (yeni basımı Aralık 1989 tarihli). Diğer önemli kitabı, bugünü de anlamak bakımından: Deng Xiaoping “Fundamental Issues in Present-day China“ Beijing 1991
8. Çin düşüncesinin en önemli birkaç temel kitabından biri sayılan Yi Ching ve sisteminde ‘Güney’, yaratıcı fikir arayan dişi faktörün (Yin) feyz aldığı yer anlamında kullanılır. Güney, Büyük Yang, yani yüce/eril/Tanrısal gücün mükemmelliğe eriştiği yerdir. (Böyle ‘Güneye Yolculuk’ gibi ifade biçimleri tamamen klasik Çin’e özgüdür) Nitekim Deng, bir imparator gibi, ‘yeni fikirler’le geri dönmüştür!
9. Konfiçyüs (Kong Fuzi) hakkında bkz.: Alfred Forke “Geschichte der alten chinesischen Philosophie” Hamburg 1964 ve Heiner Roetz, “Konfuzius” Münih 1995. Adeta bir devlet/toplum öğretisi/dini haline gelen konfiçyüscülüğün temel ilkesi, tek tek bireylerin aileye, onların da devlete tâbi olması şeklindedir. Oğul babaya, kadın erkeğe, uyruklar hükümdara tâbidir. Beş temel erdem vardır. Bunlar: İnsancıllık, adil olmak ve diğerlerinin iyiliğini istemek, dürüst ve ahlaklı olmak, akıllı olmak ve güvenilir bir insan olmaktır. ‘Asyalı değerler’ 1990’lı yıllarda Singapurlu Lee Kwan Yen ve Malaysia’nın eski başbakanı Mahatir Muhammed tarafından açıklanmıştı. 10 Madde’de özetlenen bu değerlere göre; millet halk gruplarından önce gelir, aile de bireyden önce gelir. Abartılı, bireyci bir refah toplumu reddedilir. Güçlü aile, güçlü devletin teminatıdır. Eğitim-öğrenim isteği ve grup ruhu desteklenir, özendirilir. Tutumluluk, az-tüketim, ahlaklılık ve mütevazilik desteklenir. Bunun için gerekli yaşam çevresinin oluşturulmasına özen gösterilir. (Ve gerekirse bu yolda basına sansür de konabilir!)
10. Bkz.: Karl Pilny “Das Asiatische Jahrhundert” Frankfurt 2005, s.40 ve s.43
11. Bu konuda daha 19.11.2002’de Handelsblatt gazetesinde etraflı bir yazı çıkmışt.
12. Financial Times Deutschland gazetesinin 18.7.2003 tarihli haberi.
13. Rheinische Post gazetesinin 24.2.2003 tarihli haberi
14. Aynı yerde.
15. Financial Times Deutschland gazetesinin 6.3.2003 tarihli haberi.
16. Gavin Menzies a.g.e. s.485-490
17. a.g.e. s.37
12.
Günümüzde ‘tarih’den bahsederken zamanın ölçüsü olarak Hz. İsa’nın doğumunu sıfır noktası kabul ediyoruz. ‘Milattan Önce (MÖ), Milattan Sonra’ (MS) ayrımı, coğrafî Batı’da, -yani Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da- 17’inci yüzyılın ikinci yarısından bu yana (1) popülerlik kazanmış yepyeni bir olgudur. İnanması güç ama, daha önce böyle bir ayrım ve bu tür tarih ölçümü âdeti, (2) değil dünyada, Batı’da bile yoktu. Coğrafî Batı’da ortaya çıkan ve başından beri globalleşme eğilimi taşıyan kapitalist para/iş sisteminin, Avrupa’nın belli bölgelerine tam anlamıyla hükmetmeye başladığı dönem, yeni para sisteminin ve tarih ölçü sisteminin de doğuşunu ifade eden o sıfır noktasıdır; yani 17’inci yüzyılın ikinci yarısının ortasıdır. (3) Ve bu sıfır noktası 20’inci yüzyılın başından beri öylesine benimsenmiştir ki, sanki tarih, taş devrinden beri böyle çizgi halinde sürmekte ve eşit uzunluktaki homojen yıllar/aylar/günler halinde ve bu MÖ/MS ayrımına göre konumlandırılmaktadır. Bu ayrımın daha öncesinin olduğu, insanların aklından silinmiştir. Bu kısa-akıllılığın elbette (hem de matematiksel) bir açıklaması vardır. Bundan üç yıl öncesine kadar coğrafî Batı, sistemsel Batı’nın da (yani kapitalizmin de) sahibiydi/merkeziydi ve öyle olmak iddiasındaydı. Bu, dünyanın en normal şeyi sayılıyordu. Artık “en normal şey”lerin değişeceği kısa ama çok hızlı bir devirde yaşıyoruz.
2003’ün kış aylarında dünyada, Saddam’ın Irak’ına karşı takınılacak tavrı belirleyen sadece iki odak vardı: ABD, İngiltere ve Kıta Avrupası’nın merkez ülkeleri Almanya ile Fransa. ABD, hiçbir gerekçesi olmamasına rağmen alabildiğinde rahat ve kendinden emin bir şekilde Irak’a saldırmak, astığı astık kestiği kestik tavırla, Irak’dan başlayarak dünyayı sustalı maymuna çevirmek ve tek/mutlak dünya hakimi olarak petrolün kaymağını yemeye devam etmek istiyordu. Buna başladı ama sonunu getiremedi. İşin başında ABD, asla ve kat’a yenilemezdi! O “modern uygarlığın zirvesi”, sahibi, tek süper devleti ve koruyucusuydu. Ona karşı cılız bir sesle de olsa laf edebilen yalnız Almanya ve Fransa oldu ve onlar da coğrafi Batı’daydılar. Yani siyasi dünya nüfuzu maçı, coğrafi Batıda oynanmaktaydı. Irak konusunda işgal/imha kararı alıp uygulayan, veya buna karşı olan ülkelerin hepsinin ortak özelliği, (coğrafi) Batılı ülkeler olmalarıydı. O dönemde konu hakkında (coğrafi) Batılı olmayan diğer büyük ülkelerin ne düşündüğü, kimseyi ilgilendirmiyordu; çünkü diğer ülkelerin Irak’ın kaderini belirleyen tartışmaya katılacak ve Irak konusundaki kararı etkileyebilecek ne güçler ne de nüfuzları vardı. Çin ve Hindistan, sadece gelecek vaadeden endüstri ülkeleri sayılıyordu, Rusya ise haddini bilmek zorundaydı ve seyirciydi. ABD’nin büyüklüğü karşısında hepsi suskundular. Bu büyüklüğün ve gücün, ancak Rambo ve Terminatör filmleri kadar “gerçek” olduğunu, Irak savaşı süresi boyunca yavaş yavaş anladılar. Savaş bir türlü bitmiyor, bir türlü kazanılamıyordu.
2006 kışına gelindiğinde, başka bir ülkeyi haritadan silmekten bahseden ve elinin altında atom silahlarını kullanabilecek (ve dünyayı yakabilecek tıynette) bir İran cumhurbaşkanına karşı, titrek bir ABD ile sözünü artık İran’a bile geçiremeyen coğrafî Batı bulunuyordu. Bu kez Batılı ülkeler hep birlikte, İran’a ve dünyanın geri kalanına laf anlatmaya çalışıyorlardı ve bunda pek de başarılı olamıyorlardı. Son yıllara damgasını vuran asıl konu ise, bu gelişmenin ardındaki global güç kaymasıdır. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın böylesine fütürsuz olabilmesinin nedeni de budur. Son gelişmelerden, Batı sisteminin (reel kapitalizmin) sahibinin artık coğrafi Batı değil, giderek coğrafi Doğu olduğunu çıkarıyoruz.
Dünyadaki yeni siyasi güç kaymasının bir sonucu olarak ilginç manzaralara tanık oluyoruz: Rusya, Avrupa’ya gaz şantajı yapabilecek durumda yeni zengin bir gaz/petrol ülkesi, Çin ve Hindistan, fikri mutlaka alınmak zorunda olan iki yeni ortak süper güç odağı; Brezilya, Güney Amerika’daki Amerikan karşıtı Sol ülkeler bloğunun en güçlü temsilcisi ve Çin’in stratejik ortağı, İran ise coğrafi Batı’nın faşizan/şımarık çocuğu İsrail’i, babası ABD’nin önünde azarlayabilecek kadar cüretkâr… Batı ülkeleri, İran’a karşı olası yaptırımlar konusunda Güney Afrika’nın bile fikrini almak zorunda kalıyorlar. Bu yeni manzara, 1990’lı yıllardan beri devam eden bir sürecin sonucudur. Globalleşmenin mağlupları: ABD, AB ülkeleri, Orta Afrika, Ortadoğu-Müslüman coğrafyası ve Japonya’dır; galipleri ise Çin, Hindistan, Brezilya, Doğu Asya ülkeleri ve (son anda) Rusya’dır. Bu bir sonuçtur ve şimdi bunun siyasi alandaki tasdikine gelmiştir sıra. Sistem gene aynı kapitalist Batı sistemidir, ama o sistemin yeni (global) versiyonunu sahiplenenler Doğululardır, Asyalılar’dır.
Irak, bir izolasyon politikasıyla ekonomik ambargoya tâbi tutulup sıkıştırılmıştı. Soğuk savaş döneminde de bir ülkenin dışlanması, her ülkeyi ürkütecek bir şeydi. Çünkü geride ‘Sosyalist Blok’ duvarı vardı ve duvarın ötesinde de liberal kapitalizmle kıyaslanamayacak kadar berbat, hiç bir albenisi olmayan despot bir kapitalizm karikatürü bulunmaktaydı. O duvarı aşmayı kimse göze alamadığı için, “gelişmekte olan ülkeler”, Batılı müttefiklerinin baskılarına kolayca boyun eğiyorlardı. ABD’nin “mutlak güç” büyüklenmelerini arttırdığı 1990’lı yıllarda da kısmen (ve tabii ABD’nin hışmından korkulduğundan) durum böyleydi, ta ki Irak savaşının sonucuna kadar. Şimdi duvarın ötesinde, liberal Batı demokrasisi ve kapitalizminden daha başarılı bir “tek (despot) parti neoliberal ekonomisi” var. Yani Batı’dan sıkıştırdınız mı duvarın arkasına geçiverirler. Çin, bu modelin mucidi olarak, İran gibi despot yönetimlere sahip ülkelere, “ilham” vermektedir. Yani İran cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın uluorta Saddamvari çıkışlarının ardında sağlam bir ekonomik hinterland bulunmaktadır. Petrolünü artık Batı ülkelerine değil Çin ve Hindistan’a satar, parasını çekip Asya bankalarına yatırır -ki yatırmıştır, ekonomisini neoliberal Çin modeline göre düzenler ve üstelik petrol ticaretini Dolar yerine Avro’ya veya başka bir para birimine çevirip, ekonomik operasyonlar da yapabilir. (4) Tabii bu durum, neoliberalizmin global sorunlarının istisnasız herkesi etkilemesiyle değişmektedir. İran'da İslamcı rejime karşı güçlü bir muhalefet bulunmaktadır. Global sistemde izolasyon -hele İran gibi bir ülke için- artık mümkün değildir. Durum, eski hamam eski tas 20'inci yüzyıldaymış gibi sistemin siyasi/kültürel merkezi olmakta ısrar eden coğrafi Batı için vahimdir ve Batı ülkelerinin bu duruma atom silahları kullanma tehdidiyle karşılık vermeleri ise çok daha vahimdir. (5) Çünkü sistemin merkezi Doğu’ya zaten kaymıştır. Ve bu, belli bir süreç sonucu gerçekleşmiştir. Yeni gerçeği silahlarla değiştirmek mümkün değildir. Mesela muzaffer bir ABD’de işçiler, Çinli işçilerden daha ucuza çalışacaklar mıdır? Fakat bu yenilikler bile, Ahmedinecad gibi birinin atom silahlarına sahip olmasını gerektirmez (elbette İsrail’in sahip olmasını da gerektirmez).
Artık kesin bir şekilde anlaşıldığı üzere: ABD, ulusal ordularla yapılan (makro bazdaki) her modern savaşı belki kazanabilmektedir, ama işgal gücü olarak mikro bazdaki yeni tip savaşları da her zaman kaybetmektedir. Üstelik mikro savaşın ekonomik maliyeti, örneğin Irak’lı direnişçiler ve teröristler için sürdürülebilir bir şeyken, devasa Amerikan savaş makinesi için bir zaman sonra sürdürülemez boyutlara ulaşmaktadır. Bu da son kertede Amerikan yenilgisinin global tescili olmaktadır. Çaresizlikten atom silahlarına sarılmak da Doğu'nun üstünlüğünü değiştirmeyecektir, atom savaşı global sistemi çökertir.
İşte İran, tam da bu noktada devreye girerek, dünyada prestijini yitirmiş ABD’nin yeni bir savaş başlatmasının zorluğunu bilerek, Ortadoğu’daki müttefiki İsrail’e, ardından da ABD ve Avrupa ülkelerine meydan okumuştur, meydan okumaktadır. Bu denklemden çıkan kesin siyasi sonuçlardan biri de, bundan sonra İsrail’in aşırı Yahudi milliyetçisi (siyonist) bir devlet olarak yaşamını sürdürmesinin çok daha zor olacağıdır. Çünkü Doğu ile akraba olmamanın olumsuz etkilerini hissedecektir. İran Doğu ile akrabadır ve Doğu’nun en çok ihtiyacı olan şeye, petrole sahiptir. Bush’unkine benzer bir zihniyete sahip Ahmedinecad ise, tam çağının adamıdır! O da evanjelist George W. Bush gibidir (dincidir), ağır silahlarla “kutsal savaş” (?!) yürütmeye “sıcak” bakabilen biridir. Savaşların artık hattı müdafaa değil sathı müdafaa ile ilgili birşey olduğu, siyasi (yani para) odaklı anlamsız coğrafî savaşların değil, sadece para/iş sistemine karşı akıllı barışçıl savaşların kutsal olabileceği gerçeğinden de habersizdir. İşin asıl ilginç tarafı, Bush ABD'si bütün itibarını yitirerek yenilmişken ve dünyadan soyutlanmış haldeyken bile, Ahmedinecad'ın, bütün Batı ülkelerini bir cephe halinde İran’ın karşısına dikmek “becerisini” göstermesidir. İran, bu “başarısını” Barack Obama döneminde de göstermiştir.
Petrolün bittiği, işsizliğin önlenemediği, sıcak paranın ortalığı yaktığı, geleceğin ne olduğu/olacağı konusunda hiç bir vizyon kırıntısına sahip olmadıkları bir ortamda, Bush ve Ahmedinecad gibilerin akıllarına gelen tek şey, “kıyametin gelişini hızlandırmak” ve “Mehdi'nin gelişini sağlamak” (o da Ahmedinecad mı?!) olmaktaydı. Aynı oyun, Obama döneminde de, neoliberal dinci dil kullanılmadan oynanmaktadır. Tehlikeli savaş diline karşı kanaat önderleri, ‘Sistemin şalterini indirelim, evimize gidelim, hep beraber yeni ve renkli bir hayat kuralım’ diyemiyorlar.
Günümüzde, son iki Dünya Savaşı öncesine benzer bir durum söz konusu. Globalizmin kesin mağlubu Orta-Doğunun İslam ülkelerinde ortaya çıkan modernizm artığı islamcı fundamentalizm, başta ABD olmak üzere globalizmin diğer mağlubu coğrafî Batı’ya karşı düşük yoğunluklu bir terör saldırısı başlatıyor. Buna dünya jandarması ABD ve müttefiki Batılı ülkeler çeşitli şekillerde güya cevap veriyor. Sonunda Batı’da İslam paranoyası ve güvenlik çılgınlığı başlıyor, global sistemin ve ekonominin çöktüğü ekonomisiz Orta-Doğu ise bombalanıyor, işgal ediliyor. Bu “savaş” sadece, Batı’da ve Orta-Doğu İslam coğrafyasında olmuyor. Saldıran dinci fundamentalistlerin ekonomik amacı nedir? Bunun popüler yanıtı şimdiye kadar yoktur. Yürüttükleri “savaş” hem Batıyı hem de kendilerini vurmaktadır. Bu anlamda İslamcılık, sistemin kriz ideolojisi olma özellikleri taşımaktadır.
Durum, tıpkı Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında ABD’nin Avrupalıların kendi aralarındaki savaşı, önce seyretmesi sonradan müdahale etmesi gibi bir duruma benzemektedir. Bu düşük yoğunluklu garip “savaş”, globalizmin galiplerinin coğrafyasında, yani Doğu’da olmuyor; Doğulular, Batı ile Orta-Doğu’lu hayaletler arasındaki bu “savaş”ı seyrediyorlar -idi. Ta ki İran’ın Batı’ya meydan okuması dairesinde üçüncü taraf olarak piyasaya çıkıncaya dek. Bu “savaş”tan stratejik anlamda çıkar sağlayan ve savaşın kesin ekonomik/siyasi galibi Doğu’dur. Fakat olası bir büyük savaştan sonra (veya savaş esnasında) global ekonominin çökmesi, Doğu'nun da bundan otomatikman etkileneceğini hatta Doğu'nun da ikinci malup taraf olabileceğini gösterir. Burada galip-malup yerine, malup olmak kronolojisinde farklılıklar olabilir -o kadar.
Obama'nın ABD Başkanı seçilmesine kadarki dönemde siyasi gündem, ABD ve bazı Batı ülkeleri ile hayalet islamcı teröristler ve onların –Afganistan gibi, Irak gibi, İran gibi- olası destekçileri arasındaki “savaş”a odaklıydı. Bu savaş, ekonomisiz/devletsiz bölgelerdeki asayişi sağlama savaşları olarak başladı, petrole el koyma savaşları olarak devam etti. Şimdi bu oyuna Çin, Hindistan, Rusya ve diğer oyuncular müdahale etmektedirler. İşin en ilginci, şimdiye kadar terörist hayaletler ve Saddam gibi diktatörler tarafından üstlenilen “islamî düşman” rolünün artık İran gibi ciddi bir devlet tarafından oynanmasıdır. İran, bu bölgede globalizmden yararlanmaya başlayan ve galiplerden sayılabilecek iki Müslüman ülkeden biridir (diğeri Türkiye). Bu denklemde, İsrail İran'ın stratejik merkezlerini vursa da; ABD ve Batılı ülkeler birlikte İran’ı işgal etseler de –ki bu kesinlikle imkânsızdır- sistemin odağının Doğu’ya kayması gerçeğini değiştiremeyeceklerdir (tam tersine İran vurulursa sistemin merkezinin Doğu'ya kayması hızlanacaktır). Batılı ülkelerin yapması gereken, İran’la ve İslam dünyasıyla kapışmak değil, tam tersine, onlarla yakınlaşmak olmalıydı. Ama Amerikan neo-con’ları gibi çizgi roman süper kahramanı “aklına ve vizyonuna” sahip bir entelektüeller grubunun yönetimindeki ABD’nin böyle bir dış politika geliştirmesi veya desteklemesi onların evanjelist tabiatına ve neoliberalizmin “ruhuna” aykırıydı. Vizyonsuzluk ve sistemin zayıflıklarını, bitişini ciddiye almamak; önce Müslüman coğrafyasının mahvına neden oldu, şimdi de coğrafi Batı’yı tehdit etmektedir. İran ile Batı arasındaki bu kapışmaya Doğu sonradan müdahale edip Batı ve Orta-Doğu’nun üzerine oturacak gibi görünmektedir. Ama ondan önce, kapitalist yaşam tarzının terk edilmemesi veya değiştirilmemesi halinde, giderek azalan petrol rezervleri (6) için savaş sahiden kaçınılmaz olabilir.
Kapitalizme ve para sistemine; kasabaları, köy ve mezralarına kadar, hatta boğazına kadar batanların vizyonsuzluğu bir tesadüf değildir. Kapitalizmi kadiri mutlak sananlar, kapitalizmsiz bir yaşamı hayal bile edememektedirler. Sisteme iyice batmış olanlar, sistemin hammaddesi petrol için “gereğinde” atom silahlarını bile kullanıp başkalarını ve kendilerini yeryüzünden silebilecek kadar insani değerlere uzaktırlar. Sistem; beden, akıl ve ruh sağlığına fevkalade zararlıdır. Kısmen köylü kalmış, her köşesi modernleşmemiş, insanlığın, erdemin, inançların, eski kültür ve müziğin kısmen yaşadığı yerler, kapitalizmin dayattığı maddi/manevi bozulma konusunda daha şanslıdırlar. Sistemin yıkıcı etkilerinden daha kolay kurtulabilmek için, halen kendi kendine yetebilen köylülere sahip, para olmadan da yaşayabilen halk gruplarının taşıdığı ülkelerden biri olmak avantajlıdır. Çok “ileri” gitmiş ülkelerin başı gelecekle büyük beladadır.
Modern kapitalist sistemin genel seyrini gösteren hesaplamalar bize, Doğu’nun patronajına da geçse, sistemin üç ana bileşkeninin (-yani: para sistemi, iş/çalışma yoluyla değer üretim sistemi, hazır fosil yakıtları kullanımı) değiştirilmemesi halinde, bugünkü sistemin devamlı olamayacağını ve onbeş-yirmi yıllık bir zaman diliminde çökebileceğini göstermektedir. İletişimin, kerşılıklı etkilenmenin ve zamanın hızlanması, etkiyi güçlendirmektedir. Ve onun bir yan etkisi olarak günübirlikleşen modern insanın, tarih ve gelecek bilinci hızla kaybolmaktadır.
İran konusunu, İran’a Batı ve Doğu’dan gelen reaksiyonları ve dünyadaki siyasi güç merkezlerinin yer değiştirmesi olayını incelemek için galiba en iyi yöntem, sisteme mümkün olduğunca kuşbakışı/makro bazda bakmak olacaktır. Önümüzdeki kayda değer ilk önemli veri, değişimlerin artık şaşılacak kadar hızlı olması, sanki bugünden yarına herşeyin değişmesi, sonra yeniden değişmesidir. Bu hızlı değişimlere alışmalı mıyız, yoksa gidişatın istikametine ve kurallarına işaret eden kural/kaideler mi aramalıyız? Bu garip değişimin bir matematiğinin olabileceği ihtimali ve bu ihtimalin incelenmesi, sürprizlerin daha kolayca göğüslenmesini sağlayabilir.
20’inci yüzyıl başında Amerikalı tarihçi ve edebiyatçı Henry Adams, “modern uygarlık”ın gelişmesi konusunda bazı temeller kurallar bulmaya karar vermişti. Dedelerinden ikisi ABD başkanlığı yapmış olan Adams, araç ve enerji kullanımına bağlı olarak bilimin gelişme hızı ile sosyal hayatın ilişkisini inceleyen bir sistem formülü kurdu ve modern tarihin gelişme hızını gösteren bir eğri çizdi. Adams, ‘ateş, su, rüzgar, buhar (kömür), elektrik, magnetizm’ gibi faktörlerin modern “gelişme”ye kattıkları ivmeyi göstermeye çalıştı. Adams bulgularını matematiğe dökmeye çalışınca, aritmetiğin konuyu ifade etmeye yetmediğini, katlanarak büyüme yöntemini benimsemesinin doğru olacağını anladı ve modern çağı ifade etmek için logaritmik bir eğri çizdi. Bu eğrinin yorumlamasından çıkan en ilginç sonuç, daha rafine hazır enerji kaynaklarını (kömürden daha rafine petrol, ondan da daha rafine atom enerjisini) daha yoğun kullandıkça, daha kısa süre zarfında çok daha fazla şeyin/olayın olması, yani zamanın hızlanmasıydı. Adams burada, bir yan belirti keşfetti. Bu şartlar altında yaşayan insanların geçmiş ile ilgili idrak kaabiliyetleri, (ve tabii ileriye doğru idrak kabiliyetleri de) zamanın hızlanmasına ters orantılı olarak azalmaktaydı. Yani yüksek oktanlı petrol enerjisi kullanan günümüz insanı, rüzgar/yelken enerjisi kullanan atalarına göre, o çağdaki insanın gerçek yaşam koşullarını anlamak konusunda son derece yetersizdi ve geçmişi/tarihi de temel konularda -üç aşağı beş yukarı- şimdi yaşadığı modern anın kategorilerinde yaşanmış gibi değerlendirmekteydi (kendini eski çağların insanının yerine koyamamaktaydı, empati kuramamaktaydı). Bunun sonucu da, günümüz insanının çağdaş para sistemini kadiri mutlak sanmasıdır mesela ve “14’üncü yüzyılda para yok muydu sanki?” gibi saçma sorular sormasıdır. (Evet vardı ama bugünün parasıyla hiç alakası yoktu. Ayrıca o dönemde Allah’ın hiç bir kulu “ben 14’üncü Yüzyılda yaşıyorum” diye bir cümle de kurmuyordu)
Adams, eski zamanların insanının, çok daha eskilere uzanan ve tarihî olayları eski zamanların kalitesine daha yakın bir şekilde anlayıp hissedebildiği -bugünden farklı- bir tarih kavrayışına sahip olduğunun farkına varmıştır. Ve bugünün sistem insanının, tarihi anlamak konusunda hızla daha kısa görüşlü miyop birisi haline geldiğini göstermiştir. (7) Adams’ın 20’inci yüzyıl başında çizdiği logaritmik eğriyi aynı logaritmik sisteme göre tamamlayacak olursak, modern tarihin 2025 yılından önce, kendi hız sınırına dayanacağını hesaplayabiliriz. Bu da teorik olarak herşeyin bir anda olacağı gibi şimdi insana absürd gelen garip bir duruma işaret ediyor. İletişimin ne büyük bir hızla artıp yoğunlaştığına bakarak, bazı tahminlerde bulunmak mümkün. Adams'ı hesaplarının diğer teorik anlamı ise, sistem içinde yaşamakta ısrar eden insanların giderek balıktan daha kıt akıllı bir tarih/gelecek anlayışına (yani geriye tarihe ve ileriye geleceğe bakış yeteneğine) sahip olacakları varsayımıdır.
İnternetle herşey bir “tık” uzaklıkta olduğu bir dünya pratiğinde bunun anlamı ne olabilir? Belki de rasyonalizmin, yazı ve lafın bittiği bir yerdir, bugün bildiğimiz dünyanın mental sınırdır. Yani belki de, oradan sonra bilimi, marksizmi, rasyonel düşünceyi ve daha birçok şeyi bir kenara koyabilmek ve yeni algılama/düşünme biçimlerine açılmak gerekmektedir. O son aşamada çok olağanüstü şeyler olacağı ve akıl/mantığın değil içgüdü/duygu/ruh gibi şeylerin, ve hatta şimdi hiç bilmediğimiz durumların devreye gireceği tahmin edilebilir. Duvarı/sınırı aşmak için, sistemin cezbedici ve insanı kendine bağımlı kılan yazı ve söz ödaklı bütün bağlarından sıyrılabilmek özelliği gerekebilir. Sistemin logaritmik gelişme grafiğinin gösterdiği gibi, sistem kurbanı balık akıllı bireyler olmamak için, sistemden soyunmayı bilmek ve sistemin dışına çıkmayı sağlayacak maddi ve manevi yanlar geliştirmek gerekebilir. Şimdi oldukça fantastik görünen bu yoldaki çabaların, silahla/külahla, İran’la İsrail’le, Doğuyla Batıyla, modern savaşla falan pek alakası olmadığı açık. Ama yüksek insani değerlerle, ruhla, yürekle, iradeyle ve akılla ilgisi olduğu açık.
1. İlk kullanıldığı Latince adıyla ‘a.Chr.’ (ante Christum) ve ‘p.Chr.’ (post Christum). 1500’lü yılların sonunda Orta-Avrupa’da kullanılan bir deyim vardı: ‘Venediğin gücü, Augsburg’un ihtişamı, Strassburg’un topları ve Ulm’un parası dünyaya hükmediyor’ denirdi. 1681’den itibaren Orta-Avrupa’da büyük miktarlarda bozuk para basılmıştır. Artık paranın hayatın her alanında her konu için kullanıldığının işaretidir. Aynı yıl, İsviçre’de bugün kullanılan saatin prototipi, Daniel Jean Richard tarafından üretilmeye başlandı. Fakat zamanın, -arasında kalite farkı olmayan- eşit birimler halinde değerlendirilip ölçülmesi “âdeti”, bugünkü anlamda para sisteminin Avrupa’ya hakim olmasıyla doğrudan ilintilidir. 17’inci yüzyıldan önce para, sadece mal değiş tokuşu için kullanılan bir şeydi. Marx’ın da dikkat çektiği üzere Mal (M) ve Para (P), kapitalist çağ öncesinde, M-P-M formülü şeklinde işliyordu. (Paranın doğru anlamda kullanıldığı formül, M-P-M formülüdür) Burada esas olan mal (M) idi. Para ise, sadece mal değiş-tokuşunun aracı konumundaydı. Paranın sosyal ilişkilere hakim hale geldiği 17’inci yüzyıl başından itibaren bu formül P-M-P haline dönüşmüştür. Yani formüldeki esas unsur para (P) haline gelmiştir. Bkz.: Marx-Engels Temel Eserler (MEW) C.25, s.405. (Marx bu konuda, 'Geld heckendes Geld' ('Para yavrulayan para') diye bir terim kullanır. P-M-P formülünde Mal (M), sırf para kazanmak için bir araç haline dönüşmüştür. yani malın cinsi önemsiz hale gelmiştir. Bu durumda esas konu para sahibi olmak haline geldiğinden, dünyada herşey parasal değerine göre (para birimi ortak paydasıyla) değerlendirilmeye başlanmıştır. ‘Paranın Hakimiyeti’ böyle kurulmuştur ve kapitalist sistemin kökeninde, işte bu küçük “ayrıntı” yatmaktadır. Yani bir atasözünün belirttiği gibi: şeytan ayrıntıda gizlidir.
2. Sanskritçe ‘ölçmek’ sözünün karşılığı ‘maya’dır. ‘Maya’ aynı zamanda ‘hayal/ilüzyon’ anlamına da geliyor. Hint mitolojisindeki tanrıça Mahamaya (Büyük Maya), bir ‘Devi’, yani kötü ruh sayılmaktadır.
3. Bu tarih bazı kaynaklarda 1681 yılı olarak verilmektedir. Bkz.: A. T. Mann “The divine plot” 1991. S.93. Aslında burada bahsedilen ayrımın doğrusu; MÖ ve MS değil, ‘Paradan Önce’ (PÖ) ve ‘Paradan Sonra’ (PS) olmalıydı. Paranın dünyanın bazı bölgelerine hükmetmeye başlamasının miladını sıfır noktası olarak kabul eden modern tarih ölçüm sistemi, Hz. İsa gibi büyük bir peygamberi de bu ayrıma alet etmiştir. Tabii aslında konu, kapitalizmin ve para ilişkilerinin “ilahî” ahlaksızlığıyla ilgili.
4. İran’a karşı ABD’nin yürütebileceği savaşın nedenlerinden birinin de Dolar/Avro kullanımı meselesi olduğu, Irak savaşı öncesinde de söylenmişti. Fakat bu konu artık eskisi kadar önemli görünmemektedir.
5. Fransa devlet başkanı Jaques Chirac, ‘Fransa’nın zorunda kalması halinde gereğinde terör devletlerine karşı atom silahları kullanacağını’ söylemişti. Güvenlik uzmanı Stefani Weiss, Fransa’nın atom silahlarını Avrupa’nın emrine sunduğunu, bunun Fransa’ya Avrupa içinde nüfuz sağlayacağını söyledi. Bkz.: 20.1.2006 Stern.
6. Petrolün en çok üretilebileceği maksimum düzeye uzmanlar ‘Peak Oil’ diyorlar. 2005 yılın mart ayında petrol uzmanlarının yayımladığı bir rapora göre bu düzeye 2000 yılında ulaşıldı ve o zamandan beri bu düzeyin düşüp düşmediği tartışılıyor. Rapor, parasını petrolden kazananlarca yazılmış olmanın verdiği bazı kafa karışıklıklarına rağmen açıkça, petrolün bitme trendine girdiğini anlatmaktadır. Geçen yüzyıl boyunca petrolün 40-50 yıllık ömrü kaldığının konuşulduğu üzerinde duran raporda, “ama petrol bitmedi” babında cümleler olmakla birlikte ‘Peak Oil’ sınırının aşıldığını söyleyen bilim adamlarının kurduğu klüplerin, yazdıkları kitapların adları üzerinde duruluyor. Bkz.: Esyoil “Brennstoffspiegel und Mineralölrundschau” Mart 2005. S. 34-36
7. A. T. Mann a.g.e. s.142-144
13.
Eski Mısır ekonomisi, bazı bakımlardan sosyalist ekonomiye benzer. Ama Sovyet Sosyalizmi sadece 74 yıllık bir tarihe sahipken, Mısır ekonomisi üçbin yıl yaşadı. Mısırlıların kurduğu paylaşımcı ekonominin en dikkat çekici yanı, ‘para’ kullanmamasıdır. Parasız Mısır ekonomisinde ödeme yapma birimi, içine 77 litre kadar tahıl alabilen çuvallardı. Serbest ticaret bilinmiyordu. Üretim ve ticaretin bütün kurallarını ve fiyatları Firavun belirliyordu. Bu sayede yüzyıllar boyunca çeşitli ürünlerin fiyatları düşmeden aynı kalmıştır. Örneğin 3. Ramses döneminde (İ.Ö. 1198-1166) Mısır’da kumaş/elbise kıtlığı başgöstermiş olmasına rağmen elbise fiyatlarında bir değişiklik olmamıştır. Halbuki bugünkü anlamda serbest piyasa olsa, elbise fiyatları alır başını giderdi. (1)
Mısırlılardan öğreneceğimiz üç şey var: Birincisi, ne üretileceğine/tüketileceğine pazarın doymak bilmeyen kâr dürtüsü değil, bizzat insanların (Mısırda: insanlar adına firavun) karar vermesidir. Böylece toplumu/çevreyi bozabilecek türde üretim/ticaret yapılamıyordu. İkincisi, ‘ücret’ benzeri bir fonksiyon üstlenen tahıl çuvalları, durduk yerde değer (faiz) getirmiyor, tersine çok dururlarsa bozuluyorlardı. (2) Yani faiz getirmeyip, faiz götürüyorlardı (negatif faiz). Hiç kimse tahıl çuvallarını biriktirmeye, onları borç vermeye, fazlasıyla geri almaya falan kalkmıyordu (faizsiz ekonomi). Üçüncüsü, bugünkü kapitalist (ve sosyalist) sistemin en karakteristik özelliği olan ‘ücretli iş/çalışma’ aracılığıyla insan hayatının (kafa ve kol gücünün, yani ruhunun), “mal”a -“parasal değeri” olan maddeye- ve oradan paraya tahvili olayı yoktu. Mısır Büyük İskender tarafından işgal edilip, ekonomiye para ve faiz zorla sokuluncaya dek sistem, sağlıklı bir şekilde binlerce yıl işlemiştir.
Bugünkü şekliyle para, ürünlerin değiş-tokuşunu sağlamak yerine, pazardan bağımsızlaşarak bizzat kendisi bir mal olmuştur ve alınıp-satılmaktadır. Dünyada para sirkülasyonunun devam ettirilebilmesi için düzenli olarak büyük miktarlarda para basılarak piyasaya sürülmesi gerekir. Çünkü borç senedi demek olan bu paraların asla tamamı, basıldığı bankaya (kaynağına) geri dönmeyip bir kısmı bir şekilde piyasada kalır. Böylece uzun vadede paranın değeri sürekli düşer. Kapitalist sisteme özgü olan bu “cins” para, biriktirilebildiği için faiz getirir. Oysa Mısırlılar gibi bütün kadim uygarlıklar paraya benzeyen -ama asla para olmayan- şeyleri sadece ürün/hizmet değiş-tokuşu aracı olarak kullandılar, faizi yasakladılar. Paranın kontrol altında tutulması sayesinde bu dünyada, binlerce yıl boyunca sefalet denen şey olmadı.
Sefalet, esasen paranın “cinsi” ile ilgili bir şeydir. Paranın pazardan bağımsızlaşıp, faiz yoluyla (faiz, faizin faizi) katlanarak büyümesi ve mal üreten sistem sayesinde (insanlar dahil) her şeyin –bir fiyatı olan- “mal” haline getirilmesiyle sefalet ortaya çıkmıştır. Sefalet’in tanımı, ‘kronik parasızlık’tır. Eskiden insanlar doğayla uyum içinde yaşıyor ve asla aç/susuz kalmıyorlardı. Bir toplumda yaşayan insanın temel gereksinimleri, yiyecek/giyecek/barınak ve bu yaşamsal konuların sürdürülebilmesi için gereken güvenlik’tir. Eski toplumların hepsinde bu vardı ve bunun için asla para gerekmiyordu. Öyleyse burada altını bir kez daha çizelim: Bugün Venezüella’daki gibi, Afrika ülkelerindeki gibi, Irak ve Afganistan’daki gibi sefaletin olabilmesi için önce para/faiz sisteminin bütün ekonomik faliyetlere hükmetmesi/girişmesi gerekiyordu. Sefaletin nedeni esasen budur. İnsanlar “ücretli çalışan bireyler” halinde, kapitalist sistemin ücret (para/faiz) sistemine mecbur oldukça, dünyanın biryerlerinde sefalet de artarak çoğalacaktır. Sistem çok açık konuşmakta ve “Çalışmazsan ekmek yok!” demektedir. Herşey paraya endekslendiğinden, sefaleti (fakirliği) parasal yöntemlerle çözmeye kalkmak da, ateşe benzin dökmek anlamına gelir.
İnsanlar, bu akıl tutulmasından kurtulup, uzatmaları oynayan sistemi değiştirmek zorunda kalacaklardır. Eğer bu dünyada yüz yıl sonra da solunabilir hava, içilebilir su, yenebilir tahıl/et/meyva/sebze olmasını istiyorlarsa buna mecburlar. Burada asıl soru, sistemi reformlarla yaşatmak mı, yoksa tasfiye edip yenisinin filizlenmesini sağlamak mı ekseninde dönmektedir. Sistemin sürdürülmesinin mümkün olmadığının iyice anlaşılmasından sonra, toplumlar yaratıcılıklarını konuşturarak bir çok alternatif yerel ekonomik modeller denemeye başlayacaklardır kuşkusuz. Ama yeni deneylere açılan kapıyı aralayabilmek için, sisteme global bazda kollektif bir şekilde indirecek en etkili darbe, para/faiz konusundaki köklü reformlar olabilir.
Faizin monoteist dinlerin kutsal kitaplarında haram/günah/yasak olduğu biliniyor. (3) Hatta İncil’de, Tanrı’nın düşmanı Para Tanrısı Mammon'a nasıl yüklenildiği de malumdur. Hz. İsa, “Aynı zamanda hem Tanrı’ya hem de Mammon’a kulluk edemezsiniz” der. (4) Faize karşı olan tavır, diğer inançlarda da vardır. (5) Seküler Friedrich Engels bile, 1878’de, sevmediği faizin kökenine dikkat çekerken, bugün kullandığımız türden “para”ya işaret eder (6). Elbette, bugün kullanılan para dışında bir de gerektiği zaman tedavüle konan başka para cinsleri de vardır. Böyle deneyimler, yerel ekonomik uygulamalara yatkın olduğundan, kapitalizmin kriz döneminde işe yarayabilir.
1929 yılındaki büyük ekonomik krizden sonra Tirol’ün (Bugünkü Batı Avusturya’da) Wörgl’de belediye reisi Michael Unterguggenberger, belediyenin borç faizlerinin 1.3 milyon Şiline dayanması üzerine duruma isyan eder ve belediye adına piyasaya, “biriktirilemeyen/faiz alınamayan cinsinden para” sürmeye karar verir (Orjinal adı: Schwundgeld). Çünkü zamanın deflasyon krizi yüzünden paranın değeri her gün yükselmekte, bu nedenle herkes parasını elinde tutmakta, harcamamaktadır. Piyasada para bulmak çok zordur, çünkü paralar yastık altındadır. Yalnız Wörgl’de geçen bu yeni para, sadece ürün/hizmet değiş-tokuşu için kullanılacaktır. Yeni para (1, 5 ve 10 Şilinlik banknotlar halinde toplam 1.600 Şilin basılmıştır), her yıl otomatikman %12 değer yitirecektir. O yüzden bu paradan elinde bulunduranlar, parayı aynı değerde tutabilmek için belediyeye, ellerindeki paranın %1 değeri kadar bir meblağı her ay ödemek zorundadırlar. Belediye, ödemeyi yapanların paralarının üzerine, özel bir ‘ödedi’ fişi yapıştırır. Tamamen iflas etmiş olan Wörgl belediyesi bu yolla hem belediye hizmetlerini döndürmeye başlar, hem de ekonomide müthiş bir canlanma olur. Yeni para, durdukça değer kaybettiğinden yastık altında kalmayıp sürekli ekonomide dönmek zorundadır. Ve -evet bildiniz- duruma 5 Ocak 1933’de Avusturya devletinin ulusal bankası müdahale eder ve yeni parayı yasaklar! Fakat faize yatkın olmayan yeni paranın başarısı bütün Avrupa’da dikkat çeker. Olayı yerinde incelemek ve bölgenin insanlarıyla konuşmak için Fransız başbakanı Daladier bile, 1933 Eylül’ünde Wörgl’e gelir. Daha sonra basına, insanların “altın hırsından, bu para sayesinde kurtulduklarını” söyler. (7)
Wörgl belediye başkanının bu fikri, 1930’da ölen ünlü Arjantinli/Alman tüccar, pratikten-ekonomist ve sağcı anarşist Silvio Gesell’den alınmıştır. (8) Gesell, “Doğal ekonomi” adını verdiği sistemini, Proudhon’un para konusundaki fikirlerini bir adım ileri götürerek oluşturmuştu. Proudhon’un ve anarşistlerin para konusunda eskiden beri anlamadıkları şey; paranın gücünün kaynağının parababası faizcilerin cüreti değil, herşeyi mal haline getiren kapitalist sistemin bir zorunluluğu olduğudur. (9) Para, mal üreten sistemin bir zorunluluğudur. Silvio Gesell ve hemen hemen aynı düşünceleri savunan Rudolf Steiner, bu temel mal-para ilişkisine kafa yormak yerine, sadece paranın niteliğini değiştirerek dünyanın sütliman olacağını sanmışlardır. Sağ ve sol anarşistlerin şöyle bir handikapı var: Ürünleri gene “mal” halinde üreteceğiz (parasal değerleriyle), ama “mal” olarak alıp-satmayacağız (yani parayla değil, ‘yeni para’ ile -veya değiştokuş edeceğiz).
Kapitalizmin, kendi başını yiyip çöküşünden önce, yaşanacak depremin dünyayı 8 şiddetinde sarsmasından ziyade, fayın birkaç kerede kırılmasından yanaysak, yıkımın/dönüşümün hızını ve şiddetini azaltmak gerekiyor. Bunun için enflasyonun hızının düşürülmesi, IMF’ye alternatif birden fazla faizsiz finans kurumunun oluşturulması, global ölçekte paranın Gesell’in önerdiği şekilde (Wörgl’de denendiği gibi) vergilendirilerek faizin cazip halden çıkarılması ve daha sonraki aşamada faizin kaldırılıp yasaklanması gibi bir dizi çoklu önlemle paranın global hükümdarlığına önemli darbeler indirilebilir. Elbette bu adımlar, postkapitalist bir çağa inanmış (ama malesef geleceği olmayan) ulus-devlet ve uluslarötesi anti-kapitalist örgütlenmelerin geniş katılımlı aktif ortaklığıyla gerçekleştirilebilir. Ama tek tek sivil toplum örgütlerinin ve devletlerin böyle bir şeyi kendi başlarına yapabilmeleri imkansızdır. Ancak koordineli bir birliktelik, onu üreten -dünya çapında- bir akım, bir moda, başarılı olabilir.
Burada özellikle altını çizmemiz gereken konu; bu önlemlerin, “depreme hazırlık” babından uygulamalar olduğudur. Deprem olacaktır, sistem mutlaka daha da şiddetli krizlere girecektir. Çünkü sistemin temelini oluşturan şey, Proudhon, Gesell, Steiner gibilerin sandığı gibi para değil, kapitalizmin icad ettiği “çalışma ve mal/meta sistemi”dir. Faiz ve ticari kredi sistemi, tarihin çok eski çağlarından beri vardı, ama asla bugünkü kadar etkili ve belirleyici olmamıştır. Çünkü paranın (faiz aracılığıyla) “mal” haline getirilmesinin ön koşulu, çeşitli ürünlerin bir “fiyat” birimine indirgenmesiyle ilintilidir. Birşeyin bir fiyatının olabilmesi için de onun bir şekilde “iş/çalışma” ürünü olması ve bu faktör üzerinden sisteme adapte olması gerekir. Yani, modern kölelik sistemini kaldırmadan, yapılacak bütün ekonomik girişimler, “sosyalizm” gibi geçici uygulamalar olmaktan öteye gidemezler. Böyle girişimler, sadece yıkımın şiddetini azaltmak için kullanılabilirler.
Şapkadan tavşan çıkaran kapitalistlerin, insanlara tarih içinde attıkları kazıkların en sivrilerinden biri de kuşkusuz, tavşanın suyunun suyu mahiyetindeki şu “paranın faizi ve faizin faizi” meselesidir. Doğmamış bebeklere, yeryüzünün yeraltı/yerüstü kaynaklarına ve katliamlara (Nazi soykırımlarına) bile “fiat” biçen rafine “Para/faiz” sistemi, tamamen kapitalizme özgüdür. Bugün, Lenin’in 1916’da yazdığı; “Kapitalizmin karakteristik özelliklerinden biri de endüstrinin muazzam büyümesi ve üretimin giderek daha büyük işyerlerinde odaklanması olayıdır” (10) sözünün çok ötesinde bir yerlerdeyiz. Şimdi o muazzam firmalar, “çeşitli endüstri dallarının kombinasyonuyla” (11) da yetinmeyip, dünyanın bütün devletlerini ve halklarını borçlandırabiliyorlar. Üstelik ulus-devletlerden de bağımsızlaşıp “sıcak para”larını anında istedikleri yere taşıyor, bir anda bir yeri ihya edip, sonra aynı yeri harabeye çevirebiliyorlar, üstelik bunları kısa bir zaman içinde yapabiliyorlar. Ama kapitalist sistemi, “para” ve “çalışma sistemi” diye iki ayrı kategoride değerlendirip, eski sosyalistlerin yaptığı gibi, “biz önce finanskapitale/faize çare bulalım, ‘çalışma’ işini de sonra düşünürüz” diyemeyiz. (12) Çünkü bu ikisi birleşik kaplar gibi birbirine bağlıdırlar ve çalışma sistemi değişmeden kaldığı sürece, tekbaşına faizin ortadan kaldırılması hiç bir şey ifade etmez. Yeni ekonomilerin yeşerebilmesi için ücretli çalışma sisteminin -yani kapitalizmin- etkisinin iyice kısıtlanması gerekmektedir. Postkapitalist çağın temel özelliği, dünyaya hakim olan eski para/iş sisteminin iyice sınırlandırılıp değiştirilmesi ve bu yoldan sefaletin de sona erdirilmesi değildir. Asıl özelliği, yüksek insani değerleri yücelten insanların mental anlamdaki değişimlerinin bir sonucu olarak, sosyo-ekonomik yapının global anlamdaki radikal dönüşümüdür.
1. Eski Mısır ekonomisi hakkında bkz.: Eric Hornung “Grundzüge der aegyptischen Geschichte” Darmstadt 1996
2. Mısırlılar dış ülkelerle yapılan büyük ticaretlerde elbette bu çuvalları kullanmıyor, onun yerine parayla karıştırılmaması gereken 91 gramlık bakır yüzükler veya 9.1 gramlık gümüş yüzükler kullanılıyorlardı.
3. Tevrat’ta bkz.: Hesekiel 18:8 ve 9. İncil’de bkz.: Luka 6:35. Nicea (iznik) konsili 325 yılında faizi yasakladı ve faiz alanların afaroz edileceğini açıkladı. Papa 3. Alexander ve Papa Clemens, içinde “Faiz” sözü geçen bütün resmi döküman ve kanunların geçersiz sayılacağını açıkladılar. Kur’an’da faize karşı çok sayıda ayet bulunmaktadır. Örnek olarak: Bakara Suresi, 276. ayet: “Allah, faizi mahveder ve sadakaları artırır.(...)”
4. İncil. Matta 6:24
5. Örneğin Kun fu-tzu (“Yunancalaştırılmış” ismiyle Konfiçyüs!), faize karşı olduğunu anlatmak için, “Para, hayvan pisliği gibi toprağa saçılmalıdır” gibi bir cümle sarfetmiştir. Eski Hindistan’da, yalnız en düşük/aşağı kast’a faiz almak izni verilmiştir. Hinduizmin ana fikri: Yalnız en pis ve en aşağılık insanlar faiz alıp verebilirler.
6. Friedrich Engels “Herrn Eugen Dührings Umwälzung der Wissenschaft“ (Anti-Dühring) Doğu-Berlin 1962. S. 371.
7. Wörgl deneyi hakkında bkz.: Fritz Schwarz “Das Experiment von Wörgl” Bern 1951. Ya da nisbeten yeni bir kitap olan: Margrit Kennedy „Geld ohne Zinsen und Inflation. Ein Tauschmittel, das jedem dient“ Münih 1994
8. Silvio Gesell’in temel eseri: “Die natürliche Wirtschaftsordnung” Nürnberg 1949. Kitabın internet metni için: http://userpage.fu-berlin.de/~roehrigw/gesell/nwo/
9. Konu hakkında bkz.: Dudley Dillard “Proudhon, Gesell and Keynes” California 1940
10. Vladimir İlyiç Lenin “Der Imperialismus als höchstes Stadium des Kapitalismus” Peking 1974. S.14
11. a.g.e. Lenin S.17
12. Sosyalistler bu ‘iş/çalışma’ konusunda başından beri resmen uyumuşlardır ve bu yüzden de bitmişlerdir malesef.
14. Robert Kurz ve Norbert Trenkle söyleşilerine sunuş
Alexis de Tocqueville, daha 1835’de, “Bugün dünyada iki büyük halk var” diye yazmıştı, “Ruslar ve Angloamerikalılar. İkisi de gözlerden ırak büyüdüler ve aniden ulusların en ön sırasındaki yerlerini alıverdiler...” Sonra da şu kehanette bulunmuştu: “Günün birinde her biri, dünyanın yarısının kaderini elinde tutacak.”
Şimdi herkesi şaşırtan şey, ABD’nin korkunç borç ve Irak batağı. Bir türlü aşılamaya konomik kriz de cabası. Büyük bir Amerikan çöküşü kapıda mı? Bu ve bunun gibi sorular, Irak savaşının kazanılamayacağının anlaşılmasından bu yana, dünya kamuoyunu ilgilendirmeye devam ediyor. Amerikan Çağı’nın sona erdiğini söylemek için belki henüz erken, ama gelişmenin o istikamete işaret ettiği konusunda genel bir mutabakat var. Tocqueville’in kehaneti doğru çıktı -ama sadece 1991’e kadar. Ve söyledikleri, günümüzde kimsenin yadırgamadığı cinsten şeyler.
“Weltordnungskrieg” (Dünyadüzeni savaşı) ve ünlü “Schwarzbuch des Kapitalismus” ve “Kapitalizmin Kara Kitabı” gibi sistemi analiz eden ve eleştiren önemli kitapların yazarı Alman düşünür Robert Kurz, gelecekte muhtemelen herkesin aşina olacağı, ama bugün kulağa kehanet gibi şeyler söylüyor ABD hakkında. Kendisiyle ve Almanya’nın Nürnberg şehrinde yayımlanan kitap formatındaki yıllık Krisis dergisi editörü Norbert Trenkle ile, ABD’nin Irak’a saldırısının üzerinden daha bir yıl geçmeden, 2004 yılı başında konuşmuştuk. Dünya kamuoyu, ABD’nin hızlı bir zafer kazanarak savaşı her an sona erdireceğini konuşmaktaydı. Savaş, o gün Kurz’un söylediği gibi, kesin bir zaferle kısa sürede sona ermediği gibi, maliyeti tüm tahminleri aştı ve çok uzun sürdü. Savaşı ABD’nin kazandığı söylenebilir, ama gene Kurz’un söylediği gibi ekonomi son sözü söylemiş görünüyor. 2007’den itibaren ABD’de başlayan büyük ekonomik kriz, Amerikan Ordusunun Irak’tan çekilmesini zorunlu kılıyor. Robert Kurz, ABD’nin ve ‘Reel kapitalist sistem’in nasıl çözülmeye başladığını uzun yıllardır araştırıyor ve sistemi eleştiriyor. Yazar, Amerikan-Rus emperyalist rekabetinin sona ermesinin ardından “tek” ve aynı zamandaki “son” kapitalist süper güç ABD’nin, sistemin jandarması haline gelerek, kendini sistemi koruma paranoyasına kaptırdığını söylüyor. Ve ABD’nin, sistemi daha çok koruyacağım derken daha çok bozduğu üzerinde duruyor. Kurz’a göre ABD, reel kapitalist sistemin iyice bozulduğu “hasta” bölgeleri kontrol altında tutabilmek ve hastalığın Batı’daki kısmen sağlıklı bölgelere sıçramasını engellemek/önlemek için her şeyi göze alabilir ve bunun için tarihte emsali görünmemiş ölçüde güç kullanabilir. ABD’nin savaşçı hot-zot tavrıyla sistemin altını bizzat oyduğuna dikkat çeken Kurz, mikroelektronik yeni endüstri devriminin global bir Amerikan askeri gücü yarattığını söylerken, sıcak para bağımlısı Amerikan ordusunun sanıldığından çok daha kof olduğunun altını çiziyor. “Weltordnungskrieg” kitabının ince siyasi ve jeopolitik kabuğunun altında derin ama ince bir sistem eleştirisi yer alıyor. Robert Kurz ve Norbert Trenkle, bugünkü çalışma sisteminin kapitalist sistem tarafından icad edilmiş bir tür sosyal davranış bozukluğu olduğunu anlatırken, çalışmayı/işçiyi kutsayan eski Sol ve sosyalist zihniyeti ve elbette kapitalizmi de acımasızca eleştiriyorlar.
Kurz, hasta sistemdeki çözülmenin, ekonomik yapıyla sınırlı olmadığını, kapitalist toplumun da, hukuk ve sosyal güvenlik sistemleriyle birlikte dağılıp çöktüğünü, ulusal bağımsızlığın, hatta halkların/milletlerin çözülmeye başladığına işaret ediyor kitabında. Reel kapitalist sistemin bu kez sahiden de miyadını doldurduğunu ve müstakbel büyük çöküşün ABD’den başlayarak yeni bir ivme kazanacağını söylediğinde yıl 2004 idi. Sistemin içine doğru patlayarak çökeceği tahmini ise henüz gerçekleşmedi. Ekonomistlerin tüylerini diken diken eden üslubuyla Kurz, 68’li hareketin yoluna devam ederek nerelere gelebileceğini göstermesi bakımından da bir örnek teşkil ediyor. Yaşıtları gurme ve köşe yazarı olup sistemin makbul vatandaşları haline gelirken Kurz, sosyalist bloğun çöktüğü yerden düşünmeye devam etmiş. Geldiği noktada kapitalizm eleştirisini, günümüz şartlarına uygun olarak yeniden kurmak konusunda önemli katkılarda bulunduğunu söylemek gerekiyor. Aynı şey, Yeşilci çevrelerden gelen Norbert Trenkle için de geçerli. Kendisiyle, neoliberalizme has etnik/dini kimlikler ve kimlikçiliği de konuştuk. Robert Kurz, kurucusu olduğu Krisis dergisinden ayrılarak, kitap formatındaki Exit dergisini çıkartmaya başladı. Robert Kurz, 18 Temmuz 2012'de hayata veda etti. Kendisini saygıyla anıyoruz.
Robert Kurz ile “ABD'nin ve Reel Kapitalizmin geleceği” üzerine
Soru: Irak'ı işgal ederken Uluslararası meşruiyeti boşveren ABD'nin fütursuz tavrı, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye'de de tehdit olarak algılandı. Irak'daki direniş, Amerikalıların başını, dayanma sınırlarını zorlayacak ölçüde ağrıttı. Gerçi Amerikan Ordusu koca bir dev, ve dünyadaki milli orduların her biriyle -Clausewitz'in çizdiği çerçeve dahilinde- savaşabilecek güçte. Ama Iraklıların kanıtladığı gibi bu dünyada savaşlar sadece milli ordularla yapılmıyor. Savaşacak güç ve yetkinlikte olanlar sadece milli ordular değil. Sizce Amerikan Ordusu yenilmez bir güç mü?
Robert Kurz: Siyasetin kontrolü altındaki milli orduları, Clausewitz'in tarif ettiği anlamda ve klasik savaşlar bazında ele aldığımızda, Amerikan eskeri mekanizması, -diğer ordulara göre daha iyi motive olabildiğinden değil- sadece teknik üstünlüğü nedeniyle gerçekten de yenilmez bir ordudur. İkinci Dünya Savaşı'ndan beri, endüstriyel bakımdan en gelişmiş kapitalist ülke ABD'dir ve onun “daimi savaş ekonomisi” silah endüstrisi alanında, Batı Avrupa veya Rusya tarafından geçilemeyecek bir mesafe kaydederek nitel ve nicel avantaj kazanmıştır. Tabii bu sözümona yenilmezlik, pişmiş topraktan kırılgan ayaklar üzerinde duruyor. Sürekli gelişen 'meta/mal üreten' modern ekonomik sistem bazında, devlet güçlerinin milli rekabet içinde bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz artık. Üçüncü Endüstri Devriminin krizi dahilinde ele aldığımızda, dünya halklarının büyük kısmı kapitalist karlılık anlamında “fuzuli” insanlar haline gelecekler.Devletler de nizami yetki ve ehliyetlerini tamamen kaybedecebilecekleri bir noktaya gelecekler; tıpkı bugün Üçüncü Dünya ülkelerinde artan sıklıkta görüldüğü gibi. Dünya pazarına serbestçe katılmak anlamındaki “Gelişmek/ilerlemek” paradigması çökmüştür; sermaye küreselleşiyor. Böylece, bütün diğer milli ordular tarafından malup edilemez konumdaki ABD askeri gücü de boşluğa, ofsayta düşmüş oluyor. Artık kendisiyle eşit düzeyde herhangi bir rakibi yok. Diğerlerine karşı emperyal etkide bulunmak mücadelesinde Batı Avrupa ve Rusya, ona karşı gelebilecek potansiyel karşıt güçler değiller artık. Onlar da, 'kapitalist bütün'ün dünya polisi ABD'ye bağımlı, ona tabi yardımcı güçler oluyorlar.
Diğer yandan Miloseviç ve Saddam Hüseyin gibi devletçi rejimler, iflas etmiş bir “gecikmiş/sonradan modernleşme”nin, yenmeye müsait konumdaki türleridir. 'Meta/mal üreten' kapitalist sisteme ve dünya pazarına katılımları bakımından son kullanma tarihi geçmiş demode türlerdir. Kapitalist dünya krizinin asıl sonuçları, devletler ötesi bir karakter arzediyor. İktidar gücünün şimdiye kadarki şekliyle kapitalist dünya krizi, kontrol edilemeyen ve önceden hesap edilemeyen türde; yani yüksek teknolojiye sahip askeri mekanizmanın erişemeyeceği/etkileyemeyeceği karakterde.
Soru: ABD özeline geri dönecek olursak, “Dünya Polisi”nin 11 Eylül'den sonra belirginleşen yeni savaş tarzı konusunda yetersiz kaldığı açıkça görüldü. Bu arada herkesin merak ettiği asıl konu, kimsenin yaralayamadığı o güçlü mitolojik kahramanın, Aşil'in tek ölümcül yeri, yani topuğunun yeri neresi?
Robert Kurz: 11 Eylül, küresel melez azınlık kapitalizminin, klasik askeri alanın dışından gelen beklenmeyen saldırılara karşı çok zayıf olduğunu gösterdi. Aynı durum, dünya polisinin işgali altındaki bölgelerde, devlet sonrası (poststaatlich/poststate) dönemin gerillası için de geçerli. Yeni “Asimetrik savaş” hakkında çok şey yazıldı. Makro boyutta ABD her zaman kazanıyor, mikro boyutta da her zaman kaybediyor. Şu “Terörizme karşı savaş” denen şey sonuçlandırılabilecek birşey değil, çünkü bizzat Batı'nın ortaya çıkardığı kapitalist dünya krizinin hayaletine karşı yürütülen bir savaş. Savaşan iki tarafın da belli bir perspektifi yok, çünkü savunabilecekleri toplumsal alternatifler geliştiremiyorlar.
Amerikan askeri mekanizmasının bambaşka bir sınırı daha var, o da mali sınırı. ABD'nin silah üstünlüğünü sağlayan ekonomik koşullar bşr daha geri gelmemek üzere geçmişte kaldı. 'Meta/mal üreten' kapitalist sistemin küresel krizi,her yerde, mali krizler şeklinde görünüyor. Ve kapitalizmde kaynaklar, askeri amaçlar için bile olsa, sadece 'finanse edilebilir' durumda olmaları halinde seferber edilebilirler. Günümüzün kriz şartları altında Batı Avrupa ve Rusya'nın ekonomik-mali bakımdan ABD'nin askeri büyümesini taklit edip tekrarlamalarına imkan yok. ABD de gittikçe artan bir hızla kendi 'finanse edebilme' sınırlarına dayanıyor. ABD şu andaki askeri mekanizmasını, kendi gücüne dayanarak kopyalayabilecek ve yeniden kurabilecek durumda değil; küresel sermayenin ve paranın ABD'ye akışına bağımlı. Küresel krizin yayılması ve maliyetlerin yükselmeye devam etmesiyle birlikte para akışı kesilmek zorunda -ki daha şimdiden rekor düzeyde borçlanmaya neden olmuştur. Askeri operasyonlarla Irak'ı, Afganistan'ı ve diğer ülkeleri devamlı işgal altında tutmak, pek yakında ABD'nin soluğunu kesecektir.
Soru: Amerikan Ordusu Irak'ı işgal altında tutuyor. İşgalin eski malum “gerekçeleri bir yana, göstermelik birkaç girişim dışında ABD'nin “söz verdiği” demokrasi ve düzenden eser yok. Sizce ABD Irak'ta bir düzen mi yoksa bir düzensizlik mi kurmak istiyor?
Robert Kurz: ABD'nin sadece Irak için değil, dünyanın Irak dışında kalan kısmı için de hiçbir stratejik gelecek tasarımı bulunmuyor. Elinde yüksek teknolojiye sahip askeri mekanizmasından başka kullanabileceği bir şey olmadığından, kendi sisteminin dünya çapındaki krizine karşı, ileriye doğru askeri bir kaçış yaparak tepki veriyor. Belki daha sonra İran'a Suriye'ye, Kuzey Kore'ye ve diğer ülkelere saldıracak, ama bunun sonucunda ancak Pirus zaferi kazanabilir. Çünkü ABD'nin toplumsal anlamda; ideolojik sayıklamalar ve siyasi hayaller dışında, insanların önüne koyabileceği, onlara sunabileceği tatmin edici hiçbir şey yok. Modern siyasi ve hukuki sistem, ancak dünya pazarındaki rekabet kabiliyetinin varlığına ve devamına uygun olduğu ölçüde varlığını sürdürebilir. Bu özelliğin -Üçüncü Endüstri Devrimi'nin şartları altında- sönmeye başladığı yerlerde, Batı matrisine/sistemine uygun siyasi ve hukuki yapılanmalar ya bozuluyorlar ya da hiç kurulamıyorlar.
Irak'ta, rekabet kabiliyetine sahip kapitalist bir üretim sisteminin kurulması için yatırım yaparak bunu finanse edebilecek tek bir Allah'ın kulu yok. Yalnız petrol endüstrisinin işler duruma getirilebilmesi için bile devasa yatırımların yapılması gerekiyor -kionun da pek olanağı yok. Irak'a yapılan askeri saldırı, bu ülkenin bakımsız altyapısını tıpkı Yugoslavya'da olduğu gibi, daha da bozdu. Üstelik Irak'da şimdi adını burada anmaya deyecek bir “yeniden inşa” çalışması da görülmüyor. Herhangi bir perspektiften yoksun Batılı kriz sömürgeciliği, işgal ettiği ülkeleri ve bu ülkelerin halklarını ne yapacağını da bilmiyor. Halklara, daha da büyütüp sonsuzlaştırdığı bir kaos ortamı, şiddet ve yoksulluktan başka Bir şey sunamıyor. Başını ABD'nin çektiği Batı, 'meta/mal üreten' sistemin artık tarihi sınırlarına dayandığını ve insanlığın ezici çoğunluğunun, dünya pazarınınkriterlerine göre yaşayamayacağı gerçeğini kabul etmek istemiyor. Bu bağlamda, onlar için bir “getirisi” olmayan bazı Yer altı kaynaklarını da (yüksek maliyeti nedeniyle) kullanmayıp kapatıyorlar. Batı'nın içine düştüğü bu zor durumun, askeri yöntemlerle bertaraf edilmesi mümkün değil. Irak'ın ABD tarafından işgali, sırf bu nedenle, gelecekteki olası benzeri girişimlerde görüleceği gibi başarısızlığa uğrayacaktır.
Kriz bölgelerinde Amerika'nın militarist ve işgalci politikası, sadece önemsiz bir siyasi ve sosyal azınlığı kendine dayanak olarak alabilir. Bu azınlık esas itibariyle kriz bölgelerindeki üst ve orta tabakanın artıklarından, “Jeunesse doree”* tipi, Batı'da Batı tipi bir öğrencilik dönemi geçirmiş olanlardan ve belki ülkelerinin Amerikan işgaline uğramasını umut edenlerden oluşuyor. Bunlar, toplumsal 'gelişim süreci'nin olumlu istikamette seyredeceğine artık inanmıyorlar. Bu yüzden de, içine doğru patlayarak küçülmekte olan dünya pazarında Batılı tüketim ürünlerinden/hizmetlerinden paylarına düşeni kaybetmemek, onları korumak istiyorlar. Bu istekleri elbette bir hayalden ibarettir. Globalleşmenin “Jeunesse doree” takımı her yerde, hatta Batı'da da var.Bunlar, morali bozulmuş bir enlektüel tabakanın sosyal ve ekonomik sefaletine işaret etmek bakımından, sadece bir dipnot olmak değeri taşıyorlar.
Soru: Amerikan entelektüelleri 11 Eylül'den sonra, kendisine “Başkanımız” diye hitap ettikleri George W. Bush'u “terörizme karşı savaşında” desteklemek amacıyla ortak bir bildiri yayımladılar (“What we're fighting for: A Letter from America”). Orada şöyle bir cümle de var: “Doğayla ilintili insan haysiyetinin en açık siyasi ifadesi, demokrasidir.” Amerika'nın “Batılı Değerleri” gerçekten de evrensel değerler mi?
Robert Kurz: Kendi sisteminin ürettiği dünya krizinden -ileriye doğru- askeri yöntemler kullanarak kaçışı, ileriye doğru ideolojik kaçışıyla tam bir uyum içinde ABD'nin global koruması altındaki Batılı evrenselcilik (Universalismus/universalism), bugün de sermayenin değerlendirilmesiyle ilgili bir şey. Kapitalizmin bütün dünyaya yayılmasıyla orantılı olarak evrenselleşti. Böylece evrenselciliği ideolojik anlamda savununların iddia attiği gibi, tarih ötesi bir gerçekliğe sahip değil; tam tersine, belli bir tarihsel dönemin, kapitalizm çağının tarihi ile sınırlı. Tabii evrensellik, insanlara uğur ve mutluluktan başka herşey getirdi. Evrensellik, dünyaya muazzam bir sefalet getiren sosyal zorunluluklar ve iktidar sistemi anlamına gelmektedir. Ve her zaman, insanların diskalifiye olmaları anlamına gelmiştir.Kapitalist kriterlere göre bir şekilde yetersiz sayılan insan kitleleri, diskalifiye oup sistemin dışında kalıyorlar. Kendi kriterleriyle değerlendirdiğinizde evrenselcilik kocaman bir yalandır.
Eğer burada İnsan Hakları'ndan da bahsedeceksek, önce insanın toplumsal tarifini sorgulamalıyız. Kapitalizmin, bir insanı hukuki anlamda “birey” sayması için, o insanın satabilecek bir şeyinin olması ve mal/hizmet satın alabilecek durumda biri olması gerekir. İnsanın bu kabiliyeti de -prensip itibariyle- o kişinin iş gücünün, sermaye değerlendirme sistemine uyarlanıp uyarlanamadığına bağlıdır. Oysa bugün gittikçe artan sayıda insan -hatta Batı'da bile- bu sistemin dığında kalıyor. Sistemin sessiz mantığına göre bu insanlar, insan olmanın bütün özelliklerini taşımıyorlar ve son tahlilde insandan sayılmıyorlar.
Soru: Amerikalı entelektüellerin bildirisindeki “Demokrasi” hakkında neler söyleyeceksiniz?
Robert Kurz: Benzeri şeyler demokrasi için de geçerli. Burada sözünü ettiğimiz şey (demokrasi); toplumun bireylerinin biraraya gelerek, toplumun kaynaklarının doğru şekilde nasıl kullanılabileceği hakkında karar verdikleri bir kurum falan değildir. Bu kararları verme hakkı, kör sürecin mekanizmaları tarafından ve pazarın -bugünkü şekliyle dünya pazarının- sosyal duyarlılıktan yoksun kriterleri tarafından toplumun elinden alınıyor. Demokrasi en başta, pazardaki rekabetin sonuçlarını düzenliyor. Aslında o, rekabetin öznelerinin düzenlenmesi demek oluyor. Bu yüzden demokrasi aygıtı aznı zamanda bir sınırlandırma, baskı ve tehdit mercii olma özelliği de taşıyor. Rekabet kabiliyetine sahip olmayanlar için demokrasi zaten anlamsız hale geldi. Sistemin dışında kalan kişilerin başına gelenler, sistem dışında kalan ülkelerin de başına geliyor artık. Dile getirilmeyen tüm bu insanlık karşıtı/düşmanı sonuçlar karşısında Batılı “demokratik” entelektüeller susuyorlar, bütün bunları görmezden geliyorlar.
Soru: Dünyanın tamamına aynı ekonomik düzeni (serbest piyasa kapitalizmini) aynı devlet biçimini (ulus-devlet, cumhuriyet vb.) dikte etme cüreti nereden geliyor? En ücra köşesine kadar dünyanın her yeri ve bütün insanlar birbirine benzeyince; Tibetli lamalar, Eskimolar ve Amazon yerlileri bile takım elbise giyip çizgili kravat takınca, Amerikalılar daha mı mutlu olacaklar sizce?
Robert Kurz: Kapitalizm, insanların ihtiyaçlarını dikkate almayan, irrasyonel bir; 'paranın durmaksızın daha fazla paraya çevrilmesi' olayıdır. Paranın birikimi işlemi, totaliter özellikler taşır ve yanıbaşında başka bir toplumsal şekillenmeye tahammül edemez. İşlem bu yüzden yayılıp genişlemeye yatkındır ve çoktan bir dünya sistemi haline gelmiştir. Dünyadaki bütün ülkeler, bütün kültürler, bütün insanlar, sermayenin aynı toplumsal şekli içinde yeralıyorlar. Bütün toplumsal varoluş biçimleri -buna rağmen- birbirinin aynı değildirler. Fakat asıl fark sermayenin global şekli dahilinde, kültürel değil ekonomiktir, kazananlarla kaybedenlerin arasındaki farktır, fakirlerle zenginler arasındaki farktır, gelişme ile “geri kalmışlık” arasındaki farktır.
Üçüncü Endüstri Devrimi'nin ardından, yeni dünya krizi şartları altında 'kaybedenler' ve 'fakirleşenler' kitlesi öylesine büyüyüp çoğaldı ki, artık koca koca ülkeler ve dünyanın çeşitli bölgeleri, kapitalizmin kendini kopyalayarak yeniden üterme özelliğinin dışında kalmaya başladılar. Ve kriz, bizzat Batı'nın içine kadar girip yayıldı.
Şimdi bu durumda ortaya, krizi -yanlış- bir kültürcü açıklamayla aşmaya çalışanlar çıktı. Kültürcü eleştiri, siyasi-ekonomik sermaye ilişkilerine ve onun şekillerine değil de güya “yabancı” saydığı bir başka kültüre yöneliyor. Oysa Batı'nın 'Kültür emperyalizmi'nin özü, kapitalist üretim şeklinin global bazda kabul ettirilmesinde yatar; dinsel tasavvurlarda değil, giyim tarzında da değil. Tibetliler, Amazon yerlileri ve diğerleri, dünya pazarında giderek daha da sefil durumlara düştükten sonra, geleneksel kıyafetlerini ve törenlerini geri alsalar bunun ne kıymeti olabilir?
Kapitalizm öncesi kültürler sanki hiç bozulmamışlar da, sadece dış görünümleri Batılı yaşam biçiminden etkilenmiş gibi yapamayız. Kapitalistleşme süreci yüzyıllardır devam ediyor. Dünyada bakir kalmış saf, yerel/yerli kültür diye birşey kalmadı. Tam tersine, kültüreli dinsel ve diğer özellikler, olumsuz anlamda evrensel kapitalizmin üzerini örterek ona folklorik parlak bir cila oluyorlar. Bugün ilan edilen neo-etnik, neo-aidiyetçi, neo-dinsel kimlikler; bütün bunlar yapay, sentetik bir gelişmeden başka bir şey değiller. İnsanların krizde hayatta/ayakta kalma dürtüsünden doğmuşlardır. Ayrıca bu kimlikler insanlara, kapitalist yoldan kapitalist metodlarla sunuluyorlar. Kapitalizmden kurtulmuş bir insanlık, kuşkusuz birçok pozitif şeyi, modern çağ öncesindeki Avrupa dışı gelenekleri benimseyebilir; ama mecburen içinde yeralmak zorunda kalacağı (dinsel ve etnik bazda) kapalı toplumlara ve cemaatlere artık geri dönemez.
Paranın belirlediği soyut evrenselliğin karşısında kültürel farklılık, başka bir şekilde yeniden keşfediliyor: eski donuk kültürel kimliklerin ötesinde, mesela dünyanın her köşesinde kitleler halinde yaşayan göçmenlerin şahsında. Kültür, zaten her zaman karışım demektir. Kapitalizm ve Batı sonrasının toplumunda kültür, gezegeni gerçek anlamda kapsayan bir ölçek kazanacaktır.
Soru: Dünyanın tamamını kaplayan veya kaplamayı hedefleyen kapitalizm/sosyalizm gibi sistemler, aynı kaynaktan, 'Aydınlanma' düşüncesinden doğdular. Global kapitalizm tahminlerden çok daha hızlı bir şekilde son sınırlarına ulaştığına göre, 'Aydınlanma' düşüncesi, kapitalizm ve sosyalizmden sonra yeni üçüncü bir global sistem doğurabilecek kadar genç mi?
Robert Kurz: Batılı Aydınlanma, insan aklının zaferi değildir. Bilakis; Batılı Aydınlanma, sermayenin yıkıcı aklını “akıl” ilan etmiştir ve topyekün rekabetin sivil öznesine, felsefi anlamda meşruiyet kazandırmıştır. Aydınlanma, dini tek tek kişilerin “özel meselesi” haline getirdi. Bunun nedeni; sermayeyi, sekülerleştirilmiş bir din haline getirmesidir -'soyut çalışma/iş' dini haline getirmesidir. Adına 'ölü iş'** dediğimiz 'Para', Batı'nın içkin/dünyevi tanrısıdır. Şimdiye dek görebildiğimiz kadarıyla sosyalizm, kendi kendisini tasdik etmek amacıyla Aydınlanma'ya dayanıyordu. Çünkü sermayenin -yani 'meta/mal üreten' sistemin- modern şekillerini aşamamıştı. Sosyalizm, dünya sermayesinin olgunlaşmış krizlerinden birinin ürünü bile değildi. Onun yerine, dünya pazarının taşrasındaki 'gecikmiş modernleşme'nin bir ürünüydü. Sosyalizm bu yüzden, milliyetçi bir örgütlenmeydi aynı zamanda. Aynı nedenle, sosyalizmin dini de 'soyut çalışma/iş' idi. Para faktörünü kullanarak pazarı daha farklı bir şekilde şekillendirmek ya da ayarlamak istiyordu. Ama günümüzde, Üçüncü Endüstri Devrimi'nin yaptığı hamle karşısında -ve sadece kapitalizmin değil, Batı'nın sahte aklı ve sahte birey/özne formu karşısında- tükendi. Bu saydığım nedenlerden dolayı, Aydınlanma düşüncesinden, insanların özgürlüğünü ilgilendirecek yeni bir perspektif çıkmaz. O da, bizzat 'meta/mal üreten toplum'a uygun parçalardan biridir ve bunların radikal bir şekilde topyekün eleştirilip aşılmaları gerekmektedir.
Burada asıl sorulması gereken soru, Aydınlanma'ya yöneltilecek eleştirinin nasıl formüle edileceğidir. Aydınlanma'ya karşı birçok ses yükselebilir, ama asıl önemli olan, gezegeni kapsayan ortak bir hareketle, şu “Modern” denen şeyin aşılmasıdır. Bu hareketin başarılı olabilmesi için, tıpkı krizdeki sermaye gibi uluslarüstü bir karaktere sahip olması gerekiyor. Aydınlanma'yı, tarihi bakımdan geleceğe açık olan alanda ileriye doğru yarıp çıkmak gerekiyor. -Gerici bir manevrayla, zamanda geriye doğru gidip geçmişe dönerek değil. Şimdilik bütün dünyada, geriye dönük hareketler yükseliyor. Dine sığınma olgusu Batı'da da mevcut. Dinin bize dünya hakkında söylemeye devam edebileceği şeyler konusuna gelince: Dinler, toplumsal alanda, artık geri gelmeyecek olan tarım kültürlerinin ürünleriydiler. Öyleyse dinler, bugünkü sosyo-ekonomik krizin aşılmasına fazla katkıda bulunamazlar.
Sermayenin çeşitli biçimlerine karşı; ayrıca insan kaynakları, doğal kaynaklar ve toplumsal ilişkilere yaklaşım konusunda yeni alternatifler geliştirilmediği sürece, kolaya kaçan kültürcü eleştiriler, tıpkı eski sosyalistlerin eleştirileri gibi önemsiz/hükümsüz olacaklardır. Böylece Max Weber'in dediği gibi, önce Batı'nın kurduğu 'demir kafes' içinde hapsolup kalacaklardır. Örgütlü sadakalarla/bağışlarla, kapitalizme alternatif olunamaz. Üçüncü Dünya'daki neo-dindar konjonktür; dünyanın sermaye tarafından ekonomik misyonerlik faaliyetine nasıl maruz kaldığı olgusunu gözardı ettiği sürece inandırıcı olamaz. Kapitalizmin ve dünya pazarının insanlara sunulma şekli, ancak bütün insanlığın devrimci çabasıyla aşılabilir.
* Bol paralı hedonist gençler anlamında. Fransızca, 'Yaldızlı Gençlik'
** Karl Marx, yazdığı 'Kapital' adlı kitabının birinci cildinde 'Ölü iş'i (Almanca: 'Tote Arbeit'), ücretli çalışmanın paraya dönüştürülmüş hali, yani 'Kapital' haline gelmiş hali anlamında kullanır.
Norbert Trenkle ile ‘Çalışma sistemi’ ve kapitalizmin geleceği üzerine
Soru: Eski Romalılar bugünkü şekliyle herkesin “doğal” bulduğu kapitalist ‘çalışma’ biçimini, kölelere layık aşağılık bir iş olarak görüyorlardı. Hintlilerin kutsal sydığı Mahabharata destanında Tanrı Krişna, ‘Ürün veren çalışma’yı, yani sırf maddi kazanç sağlamak amacıyla üretmek işini, aşağılık bir uğraş sayar. Türklerin Orta Asya’da Sasanilerden öğrenip, Anadolu’ya getirdikleri ‘fütuvvet’in de insan doğasına çok daha yatkın bir çalışma sistemi olduğunu biliyoruz. Batı’dan yayılarak dünyayı işgal eden ‘Meta/mal üreten çalışma’ denen şey neyin nesidir?
Norbert Trenkle: ‘Meta/mal üreten çalışma’, kapitalist toplumun ana prensibidir; yani tanrısıdır. Sözün tam anlamıyla durum şöyle: Kapitalist toplum, ‘çalışma’ya tapıyor ve aynı zamanda ‘çalışma’nın hükümranlığı altında bulunuyor. Bunun anlamı şu: Sermayenin değerlendirilmesi işlemi ile ‘çalışma’, ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı. ‘Çalışma’, kapitalizmdeki toplumsal faaliyetin insanlara dayatılan toplumsal şeklidir. Amacı meta/mal üretmektir ve sermayenin değerlendirilmesi için bir araçtır, bu da paraya daha fazla para kazandırmaya yarar. Burada; nicel, içi boş, soyut bir amaç sözkonusu olduğundan, ne üretildiği hiç önemli değildir. Ekmek mi üretilmiş, makineli tüfek mi hiç fark etmez. Asıl mesele, o malların satılabilmeleridir ve ederlerinin çil çil altına yani paraya çevrilebilmesidir. Bu bağlamda ‘çalışma’nın anlamı, ne işle meşgul olunduğuyla ilgili değildir. ‘Çalışma’, insanı çok özel bir faaliyet tarzına uymaya zorlar ve “etkin” olmak zorunda bırakır. Bir payda altında toplayacak olursak: İnsanlar, mümkün olduğu kadar kısa sürede, mümkün olduğu kadar çok iş çıkarmak zorundadırlar. Çalışma temposu, rekabet yüzünden sürekli yükselir. İnsanın bireysel ihtiyaçlarına, onu tatmin eden sosyal ilişkilerine ve en önemlisi; insanın rahat edip kendini bulduğu, tembellikle geçirdiği o boş zamanlara yer kalmaz. Sırf bu nedenle, yeni çağın başından beri, yani kapitalizmin oluşmaya başladığı devirden beri “boş zaman geçirmek”, Avrupa’da ayıplanan ve “her türlü belanın, kötülüğün başı” sayılan bir şeydir.
‘Çalışma’nın böyle ahlaki bir değer haline getirilip yüceltilmesinin nedeni, insanların iş güçlerini satmaya zorlanmalarıdır ve “etkin” bir şekilde makina gibi tıkır tıkır işlemelerini sağlamaktır ve bunu toplumsal alanda başarılı bir şekilde insanlara kabul ettirmektir. Dışarıdan yapılan baskılarla insanların çalışmaya zorlanmalarının yanı sıra; bir de insanın içinden, ona hükmeden akıllarını kullanarak ikinci bir zorlama mekanizmasının kurulması ve dış baskının içerden tamamlanması gerekmiştir.
Kendini dayatan bu sistemin, oldukça kısa bir sürede yeryüzünün her yerine yayılmasının nedeni, yapısal olarak sınır tanımayan bir büyüme/genişleme eğilimine sahip olmasından gelmektedir. Tamamen nicel olan, ‘sermayenin değerlendirilmesi’ işi, bütün yaşam alanlarını ve dünyanın her yanını ‘çalışma’nın ve ‘meta/mal üretimi’nin diktatörliği altına sokuyor. Kendi içinde değerlendirildiğinde manyakça bir işlem, çünkü doğal sınırların olduğu reel dünyada sınırsız büyüme olamaz. Onun da ötesinde, ‘çalışma’ ve ‘meta/mal üretimi’; paraya para katmayan, para kazanmaya yönelik olmayan bütün diğer faaliyetleri dışlayıp küçümseyerek, kendi evrensellik iddialarını peşinen yalanlamış oluyor.
Para kazanmaya yönelik olmayan faaliyetlerin başında, kadınların ev işleri geliyor. İkinci olarak da, insanın kendisi için yapmak istediği birçok faaliyet. bunlar ya bastırılıyor ya da yapılması imkansız hale getiriliyor. Bu faaliyetler özellikle, günlük insani ve doğal ihtiyaçların karşılanması amacıyla yapılan ve kapitalizmin “marjinal” bir şey olarak görüp “tahammül” ettiği insani faaliyetlerdir. Üçüncüsü; iş gücünü satma imkanı olmayan insanlar, “lüzumsuz” ilan ediliyorlar. İçinde bulunduğumuz kriz sürecinde özellikle bu üçüncü nokta giderek daha büyük rol oynamaktadır. Tam da bu noktada, kapitalizmin derinliklerinden gelen; “çalışmayan kişi yemek de yemesin” prensibi işliyor ve kanlı etkisi, dünyanın gittikçe daha geniş alanlarını ve daha kalabalık kesimlerini kapsıyor.
Soru: Global ekonomi adalarında bazı hür adalar kurulamaz mı?
Norbert Trenkle: Hayır, hür adalar kurulamaz, çünkü mal üretimi, sermayenin değerlendirilmesi ve ‘çalışma’ bir bütündür. O, bütün dünyayı esir almış bulunuyor, hem de yalnız dışarıdan değil, insanları kendi suretine göre şekillendirerek içeriden de. Ve yanında başka toplumsal düzenlerin ve örgütlenmelerin yaşamasına izin vermiyor; onları ya bastırıyor ya da yok ediyor. Ben, global ekonomi ile alternatifleri arasında eşitlikçi bir ilişkinin mümkün olmadığını söylemek istemiyorum. Yalnız; kapitalist sistem ile, sözünü ettiğimiz hür adalar, barış içinde bir arada yaşayamazlar. Çünkü, sistemin totaliter talep ve istekleri, içinde bulunduğumuz kapitalist sistemin kendi temellerini yoketmesi ve gittikçe artan sayıda insanı sınırlarının dışına itmesi demek olan kriz sürecinde bile dinmek bilmiyor. Bu şartlar altında global pazarın ve devletin ötesinde kendiliğinden oluşan örgüt parçacıkları/uzantıları bile engelleniyor. Örneğin halkın tarım alanları ve fabrikaları işgal ettiği yerlerde, işgal edilen toprakların artık tarıma uygun olmamasına, fabrikaların, kapitalin değerlendirilmesi açısından bakıldığında “işe yaramaz” durumda olmalarına ve kapatılamak zorunda olmalarına rağmen, işgale izin verilmiyor. Devlet herşeyi göze alıp, elindeki bütün imkanları kullanarak onları da savunuyor. Çünkü özel mülkiyet, meta/mal üreten sistemin-her şart altında savunulması gereken- temel prensiplerinden biridir.
Bu nedenle sosyal özgürlüğü savunan hareketler tarafından üretimin ve hayati ihtiyaç maddelerinin ilhak edilmesi ve diğer, sosyal bakımdan boş alanların fethedilmesi sırasında, gittikçe artan dozda direnişle karşılaşacakları kesindir. Ayrıca o sözünü ettiğimiz yerler, asla kendi kendine yeten adalar olamazlar; onun yerine, toplumsal ilişkilere sahip çıkmaya çalışan ve meta/mal üretimi ile ‘çalışma’yı ortadan kaldırma yolunda ilerleyen yerler olabilirler. Bugün çok ütopik gibi gelse de ‘çalışma’yı ortadan kaldırmak için, bu yola çıkılmak zorunda. Ve bunun başka bir alternatifi de yok. Mal üreten sistemin insanlığa sunabileceği son perspektif, felaket ve yıkımdır; yani insanoğlunun yeryüzündeki bütün yaşam biçimlerinin adım adım bozularak yokolmasıdır.
Soru: Uluslararası globalleşme karşıtı hareket, Doğu ile Batı arasındaki dünyanın (Müslüman ve Ortodoks-Hristiyan dünyasının) halkları tarafından; stres altındaki eski ve yeni solcuların oluşturduğu garip giyimli, boyalı yüzlü karnavalcı gruplarmış gibi algılanıyor. Sizce, globalizme karşı sert tutum aldığını söyleyen İslamcı-fundamentalist kesimler, globalleşme karşıtı hareketlere neden katılmıyorlar?
Norbert Trenkle: Bakın, globalleşme karşıtı hareketin doğuda kuşkuyla karşılanmasını anlayabilirim. Birçok olumlu yanı olmasına rağmen, geride kalmış sol teori geleneğine uygun hareket ediyor büyük ölçüde. Hatta eski sol teorileri eleştirerek aşmak ve değiştirmek yerine, yeniden kullanılabilir hale getirmeye çalışıyor. Bu saptamam esas olarak ‘Attac’ tarzı* nostaljik Keynesçilik için ve geleneksel anti-emperyalizm söylemi için geçerli. Ayrıca globalleşme karşıtı hareket uluslar ötesi bir eğilim taşımakla birlikte -ki bence çok olumludur- sonuç olarak gene de Batılı metropollerin hareketidir. Güneylilerin hareketiyle, örneğin Hintli köylülerin toprak mücadelesiyle pek ilgisi yoktur -ama, klasik dayanışma zihniyeti içinde kısmen de olsa Hintli köylülerle bağları mevcuttur.
İslami fundamentalizme gelince -o çok başka birşey. Ben İslami fundamentalizmi, özgürlükçü doneler taşıyan sosyal bir hareket olarak görmüyorum. Bence onların, kapitalizmin krizine karşı sergiledikleri reaksiyon, özgürlük karşıtı bir özellik taşıyor. İslami fundamentalizm, kendisinin de hoşuna gitmeyecek kadar modern ve fazla Batılı bir hareket. Batılı olmadığı iddiasına, İslami-kültürel kökene ve İslami yaşam tarzına geri dönüşü temsil ettiği iddiasına gelince; bu, kendi ideolojisinin izdüşümünden başka birşey değil -hem de Batılı modernizmden doğma bir ideolojinin izdüşümünden... onun, yani Batılı modernizmin asli nümunelerinden biri olarak.
Soru: Bunu biraz açalım isterseniz.
Norbert Trenkle: Batı’da 19’uncu Yüzyılın başlarından itibaren bazı düşünsel ve siyasi akımlar oluştu; Aydınlanma’yı, modern çağ öncesi ilksel ve bütünsel bir noktadan yola çıkarak eleştirdiklerini iddia ettiler. Bu akımlar, Romantizm döneminden** Faşizm ve Nasyonalsosyalizm dönemine kadar uzanırlar. Kapitalizme ve Aydınlanma düşüncesine özgürlükçü eleştirilerde bulunmazlar tabii. Faşizm, Nasyonalsosyalizm ve benzeri akımlar, kapitalizmin ve Aydınlanma’nın en berbat ve en yıkıcı yanlarını sergilemişlerdir. İslami fundamentalizm, tam da bu ideolojik geleneğe uygun bir yerde durmaktadır. Hatta, onunla doğrudan düşünsel bağları da bulunmaktadır. Örneğin modern radikal islamizmin önde gelen düşünürlerinden Seyyid Kutup’un düşünceleri, bariz bir şekilde Fransız doktor Alexis Carrel’in düşüncelerine benzemektedir. Carrel, 20’inci Yüzyılın başında kendini sosyal-darvinist bir şekilde ortaya koyan ırkçı bir hayat felsefesi geliştirdi. Bilinen şekliyle Seyyid Kutup’un “gerçek İslam”a ve onunla ilişkili kültüre yaptığı ithaf, son derece Batılı bir ideolojinin kamuflajından başka birşey değil. Global krizin baskısı altında her türlü fundamentalizmin -Batı’da da- oldukça hız kazanmış olması bir rastlantı değil. Bu tesbit, Hristiyan fundamentalizmi için olduğu kadar, çeşitli milliyetçi, ırkçı ve neofaşist akımlar için de geçerlidir. Bu anlamda fundamentalizm global bir sorundur ve diğer benzerlerine karşı olduğu gibi ona karşı da özgürlükçü bakış açısından yola çıkarak her yerde her şekline karşı mücadele edilmelidir.
Soru: Türkiye’de Sol, belirgin bir şekilde Batı solundan ve Batılı değerlerden kopma eğilimi gösteriyor. Batının solcularını; sosyal demokrasinin kuyruğuna takılmakla, AB’nin pazarlayıcıları haline gelmekle suçluyorlar. Türkiye’nin solcuları; (Irak savaşıyla birlikte) yükselen ABD tehlikesi karşısında müslüman, milliyetçi/ulusalcı çevrelerle yakınlaşıyor, onlarla ittifaklar kuruyorlar. Avrupalı/Batılı solcular, yeşiller ve diğerleri, Üçüncü Dünya Ülkelerindeki türdaşlarını unuttular mı?
Norbert Trenkle: Türk solcuları, Batılı solculara yönelttikleri eleştirilerinde tamamen haklılar. Batılı solcuların büyük bir kısmı kapitalizmin ‘kriz yönetimi’ni ve şu “Batılı değerler” denen şeylerin savunulmasını kendilerine politika olarak seçiyorlar. Avrupa’da neo-liberal politika taraftarı Sol eleştirmenler de bugün AB milliyetçiliğini savunuyorlar. Tam bir saçmalık örneği olan düşünceleriyle AB’yi, Güneyin ve Doğunun ülkelerinden güya ayırmış oluyorlar. Aslında burada, solcuların meta/mal üreten topluma ve onun müesseselerine nasıl kapılanmış oldukları, özllikle de devlet müessesesine nasıl kapılanmış oldukları açıkça görülmüş oluyor. Toplumsal düzen şimdi olduğu gibi böyle köklü bir krize girdiğinde de solcular ne pahasına olursa olsun onu kurtarmak istiyorlar ve arada o yüzeysel enternasyonalizmlerini de unutuveriyorlar.
Türk solcuları hakkında anlattıklarınızdan haberim yoktu ve bu nedenle bir yargıya varmak istemiyorum; ama Doğu ile Batı arasında, iki tarafın fundamentalistlerinin birbirinden kültürel bazda uzaklaşma çabaları ve onun sonucu olarak bölünmeye doğru gidebilecek bir gelişme çok üzücü olur. Bu, özgürlükçü bir perspektif ışığında gerçekleşemez. Asıl önemli olan; kültürcü, ırkçı, milliyetçi bölünmelerin aşılmasıdır. Meta/mal üreten sistem, hem de hiç durmadan -tam da kendi krizi sırasında- durmadan yeni bölünmeler üretiyor. Bölünmelerin aşılması için önkoşul, bir sosyal özgürlük hareketinin şekillenmesidir. Bu hareket, bütün sınırların ötesinde, global kapitalizmin yıkıcı mantığına ve kriz yönetiminin küstah taleplerine karşı direnmelidir. Bu potansiyelin parçalarını; hem globalleşme karşıtı harekette, hem de Doğunun ve Güneyin birçok sosyal hareketinde görüyorum. Bunun dışında, yolunu şaşıranlar da çok; çünkü bugüne kadar temel alınan toplumsal eleştirinin en önemli dayanağı Marksizm, kapitalizmle birlikte krize girmiş bulunmakta. İçinde bulunduğumuz dönemde, kapitalist toplumun temel şekillerini ve kurumlarını sorgulayan bir ‘uluslarüstü radikal toplumsal eleştiri’ tartışmasını hayata geçirmek, çok büyük bir önem arzediyor. Meta/mal üretimi ve para, ‘çalışma’ ve sermaye, pazar/piyasa ve devlet, aynı şekilde bütün bu kategorilerle yapısal bağları olan ataerkil cinsiyetler hiyerarşisi yeniden tartışmalıdır. Böyle bir tartışma, meta/mal üreten sisteme karşı yürütülmesi gereken global mücadeleye yeni bir yön verip, sistemin özgürlükçü anlamda aşılmasını sağlayacak yeni perspektifleri gözle görülür hale getirecektir.
Soru: ABD’nin durumu, bütün bu gelişmelerin odağında yer alıyor. Sizce ABD -son zamanda çok söylendiği gibi- umulandan daha kısa bir süre zarfında Sovyetler Birliği’nin akıbetine uğrayıp içine doğru patlayarak çökebilir mi?
Norbert Trenkle: Önümüzdeki birkaç yıl içinde ABD’nin ekonomik bakımdan içine doğru patlaması (implosion), kesinlikle program dahilindedir. Ve bu olay, dünyadaki kriz sürecini muazzam hızlandırarak keskinleştirecektir. Patlamanın nedeni, ABD’nin dünya kapitalist sisteminin merkezi olmaya devam etmesidir. Ama ABD’nin bugünkü gücü, 1945 yılı ile 1970’li yıllar arasındaki gibi, herkesi geride bırakan yüksek endüstriyel üretkenliğine dayanmıyor. ABD gücünü, dünyanın her köşesinden mali sermayeyi emerek süper gücün ‘süper’ tüketimini finanse etme yeteneğine dayandırıyor. Aslında bugünkü Amerikan ekonomisi de, muazzam bir borçlanma ile korkunç bir şekilde şişirilmiş borsa spekülasyonuna dayanmaktadır. Gerçi bu özellik, bütün dünya ekonomisi için geçerli olmakla birlikte; gelişme, ABD’de yanıcı gazların yüksek yoğunlukta birikmesi istikametinde seyretmektedir. ABD -tabiri caizse- dünya ekonomik sisteminin en büyük çekim merkezini oluşturuyor. Böylece bazı Doğu Asya ülkelerinin göreceli ekonomik başarıları da; mesela ABD’ye yapılan, kredilerle ve borsa spekülasyonlarıyla finanse edilen ihracatlarla izah ediliyor.
“Buble economy” (çiklet balonu ekonomisi) patlarsa, yalnız mali sektörü vurmayacak; aynı zamanda dünya pazarı için yapılan üretimin geniş kesimlerinin, kamuya ait altyapının ve sosyal sistemin de çökmesi anlamına gelecek. Aynı şey, kapitalist metropollerde de yaşanacak. Krizin, önceden tahmin edilebilecek şekilde iyice keskinleşmesinin nedeni, aşırı derecede ısınan spekülasyonlar olmayıp, iyice şişirilmiş mali piyasalardır. Bunun anlamı, reel ekonomide -yani meta/mal üretiminde- sermayenin yatırım yapabileceği kadar çok geniş yatırım olanaklarının artık bulunmamasıdır. Burada, klasik bir “aşırı birikim krizi” ile karşı karşıyayız. Fakat bu krizin -mesela 1930’lardaki dünya krizinden farklı olarak- kapitalizmin kendi içinden çıkartacağı bir çözümle aşılması ihtimali bulunmuyor.
Mikroelektronik temelde gerçekleşen 3’üncü Endüstri devriminin eriştiği üretimin miktar/kalite derecesi o kadar yüksek ki, global alanda üretilen meta/mal miktarının sürekli artmasına rağmen, giderek daha fazla iş gücü ‘gereksiz’ hale geliyor. Kapitalizm, bu özelliğiyle durmadan, hızla kendi altını oyuyor. Kapitalizmin işleyebilmesi için, her zaman daha fazla değer üretmesi ve gittikçe artan miktardaki iç gücünü harekete geçirebilmesi gerekir. Bugünkü üretim seviyesine bakınca, bunun tam tersini gözlemliyoruz: Bir bütün olarak değerlendirdiğimizde bir dönemden diğerine dünya üretiminin merkezindeki sektörlerde, gittikçe daha az işgücü kullanılıyor ve gittikçe daha az değer üretilmiş oluyor. Bu şekilde kapitalizm, bir anlamda kendi özünü gene kendisinden çalmış oluyor. Sürecin tersine çevrilmesi mümkün olmadığından, meta/mal üreten sistemin bugün artık kesin tarihi sınırlarına eriştiğini söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle finale, yani en son kriz sürecine girmiş bulunuyoruz.
Kapitalizm elbette, belli bir tarihte, birden bütünüyle ortadan kalkacak değildir. Kapitalizmin tamamen yıkılması süreci yüzyıllar sürebilir ve bu arada kapitalizm yeniden, yıkıcı bir güç potansiyeli de geliştirebilir. Kapitalizmin yıkılırken geliştirdiği zalimliğini, bugünün felaket bölgelerinde, örneğin dünya pazarı/piyasası tarafından “işe yaramaz” ilan edilen Afrika’nın geniş bölgelerinde gözlemliyoruz. Kriz süreci, kollarını kavuşturup oturmak anlamına gelmeyip; tam tersine radikal bir anti-kapitalist direniş şekillenmesi için insanların üzerinde zorlayıcı bir etki yaratır. İnsanlık ‘meta/mal üreten sistem’le birlikte batmak istemiyorsa, sistemin ortadan kaldırılması şarttır ve bu konu insanlık için artık bir ölüm-kalım meselesi haline gelmiştir.
* Le Monde Diplomatique gazetesi tarafindan Fransa’da kurulan, belli bir merkezi olmayan, globalizm karşıtı hareket içinde çok önemli bir role sahip gruplar ağı.
** Avrupa’da 1794’den yaklaşık 1830’a kadar süren dönem.
Norbert Trenkle ile ’Kapitalizmin kurguladığı etnik/kültürel kimlikler’ üzerine
Soru: Kültürcü doktrinler; mesela Huntington, Bin Laden, mikromilliyetçilik (Türkiye’de örneğin; alt/üst kimlikçilik, neo-antisemitizm, antisabetayizm vd.) hâlâ rağbet görüyorlar. Buna rağmen, dünyayı ekonomi-politik açıdan değerlendirenlerin sesi her geçen gün daha gür çıkıyor. Sizce kültüralizm miyadını doldurdu mu?
Norbert Trenkle: Malesef hayır. Bizim alarmı kapatmamız gerektiğini sanmıyorum. Tam tersine: Kapitalizm tarafından esas olarak ‘lüzumsuz’ ilan edilen Dünya halklarının çoğunluğunun yaşam koşulları daha da çekilmez oldukça, kültürcü ve (dinci-)fundamentalist ideolojiler daha kolay yankı uyandıracak bir ortam buluyorlar. Çünkü dünyayı, ‘iyi ve kötü’nün basit kategorileriyle izah ediyorlar. Dost ve düşman, doğru ve yanlış.. Bu şekilde, herşeyin çığrından çıktığı bir dönemde insanlara hayali güvenceler sunuyorlar. Dikkat çekici olan da, bu ideolojilerin, kapitalizmin dünya çapındaki kriziyle ilişkili olması. ‘Üçüncü Dünya’ denen bölgede bu ideolojilerin yükselişi, buralarda geciken modernleşmelerin, yani merkezî-kapitalist ülkelere yetişmek ve onlarla ekonomik/siyasi anlamda eşitlenmek umutlarının sönmesiyle ve bunun imkânsız olduğunun anlaşılmasıyla birlikte daha 70’li yıllarda başladı. O dönemden itibaren de ideolojik-hegemonya oluşturmuş ulusal-kurtuluş hareketleri ve sosyalist ideolojiler, çekiciliklerini ve inandırıcılıklarını yitirdiler. Batıda bu gelişme, krizin daha sonra hissedilmesi nedeniyle ve gelecek perspektiflerinin gittikçe kararmasıyla birlikte, kendini daha geç gösterdi.
Real-sosyalizm denen düzenin çökmesi, bu gelişmeyi dünya çapında hızlandırdı; çünkü liberal kapitalist (uç bir) ideolojinin diğer ucu eksilmişti. Zaten real-sosyalizmin kapitalizme gerçek bir alternatif olmadığı, sadece devlet tarafından örgütlenmiş bir tür ‘sonradan modernleşme’ olduğu söylenmekteydi ve yalnızca ideolojisine, başka tip bir toplum tasavvuru da iliştirilmiş bulunmaktaydı. Bu ideolojik boşluğu, kültüralizm doldurdu. Farklı sistemlerin rekabeti yerine (-ki zaten birbirlerinden o kadar da farklı değillerdi), her alanda “Kültürlerin Savaşı” propagandası yapıldı ve bu pratik olarak da uygulandı.
Soru: Sol bu duruma nasıl reaksiyon gösterdi ve buna karşı çıkmak için ne yapılabilir?
Norbert Trenkle: 70’li ve 80’li yıllardan beri solcular; ulusal, etnik, seksüel ve diğer kimliklerin abatrılarak yeniden inşasının (dekonstruktion) eleştirisi konusunda çok önemli katkılar yaptılar. Foucault, Balibar veya aynı zamanda Hobsbawm; modern kapitalist toplumun kendini kabul ettirmek için bu kimlikleri nasıl inşa ettiğini ve bu kimliklerin kesinlikle ‘köklü’ hatta ‘doğal’ olmadıklarını gösterdiler. Bunlar, şimdiye kadarki toplum teorisi karşısında merkezi önemde gelişmelerdir. Ama kültürel paradigmaya bu denli ilgi göstermek ve kimlik/ideoloji eleştirileri, malesef ekonomi eleştirisinin boşlanmasıyla el ele yürüdü. Bu ihmal şimdi, kapitalist kriz ilerledikçe ve ekonomik sorunlar ön plana çıktıkça, -sizin de daha önce sözünü ettiğiniz gibi- intikam alıyor. Şimdi tam burada geleneksel Sol devreye girip kapitalizmi sınıf tahakkümü ve sömürüye, hatta sadece emperyalizme indirgiyor.
İşin kötü tarafı, böyle indirgenmiş/kısaltılmış kapitalizm eleştirisinin pek âlâ kültüralizm ve nasyonalizme de uymasıdır. Mesela, antiemperyalizm başlığı altında kültürel veya ulusal kimliklerin “ABD’ye” ya da “Batı’ya karşı” cepheleşmesidir; başka bir örnek de, globalleşme karşıtı hareketin bir bölümünde olağan sayıldığı gibi, kapitalizm eleştirisinin mali piyasaların ve oradaki spekülasyonların eleştirisine indirgenmesidir. Bu yalnız nesnel anlamda yanlış olmakla kalmaz, çünkü mali piyasadaki spekülasyonlar, kapitalizmin iktidarı altında bütün insani ilişkilerin ekonomi haline indirgenmesinin sadece bir yüzüdür; onun nedeni değildir. Buna ek olarak, bu tip indirgenmiş/kısaltılmış eleştirilerin, hiç de küçümsenmeyecek bir şekilde açıktan antisemitizme kaydığı ve “Yahudiler”i finans kapital ile özdeşleştirerek dünyadaki bütün belalardan sorumlu tuttuğu oluyor.
Bu eğilimlerin sert bir şekilde eleştirilmeleri gerekir. Birzamanlar Sol, toplumsal özgürlüklerden yanaydı. Ama bu şekilde kültüralizm ve antisemitizm ile karıştıkça gericileşecektir. Ben burada, geleneksel Sol’un artık kendi sınırlarına dayandığını düşünüyorum. Artık zamanı gelmiş olan şey, kapitalizm eleştirisinde köklü bir paradigma değişikliğinin yapılmasıdır.
Soru: Sizce bu paradigma değişikliği nasıl olmalıdır?
Norbert Trenkle: Önce bu değişiklik konusundaki temel anlayış; kapitalizmin zorlamaları/baskıları ve insanları baştan çıkarıcı taleplerinin, hakim sınıfların iradesinden veya bazı güçlü gruplardan/örgütlerden değil, sistemin dinamik kendi iç mantığından kaynaklandığı konusudur. Sistemin mantığı, insana karşı ondan bağımsızlaşmıştır ve kendini insanlara “doğa kanunu” gibi göstermektedir -ki aslında belli bir tarihsel dönemde ortaya çıkmış bir toplumsal örgütlenme biçimidir; bu yüzden de aşılabilir bir şeydir. Kapitalizmde insanlar birbirleriyle doğrudan ilişkiye geçmiyor; onun yerine mal, iş ve para üzerinden ilişkiye geçiyorlar. Öyleyse, insanlar arası ilişkilerin maddi bir şekil aldığını söyleyebiliriz. Ve insanların kendi yarattıkları ve ona teslim olmak zorunda kaldıkları bu tip ilişkiler de, kapitalizmin mantığı reddedilmediği sürece, insanların karşısına, “maddi zorunluluklar” şeklinde çıkmaktadırlar.
Marx bu bağlamda mal üretimi fetişizminden bahsediyor. Söylemek istediği de, modern toplumda insanların, ilişkilerini bilinçli bir şekilde yürütmek yerine kendi ilişkilerinin esiri olduklarıdır. Ayrıca bunu anlatmak için Marx, bilinçli bir şekilde, dinsel bir metafor seçer. Çünkü modern insanlar; mal üretiminin, kapitalin yeniden değerlendirilmesinin ve iş/çalışma’nın baskısına, bütün eski toplumların kendini dinsel tasavvurlara/yasalara/tabulara teslim etmesinden çok daha fazla bir şekilde teslim etmişlerdir. Kapitalist insan, pazarın “olağanüstü” gücüne, en azından Papa’nın Kutsal Ruh’a inandığı kadar inanıyor. Aslında kapitalizm, kökten sekülarizmin paradoks şekliyle de olsa, aşırı “dindar” bir toplumdur. Örnek olarak, şu sürekli (ekonomik) büyüme zorunluluğunun kabulü fatalizmini ele alalım: Herkesin, bu şekilde devam edilmesi halinde sonunda doğal yaşam koşullarının ve nihayet insanın yaşam koşullarının yok edileceği ve yeryüzünde sosyal bozulmanın azaltılamayacağını, tam tersine daha da artacağını bilmesine rağmen; kapitalist toplum, bu sosyal şiddete, Tanrı buyruğuymuş gibi katlanıyor. Ve bu, birçok örnekten sadece biridir.
Soru: Şimdiye kadarki Sol toplum eleştirisi açısından bu ne anlama geliyor? Sol toplum eleştirisi gereksiz hale geldi diyebilir miyiz? Ya da sizce Sol’un hangi yanları kalmalı, hangi yanları aşılmalı?
Norbert Trenkle: Şimdi kalması gereken şey, elbette, kapitalizmin kaldırılması için gösterilen çaba ve toplumun baskı ve tahakkümden kurtarılması olmalıdır; fakat bu perspektif de yeniden tarif edilmelidir. Çabalarımızı yönlendirecek asıl belirleyici hedef, mal üretiminin (-sisteminin) kaldırılmasıdır. Çünkü kapitalizmdeki her türlü baskı ve tahakkümün -ki bu tahakküm, ister ‘fabrikada çalışmak’ şeklinde olsun, ister siyasi/askerî fetihler şeklinde, ya da kadınların baskıya maruz kalmaları şeklinde olsun- son tahlilde kaynaklandığı yer mal üretimidir. Aynı şeyi, bilinç şekilleri için de söyleyebiliriz. Mal’ın fetiş haline getirilmesi, sadece dış görünüm bakımından bir ekonomik fenomen değildir; onun yerine bütünü kapsayan toplumsal bir yapıdır ve insanların düşünmelerini, hareketlerini belirler… hem de nasyonalizm, ırkçılık ya da kültürelizm şeklinde. Bu ideolojiler ve bilinç şekilleri, bir ‘kimlik ihtiyacı’ ve ‘kendini diğerlerinden ayırmak ihtiyacı’nın ifadesidir ve kapitalizm tarafından üretilmektedir. Çünkü kapitalizm insanları birbirinden soyutlamakta, onları rakip hale getirmekte ve sürekli birilerini ıskartaya çıkartmaktadır. Bu gelişmede, dünyanın ulus-devletlere bölünmüş olması çok önemli bir rol oynamıştır. Kültüralistler her ne kadar “eski/aslî/köklü” değerlerden ve geleneklerden bahsetseler de bunlar yüzde yüz kapitalist fenomenlerdir ve asla antikapitalist değillerdir.
Solcuların, herzaman olumlu anlamda atıfta bulundukları soyut evrenselciliğin, adına ‘Batılı Değerler’ dediği şeyler, kapitalist mantığın ve tahakkümün ifadesidirler. Batılı Değerler, modern mal-üretiminin pratik evrenselciliğinin; bütün dünyayı boyunduruğu altına alarak tüketilecek-mal haline getirmek iç-dürtüsüne sahip ideolojik refleksleridirler. Yani bu bakımdan Batılı Değerler, kültüralizmin sadece öbür yüzüdür. İkisi de, ayrılmaz şekilde birbirine bağlıdır (Huntington ile Bush’un birbirine bağlılıkları gibi) ve bu yüzden ikisini de aşmak zorundayız.
Soru: Yapay olarak üretilmiş kültüralist düşmanlıkları ve savaşı önlemek için ne yapılmalı sizce? Bu konuda örneğin Türkler nasıl bir rol oynayabilirler?
Norbert Trenkle: Teorik seviyede önemli olan: Kültüralizm ile Batılı Değerler’in oluşturduğu ikiz birlikteliği ve onların temel yapısını teşkil eden ‘mal-üreten toplum’u kavramak ve kurgulanmış kimlikleri eleştirmektir. Pratik seviyede bütün dünyada herkesin üzerine düşen görev: Sosyal, ekonomik ve siyasi sorunların/anlaşmazlıkların, etnik sorunlar/anlaşmazlıklar haline getirilmesine karşı çıkmaktır. Somut olarak bu, her ülkede ve her bölgede elbette başka bir şey ifade etmektedir. Örneğin Almanya’da; göçmenleri, özellikle de Türkleri ve Müslümanları hedef alan ırkçılığa karşı durmak anlamına geliyor. Türkiye’yi pek tanımıyorum ama genel olarak, sorunları etnik sorunlar haline getirme eğilimlerine ve fundamentalist eğilimlere karşı çıkmak olabilir. Çünkü bunlar, en hafif deyimiyle özgürlük düşmanıdırlar. Bir şeye açıklık kazandırmak istiyorum: Kapitalizmin aşılması için ön koşul, uluslarötesi büyük bir sosyal özgürlük hareketinin oluşturulmasıdır. Yani, kapitalizmin tarif ettiği bütün sınırların ötesinde, özgürlükçü sosyal bir hareket.
15. Eske Bockelmann söyleşisine sunuş
“Bana bir dayanak noktası gösterin,
Dünyayı yerinden oynatayım.”
Archimedes
Aydınlanmacıların filmlere ve romanlara konu olan gizli örgütü Illuminatus’un İspanya hücresi 1624 yılında gizli bir kitap yayımlar ve kitapta, insanlara sunulacak yeni bir evrensel dinden söz eder. Öyle basit ve etkili bir din olacaktır ki, ona inananlar, aynı zamanda kendi dinlerine de inanmaya devam edebileceklerdir. (1) Bu anafikir, sonradan çok daha detaylandırılır ve Fransız İhtilali’nden hemen önceki yıllarda Illuminatus’un gizli belgelerinde, konu hakkında bazı mistik ve metafizik detaylar da yer alır. Mesela 1782’den kalma bir belgede, örgüt elemanlarına verilen genel talimat aynen şöyledir: “Bizim bütün elemanlar aynı sese göre akord edilmeliler (...) Birlikte, bütün dünyaya nüfuz edebilmeliler (...) Hepsi, büyük plan için çalışmalı.” (2)
Illuminatus veya Illuminati, Aydınlanmacıların en önemli mistik örgütlerinden biriydi. Artık böyle bir örgüt elbette yoktur. Olsa bile, -komplo teorisyenleri üzülecekler- kapitalist sistemin tek tek kişiler/devletler/örgütler tarafından yönetilmesi zaten mümkün değildir. Ama Illuminati’nin (Aydınlanmışların) fikirleri, bugün herkesin çok doğal saydığı ve körkütük inandığı, ama üçyüz yıl önce dünyada esamisi okunmayan fikirlerdir: Eşitlik, özgürlik, demokrasi, insan hakları, ilerleme vd. Bugün herkesin aşinası olduğu modern bilim fikrinin benimsenmiş yaygın halini de ilk kez Illuminati’de görüyoruz. Illuminati talimatındaki “ses” sözcüğü, Almanca bir deyimden alınmış haliyle ‘üyelerin hepsinin aynı fikirde olması’ diye de anlaşılabilir. Ama böyle bir “ses” var mıdır, varsa nedir ve insanlar bir sese göre nasıl akord edilebilirler -irrasyonal sorular da sorabiliriz. Kulağa masal gibi gelen irrasyonel sorular sorup, sağlam bilimsel yanıtlar da alabiliriz elbete. Bu söyleşinin kahramanı Eske Bockelmann, böyle sorulara sağlam yanıtlar veren bir bir bilim adamı. İnsanların belli bir ritme göre nasıl akord edildiklerini, o “ses”in ne olduğunu, ne zaman nerede tarih sahnesine çıktığığını ve dünyaya nasıl yayıldığını ortaya çıkartmış oldu. Mesele elbette bundan ibaret değil.
Eske Bockelmann, 512 sayfalık derin bir kitapla sansasyonel buluşunu ve anlamını detaylarıyla açıklıyor. Kitabın önemi, kapitalist sistemin mental matrisinin (yani temel dokusunun), en küçük ana bileşenlerinin ne olduğunu keşfedip, derinlemesine anlatmasından geliyor. Örneğin suyun temel bileşenleri Hidrojen ve Oksijen atomlarıdır. Bunu bilmek, suyun birçok başka özelliğini de çözmek/değiştirmek için son derece önemlidir.
Kapitalist sistemin mental matrisi nedir, nasıl birşeydir, nasıl bir “maddeden” ve “moleküllerden” imal edilmiştir?! Bunun bilinmesinde sonsuz yararlar var. Eskiden vebadan millyonlarca insan ölürken, kimse bu hastalığın aslında ne olduğunu bilmiyormuş ve salgın bölgelerinden kaçarak, dualara sığınarak, hastalıktan kurtulmaya çalışıyormuş. Bu berbat hastalığın, gözle görünmeyen küçük mikroplar ve fareler tarafından yayıldığı anlaşıldıktan sonra ona karşı ilaçlar geliştirilebildi. Şimdi anlaşılma sırası kapitalist sistemde.
Chemnitz Teknik Üniversitesi’nde dersler veren dil uzmanı (linguist) Eske Nockelmann, kapitalizmin bir tür mikrobunu keşfetmiş bulunuyor! Şaka bir yana, iklimleri ve insanları tehlikeli ölçülerde bozabilen kapitalist sistem, bu özelliğiyle vebadan daha tehlikeli olabilmektedir. Herşeyden önce ‘kapitalizm’ kavramı, iki yüzyıl öncesinin ‘veba’ sözcüğü gibi büyük ölçüde soyut bir kavram sayılmaya devam edilmektedir. Vebaya karşı mücadelede kireç ve ateş metodu terkedileli yüzyıllar oldu. “İşçi sınıfı” veya “Burjuvazi” gibi çakaralmaz eski kavramlarla günümüzün karmaşık sistemini açıklamak ve sorun çözmek de artık pek mümkün görünmüyor. Bockelmann’ın keşfi, bu bağlamda önem taşıyor.
Özgür düşünen, araştırmacı, şiir ve müzik hayranı bir bilim adamı Eske Bockelmann. Günümüz şiirindeki ritmin şiire nereden ve nasıl geldiğini merak edip araştırmaya başlıyor. Antik dönemlerdeki şiirin düzenli bir ses ritmine sahip olmadığı, zaten bilinmekteydi. Eski, ritmsiz şiirin ne zaman ritm kazandığını araştırıken, 1620’li yıllarda bu değişimin sadece Avrupa’da olduğunu farkediyor. Araştırmasını derinleştirince, benzeri değişimin müzikte de olduğunu ve şiirdeki değişimle aynı dönemde ve aynı bölgede ortaya çıktığını görüyor. Kitabında sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkileri, ritm değişimi açısından çok boyutlu bir incelemeye tabi tutuyot. Ve sanat düşkünü bilim adamı, şiir, müzik derken, hiç ummadığı sularda buluyor kendini. 1620’li yıllarda paranın, toplumun her alanına hakim olduğu Avrupa’nın bazı şehirlerinde/bölgelerinde yeni bir refleks edindiklerini, yeni bir ‘Düzenli Ritm’ (Takt) duygusu oluşturduklarını ve bu ritmin, toplumların her alanını hızla işgal ettiğini anlıyor. Bu öyle bir gelişme ki, değişimin sonucunda; düzenli ritmli yeni müzik/şiir, düzensiz (dönüşümlü) ritmli eski müziği/şiiri reddediyor. Bununla da yetinmeyip, eskiyi (tarihi), yeni ritm duygusuna göre yeniden yorumluyor. Bu “mistik” temel üzerinde oluşturulan yeni kavramlar sistemiyle (ontoloji); kültürü, tarihi, bilimi, müziği vs. -yeni ritm duygusuna göre- geriye doğru yeniden yorumluyor (mesela tarihi, geriye doğru yeniden yazıyor). Eski düzensiz/dönüşümlü ritm, belleklerden ve kitaplardan siliniyor.
Eske Bockelmann, büyük bir şaşkınlık içinde, bu büyük değişimin nedenini, aklına gelen her alanda ve konuda arıyor. Ve sonunda birgün, yıldırım çarpmış gibi, bütün bu değişimlerin ortak paydasını keşfediyor. Bu değişimin, paranın meta/mal değiş-tokuşu işleminden kopmasıyla ve meta/mal’dan bağımsızlaşmasıyla yaşandığını keşfediyor. O dönemde paranın, başlı başına bağımsız bir faktör haline geldiğini anlıyor. Cinin şişeden -nihayet- çıkmasına benzer bir durum!
Avrupa’da yaşanan bu köklü paradigma değişikliği sonucu, sahip olmak istenen her mal/hizmet için para, tek araç haline gelmiştir. Düzenli ritmin ortaya çıktığı şehirlerde, para olmadan hiç bir ama hiçbir mal/hizmet satın alınamamaktadır. Oysa daha önce para, herşey için kullanılmamakta, insanlar yiyacaklarını/giyeceklerini, karşılıklı dayanışma ile kişiye özel üretmekteydiler. O zamana kadar, sadece ‘değerli’ tarifine giren bazı şeyler para karşılığı alınıp-satılırken, 1620’lerden itibaren herşey paranın bir karşılığı olarak düşünülmeye başlandı. Yani insanlar, baktıkları heryerde ‘para’ görmeye başladılar ve gördükleri şeyleri, “bunları nasıl paraya çevirebiliriz” diye düşünmeye başladılar. Eskiden mal/ürün esas, para tali iken; “7’inci Yüzyıl başından itibaren meta/mal tali, para esas hale geldi. Yeni haliyle para, soyut bir kavram olarak, karşılığında birşeyler alınabilen gerçeküstü bir değer halinde yeniden ortaya çıktı. Daha önce insanlar, gerçek şeylere odaklı bir hayat sürüyorlardı. Para, bir suret olarak aslın yerini aldı.
Para, kağıt bir banknot olarak kendi başına değersizdir, el kadar bir kağıt parçasıdır. Fakat herşeyi, kendi arasında bir birim (para) ortak paydasında ilişkilendirerek, onların hepsini kendi (parasal) yasalarına uydurur ve herşeyi belli birimlerle yorumlamaya başlar. Mesela suyun ltresi bir Lira ise, dünyadaki şu kadar katrilyon litre suyun fiyatı da şukadardır diye, aklın erdiği her şeyi kendi kriterleriye değerlendirip paraya indirgemeye başlar. Bu ölçü sistemine göre, bir memurun aylık değeri de (maaşı) bin Lira olabilir. Buna göre su ile insan, para bazında ve para üzerinden birbiriyle orantılanabilinen iki meta/mal cinsi olarak ilişkilendirilebilir. Bu denklemde ritmin kökeni, o ‘1 Lira’dır. Esasen heryerde o ‘1 Lira’yı ve katlarını gören insan, herşeyin birbiri ardından belli düzenli aralıklarla birbirini kovaladığı ‘1 Lira’lık düşünme biçimiyle tarif ettikçe -yani herşeye fiyat biçtikçe- düşünce biçiminde de, eşit uzunlukta birbirini takip eden bir düzenli ritm kurmaktadır. Ve ruhlara sinen bu düzenli ritm (takt), ilk ifadesini müzikte ve şiirde bulmaktadır. Düzenli ritmli popüler Batı müziğinin bugün tüm dünyayı saran çıs-ta çıs-tak çıs-tak’ları, bu ruh halinde ortaya çıkmıştır. Eska Bockelman konuyu, muhteşem bir detay zenginliği ve derinlikle anlatmakta, bu değişimin nedenleriyle birlikte sonuçlarını da incelemektedir.
Eske Bockelmann’ın keşfi, Avrupalı entelektüeller arasında da yankı buldu. Büyük gazetelerde kitabı hakkında yazılar çıktı (4). Konu şimdilik, Edison’un ampülü keşfinden sonra “bu ne işe yarar” sorulması aşamasında. Konunun anlamı, yıllar içinde anlaşılacaktır kuşkusuz. Yazar, ‘Modern filozoflar dünyayı anlamamışlardır’ diye başlayan iddialı cümleler kuruyor ve şimdilik kimse, ona itiraz edemiyor. Paranın insan ruhunu nasıl değiştirip kendi kalıbına döktüğünü anlatırken, şimdi tartşılmaz “doğru” sayılan “köklü” birçok bilimsel disiplinin bile nasıl tepetaklak olabileceğinin işaretlerini de verdi.
Dünyanın tek tip haline getirilmesinin kökeninde, insanların para odaklı düşünme biçiminin bulunduğunu söylemek, artık abartılı olmasa gerek. Modern müziğin, bu parasal ruh halini kuvvetlendirmek gibi bir rol oynayabildiğini düşünmek bile, insana bilim-kurgu hikayesi kadar fantastik geliyor. Düzenli ritm, yerel müzikleri de kendi kalıbına dökerek, onları poplaştırıyor. Bunu yaparken, eski müziklerin özünü yokediyor. Oysa eski Türk, Çin, Hint, Fars, Avrupa müzikleri, insanlığın para çağı öncesi ruhuna açılan bir kapı olmak özelliğine sahipler. Tektipleşmemiş dünyanın, karakterli, özgün ve derinlikli kültürlerinin/uygarlıklarının taşıyıcısı ve belki çok daha fazlası, Batı müziği kalıbına dökülmemiş o eski müzikte saklı. Bockelmann’ın deyimiyle ‘Paranın ritmi’, elbette müzikten ibaret değil, ama dünyanın ve insanlığın çok boyutlu bozulmasının öznesi, para ilişkileri. ‘Paradan daha önemli şeyler de vardır’ sözünün somut ifadelerinden biri, eski müziği eski haliyle yaşatmaktır. -Yani onu düzenli ritm kalıbına, Batı müziği kalıbına dökmemektir. Tabii para ilişkileri günlük hayatta belirleyici olmayı sürdürdükçe bu çok zor. Gene de eski müziği ısrarla yaşatmak gerekiyor. Düzensiz/dönüşümlü ritmli Türk müziğinin Türkiye’de hala yaşadığını, sevildiğini ve halkın bu müziği unutmayıp sahip çıktığını duyunca, Eske Bockelmann üşenmeyip İstanbul’a da geldi ve birlikte bir Klasik Türk Müziği konserine gittik. Şahit olduğumuz konser, tüm etkileyici güzelliğine rağmen bir istisnaydı malesef. Ama başka ülkelerdekinde daha büyük bir istisna. Umutlandıran bir istisna...
1. Horst E. Miers, “Lexikon der Geheimwissenschaften” Münih 1979. S.21.
Illuminati’nin İspanya hücresinin üyelerine ‘Alumbrados’ denmekteydi. Burada sözü edilen “evrensel din”in adı, örgüt tarafından ‘Religio Catholica RC’ konmuştur. ‘RC’ harfleri, esrarengiz ‘Gül Haç’ tarikatına atıfta bulunmaktadır.
2. ‘Der aechte Illuminat oder die wahren, unverbesserten Rituale der Illuminaten’ Edessa (Frankfurt) 1788. S, 207. Bavyera Devlet Arşivi (El yazmaları bölümü) Münih.
3. Eske Bockelmann “Im Takt des Geldes. Zur Genese des modernen Denkens” Springe 2004. S, 225.
4. Eske Bockelmann’ın ‘Paranın Ritmi’ adlı kitabı hakkında çıkan yazılardan bkz.: Süddeutsche Zeitung’da Thomas Steinfeld’in 2.8.2004 tarihli “Klingende Münze” başlıklı yazısı. Frankfurter Allgemeine gazetesinde Andreas Platthaus’un 14.5.2004 tarihli, “Alles Denken ist auch nur Rumba” başlıklı yazısı.
Eske Bockelmann ile “Paranın metafiziği ve insan ruhuna etkisi” üzerine
Soru: Öyle birşey keşfettiniz ki, yanında Edison'un ampülü sönük kalır. Modern/popüler müzik örneğinde olduğu gibi, seslerin/durakların düzenli zaman aralıklarıyla yinelenmesinden doğan düzen yani 'Ritm' ile 'Para' ve Aydınlanma felsefesi arasında doğrudan bir ilişki bulunduğu fikrine nasıl vardınız? Fikir zaman içinde kendiliğinden mi oluştu, yoksa sizi yönlendirmesine izin verdiğiniz bir içgüdü müydü -çalışmalarınızı o istikamete doğru mu yünlendirdiniz? Bize biraz keşfinizden bahseder misiniz?
Eske Bockelmann: Fikrin oluşmasında, sizin saydığınız bu üç aşama da kendi çapında rol oynadı. En başta, elbette çok emek vermek var; sonra düşünüp taşınmak, yanlış yollara girmek, hata yapmak da var. Süreç içinde bir zaman sonra yeteri kadar aydınlanmış ve yaptığınız hatalardan sıyrılmış oluyorsunuz. Öyle ki, bilinciniz uykuda bile aktif kalan bir çeşit içgüdü geliştiriyor. Ve bu içgdü, bir zaman sonra insana doğru fikri sunuyor. İnsan o fikre uzun süre inanamasa da, aklına aniden geliyor. Çünkü o fikrin kendi kendini nasıl doğrulayacağını henüz bilmiyorsunuz. Gerçi sizi yıldırım gibi çarpıyor ama ilk fikirden gerçek bir keşfe doğru uzanmak için daha sonra bin çeşit zorluğun, uzun süre kulaklarınıza çalınan gökgürültüsünü yenmeniz gerekiyor. İnsan tek tek sorunlara ve sorulara dalmışken birden öyle bir an geliyor ki herşey yerli yerine oturuyor, bilinciniz açılıyor ve bilinmeyen bir hüküm/bilgi etrafında herşey şeffaflaşıp yerine oturuyor. Sonra -inanın bana- haftalar aylar boyunca adrenalinin etkisi altında şoktaymış gibi ortada dolaşıyorsunuz.
Bu kitabın ortaya çıkmasının yanlış anlaşıldığı da oldu. Sanki Sohn-Rethel'in* yaptığı gibi, bir para teorisini ele alıp, bu teoriyi nasıl düzeltip genişleteceğimi düşünürken para-ritm ilişkisine kendimi kaptırmışım. Halbuki tam tersi oldu. Eminim ki kim işe para ve onun teorisiyle başlarsa, Sohn-Rether'in geldiği noktadan daha ileriye gidemez. Demek istediğim, onun fikir ve para arasındaki Birkaç keskin örneklemeden (analojiden) öteye asla geçemediği gerçeğidir. Bu keşfin tarihi süreci, kitapta izlediğim sıralamaya göre gelişti. Kitabın da anlattığı gibi işe ritm ile başladım. Yani işin başında şiir dizelerine, müziğe duyduğum sevgi ve elbette tarihi değişimlere duyduğum eski ilgim vardı; hani sanki açıklanması mümkün olmayan ama mutlaka belli bir gerekçesi olması gereken değişimler -mesela bir dildeki sesin neden öyle değil de böyle değişime uğradığı falan gibi şeyler. Ve şimdi tesadüfler böyle istedi -ya da tarihi bir an o izleri bize, tam da şimdi görünür kıldı- ve anlaşıldı ki paranın düşünme yetisi üzerindeki etkisinin sırrı hiç umulmadık bir şekilde, ritmin algılanması üzerinden çözülebiliyormuş, -yani tersinden. Bunu başarıyla gerçekleştirince, o keşfin ışığında doğa bilimleri ve felsefenin yeniden açıklanması da öyle pek zor bir iş olmuyor.
Soru: O halde hemen konuya girelim. Paranın tamamen toplumsallaşması hakkında benim en merak ettiğim şey, kitabınızda sizin de bahsettğiniz malum milat: 17'inci Yüzyılın başında Avrupa'da ne oldu ve neden orada, yani Avrupa'da oldu?
Eske Bockelmann: Kestirmeden söyleyecek olursam: O dönemde para, bugün bize dünyanın en normal şeyi gibi gelen toplumdaki belirleyici rolünü oynamaya başlıyor. Para daha önce de vardı elbette ve yalnız Avrupa'da da değil; ama ilk defa Avrupa'da insanlar, ihtiyaçları olan ve sevdikleri, değer verdikleri şeyler için mutlaka paraya ihtiyaç duyuyorlar, -çünkü onlara sadece para yoluyla sahip olabiliriyorlar, o zamana kadar yaptıkları gibi başka yollarla (parasız) sahip olamıyorlar. Fakat konuyu açmak için cevap çok daha ayrıntılı olabilirdi. Eğer soru: Hangi tarihi koşullar altında bu yeni durum ortaya çıktı da para ağırlığını koydy?.. Ya da aynı soruyu başka türlü sorsak: Nasıl olmuş da -ve işte ilk kez Avrupa'da- kapitalist ilişkler ortaya çıkmış -hem de para denen şeyin, “ekonomi” ve toplumun kapitalistleşmesinden önce yüzyıllar boyunca kullanılmış olmasına rağmen?.. Bu sorunun çeşitli cevapları var ve ben kitabımda sadece en gerekli olanları anlattım. Burada Marx'ın büyük ve ezici üstünlüğe sahip teorisine de başvurabiliriz burada. Kimiler bu ani değişikliği, orduların modernleşen silahlarının zamanla paraya daha çok ihtiyaç duymasıyla ilişkilendiriyor. Ya da veba salgınlarından birinin buna neden olduğunu falan da söylüyorlar. O dönemde çok sayıda insanın, o zamana kadar yaşadıkları köylük alanları terkederek toprak sahiplerinin elinden kurtulmaları ve bu şekilde “Çifte özgür” işçiler olarak yeni para ilişkilerinin emrine amade hale gelmeleri, tayin edici önemdedir. İşte bu, paranın belirleyici olmasını sağlayan çıkışı mümkün kılmıştır.
Soru: Peki bu buluşunuzun ışığında bugün Descartes, Leibnitz, Galilei, Kant gibi Aydınlanma düşünürlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca... Şimdi severek dinlediğimiz Bach, Beethoven gibi müzisyenler hakkında ne düşünelim? Onlar, paranın toplumsallaşmasının tetikleyicileri miydiler yoksa onun kurbanları mı?
Eske Bockelmann: Hiçbir filozof, Hiçbir besteci ve tek başına Hiçbir kimse, paranın toplumsallaşmasının “faili” değil, bunu hiç biri başlatmadı, başlatamazdı da. Paranın toplumsallaşması, dönemin geçerli nesnel şartları nedeniyle, kendini görünmeden kabul ettirmiştir ve bu anlamda her biri bir kurbandır. Sözünü ettiğiniz düşünürler, kısmen dahiyene bir şekilde ama bilinçsizce, şartların oluşturduğu ve farkına varmadan kabul ettikleri o düşünce biçimini en radikal şekliyle uygulamaya koymuşlardır ve gidebildikleri yere kadar o düşünce biçimine göre gitmişlerdir, yani düşünmüşlerdir. Bu nedenle onları, Aydınlanma'yı gerçekleştirmekle suçlayamayız -ki o Aydınlanma çok az şeyi aydınlatmıştır ama aydınlattığından daha fazlasını karartmıştır. O düşünürler, herşeyden önce, o düşünce biçimine etraflı bir şekilde itaat etmişlerdir, ona yenik düşmüşlerdir. 'İşlevsel soyutlama'ya uygun olarak kurdukları dünya görüşlerinin ne kadar yanlış olduğunu anlamaları gerekirdi; böylece, dünyaya nasıl dayanaksız yalanlar yaydıklarını anlayabilirlerdi. Kurdukları felsefeleriyle, çarpık toplumsal ilişkilerin alabildiğince derinlemesine anlaşılMAmasına yardımcı oldular. Doğa bilimleri daha da farklıdır: Bir taraftan da o çarpık ilişkilere, sarsılmaz güç bahşedecek araçlar oluşturdular. Aynı gücü insan ilişkileri konusunda başka bir istikamette geliştirebilirler miydi?.. bu da çok önemli bir başka soru.
Bach ve Beethoven mi?.. Müzik ritmi ve paranın soyutlaştırılması konularından bihaber olduğumuz zamanlardaki gibi, şimdi de severek dinleyebiliriz onları. Tek başına köken, müzikteki ölçüyü/takt'ı bayağı birşey haline getirmiyor. Müzik ritminin, müziği nelere kadir hale getirdiğini de -işte Bach ve Beethoven örneklerinde- görebiliriz bu arada. Fakat buna rağmen: Müzikte düzenli ritmin, bu büyük müzik adamları tarafından kullanılması, tamamen tarafsız sayılabilecek ve kayıtsız kalınabilecek bir durum değildir. Felsefede olduğu gibi burada da düzenli ritme itaatkarlık, işin o soyut/abstrakt haliyle birlikte tayin edici konumdadır.
Soru: Doğu'da ve Türkiye'de, Batı'nın düzenli ritmine uymayan, dönüşümlü ritme sahip bir müzik hayatta kaldı (Türk Halk Müziği ve Klasik Türk Müziği). Türkiye'de bir dönem, “Çok sesli müzik ilericidir” lafazanlığı altında, özellikle 80'li yıllarda, müziğin “modernleştirilmesi”ne tanık olduk. Mesela özellikle Halk Müziği, düzenli ritm kalıbına döküldü. Klasik Türk Müziği de (arabesk ile) benzeri bir “değişim”e uğradı. Şimdi benim absürd sorum şu: Ne yani, bu modern müzik insanı para bağımlısı falan mı yapıyor? Bir de... Halkların düzenli ritm ile ilişkileri nedir, ne meyandadır?
Eske Bockelmann: Böylesine sıkı gelenekler sayesinde eski ritmlerin hayatta kalması, yaşaması, büyük mutluluktur. Aslında düzenli ritmin o müziklere de girmesi önlenemez bir şeydir. Girmesi için kurulan baskının dozu, hayatın bütün alanlarında paranın hükmünü ve ağırlığını artırması oranında artacaktır. Adına 'Dünya Müziği' denen şey, düzenli rirmin yerel müzik gelenekleri üzerindeki zaferinden başka birşey değildir. Bu yapılırken, yerel müziklerin renkliliği de kısmen devralınmaktadır -ama Batı müziğinin o düzenli ritm kalıbına dökülmekte ve ona uydurulmaktadır. Günümüzde her yerde ve her renkten pop müziğinde, düz ritmin, müziğe nasıl hakim olduğunu herkes açıkça görebilir, duyabilir. Bu tür müziğin, insanları para bağımlısı yaptığı anlamına gelmiyor tabii. Tam tersine. Paranın hakimiyeti arttıkça, düzenli ritmin müzik üzerindeki hakimiyeti de artmaktadır. Ve elbette, mesela Loveparade** veya benzeri vesilelerle özellikle öne çıkarılan düzenli ritm alkışlanırsa, ve onun iyice tadına varılırsa, insan kendini o ritme tamamen teslim ederse, metafizik anlamda bu, para ilişkilerine tam anlamıyla katılmak ve onu kutlamak anlamına gelir. O yüzden, para ilişkilerine karşı direnişin -ideolojik olmayan bir ifade biçimi olarak- düzenli ritmli müzikle yapılabileceğini hiç ama hiç düşünemiyorum. Şu da, sözünü ettiğiniz tüm halklar için geçerli: Kendi müzik gelenekleri nasıl idiyse, veya -inşallah hala öyledir- düzenli ritmin hükmü altında, düzenli ritmli müziğe malzeme teşkil edeceklerdir sadece.
Soru: Yalnız ritm değil, modern takvim (zamanın eşit zaman dilimlerine bölünmüş bir süreç olarak düşünülüp hesaplanması) da özünde parayla ilişkili gibi görünüyor. Yani “Time is money” (zaman paradır). İnsanlar bu para sorununu daha önce neden anlamadılar? İncil'de de açıkça bir Mammon'dan (para tanrısı) bahsedilir.
Eske Bockelmann: Hayır. “Time is money”, sadece kapitalşzmin şartları altında geçerli olmaya başlamıştır. Tabii hakkınız var; adeta bedensel bir şekilde algılanan zamanın tarihi değişiminin, bugün hayatımızı belirleyen ve bir anı diğer anından farksız eşit aralıklara bölünmüş olan, herhangi bir kalitesi olmadan sürüp giden homojen zamanın özü, işte odur (paradır). Yalnız: Paranın kapitalist ilişkilerde oynadığı bu rolün, daha önceki ilişkiler içinde bir başka rol olmadığı anlamına gelmez. O zamanlarda da -tıpkı İncil'de de görülebileceği gibi, önemli bir rol oynamıştır.
Soru: Modern ontoloji, modern ilişkileri (tıpkı Adorno, Horkheimer ve diğerlerinin yaptığı gibi) bugün kullandığı kavramları eski tarihe taşıyor/yansıtıyor (zurückprojezieren) -sanki o devirler, bugünün kavramlarıyla açıklanabilirmiş gibi. Tanrı'ya şükür bu klişeleri -sizin de yardımınızla- daha kolay kıracağız galiba. Sizce bilim dünyası, sizin yazdığınız kitaptan sonra ne olacak, nasıl bir görünüm arzedecek?
Eske Bockelmann: Sizin, “Aydınlanma'nın Diyalektiği”*** gibi önemli bir projedeki, böylesi tersine tebbet bir durumu (Retrojektion) bu kadar kesin bir şekilde farketmiş/anlamış olmanız beni çok sevindirdi. Ben de bu kitabı, büyük bir inançla okumuştum ve şimdi bakıyorum da; ne kadar ters bir şekilde, zamanötesi haliyle nasıl da daha işin en başında eleştirel düşüncenin üzerini örtüyor, yapışıp kalıyor. Bugün -hatta en iyi beyinler tarafından- eleştirel bir şekilde formüle edilmeye çalışılan sonsuz sayıdaki şey (konular/tezler), farkedemedikleri böyle klişeler tarafından desteklenmek yerine köstekleniyorlar. Tabii burada haklı olarak, gelecekte bilim dünyasının ne halde olacağını soruyorsunuz. Ben de sizden, kusuruma bakmamanızı rica edeceğim, çünkü bunu kısa bir şekilde anlatmam mümkün değil. Yani: Genelleyerek, yeterince konuşamam. Şu anda kitabım 'Takt des Geldes'in ('Paranın ritmi'nin) ikinci cildinde, tam da bu konuyu inceliyorum. Öyle bir konu ki, tam olarak sadece detayları, yani belli içerikler konusunda sorulan sorular cevaplandırılabilir. Bugün bilimi asıl belirleyen şey, bilimin içeriğinin bilimin içeriğiyle alakası olmayan bir şekilde yeniden yorumlanması ise; değiştirilmiş bir bilimi belirleyen şey de, -birincisi- onun önce bu içerik ve işlevsel soyutlama değişimini, hangi çok yönlü biçimlerde veya hangi çokyönlü soyutlamayla gerçekleştireceğidir. Yalnız matematik işlemleriyle değil, bilakis sistem düşüncesiyle, içeriklerin operasyonlar halinde çözülmesi ile falandır. Ve ikincisi, içerikler çerçevesinde düşünerek, içerikle alakasız düşünceye karşı direnilmiş olmasıdır. -Bildiğiniz gibi bu da, Adorno'nun önemli, amaçlarından biriydi. Ve o bazı yazılarında, felsefi bakımdan tayin edici olmamakla birlikte, spesifik bir konuya dönüşme vaadini yerine getirebilmiştir. Ama buna rağmen böyle bir amaç kulağa -burada genelleyerek konuşacaksak- oldukça boş geliyor ve bunun için de bu konudan bahsetmeyi pek sevmiyorum.
Onun yerine, önceden tahmin edilebilecek şeyler hakkında kısaca birşeyler söylemek gerekirse: Bilim, -malum haliyle- başlangıçta hiçbir şekilde değişmeyecektir. Değişmesi için bilimden daha fazlasının değişmesi gerekirdi. Kim bilir, bunun için belki de önce, doğa bilimlerine dayanarak (bilimsel olarak) bunların, işlevsel soyutlama aracılığıyla, doğa bilimlerinin en derin konularına kadar nasıl derinlemesine nüfuz edip şekillendirilmiş olduklarını göstermek gerekir. -Tabii işlevsel soyutlamanın oluşumu ve kesin şekli, bugüne dek doğa bilimleri tarafından da bilinmemekteydi. Öyleyse şimdi, Kuantum Teorisi'nde, hangi gerekçeyle dalga-parçacık-düalizmine takılıp kaldığını neden açıklamayalım?
Soru: Ben tekrar para meselesine dönmek istiyorum ve size kısaca 'iyi' ile 'kötü' para arasındaki farkı sormak istiyorum. Yani böyle Bir şey var mı? Daha önemlisi: İnsanlık, paranın hükümranlığından nasıl kurtulabilir ve parayla sağlıklı bir ilişki kurabilir mi?
Eske Bockelmann: Nelerin meydana çıkarılmasına (üretilmesine) neden olursa olsun, para, baskısından kurtulunması gereken o baskının bizzat kendisidir. Yani mesele, sadece insanların para ile yanlış bir ilişki kurmaları meselesi değildir. Tam tersine; insanlar arasındaki o tip ilişkiyi ortaya çıkaran şey bizzat paradır. Ve paranın kendi kanunları vardır. İyi ile kötü arasında, sağlıklı ve hasta arasında seçim yapmaya izin vermez. 'Para kullanmak' şeklinde varolan şey, -yani bu da elbette dünyayı kapsayan kapitalist ilişkiler (kapitalist sistem) demektir- tek bir şekilde son bulabilir: Para kullanılmasının son bulmasıyla. O halde paranın yerine 'başka birşey' geçmelidir ve insanları, yaşamlarıyla ilgili ihtiyaçlarını gidermeleri için örgütlenmeleri konusunda serbest bırakmalıdır. Peki o 'başka birşey', neden o örgütlenmenin bizzat kendisi olmasın? Hem de soyut değerin (paranın) ters mantığının aracılığı olmaksızın?.. Her halükarda ihtiyacımız olan, sevdiğimiz değerli şeyleri artık esas olarak para ile almayacak isek, bu iş başka türlü yürümek zorunda. Ve bu da en az şu demek oluyor: Para, 17'inci Yüzyılda merkezi alış/veriş aracı olmak rolüne soyunmasının ardından yeniden -eski çağlarda olduğu gibi- ikinci bir rol oynamaya itilir. Yani yeni tip yiyecek üretimi ve ihtiyaçların karşılanması biçiminin yanısıra ikincil bir alış-veriş aracı olur. Bu bile insanoğlunun muazzam bir başarısı sayılabilir. Eğer bu başarılırsa, daha az elle tutulur bir olasılık olmakla birlikte, insan, kendi düşüncelerini devam ettirmek istiyor ve soruyor: Öyleyse parayı neden tamamen ortadan kaldırmayalım ki?!..
*Alfred Sohn-Rethel, yaşadığı süre boyunca, Kant'ın 'Saf aklın eleştirisi' ve Karl Marx'ın 'Ekonomi politik'ini materyalist bir akıl teorisinde birleştirmeye çalıştı. Burada konumuzla ilgili olan şey, Sohn-Rethel'in, formal/soyut düşünce biçiminin kaynağını, meta/mal üretiminin soyutlanması gerçeğinde görmesidir. Sohn-Rethel'e göre Kant'ın bütün kategorileri, meta/mal değiş-tokuşu (alım-satımı) işleminde zaten varolmaktaydı; mesela zaman, kalite, kuantite, öz, değer vb. Gibi.
**Love Prade, her yıl 20 Nisan günü yapılıyor ve pop/rock konserleriyle “serbest aşk” kutlanıyor, “çılgınca” eğleniliyor.
***Burada sözü edilen kitap, Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno'nun birlikte yazdıkları 'Dialektik der Aufklärung' (Aydınlanma'nın diyalektiği) adlı kitabıdır (kitabı 1969'da Amerika'da yazmışlardı). Eleştirel teorinin en önemli metinlerinden biri sayılır. Modern kitle kültürüyle ilgilidir ve teknik/sosyal ilerlemenin karanlık yüzünü göstermeyi amaçlar. Kitabın Türkçesi için bkz.: Theedor W. Adorno, Max Horkheimer, “Aydınlanmanın Diyalektiği”. Çeviri: Oğuz Özügül. Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1996.