1980'lerde herkes otomobil satın almak istiyordu. Üniversite öğrencileri bile kör topal bir araba ediniyordu. Berlin'de en rağbetteki, en fiyakalı öğrenci arabası Citroen 2CV denen sevimli gaz tenekesiydi ve tabii Türkiye'de "tosbaa" dediğimiz VW Käfer (böcek). Aklı Türkiye'de kalmış zengin İstanbul çocukları ise Berlin caddelerinde elden düşme BMW'leri tercih ediyorlardı. Otomobil, o yılların en önemli statü sembolüydü. 1990'ların neoliberalizminde Türkiye'de de "oturmuş inanç", eski Türk filmlerindeki "zenginlerden" bildiğimiz "Araba yat kat" meselesiydi ve buradaki "kat", "villa" olarak değiştirilmişti. Ama Berlin'de sadece mala mülke değil, bir de eğitim seviyesi ve kültüre bakılıyordu, başka semboller de vardı elbette. Eğitim, Türkiye'de de daima önemli olmuştur, ama son 60 yıldır asıl statü sembolleri maddi şeylerdi. Bu biraz da Türkiye'nin muhafazakar muktedirleriyle ve onların dünyadan kopukluğuyla ilgili bir durum elbette. Ama Türkiye Avrupa'nın hemen kıyısında, onunla tarihten ve ticaretten gelen sağlam bağlara sahip bir yer olduğundan, burada en bağnaz rejimler de yaşasa, Avrupa'da görülen her trend mutlaka Türkiye'ye de uğrar.
"Lüks" ile "Statü sembolü" kavramları genellikle birbirine karıştırılır. Lüks, daha içine kapalı yaşanan ve mutlaka bir felsefesi olmayan, parası olan herkesin kullanabileceği, mutlaka anlamlı olmak zorunda olmayan şeyler ve durumlarla ilgili bir kavramdır. Ama statü sembolü, zamanın ruhunu yansıtan ve belli bir elit çevreye dahil olunduğunu -dışarıya- gösteren, başkalarına bunun sinyalini gönderen şeyler ve durumlardır. Statü sembolleri önemlidir, çünkü özgün bir zaman diliminde trendlerin yönüne dikkat çekerler, benimsenen yaşam türü ve kalitesi ile ilgili önemli ipuçları sunarlar. Mesela ilk ortaya çıktıklarında Türkiye'de herkesin "bitli" diye küçümsediği Hipilerin bir devrin kültürünü nasıl etkiledikleri malum. Bugün 1968'lileri kimse küçümsemiyor. O hareketle sosyalizm kurulmadı ama Dünya popüler kültürünün kökten değişiminin piminin 1968'de çekildiğini herkes biliyor, tıpkı "Bitti" denen Gezi/Haziran kültürü gibi.Postkapitalist paradigmanın etkisini adım adım artırdığı günümüzde de yeni statü sembollerinin oluştuğunu, artık yüksek sesle ifade edebiliriz. Bunlardan ilki "Boş zaman"...
Türkiye'de ortodoks Sol hâlâ "Emekçiler"i ve "iş"i kutsayadursun, günümüzün en önemli üç statü sembolünün başında, "sağlıklı yaşam" ile kombine edilmiş halde düşünülen "kendine ayırabildiğin kaliteli boş zaman" geliyor. Eskiden Avrupa'da iş günlerinde sokaklarda kimsenin olmaması "iyi bir şey" sayılıyordu. Şimdi, çok iyi giyimli adamları ve kadınları parklarda, ayaküstü dakikalarca sohbet ederken görebiliyorsunuz. Uzun sabah kahvaltıları, günübirlik kaçamaklar, çocuğuyla iş vakti dışarıda uzun uzun oynayabilenler, imtiyazlı sayılıyor ve bu bir statü sembolü -tabii belli şartlar altında...
Türkiye'de asla çok ciddiye alınmadı ama günümüzde Avrupa'sından Amerika'sına, oradan Çin ve Japonya'sına kadar eğitimli/kültürlü/yetenekli olmak, en önemli statü sembolü sayılmaya devam etmekle birlikte, bu kişiler kesinlikle iş manyağı değiller ve büyük çoğunluğu evlerindeki ofislerinde çalışıyorlar ve kendilerine bol zaman ayırıyorlar. Yaşam biçiminin "iş zaman ve boş zaman" diye ayrılmasının bu sisteme özgü bir dangalaklık türü olduğunu, sekiz saat tam gün "ücretli iş" anlayışının insan doğasına aykırı olduğunu on yıl önce yayınlanan kitabımda da belirtmiştim ("Daha Nereye Kadar" 2005). Aynı dönemlerde Avrupa'daki dostlar da bu konuyu işliyorlardı. Bu bilincin mayası Avrupa'da ve Amerika'da tuttu, burada ise Solcular, Marx'ın eleştirdiği "Ücretli iş" (Arbeit) ve "İşçi"yi, hâlâ "Emek" ve "Emekçi" diye kutsuyorlar, ama büyünce işçi olmak isteyen bir tek çocuk yok Dünyada ve bunu sorgulamıyorlar.
Günümüzün üçüncü statü sembolü hayatıma sessiz sedasız giriverdi. Bizim mahallede bir bisikletçi açıldı. Pahalı bisiklet satan bu dükkan aynı zamanda bir Cafe ve gün boyu boş masa kalmamacasına dolu. Mahalle berberi ve eski Ermeni dükkanlarının tarihini anlatan balık lokantası garsonları, Boğaz'ın kenarında bisikletçinin "iş" yapabileceğine önce inanmamışlardı, şimdi benimsediler. Türkiye'de görgüsüz muhafazakar entel eskileri, tank gibi ciplere binip ömürlerini İstanbul trafiğinde geçirirken, karbon bisikletinin üzerinde kravatı rüzgarda uçuşarak araba sollayan yeni nesil, arada İstanbul'da da görünüyor. Şimdi bazıları "bisiklet" diye küçümsüyor olabilir. Mercedes Benz, bu trendi farketti ve dört yıldır bisiklet üretiyor. Süper bisikletlerin fiyatı, küçük bir otomobilin fiyatına yaklaşıyor. Ünlü bütün otomobil markalarının bisikletleri de var artık ama mesele bu değil tabii, çünkü bisiklet yeni bir felsefeyi yansıtıyor: Kendini tenekeye hapsetmiyorsun ve arabanı değil kendini gösteriyorsun. Şoförün yok. Bir yere yetişmiyorsun, zamanın var. Trafiğin asla tıkanmıyor. İstediğin yere gidiyorsun. Bisikletin şu yeni hafif alüminyum aletlerdense, katlayıp çanta gibi Cafe'nin içine kadar sokabiliyorsun. Sağlıklı yaşamış oluyorsun -ki günümüzde çok önemseniyor. Çalışmıyorsun, onun yerine bir meşgalen var ve o meşgale iyi para da getiriyor. Çok mu yoruldun, hemen minik elektrik motorunu açıyorsun, bisiklet sana yardımcı oluyor. Elektrikli modeller Türkiye'ye geldi gelecek.
Dördüncü statü sembolü için Taksim Meydanı'ndaki Gezi Cafe'den Gümüşsuyu'na doğru bir iki adımda ulaşabilirsiniz. Hemen solda bir dükkanda, evlerde ve küçük bahçelerde tamamen organik/özel tarımla üretilmiş çeşitli bitkilerden yapılma -istediğiniz gibi kendiniz kombine edebiliyorsunuz- salatalar satılıyor. Dükkan, tam yeni elitlerin mantığıyla onbir gibi çalışmaya başlıyor ve öğleden sonra üç gibi kapanıyor ve oraya yemeğe gelen diplomatlar, sanatçılar, yabancılar, ünlüler, yeni elitlerin özelliklerini taşıyan kişiler. Çok iyi eğitimli ve/veya akıllı uslu yaratıcı insanlar. Avrupa'da elitlerin oturduğu yerler genellikle bağlık bahçelik yerler. Yeşil ve doğa, yerleşim birimlerine kadar gelmekle yetinmeyip evlerin içine kadar giriyor ve umulmadık küçük bahçelerde umulmadık bitkiler yeşeriyor. Böyle bir şeye vakti olmak demek, sağlıklı yaşamak, zamanı olmak ve zevkli olmak demek, zira gastronomi gene önemli. 1990'lı yıllarda Türkiye'de de evde hayatın merkezini mutfağın aldığı konseptler yaygındı. Türkler beton manyağı olduğundan bu akıma hemen uyum sağladılar, tıpkı villa furyasına ayak uydurdukları gibi, ama bisiklete ayak uydurmak pek kolay olmayacak gibi. İsveç, ülkesinin tamamını bisiklet yolları ağıyla adeta yeniden kuruyor. Türkiye'de bu konu kıpırdanma seviyesinde. Geçen gün İzmir'de bir kadın insiyatifi "en güzel elbiselerinle bisiklete" gibi bir kampanya yaptı, hem kadınların özgürlüğü hem de bisiklet kültürü adına.
Beijing'e gittiğimde orada bisiklet ordularıyla karşılaşacağımı sanıyordum, ama bisikletli sayısının beklediğimden az olmasının Türkiye'ye de has bir sonradan görme semptomu olduğunu öğrendim. Gene de her yere bisiklet yolu vardı ve bisikletli sayısı Türkiye ile kesinlikle kıyaslanmayacak kadar fazlaydı. İzmit'te şehir içinde belediyeye ait bisikletleri yok fiyatına kiralayıp kullanabiliyorsunuz, başka şehirlerde de vardır bu hizmet mutlaka -ama bisiklet henüz emekleme aşamasında, zira işin felsefesi buraya ulaşmadı, ne zaman ulaşacağı da belirsiz.
Yeni statü sembollerinin asıl özünü özgürlük duygusu ve aktif doğrudan demokrasi anlayışı oluşturuyor. Türkiye'de yeni statü sembollerine sahip olan ve onları sergileyenler, bildiğimiz Gezi isyancılarının günlük hayattaki halleri. Özgürlük, birlikte hareket edebilen aktif ağların ve bilinçli tüketici kitlesi olmanın sayesinde dayatıcı bir güvence de sağlıyor kendine. Türkiye'de "otobüste şortlu kadına tekme" konusunda şık bir şekilde mobilize olan kesim, bunun iyi bir örneğini verdi. Ege sahillerindeki fahiş fiyat ve kötü kaliteye karşı Yunan adalarına yönelen ve daha çok feminen özellikler taşıyan yeni eğilimler kendi gücünün bilincine varıyor ve yeni statü sembollerini benimsiyor.
Kapitalizmin, "sürekli daha hızlı, daha çok" anlayışının yerini "yavaşla ve yaşadığının farkına var" anlayışı alıyor. Birey olmak, özgün olmak, yatatıcı olmak, kültürlü olmak, iyi eğitim almış olmak önem kazanıyor. Çevre duyarlılığının artmasından öte, doğa ile içiçe yaşamak anlayışı benimseniyor. Postkapitalist toplum, daha az çalışıp daha çok yaşanan ve herkesin çalışmadığı ama herkesin doyduğu ve insan haysiyetine uygun yaşadığı bir dünyanın peşinde ve bu kez devrim-mevrim bekleyen yok. Her şey adım adım yavaş yavaş gerçekleşiyor. Sonra herkes bisikletine binip sahile iniyor!