"Ah şu kara bıyıklı Türkler" lafını son hatırladığımda, Demirtaş Ceyhun Bebek'de bir yaz günü otobüse biniyordu. Otobüsün tam ortasında, yanımda durdu. Bir dönem "bestseller" ve benim sinirime dokunan az sayıdaki kitaptan biri olan bu tipik kompleksli liberal Türk ürününün bıyıksız yazarı artık malesef yaşamıyor. Allah rahmet eylesin. O kitaptan bu yana çok şey değişti, mesela Ülkücüler beyaz çorap giymiyor, ayakkabılarının arkasına basmıyorlar artık, Mao'nun herhangi bir zaman bıyığı olmuş gibi bir zamanlar "Mao bıyığı" denen ülkücü bıyığı da bırakmıyorlar, hatta bıyık bırakanları azaldı, demokrat bir kesim çıktı içlerinden, referandumda topyekün "Hayır" dediler. Urfa'da potur giyen, yaptıran, hatta puşi takanlar azaldı. Ama Referandum zaferi dolayısıyla sokaklara dökülenlerden biri, bir dönerci dükkanı işletmecisi, bir elinde Erdoğan posteri, diğer elinde Türk bayrağıyla, neden "Evet" dediğini bana şöyle izah ediyordu: "Elli milyarlık arabaya biniyorum, kendi evimi aldım. Bunlar hep Erdoğan zamanında oldu. Şimdi ekonomimiz yeniden havalanacak. Avrupa'ya Amerika'ya meydan okuyoruz, ordumuz Suriye'de, daha ne olsun?" Beni gözünde büyüttüğünden olacak, arabasının benim arabamdan aşağı kalır yanı olmadığını söylemek için, "Mesela senin araban ne?" dedi, ben "arabam yok" dediğimde adamın bakışlarını görmeliydiniz. Bir büyüklük, sessiz böbürlenme denemesi ve fena halde kafa karışıklığı...
Adamın, seküler bir tanıdığımla ilginç bir benzerliğini keşfettim. Daha önce hali vakti oldukça yerinde, doğma büyüme seküler biri de bana, "Evinin manzarası güzelmiş ama nerede oturuyorsun bakalım?" diye sormuştu. Araba ve ev konusunda sidik yarışı dünyası, güya birbirine zıt bu iki insan tipinin birbirini ürettiği toprağın da adı: "İnsanlarla aynı göz hizasında konuşamayan, birine ya yukarıdan bakıp onun ağası, veya aşağıdan bakıp onun köpeği olmadan yapamayan, yukarıdan baktığına 'lan' diye hitap etmeye teşne, aşağıdan baktığına 'abicim' diye yaltaklanmaya hazır zihniyet." Yasaların herkese eşit işlememesine alışık olmayan, hayatında torpilsiz hiçbir şey yapmamış, karısını bile annesi bulmuş, "abicim" dediklerini yalaya yalaya "yükselmiş", metrekare ve Lira'dan başka ölçüsü olmayan teneke insan modeli. Krize girmiş olan, işte bu eski zihniyet mensuplarının dünyasıdır...
Türkiye'nin en karabıyıklı ve bıyıksız Roma usulü kaymak traşlı odunlarının dünyasına "ateş düştü". Değerlerin maddeden ziyade insanla alakalı olduğunu anlamış 1990'lı Gezi kuşağının insanlarla aynı göz hizasında konuşan yeni kültürü derinden derine her yere sızıyor. Biatkar, sallabaş ve satınalınabilir insan yetiştirmenin önkoşulu olan beton ve teneke manyağı ruhsuzluk anlamını yitiriyor. Biat eden rahat edemiyor, sessiz kalan da rahat değil. Mal mülk de rahatlatmıyor. İnsani değerler ve onların yaşadığı yüksek kültür olmadan, maddi değerlerin anlamsızlığı yeniden anlaşılıyor. 1990'lı gençlik heryerde yükseliyor. Çarşaflı kadınların kulaklıkla otobüste en has Rock müziği dinlediği, Sulukule'nin yeniden Çingenelere verilmesi için mücadele eden Boğaziçili gençlerin Van'da tatil yaptığı, kendi arasında örgütlenmenin neredeyse yeni popüler kültür haline geldiği bir ülke burası. Eski Türkiye'nin vasat biatkar ahmaklık ve korkaklık "kültürü"nü reddediyorlar. Kendi malını mülkünü utanmadan kardeşinin malı mülküyle dahi kıyaslayıp kendine "yükseklik-alçaklık değeri" biçmeye devam ettiği halde, bir de salak salak "Neden böyle olduk" diye sorup duran bıyıklı bıyıksız, "dindar" ve "layık" Milletin gazı kaçtı. Bu cinslerin son temsilcisi, şimdi uzatmaları oynayan mühürsüz Müslümankardeşler rejimidir. Kuruyup küçüldükçe, Türkiye'nin yeni kanı-canı 1990 ruhu toplumun her yanına damar damar ilerliyor ve herkesi etkiliyor. İnsani değerlerin önemi güngeçtikçe yeniden anlaşılacak ve daha da artacaktır. Türkiye'de bir dönem sona eriyor. Evine en son otuz sene önce kitap almış, aldıkları da hiç ellenmediğinden çürüyüp birbirine kaynamış eski Türkiye'nin kerameti kendinden menkul "layık"ları ve onların takkeli gül bıyıklı "Müslüman" akrabaları, hep birlikte tarihin kalle kuyusunun kenarından dibe yuvarlanmayı bekliyorlar. Türklerin ruhu, bu satınalınabilir teneke-beton güruhunun fesatlıklarından kurtulmaya hazırlanıyor. Türkiye'de nasıl bir şeyin yükselmekte olduğunu görmek için pıtrak gibi her köşede yayınlanan yeni dergilere bakın. Gırgır dergisinin nasıl popüler olduğu ve gençler arasında nasıl bir kültür oluşturduğunu yaşamış biri olarak, yeni dergilere bakıp Türkiye gençliğini okumak mümkün. Sahici Edebiyat ve sıkı taşlamanın, mizahın, sahici entelektüalizmin bir karışımına özeniliyor. Kalite ve seviye 1978 gençliğinin çok üzerinde. Gül bıyıklı budaklı odunizmin "işbitirici Müslüman muhafazakar" eski Türkiye'ye katkısı, insanları sadece biatkar ruhsuz ev-araba-yat-kat sahiplerine indirgemek, düşük moddaki insani değerleri hepten iptal etmek oldu. İşte tam da bu aşamada 1990'lılar devreye girip, erdemli yüksek insani değerlere ve yüksek kültüre sahip çıktılar, çünkü değerlerin özü sadece ve sadece insandır. İnsan kalitesini yükseltememiş para/mal manyağı halkların yakalandığı aşağılık kompleksi hastalığından kurtuluşun çaresini çok iyi bilen yeni bir kuşak yaşıyor Türkiye'de ve ülkeyi artık onlar şekillendiriyor, onlar yönetecek...
Türkiye'nin en zor zamanları (Temmuz 2016 - Haziran 2018)
Yeni zaman anlayışına göre düşünmek hiç kolay değil. Türkiye de dünü-şimdisi-yarını ile bir bütünlük arzediyor, dünü ile yarını bir bütün. Bilincimiz esasen en fazla birkaç dakikalık bir zaman dilimini "Şimdi" sayıyor ve yaşıyor. Gerisi, bilincimiz için anı ve tahminden ibaret. Türkiye'nin yaşadığı bunaltan (hatta çıldırtan) gündem ve "gelişmeler" dizisinin ana fikri, Türklerin Dünyaya ve kendilerine yaklaşımlarında muazzam bir değişim yaşamalarıdır. Ben, (Türkiye toplumu özelinde) kendi içinde önemli benzerlikler taşıyan psikososyal algılar bütünününe, yani "Şimdiler" toplamına "Zaman kalitesi" diyorum. Ve 2016 Temmuz'u ile 2018 Haziran'ı arasındaki çok önemli dönem hakkında ileriye doğru bazı tahminlerde bulunmak istiyorum.
Türkiye'nin Değişim/Dönüşüm sürecinin en cıvcıvlı en kahreden, en sarsıcı döneminin 2017'de esas itibarıyla sona ereceğini ve ondan sonra daha düşük modda süreceğini düşünmüş ve bunu 2016 yılı başında yazmıştım. Artık bu berbat dönemin 2018'e doğru sarkacağını düşünüyorum.
Türkiye yapısal bir Değişim/Dönüşüm dönemi yaşıyor, ama bu, hiç ummadığımız ve istemediğimiz bir istikamete doğru ilerler görülüyor. Ben bu görüntüyü, ileriye atılmadan "önce geriye doğru salınım" olarak değerlendirmekte ısrar ediyorum. Tabii böyle kuru "fiziksel" tasfirler yapmak kolay. Anlatması kolay olmayan şey şu: Bu durum, sosyal karşılığı olan muazzam bir psikolojik gerilim anlamına geliyor. Türkiye'nin "artık sarsılmaz" denen bir çok kurumu sarsıldı, hatta büyük tahribata uğradı ve devletin üzerinden bir silindir geçti. Geçeceğini ve yeni/eski tüm muktedirleri çok fena sallayacağını da 2007'den beri bekliyordum. Günümüzde bu feci deprem, esas olarak hakim (islami) yapıyı sallıyor. Muktedirlerin hiç beklemediği bir şey oldu ve bir darbe girişimi yaşandı, islamcılık tam ortasından ikiye ayrılıp çöktü, bu olayı Yi Ching'in "Bo" işareti üzerinden anlatmıştım. Berbat sürecin başlangıcını ifade eden Temmuz 2016 (Darbe girişimi), bir sonuç üretti ve zorunlu değişimler yaşandı/yaşanıyor, çünkü Türkiye'nin muktedirleri kendilerini hiç güvende hissetmiyorlar ve başlarına yeni yeni neler geleceğini bilemiyorlar, tahmin de edemiyorlar. Bu zaman kalitesinin yarattığı baskı, ülkenin vatandaşları tarafından da fazlasıyla hissediliyor. Muktedirler bunun çok daha fazlasına maruz kaldıklarından, "sağları solları belli olmaz" vaziyetteler ve gerçekten "herşeyi" yapabilirler. Bu "herşey"in neler olabildiğini en son Referandum süreci ve seçiminde kısmen gördük. Çok daha kötüleri yaşanabilir, zira bu korkunç sürecin gerçekten en berbat dönemine -yani dibin en dibine- Nisan ayında girdik, Haziran/Temmuz ayında çıkacağız.
Bu çıldırtan dönemde (2018 ortasına kadar) kafayı yememenin en sağlıklı yolu, Türkiye'nin bu durumlara düşmesine neden olan sorunları tüm gerçekçiliğiyle tesbit edip çözmek hedefiyle cidden/samimiyetle çabalamaktır -daha fazla acıyı önlemenin tek yolu bu. İslamcı muktedirler ve müttefikleri Türkiye'ye, Dünyaya ve Geleceğe çok farklı bakıyorlar ve bu bakış, Türkiye'nin geleceğe uzanan gerçeğiyle bağdaşmıyor. Muhalefet dediğimiz kesim de benzer sorunlardan muzdarip, ama onlar yol alıyorlar, değişiyorlar, islamcı muktedirler gibi donup taşlaşmıyorlar, sorunları demokrasi temelinde yakınlaşarak aşmak yönünde önemli adımlar atıyorlar. Bu yılın Ağustos'una kadar hiç beklenmedik ve muktedirlerin ayağına dolaşıp fena halde bağ olan (onların da muhalefeti engellemeye çalıştıkları) etkiler sözkonusu. Bu etkiler karşılıklı engellemeler gibi görünse de, aynı zamanda iki tarafın tabanını daha yakın ortak bir noktaya doğru çekiyor. Huzursuzluk yoğunlaşarak süreceğe benzer. Şimdi sürecin en barbat "günümüz" aşamasında, muktedirlerin kendilerine fana halde gol attıkları durumlar yaşanacak, canları çok yanacak. Burada unutulmaması gereken, "çok sert" reaksiyon gösterme ihtimalleri -ki o reaksiyonlar da kendilerine attıkları yeni goller olacak. Yani dikkat!
Sürecin olumlu yanlarını artık herkes görebiliyor. Bir taraftan, muazzam bir demokrasi ve hoşgörü iklimi oluşmakta. Kürtlerle Türk Milliyetçilerinin, Refahçılarla Atatürkçülerin ve daha bir çok "yanyana bile gelmez" denen kesimin, kendi aralarında son derece medeni bir dil kullanmaya başlamaları, demokratik laik değerler temelini esas almaları, mütevazilikleri, centilmenlikleri çok güzel bir ilk kazanım. İstanbul ve Anadolu'da yepyeni bir şey doğuyor, ama "şimdilik" oldukça acıyacak ve acı, herkesi uyanık tutacak. Oluşan yeni ve uygar iklimin gelecekte kalıcı sağlam bir zaman kalitesine dönüşmesini sağlamak bir zorunluluk ve çok önemli, çünkü Türkiye olumlu yeni zaman kalitesinde uzunca bir süre yaşayacak. Doğumlar sancılıdır, ama sonrasında bu sancıya değdiğini herkes görür, görecektir.
1969 yılının olağan mucizeleri
O yıl Türkiye'de sadece 12 yeni Türkçe roman yayınlanmış, 18 hikaye kitabı, 17 de şiir kitabı. Hepsi bu kadar. Gerisi çeviri, eski kitapların yeni baskısı, araştırma inceleme ve saire.
İş makinaları, çitler, polis barikatları nedeniyle artık yürünemeyen İstiklal Caddesinin etrafındaki sahaflar yaşamaya devam ediyor, kozmetik dükkanlarının istilası henüz ara sokaklara kadar giremedi ve işte orada bir yerde sayfalarının tamamı açılmamış bir Varlık 1970 Yıllığını hemen alıyorum ve Nişantaşı'na iniyorum (çünkü Beyoğlu'nun o halini her gün görmek artık zor geliyor).
Varlık'ın kitapları kadar yıllıkları da birer külttü ve beni en çok da sayfalarını çakıyla açmak ve desenler ilüstrasyonlar ilgilendirirdi. Nostalji niyetine aldığım 580 sayfalık kitabı böylesine heyecanla okuyacağımı düşünemezdim, çünkü bir çok hoş sürprizle karşılaştım. Mesela artık asla okumadığım Doğan Hızlan'ın sözünü kesinlikle esirgemeden ne kadar müthiş ve net edebiyat eleştirileri yazdığını gördüm. O yıl Bedri Rahmi Eyuboğlu "Karadut" adlı kült şiirini de içeren şiir kitabının yeni baskısını yayınlamış. Yaşar Nabi gibi Varlık yayınlarının ilahının şiirlerini "bugün için biraz fazla bireysel" bulan Hızlan, bana May yayınlarını ve bu yayınevinin şiir ödülünü hatırlatıyor, Özdemir İnce ile beraber Mehmet Karabulut da almış ödülü. Rıfat Ilgaz "Karakılçık" diye bir şiir kitabı yayınlamış. Büyük yazarı, daha önceki eserlerinden etkilenmeden hakkıyla eleştiren Hızlan, daha bugün yolda gördüğüm, aynı kahveye takıldığım Hilmi Yavuz'un yeni şiir kitabı "Bakış Kuşu"nu tanıtıyor. Doğan Hızlan, "A Dergisi çevresinde ün yapan şairlerin içinde Hilmi Yavuz adını hatırlayacaksınız. Yavuz, başarılı şiirlerini bir kenara atıp gazeteciliğin o günlük çarkı içinde döner olmuştu. Şimdi ilk şiir kitabını çıkardı" diyor. Böylece Hilmi Yavuz'un basında yazmak merakının oldukça eski olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Hızlan'ın en etkilendiğim eleştirisi, Yüksel Pazarkaya hakkında yazdıkları. Almanya'da yaşayıp biraz oranın yazı-çizi çevrelerinden haberi olan herkes tanır Pazarkaya'yı ve "şiir" diye yazdığı şeylerin gerçekten kötü olduğunu bilir. Hızlan daha 1970'de aynen şöyle eleştirmiş: "Kitabının başında şirle ilgili birtakım savlar ortaya atıyor, ondan sonra da kendi şiirrinde bunları uygulayamıyor. Mekanik bir şiir dili ve kurgusundan başka bir şey elde edememiş. Pazarkaya'nın şiirleri üzerine başarısız demekten başka yapacak ve yazacak bir şey yok. Her yeniliğin güzellik olmadığını, her değişikliğin başarıya götürmediğini bilmesi gerekli."
Ama Doğan Hızlan'ın tek tek incelediği bütün yeni şiir kitapları arasında Doğan Işıksaçan'ın "Kedinin Yeni Görevi" hakkında yazdıkları, doğrucu davutluğun şahikası. Sadece birkaç satır ve son cümlesi aynen şöyle: "Şiirimize de, şairine de yararı dokunmayan karalamalar."
Çocuk halimle çok sevdiğim (hâlâ severim) Varlık yıllıklarını boşuna sevmemişim. Kitap tam bir hazine. Yeni çıkan romanlar arasında neler yok ki. Yaşar Kemal'in tefrika halinde yayınladığı "Ölmez Otu" Ant yayınları tarafından basılmış, sonra "İnce Memet"in ikinci cildi. Orhan Kemal'in hiç duymadığım iki romanı ve yeniden genişletilmiş haliyle "Murtaza" Cem yayınlarından çıkmış. Ben bu yayınevinin masal kitaplarının müptelasıydım. Sonra Mehmet Seyda, Muzaffer Buyrukçu, Kemal Bilbaşar ve Tanrılara eş Halikarnas Balıkçısı. Kemal Tahir ünlü "Kurt Kanunu"nu 1969'da yayınlamışmış meğer.
Yıllıkta "Yılın Düşünceleri" başlığı altında yazıları yer alanlar arasında kimler yok ki! Aziz Nesin, Fakir Baykurt, bu devlerle tanışma şerefine nail oldum. Diğerleri arasında Abdi İpekçi, İlhan Selçuk, Cüneyt Arcayürek, Nadir Nadi, Şevket Süreyya Aydemir, Oktay Akbal var ve yakın geçmişten tanıdığımız Yekta Güngör Özden. Kitabın "Hikayeler" bölümü o kadar değil de "Şiirler" bölümü çarpıcı. Bir çoğunun adını bilmediğim veya unuttuğum şairlerin öyle güzel şiirleri var ki, kitap bitmesin diye yavaş okuyorum, hergün iki-üç şiir.
"Yıllık" geleneğini, Türkiye'nin en iyi edebiyat yayınevlerinin başında gelen Can Yayınları yeniden canlandırdı. Sanat olaylarının ağırlıkta olduğu yıllıklar yayınlıyor ve geçen seneki -galiba ilkiydi- aldım, bu yılın yıllığını henüz almadım. Bütün bu sahici yıldızlar geçidi içinde ozamanlar da "Sağ" denen kesimden kimseler yok, hele islami birileri hiç yok. Bugün de dikkat çeken bu durum, orada duran dev Sezai Karakoç dışında oldukça kıraç görünüyor ve Türkiye'nin bu muazzam hazinesini bugün sürdüren, o zamanın devamı sayabileceğimzi edebiyatçı sayısı malesef o zamankinden fazla değil, çok daha az. Bunun nedeni, okuma kültürünün olağanüstü boyutlarda değişmesi elbette ama edebiyat zevkinin önemli ölçüde alan kaybettiğini de kabul etmemiz gerekiyor. Bir yıl önce resmen yayına başlasa da 1969'da Türkiye'de Ankara'nın bir bölümü dışında televizyon yayını yoktu. Deneme yayın hakları da1971'de İTÜ'den TRT'ye devredildi. Yani herkes gazete kitap okuyor, kahvelerde bangır bangır radyolar çalıyor, maç dinleniyordu. Yazarların birer star olduğu dönem, galiba 1971 darbesiyle sona erdi. 1970 yıllığında yazanlar, yaptıkları işi nasıl ciddiye almışlar, o zamanın tekniği ve düşünce yapısıyla nasıl güzel bir kitap üretmişler. Henüz samanlı kötü bir kağıt, kapak için berbat bir karton kullanılıyor ama nasıl samimi, nasıl kaliteli, nasıl güzel, üstelik mis gibi de kitap kokuyor. Yokedilemeyen Beyoğlu'nun kedili sahafları, işte böyle hazineler barındırıyor.
İş makinaları, çitler, polis barikatları nedeniyle artık yürünemeyen İstiklal Caddesinin etrafındaki sahaflar yaşamaya devam ediyor, kozmetik dükkanlarının istilası henüz ara sokaklara kadar giremedi ve işte orada bir yerde sayfalarının tamamı açılmamış bir Varlık 1970 Yıllığını hemen alıyorum ve Nişantaşı'na iniyorum (çünkü Beyoğlu'nun o halini her gün görmek artık zor geliyor).
Varlık'ın kitapları kadar yıllıkları da birer külttü ve beni en çok da sayfalarını çakıyla açmak ve desenler ilüstrasyonlar ilgilendirirdi. Nostalji niyetine aldığım 580 sayfalık kitabı böylesine heyecanla okuyacağımı düşünemezdim, çünkü bir çok hoş sürprizle karşılaştım. Mesela artık asla okumadığım Doğan Hızlan'ın sözünü kesinlikle esirgemeden ne kadar müthiş ve net edebiyat eleştirileri yazdığını gördüm. O yıl Bedri Rahmi Eyuboğlu "Karadut" adlı kült şiirini de içeren şiir kitabının yeni baskısını yayınlamış. Yaşar Nabi gibi Varlık yayınlarının ilahının şiirlerini "bugün için biraz fazla bireysel" bulan Hızlan, bana May yayınlarını ve bu yayınevinin şiir ödülünü hatırlatıyor, Özdemir İnce ile beraber Mehmet Karabulut da almış ödülü. Rıfat Ilgaz "Karakılçık" diye bir şiir kitabı yayınlamış. Büyük yazarı, daha önceki eserlerinden etkilenmeden hakkıyla eleştiren Hızlan, daha bugün yolda gördüğüm, aynı kahveye takıldığım Hilmi Yavuz'un yeni şiir kitabı "Bakış Kuşu"nu tanıtıyor. Doğan Hızlan, "A Dergisi çevresinde ün yapan şairlerin içinde Hilmi Yavuz adını hatırlayacaksınız. Yavuz, başarılı şiirlerini bir kenara atıp gazeteciliğin o günlük çarkı içinde döner olmuştu. Şimdi ilk şiir kitabını çıkardı" diyor. Böylece Hilmi Yavuz'un basında yazmak merakının oldukça eski olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Hızlan'ın en etkilendiğim eleştirisi, Yüksel Pazarkaya hakkında yazdıkları. Almanya'da yaşayıp biraz oranın yazı-çizi çevrelerinden haberi olan herkes tanır Pazarkaya'yı ve "şiir" diye yazdığı şeylerin gerçekten kötü olduğunu bilir. Hızlan daha 1970'de aynen şöyle eleştirmiş: "Kitabının başında şirle ilgili birtakım savlar ortaya atıyor, ondan sonra da kendi şiirrinde bunları uygulayamıyor. Mekanik bir şiir dili ve kurgusundan başka bir şey elde edememiş. Pazarkaya'nın şiirleri üzerine başarısız demekten başka yapacak ve yazacak bir şey yok. Her yeniliğin güzellik olmadığını, her değişikliğin başarıya götürmediğini bilmesi gerekli."
Ama Doğan Hızlan'ın tek tek incelediği bütün yeni şiir kitapları arasında Doğan Işıksaçan'ın "Kedinin Yeni Görevi" hakkında yazdıkları, doğrucu davutluğun şahikası. Sadece birkaç satır ve son cümlesi aynen şöyle: "Şiirimize de, şairine de yararı dokunmayan karalamalar."
Çocuk halimle çok sevdiğim (hâlâ severim) Varlık yıllıklarını boşuna sevmemişim. Kitap tam bir hazine. Yeni çıkan romanlar arasında neler yok ki. Yaşar Kemal'in tefrika halinde yayınladığı "Ölmez Otu" Ant yayınları tarafından basılmış, sonra "İnce Memet"in ikinci cildi. Orhan Kemal'in hiç duymadığım iki romanı ve yeniden genişletilmiş haliyle "Murtaza" Cem yayınlarından çıkmış. Ben bu yayınevinin masal kitaplarının müptelasıydım. Sonra Mehmet Seyda, Muzaffer Buyrukçu, Kemal Bilbaşar ve Tanrılara eş Halikarnas Balıkçısı. Kemal Tahir ünlü "Kurt Kanunu"nu 1969'da yayınlamışmış meğer.
Yıllıkta "Yılın Düşünceleri" başlığı altında yazıları yer alanlar arasında kimler yok ki! Aziz Nesin, Fakir Baykurt, bu devlerle tanışma şerefine nail oldum. Diğerleri arasında Abdi İpekçi, İlhan Selçuk, Cüneyt Arcayürek, Nadir Nadi, Şevket Süreyya Aydemir, Oktay Akbal var ve yakın geçmişten tanıdığımız Yekta Güngör Özden. Kitabın "Hikayeler" bölümü o kadar değil de "Şiirler" bölümü çarpıcı. Bir çoğunun adını bilmediğim veya unuttuğum şairlerin öyle güzel şiirleri var ki, kitap bitmesin diye yavaş okuyorum, hergün iki-üç şiir.
"Yıllık" geleneğini, Türkiye'nin en iyi edebiyat yayınevlerinin başında gelen Can Yayınları yeniden canlandırdı. Sanat olaylarının ağırlıkta olduğu yıllıklar yayınlıyor ve geçen seneki -galiba ilkiydi- aldım, bu yılın yıllığını henüz almadım. Bütün bu sahici yıldızlar geçidi içinde ozamanlar da "Sağ" denen kesimden kimseler yok, hele islami birileri hiç yok. Bugün de dikkat çeken bu durum, orada duran dev Sezai Karakoç dışında oldukça kıraç görünüyor ve Türkiye'nin bu muazzam hazinesini bugün sürdüren, o zamanın devamı sayabileceğimzi edebiyatçı sayısı malesef o zamankinden fazla değil, çok daha az. Bunun nedeni, okuma kültürünün olağanüstü boyutlarda değişmesi elbette ama edebiyat zevkinin önemli ölçüde alan kaybettiğini de kabul etmemiz gerekiyor. Bir yıl önce resmen yayına başlasa da 1969'da Türkiye'de Ankara'nın bir bölümü dışında televizyon yayını yoktu. Deneme yayın hakları da1971'de İTÜ'den TRT'ye devredildi. Yani herkes gazete kitap okuyor, kahvelerde bangır bangır radyolar çalıyor, maç dinleniyordu. Yazarların birer star olduğu dönem, galiba 1971 darbesiyle sona erdi. 1970 yıllığında yazanlar, yaptıkları işi nasıl ciddiye almışlar, o zamanın tekniği ve düşünce yapısıyla nasıl güzel bir kitap üretmişler. Henüz samanlı kötü bir kağıt, kapak için berbat bir karton kullanılıyor ama nasıl samimi, nasıl kaliteli, nasıl güzel, üstelik mis gibi de kitap kokuyor. Yokedilemeyen Beyoğlu'nun kedili sahafları, işte böyle hazineler barındırıyor.
Seçimleri, seçme hakkını ve demokrasiyi yeniden düşünmek
İnternetten "Seçme hakkı"yla ilgili Türkçe yazı arıyorum, önce "Kadınlara seçim hakkı" ile ilgili veriler geliyor. Seçme hakkının "kadir-i mutlak" bir hak olduğu düşüncesi öyle bir klişeleşmiş ki, bunu tartışan da yok. Türkiye'de kadınların katıldığı ve aday olduğu ilk seçimler, 1930 yerel seçimleri, kadınların milletvekili seçildiği ilk genel seçimler ise 1934'de yapılmış. Seçimlerde kadın-erkek ayrımının bir çok Batılı ülkeden daha önce gerçekleşmesi övünülecek bir şey elbette. Türkiye'de ilk seçimler 1876'da. Seçime katılabilmek için 25 yaşında erkek olmak ve mülk sahibi olmak gerekiyormuş.
Tarihte vatandaşlara seçme seçilme hakkı verip 1787 yılında seçime giden ilk halk Amerikalılar, onları Fransız İhtilali'nin ardından 1848'de İsviçreliler ve Fransızlar, 1871'de Almanya izlemiş. İlk Osmanlı-Türk Meclisi Mebusan'ı açıldıktan bir yıl kadar sonra Sultan Abdülhamit tarafından 1877 Rus Harbi bahanesiyle beş aylığına, 1878'de de hepten kapatılmış. Bunları, bugün aşina olduğumuz "Seçme-seçilme hakkı"nın ne kadar yeni olduğunu göstermek amacıyla yazıyorum sadece. Gerçi kendi arasında seçim yapmak adeti çok eski, ama bugünkü gibi her vatandaşa otomatikman seçme seçilme hakkı tanınması tarihte çok yeni bir şey.
"Seçimler", 20'inci Yüzyılda "Demokrasinin olmazsa olmazı" olarak görüldü ve Amerikalı Felsefe profesörü Jason Brennan'ın deyimiyle "Batının dini haline gelen Demokrasi"nin kutsallarından biri haline geldi. Sistem iyi işlediği ve yolsuzluk belli makul sınırlar içinde tutulabildiği sürece, yöneticilerinin kim olacağına oy kullanarak karar veren halkın tercihleri belli makul sınırlar içinde kalıyordu ve ülkelerin gelişmesini sağlıyor, ona engel teşkil etmiyordu. Neoliberal dönemde 2008 krizi sonrası bozulma hızlandıkça, Türkiye dahil bir çok ülkede popülist yönetimler, gelecek perspektifi konusunda oldukça sorunlu, hatta ülkeleri için tehlikeli hale geldiler. Bozulan ekonomilerin tehdit ettiği az eğitimli vasıfsız ve ülke sorunları konusunda bilgisiz kesimler, kalabalık olduklarından oy çokluğuyla ülkelerin yönetimlerini belirlemeye başladılar. Bu kesimler kolayca nefret diline tevessül eden, hoşgörüsüz, muhafazakar ve otoriter eğilimliler. Demokrasi'nin bir çok sorunu var ve bunlar tartışılıyor da, ama ilk kez demokrasinin benimsenmiş ana faktörlerinden biri ülkelerin ayağına dolaşıyor: Herkese eşit seçme hakkı. Bu ilke nedeniyle klientalizm, vasatlaşma, ufuksuzluk ve kaba bir kapitalizm anlayışı, birçok ülke gibi Türkiye'yi de esir aldı. Türkiye'nin önünü kapatan ve ülkenin zirvesine vasatları taşıyan, ama üretenleri, yaratıcı ve Dünya ile her konuda aşık atabilecek olanları sistemin kenarına itiyor.
Sorun elbette sadece Türkiye'nin sorunu değil ve konu -Trump seçildiğinden beri- artık ABD gibi, "halka seçim hakkı"nın mucidi ülkelerde bile cidden tartışılıyor. Popülizmle başa çıkmak için daha fazla demokrasiye ihtiyaç olduğunu söyleyem Jürgen Habermas ve Frankfurt okulu, yani Avrupa varken, bu bozulmayla başa çıkmak ve geleceğe uygun bir gelişme ivmesi tutturabilmek için seçim hakkını gözden geçirmek gerektiğini düşünenler hiç de az değil. Bilindiği kadarıyla az eğitimli az kültürlü ve toplumun alt kesimlerinden olan veya bu kesimlere doğru kayan kesimlerin, popülizmi destekledikleri tüm Dünyada veri. Ve bu kesimler ülkelerinin sorunları konusunda ya çok bilgisiz ya da çok önyargılı olduklarından, seçtikleri politikacılar da ona göre oluyor ve sorunların çözümü yerine akütleştiği bir kısır döngünün içine giriliyor. Türkiye de tam böyle bir dönemi yaşıyor.
Ülkelerin daha yetkin, akıllı, yaratıcı ve global dünyayı iyi tanıyan kişiler tarafından yönetilebilmesi için, halkın kendi seçkinlerine teveccüh etmesi gerekiyor. Türkiye'de böyle bir teveccüh göremiyoruz, daha ziyade sahici elitlerden nefret eden bir çoğunluk kitle var. Aynı durum Hindistan'da farklı. Orada cehalet ve fakirlik daha derin olmasına rağmen halk kendine benzeyen cahil cühelayı değil, dünya klasmanındaki elitlerini seçiyor, bu psikolojik bir üstünlük elbette, ama bir ülkenin kaderi cahil ahalisinin keyfine bırakılabilir mi? Asıl soru burada. Bu konuda sağlam ve garantili kurallar geliştirmek gerekiyor. Seçme hakkını eğitim seviyesine endekslemek de yeterli ölçüde demokratik değil. Ama insanların, ülkelerinin sorunları hakkında objektif verilerden haberdar olduklarını ve bu yüzden seçimlerinin sağlıklı olduğuna güvenebileceğimiz bir ön seçim, bir bilgi tasti yapılabilir. Bunu öneren Amerikalı felsefe profesörü Brennan, iki tür oy öneriyor: Bilgisiz vatandaşın oyu ve çok kez sayılabilecek bilgili vatandaşların oyu veya buna benzer bir şey. Yerel seçimlerde herkesin kendi ilinin yöneticilerini seçerken bildiğimiz şekilde oy kullanılması, ama ülkenin yönetiminde böyle bir yöntem izlenmesi. Böylece vatandaşlar arasında, ülkenin sorunları hakkında ciddi bilgilenmeyi destekleyecek bir atmosfer de yaratılmış oluyor ve bu da büyük bir olasılıkla yöneticilerin kalitesinin artmasına neden oluyor.
Ülkelerin iyi yönetilmeleri için, Platon'un ideali bir tür "Bilgeler yönetimi" kurmak da mümkün. Epistokrasi denen ve halkın eğitimli/kültürlü yüzde 20-25'lik kesimi tarafından seçilmiş bilgelerin yönettiği bir sistem de olanaksız değil. 1918'e kadar Büyük Britan'yanın kendi Meclis'ini buna benzer bir yöntemle belirlediğini biliyoruz, 19'uncu yüzyıldaki seçimlerde de oy kullananların varlıklı olması, şartlardan biri, tıpkı Türkiye'de de olduğu gibi. Ayrıca demokraside tesadüflere daha çok şans tanımak gerektiğini savunan ve yeniliğin, dinamizmin bu şekilde canlı tutulabileceğini söyleyenler de var. Mesela Meksikalı filozof Claudio Lopez-Guerra, ülkenin yönetimini piyango ile belirlenmiş yirmibin bilgili kişinin belirlemesinin yeterli olacağını düşünüyormuş (Spiegel 14/2017).
Alışkanlıkların değişmesi hiç bir zaman kolay olmamıştır, hele bu alışkanlıklara ulvi anlamlar da yüklenmişse. Demokrasi, bilinen en iyi yönetim biçimi ama mutlak değil, ve sonuçta asıl konu bir ülkenin iyi yönetilmesi. Halkın mutluluk ve refah katsayısından tutun da iklimlerin bozulmamasına ve Yeryüzündeki hayatın gözetilmesine kadar birçok konunun cidden ele alınmasını gerektiren bir Dünyada yaşıyoruz. Deneme-yanılma metoduyla betonarme rant ekonomisiyle sırf çoğunluk yöneticilerine meftun olmuş diye bir ülkenin uçurumun kenarında dolanıp durmasına seyirci kalmak artık mümkün değil. Türkiye gibi kötü yönetilen ve bir beton tarlasına dönem önemli bir ülkenin yeniden kendine gelip sahiden yükselebilmesi, bu ülkenin ehil yaratıcı ve akıllı Çocukları tarafından yönetilmesine bağlı. Bunun yöntemleri de mevcut.
Tarihte vatandaşlara seçme seçilme hakkı verip 1787 yılında seçime giden ilk halk Amerikalılar, onları Fransız İhtilali'nin ardından 1848'de İsviçreliler ve Fransızlar, 1871'de Almanya izlemiş. İlk Osmanlı-Türk Meclisi Mebusan'ı açıldıktan bir yıl kadar sonra Sultan Abdülhamit tarafından 1877 Rus Harbi bahanesiyle beş aylığına, 1878'de de hepten kapatılmış. Bunları, bugün aşina olduğumuz "Seçme-seçilme hakkı"nın ne kadar yeni olduğunu göstermek amacıyla yazıyorum sadece. Gerçi kendi arasında seçim yapmak adeti çok eski, ama bugünkü gibi her vatandaşa otomatikman seçme seçilme hakkı tanınması tarihte çok yeni bir şey.
"Seçimler", 20'inci Yüzyılda "Demokrasinin olmazsa olmazı" olarak görüldü ve Amerikalı Felsefe profesörü Jason Brennan'ın deyimiyle "Batının dini haline gelen Demokrasi"nin kutsallarından biri haline geldi. Sistem iyi işlediği ve yolsuzluk belli makul sınırlar içinde tutulabildiği sürece, yöneticilerinin kim olacağına oy kullanarak karar veren halkın tercihleri belli makul sınırlar içinde kalıyordu ve ülkelerin gelişmesini sağlıyor, ona engel teşkil etmiyordu. Neoliberal dönemde 2008 krizi sonrası bozulma hızlandıkça, Türkiye dahil bir çok ülkede popülist yönetimler, gelecek perspektifi konusunda oldukça sorunlu, hatta ülkeleri için tehlikeli hale geldiler. Bozulan ekonomilerin tehdit ettiği az eğitimli vasıfsız ve ülke sorunları konusunda bilgisiz kesimler, kalabalık olduklarından oy çokluğuyla ülkelerin yönetimlerini belirlemeye başladılar. Bu kesimler kolayca nefret diline tevessül eden, hoşgörüsüz, muhafazakar ve otoriter eğilimliler. Demokrasi'nin bir çok sorunu var ve bunlar tartışılıyor da, ama ilk kez demokrasinin benimsenmiş ana faktörlerinden biri ülkelerin ayağına dolaşıyor: Herkese eşit seçme hakkı. Bu ilke nedeniyle klientalizm, vasatlaşma, ufuksuzluk ve kaba bir kapitalizm anlayışı, birçok ülke gibi Türkiye'yi de esir aldı. Türkiye'nin önünü kapatan ve ülkenin zirvesine vasatları taşıyan, ama üretenleri, yaratıcı ve Dünya ile her konuda aşık atabilecek olanları sistemin kenarına itiyor.
Sorun elbette sadece Türkiye'nin sorunu değil ve konu -Trump seçildiğinden beri- artık ABD gibi, "halka seçim hakkı"nın mucidi ülkelerde bile cidden tartışılıyor. Popülizmle başa çıkmak için daha fazla demokrasiye ihtiyaç olduğunu söyleyem Jürgen Habermas ve Frankfurt okulu, yani Avrupa varken, bu bozulmayla başa çıkmak ve geleceğe uygun bir gelişme ivmesi tutturabilmek için seçim hakkını gözden geçirmek gerektiğini düşünenler hiç de az değil. Bilindiği kadarıyla az eğitimli az kültürlü ve toplumun alt kesimlerinden olan veya bu kesimlere doğru kayan kesimlerin, popülizmi destekledikleri tüm Dünyada veri. Ve bu kesimler ülkelerinin sorunları konusunda ya çok bilgisiz ya da çok önyargılı olduklarından, seçtikleri politikacılar da ona göre oluyor ve sorunların çözümü yerine akütleştiği bir kısır döngünün içine giriliyor. Türkiye de tam böyle bir dönemi yaşıyor.
Ülkelerin daha yetkin, akıllı, yaratıcı ve global dünyayı iyi tanıyan kişiler tarafından yönetilebilmesi için, halkın kendi seçkinlerine teveccüh etmesi gerekiyor. Türkiye'de böyle bir teveccüh göremiyoruz, daha ziyade sahici elitlerden nefret eden bir çoğunluk kitle var. Aynı durum Hindistan'da farklı. Orada cehalet ve fakirlik daha derin olmasına rağmen halk kendine benzeyen cahil cühelayı değil, dünya klasmanındaki elitlerini seçiyor, bu psikolojik bir üstünlük elbette, ama bir ülkenin kaderi cahil ahalisinin keyfine bırakılabilir mi? Asıl soru burada. Bu konuda sağlam ve garantili kurallar geliştirmek gerekiyor. Seçme hakkını eğitim seviyesine endekslemek de yeterli ölçüde demokratik değil. Ama insanların, ülkelerinin sorunları hakkında objektif verilerden haberdar olduklarını ve bu yüzden seçimlerinin sağlıklı olduğuna güvenebileceğimiz bir ön seçim, bir bilgi tasti yapılabilir. Bunu öneren Amerikalı felsefe profesörü Brennan, iki tür oy öneriyor: Bilgisiz vatandaşın oyu ve çok kez sayılabilecek bilgili vatandaşların oyu veya buna benzer bir şey. Yerel seçimlerde herkesin kendi ilinin yöneticilerini seçerken bildiğimiz şekilde oy kullanılması, ama ülkenin yönetiminde böyle bir yöntem izlenmesi. Böylece vatandaşlar arasında, ülkenin sorunları hakkında ciddi bilgilenmeyi destekleyecek bir atmosfer de yaratılmış oluyor ve bu da büyük bir olasılıkla yöneticilerin kalitesinin artmasına neden oluyor.
Ülkelerin iyi yönetilmeleri için, Platon'un ideali bir tür "Bilgeler yönetimi" kurmak da mümkün. Epistokrasi denen ve halkın eğitimli/kültürlü yüzde 20-25'lik kesimi tarafından seçilmiş bilgelerin yönettiği bir sistem de olanaksız değil. 1918'e kadar Büyük Britan'yanın kendi Meclis'ini buna benzer bir yöntemle belirlediğini biliyoruz, 19'uncu yüzyıldaki seçimlerde de oy kullananların varlıklı olması, şartlardan biri, tıpkı Türkiye'de de olduğu gibi. Ayrıca demokraside tesadüflere daha çok şans tanımak gerektiğini savunan ve yeniliğin, dinamizmin bu şekilde canlı tutulabileceğini söyleyenler de var. Mesela Meksikalı filozof Claudio Lopez-Guerra, ülkenin yönetimini piyango ile belirlenmiş yirmibin bilgili kişinin belirlemesinin yeterli olacağını düşünüyormuş (Spiegel 14/2017).
Alışkanlıkların değişmesi hiç bir zaman kolay olmamıştır, hele bu alışkanlıklara ulvi anlamlar da yüklenmişse. Demokrasi, bilinen en iyi yönetim biçimi ama mutlak değil, ve sonuçta asıl konu bir ülkenin iyi yönetilmesi. Halkın mutluluk ve refah katsayısından tutun da iklimlerin bozulmamasına ve Yeryüzündeki hayatın gözetilmesine kadar birçok konunun cidden ele alınmasını gerektiren bir Dünyada yaşıyoruz. Deneme-yanılma metoduyla betonarme rant ekonomisiyle sırf çoğunluk yöneticilerine meftun olmuş diye bir ülkenin uçurumun kenarında dolanıp durmasına seyirci kalmak artık mümkün değil. Türkiye gibi kötü yönetilen ve bir beton tarlasına dönem önemli bir ülkenin yeniden kendine gelip sahiden yükselebilmesi, bu ülkenin ehil yaratıcı ve akıllı Çocukları tarafından yönetilmesine bağlı. Bunun yöntemleri de mevcut.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)