Modern "Müslümanlar"ın ilk büyük katliamı ve Endonezya Komünist Partisi

Kasım 1965 ve Mart 1966 arasında Endonezya'da Komünist Partisi PKI üyesi ve sempatizanı olmakla suçlanan en az yarım milyon insan öldürüldü. Katliamları, eli silahlı "Müslümanlar" ve General Suharto'nun özel askeri birlikleri yaptı. 

240 Milyon nüfusuyla, yeryüzünün en büyük tropikal yağmur ormanlarının üzerine kurulmuş, dünyanın en büyük adalar devleti. Endonezya, 17.508 adadan müteşekkil, Borneo adasında Malezya ile, Yeni Gine adasında da Papua Yeni Gine ile komşu. Muson yağmurlarının hayatın akışını belirleyebildiği yerlerden biri.
    Ülkenin adını koyan coğrafyacı ve etnolog Adolf Bastian, "Endonezya" adından ilk kez 1884'de Berlin'de yayınladığı kitabının başlığında bahsetmiş. "Endonezya veya Malay takımadalarının adaları". Hamburg'da okulda bu ülkeden gelen son derece sakin bir arkadaşımız vardı. Çok sonra Çinli kökenli olduğunu öğrendik. Endonezya'da 360 farklı halk yaşıyor. En büyük halk grubunu da yüzde 41 ile Javalılar oluşturuyor. Tarih öncesi çağlardan gelen ve 1.8 milyon yıl önce burada yaşamış "Java insanı"nı da sayarsak, bölge, dünyanın en eski yerleşim bölgelerinden biri ve Javalılar, siyasi bakımdan da ülkenin kaderini tayin ediyorlar aynı zamanda.
    Yemyeşil yağmur ormanları ve en ilkelden en modernine kadar türlü çeşiyli hayatları halkları barındıran haliyle Endonezya, bir tür Cennet, ama modern çağın fukaraları için de bir Cehennem. Halkın yüzde 27'si fakirlik sınırı altında yaşıyor. Nüfusun 200 milyonu Müslüman, Müslümanların çok büyük çoğunluğu da Sünni ve bu haliyle Endonezya, bildiğimiz türden- en büyük Müslüman ülke aynı zamanda. Biraz da bu yüzden ilgi alanımıza giriyor.
    Endonezya'da sadece 100.000 Şii Müslüman, buna karşın 23 Milyon Hristiyan yaşıyor. 1000'li yıllarda Budizm ve Hinduizm burayı etkisi altına alıp köylerin eski arkaik inançlarıyla iç içe geçmiş. Sumatra'da 500'lü yıllarda ortaya çıkan Srivijaya krallığı (adından da anlaşılacağı üzere Hint kültür esintileri taşıyor), iki yüzyıl içinde Sumatra, Java ve Borneo'nun bir kısmını etkisi altına almış, 11'inci yüzyıldan itibaren gerileyip çökmeye başlamış. Doğu Hindistan'da ortaya çıkan Chola kralları 1290'da buraları kendi yönetimlerine bağlamışlar, Java'da da o yıllarda Majapahit diye yeni bir ülke kurulmuş. 15'inci yüzyılda önce Arap tüccarlarla İslam, 1600 yılında da Hollandalılarla birlikte Hristiyanlık gelmiş ve Java'ya yerleşmiş.
    Bölgenin adı çok uzun süre, "Hollanda Hindistanı". Hollanda bütün bölgeyi ancak 1908 sonrasında ele geçirmiş ve sadece Sumatra'nın kuzeyindeki Aceh buna otuz yıl direnmiş. Bu bölge geçtiğimiz yıllarda aniden Türkiye'nin gündemine girmişti, galiba bunun asıl nedeni buranın şeriatla yönetilen tek Endonezya eyaleti olmasıydı. İslam'ın bu bölgede önce buraya geldiğini de belirtelim. Aceh Sultanlığı 1496'da kuruldu, 1903'e kadar yaşadı.
    Japonlar 1942'de "Hollanda Hindistanı"nı işagal etmeye başladılar. Hollanda Mart ayında teslim olduğunu açıkladı. 350 yıllık kolonyal dönem sona erdi. Japon işgali sürerken 1943'de Endonezya bağımsızlığını ilan etti. Ama asıl bağımsızlık, 17 Ağustos 1945'de, Japonlar gittikten sonra Sukarno ve Muhammed Hatta tarafından ilan edilmiştir. Ama yeni ülkenin hükmü sadece Java, Sumatra ve Madura'da geçiyordu, diğer adaları Hollandalılar kontrol ediyorlardı. 1947'de Hollanda ile Endonezya arasında bir savaş başladı ve Hollandalılar ülkenin neredeyse tamamını yeniden ele geçirdiler, ama Endonezyalı gerillalar Hollandalılara kök söktürmeye başladı. 9 Aralık 1947'de yaşanan Rawagede katliamı, konuyu bir anda Dünyanın gündemine taşıdı. Hollandalılar bu köyün on kişisi dışında tamamını öldürdüler. Bu olay sonrasında ABD'nin baskısı sonucu Hollanda, Endonezya'nın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. İki ülke arasında 1954'e kadar bir "Birlik" söz konusuydu, Britanya krallığı ile Kanada ve Avustralya arasındakine benziyordu, ama o da bitti.
    Bu ülkenin beni kişisel olarak ilgilendiren yanı, Çin tarihinin en büyük amirali Cheng Ho'nun 1405'de buraya (Java'ya) yaptığı seyahattir. Müslüman kökenli olan bu amirale, İranlı ve Arap kökenli danışmanları da eşlik etmiştir, Arap tüccarların buraların yolunu öğrenmeleri de bu olaydan sonradır. Legal Endonezya Komünist Partisi PDI'nin son başkanı Dipa Nusantara Aidit de Arap kökenlidir. Ve Endonezya Komünist Partisi 1960'larda, üç milyon üyesiyle Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve Çin Komünist Partisi'nden sonra dünyanın üçüncü büyük Komünist Partisi'ydi. Bugün ise bu partinin kaderi, islamcı antikomünizmini ve İslamcı vahşetini anlamamız için önemli ipuçları sunuyor.
    Hollanda idaresindeyken 1914'de kurulan "Hint Sosyal-Demokrat Birliği", bu diyarda kurulan ilk Sol partidir ve 1920'de, Türk Komünist Partisi'nin kurulduğu yıl, Endonezya Komünist Partisi de kuruldu. Komünist Enternasyonalin etkin olduğu yıllardı. Bu parti gerçekten ilginç bir yapıdır. İlk Asya Komünist partisiydi. Çin Komünist Partisi bile 1 Temmuz 1921'de Şanghay'da kurulmuştur. PKI, Hollandalılara karşı mücadelede önemli görevler üslendi. Komintern'in "Antiemperyalist Cephe"sine katılmıştı, hatta 1926'da devrim yapmaya kalkıştı, ama devrim başarılamayınca 13.000 üyesi tutuklandı, bir yıl sonra parti yasaklandı.
    Hollandalıların gidişi ardından 1951'de partinin Politbüro başkanı seçilen Aidit, ülkenin en önemli üç politikacısından biriydi. Nitekim dörtbin üyesi olan parti, biriki yıl içinde 160.000 yeni üye kaydetti. Üye sayısı 1959'da birbuçuk milyona ulaştı. Halk, partinin kolonyalizme karşı kararlı mücadelesini, toprak reformu taleplerini, toprak ağalarına karşı tarım işçilerinin mücadelesini destekliyordu ve çok geniş tuttuğu bir ağ ile halkın eğitimini üslenmişti, kültür girişimleri de bugün bile örnek alınacak boyutlardadır. Bu yoğun çabanın ürünü olarak, ülkenin neredeyse tüm öğretmenleri ve sanatçıları PKI üyesi veya sempatizanı oldular.
    PKI, Mao'nun ÇKP'sine yakın bir partiydi, Aidit orada eğitilmişti ve Mao pragmatizmiyle hareket ediyordu, mesela bu eğilime uygun olarak devlet başkanı Sukarno'yu destekliyordu. Sukarno'nun 1960'lardaki sloganı "Nasakom" da tam PKI'ye göreydi. Bu sözcük, "Milliyetçilik", "Din" ve "Komünizm" sözcüklerinin kısaltılıp birleştirilmelerinden oluşmuş.
    1965'de PKI, üç milyon üyesi ve sayısız sempatizanıyla, dünyanın -iktidarda olmayan- en etkili bir numaralı Komünist Partisiydi ve bir hata yaptı...
    30 Eylül 1965 günü Endonezya ordusunun altı en önemli Antikomünist generali kaçırılıp öldürüldü. Bu olaya bizzat Devlet Başkanı Sukarno'nun da karışmış olmasına rağmen, nasıl gerçekleştirildiği ve detayları haala muğlaktır. Darbe girişimini yapanlar, Devlet Başkanına çok yakın kişiler ve bizzat PKI yöneticileridir. Darbeciler kendilerini "30 Eylül Hareketi" diye deklere ettiler, ama darbe sadece 18 saat içinde bastırıldı. Buradan ben, darbe yapma nedenlerinin doğru çıktığını düşünüyorum, çünkü bir darbeyi önlemek için bu girişimde bulunduklarını söylemişlerdi.
    Kısa adı "Gestapu" gibi talihsiz bir ad taşıyan 30 Eylül Hareketi, idareyi "Devrim Konseyi"nin ele aldığını ilan etmeden önce hareketin önünü arkasını iyi planlamış olsalardı, sonrasındaki korkunç felaket yaşanmayabilirdi. PKI'nin komandoları Cakarta'daki tüm generalleri öldürmekle görevlendirilmişlerdi, ama bunu başaramadılar. Ayrıca PKI'nin bir numaralı düşmanı General Nasution'u öldüremediler. Adam vücudundaki kırıklarına rağmen kaçmaya başardı. Bu general, ünlü "Sliwangi Taburu" ile 1948'deki PKI darbe girişimini engellemiş kişiydi ve ülkenin de savunma bakanıydı. İşte General Suharto, tam da burada devreye giriyor.
    Suharto, siyasi bir general değildi, ama anlaşılan PKI'nin öldürülecek Generaller listesinden fena halde ürktü ve darbenin bastırılması olayını, PKI'yi ezmek için kullandı. Önce bir söylenti devreye sokuldu ve kaçırılan Antikomünist generallerin -hem de kadın Komünistler- tarafından sinsel işkenceden geçirilip korkulç şekilde öldürüldükleri söylendi. Söylentilere göre Cakarta'daki bu olay sadece bir başlangıçtı, Komünistlerin planının sadece birinci aşamasıydı. Halbuki sonrasında, Komünistlerin planlı programlı hareket etmedikleri oldukça açık bir şekilde görülecekti.
    Sonunda devletin yayın organları üzerinden öyle bir hava yaratıldı ki, "ya biz ya onlar" noktasına gelindi ve General Suharto, tüm Antikomünist örgütleri, muhafazakar Müslümanları, muhafazakar Hristiyanları ve muhafazakar Hinduları yanına çekmeyi başardı, Cakarta'da ve büyük şehirlerde büyük Antikomünist mitingler yapıldı ve PKI büroları basıldı, ilk Komünistler bu bürolarda öldürüldüler.
    Suharto, hem kendi sultasını kurmak hem de ordudaki Solcuları temizlemek için subaylar arasında bir tutuklama dalgası başlattı ve bu tüm ülkeye yayıldı. Askeri istihbarat, bu konuda Suharto'ya yardımcı oldu. Sonra PKI üyeleri tutuklanmaya başlandı. Ama kırlık/ormanlık alanlarda parti üyelerinin kaydını tutan belgeler yoktu, bunun üzerine "göz kararı" uygulanmaya başlandı. PKI'liler, "Darbeye dahil olmak ve darbeyi desteklemek" suçuyla yakalanıyorlardı. Ama en kötüsünü Javalılar yaptı.
    Java'nın doğusunda ortaya çıkan "İslam Milisleri", Komünizme karşı cihad ilan edip inisiyatifi kendi eline aldı ve bulduğu/umduğu bütün Komünistleri öldürmeye başladı. Endonezya Müslümanlarının bu konuda sergiledikleri vahşet, IŞİD'i falan geçer. Burada yazmak istemediğim, eskiden Ortaçağ'da bile nadiren uygulanan yöntemlerle, köy köy "ilerlediler". Endonezya'nın bir özelliği, katliamcı canavarların katliamlarına bahane bulmalarını kendilerince kolaylaştırdı. Bu ülkede köyler genellikle toptan aynı partiyi seçiyorlar. Bir köye "Komünist köyü" dendi mi, köyün yarısının başka partiyi seçme ihtimali oldukça düşük olduğundan, damgalamak da kolay oluyor. Tabii Komünist olmayanlar da öldürüldü. Geleneksel Müslüman Parti'nin gençlik örgütü "Ansor", sırf Komünist evlerini basmak amacıyla bir milis kurdu. Olaylarda esas olarak Endonezya'ya has bir tür pala kullanılıyordu. Kısa süre Sonra anayollar parçalanmış cesetlerle doldu, sergileniyorlardı. Bu konuda da IŞİD'e çok benziyor.
    Ülkenin diğer bölgelerinde de Ordu katliamlarda önemli rol oynadı ve olaylara destek verdi ve vahşeti görmezden geldi. Ordu bir köye girip "PKI üye listesi" istiyordu ve verilmezse katliam yapılacağını söylüyordu, üyeler de köylerini korumak için çıkıp teslim oluyorlardı. Tutuklama dalgası, sadece bir hafta içinde katliama dönüştü. Ve katliamlar, önce kamuoyunun gözünden kaçırıldı. Tabii buna rağmen olay Dünya basınına sızınca, Batılı ülkelerin verdiği tepki çok ilginç: "Asyalılar böyle!" (Spiegel dergisi o yıllarda Batı basınını böyle eleştiriyor)
    Nazilerin Yahudi katliamı, Stalin'in "temizlik" harekatları, Mao'nun "İleriye doğru büyük adım" ve Kültür devrimi sırasındaki insan kıyımlarının ardından, 20'inci yüzyılın en büyük katliamı böyle yapılmış oluyor. Öldürülen Solcu veya değil, Endonezyalıların sayısı en az 500.000 tahmin ediliyor ve bu sayıyı bir milyoma doğru genişleten tahminler de bulunuyor.
    PKI Endonezya'da haala yasak. 30 yıl iktidarda kalan Suharto, okullarda sistemli olarak antikomünist bir eğitim uyguladı. Parti başkanı Aidit, daha darbenin ilk günü ortadan kayboldu, sonra öldürüldüğü anlaşıldı. Antifaşist generallere işkence yapılıp yapılmadığı hiç ispatlanmadı, ama hapse düşen tüm Komünist kadınlar tecavüze uğradı. Partililer en ağır işkencelerden geçirildiler. Ve bugün de parti yasağının kalkmasına karşı çıkanlar sadece "Müslümanlar" değil, çünkü bu olayın üstünü nisbeten örtmenin tek yolu bu görünüyor. Yüzyılın en önemli birkaç katliamından biri olan bu olayı deşmek ve araştırmak da zor, zira Müslüman halk tepki gösteriyor ve ilginç olan, Komünistlerin ölülerine de sagıları yok.
    Türkiye bile Komünistlerine "daha iyi" davrandı! 10 Eylül 1920'de Bakü'de kurulan TKP üyeleri, Komintern'in "Ulusal kurtuluş savaşlarını desteklemek" ilkesine uyarak Antiemperyalist savaşa Kuvay-ı Milliye ile birlikte katılmak için Anadolu'ya deniz yoluyla yola çıktılar, aynı şekilde yeni kurulmuş PKI de Hollanda sömürgeciliğine karşı mücadeleye katılmak için ülkesindeydi. TKP'nin bir numarası Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, denizde, Yahya Kahya ve adamları tarafından öldürüldüler. Bu adamın, kimin emriyle hareket ettiği bugün de muğlaktır ama baskılar üzerine "Bak konuşurum" diye tehditler savurunca Mustafa Kemal'in koruması Topal Osman tarafından öldürülmüştür. Hristiyan azınlıkların Anadolu'dan sürülmesi olayında çok dikkat çeken bu adam, Milletvekili Ali Şükrü Bey'i öldürdükten sonra teslim olmaması üzerine, bir birlik gönderen Mustafa Kemal'in askerleri tarafından vurulup öldürülmüştür. 20'inci yüzyılın karakterini en iyi ifade eden söz de "öldürmek" olmuş görünüyor.
    Endonezya'da Komünist Parti üyelerine yapılan mezalim, "Müslüman Gençler"in devreye girip olayı bir katliama çevirmeleri, IŞİD'den hiç aşağı kalmamaları ve 50'inci yıldönümünde bile bundan pişmanlık duyma belirtileri göstermedikleri için çok önemli. Kuşkusuz her dinin fanatiği var, ama günümüzde en güncel olan İslami fanatizmin yaptığı mezalimin ve akıl almaz gaddarlığın kökenlerini araştırmak ve anlamaya çalışmak için Endonezya'ya da bakmak gerekiyor, çünkü İslami tosuncuklar bu katliamı yaparken onlar gibi kafa kesen tek ülke Suudi Arabistan'dı ve Müslümanların bu ölçüde katliamlar yaptıkları gibi bir algı Dünyada yoktu ve nitekim, "onlar Asyalı, o yüzden yapmışlardır" diyen Batılı basın da "bunlar Müslüman" demedi. Bugün, İslamcı barbarlığını "ezilmişlerin isyanı"na bağlayan, veya "Adamlar zaten ölmek için bahane arıyorlar, gelecek beklentileri yuk" gibi fikirler yumurtlayan "düşünür"lerin, Endonezya'ya bakmalarında fayda var. Katliamın yaşandığı dönemde Müslüman köylülerin açlık-susuzluk sorunu yok, ayrıca ülke müthiş verimli bir yer zaten. Ayrıca "gelecek beklentisi olmayanlar" sadece Müslümanlar değil bu dünyada. Asya'da Afrika'da açlıktan ölmek üzere olanlar canlı bomba olmuyor, başkalarının kafasını kesmiyor, Endonezya'da Müslümanların 50 yıl önce yaptığı gibi cesetleri yol kenarlarına dizip sergilemiyor. Yani bu dinde bir kusur var. Bunu kabul etmeyen düşünürler düşüne düşüne guguk kuşuna, baykuşa, hatta muhabbet kuşuna da dönüşseler asla sevimli olamayacaklar ve Sünni İslam'ın "çağdaş" halinin sorgulanmasını önleyemeyecekler.

Türklerin mental engelini aşmak yolunda Osmanlı'nın sırlarıyla yüzleşmek

1.
İtalyanlar Libya'yı 1911'de işgal etti. İttihatçıların Enver gibi "Hürriyet Kahramanları" ve Mustafa Kemal, Doğu Akdenizde kuş uçurtmayan ve tüm Osmanlı limanlarını bombalayıp çok sayıda Osmanlı gemisini batıran İtalyan donanması engelini aşabilmek için mecburen kara yoluyla develerle Libya'ya, İtalyanlara karşı savaşmaya gittiler. Türkiye'nin kof ve zayıf olduğunu kanıtlayan İtalyan saldırısının ardından hemen Balkan savaşları geldi, Türkiye Edirne'yi bile kaybetti, Bulgar ordusu Yeşilköy'e dayandı. Türklerin güçsüzlüğü söylentisi doğru çıkmıştı. Sonra Birinci Dünya Savaşı. Yenilgi. Anadolu'nun işgali. Derken, Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu. Bütün bunlar sadece 12 yıl içinde oldu. Bu süre zarfında Anadolu'nun demografik yapısı kökten değişti. Ermeniler ve Rumlar gidip, yerine Müslüman Kürtler geldi. Libya'dan Yemen'e, Balkanlardan Azerbaycan'a kadar "kaybedilen" toprak parçası çok büyüktü.
    Türkler, kocaman "İslam'ın kılıcı cihan imparatorluğu" haritasına baka baka yetiştirildiler. Osmanlı'nın çöküşü ve Anadolu Kıyameti travmasını da bir türlü atlatamadılar. O haritanın büyüklüğü ve İlkokuldan itibaren ezberledikleri "yükseliş devri padişahlarının zaferleri", özellikle İslamcı çevrelere ve onların düşük eğitimli fakir seçmenlerine "ilham" veriyor. Türkiye'de okullarda okutulan milliyetçi-muhafazakar "Resmi tarih" (ve sonradan popüler olan etnik/dini kimlikçi gayrı-resmi tarih), bugünkü haliyle bu travmanın pekişmesini sağladı ve onu sürekli yeniden üretti, çünkü hem yanlış bilgilere dayanıyor, hem de yanlış bir tarih anlayışı üretiyor (ve buna bağlı olarak yanlış bir gelecek beklentisi üretiyor). Şimdi bu kısır döngünün kırılmakta olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Kocaman haritalı "Hilafet devleti Osmanlı'nın, küffara karşı cihad ettiği için büyük bir imparatorluk olduğu" yanlış bilgisi, İslamcıların bu temele dayanarak vardıkları bugünkü son nokta, kendileriyle birlikte eski yanlış klişelerin de iflasını beraberinde getiriyor. Konu bundan ibaret değil.
    Şimdi iktidara muhalif de olsa, okulda kafasına çakılmış o büyük harita "özlemi" ile milliyetçi-mukaddesatçı duyguları kabaran herkes, Hükümetin Suriye ve Irak'ta amatörce at koştursa bile, içten içe "belki eski topraklarımıza kavuşuruz" beklentileriyle Türkiye'nin Musul'a asker göndermesini destekliyor, Rus uçağı düşürüldüğünde "Bak biz de varız, Rus uçağı bile düşürebiliyoruz" diyor, hatta Suriye ile bu kadar "meşgul" olununca, "zaten orası bizim toprağımızdı, "Bizim dinimiz de İslam, İslam için savaşanlara yardım kötü mü, dur bakalım belki oralar sonra bize katılır" bile diyebiliyor, bu konuda kuşkuları var. Muhalefet İktidara ağız dolusu kararlılıkla karşı çıkamıyor, sokağa inemiyor, Meclis'den çekilemiyor, kısık sesle "karşı" çıkıyor, o kadar. Kısacası Türkün gelecek perspektifi hâlâ "Türkiye haritasını büyütmek" ve "Osmanlı gibi olmak." Bu temel fikir aşılmadan, Türklerin kendilerine gelmeleri ve önlerine bakıp Dünyada hakettikleri yeri almaları mümkün olmayacak.
    Yıllar önce İslamcı bir arkadaşım, "Türkiye bize artık dar geliyor" demişti. Evet! Ama toprak alarak mı bol gelecek? Osmanlı haritasındaki kocaman bir alan zaten çöldü. Koreliye Kore dar gelince LG markasını üretiyor ve sineması dünyada marka oluyor. Japonlara dünya dar geldi, kültürlerini evrenselleştirdiler, Tarantino Japon kültür öğeleri kullandığı filmler çekti. Dünya bir ara Japon malından başka birşey kullanmıyordu. Ama Türkler kabına sığmayınca çölde silahla arsa kapatmayı düşünüyorlar -hem de 21'inci yüzyılda. Çünkü büyüklük adına öğrendikleri tek şey, kocaman bir Osmanlı haritası ve onu yeniden kurabilmenin anahtarı sandıkları Sünni İslam coğrafyasına baş olmak. "Osmanlı küffara karçı cihad ettiği için öyle büyüdü" hamhayali, bu yazının konusu. Yazının amacı: Türklerin ayağına pranga olan eski "Büyüklük anlayışı"nı terkedip, 21'inci yüzyıla özgü yeni bir büyüklük anlayışı benimseleri ve nihayet bütün enerjilerini birbirlerini yemek yerine o yolda sistemli ve sıkı bir çalışmaya harcamaları.
    Türklerin, Kökeninde Abbasi tipi Sünni devlet anlayışının bulunduğu eski büyüklük kompleksinin iyice karikatürleşip İslamcılarda zuhur etmesi, bu komplekslerin nisbeten daha kolay aşılabileceğinin de garantisi. Sadece Gezi İsyanı değil, halkın bir kesiminin Erdoğan'ın şahsında "nihayet dünyaya kafa tutan bir lider" bulduğu "beklentisi de bu "kompleksleri/ezikliği aşmak refleksi"nin (yanlış, ama zamana uygun) bir tezahürü. Türkler, bu fırsatı kullanmak zorundalar, yoksa kendilerini savaş ve yıkım sonucu mecburen değiştirmek zorunda kalacaklar -zira 20'inci yüzyıl başından kalma bugünkü zihniyetle 21'inci yüzyılda yaşamak mümkün değil. Türklerin büyüklük özleminin sağlıklı bir şekilde yeni bir yörüngeye oturtulması gerekiyor.
    Gözlerine büyük Osmanlı haritası sokularak büyütülen Cumhuriyet nesli içinden beton erbabı Demirel, kadayıf erbabı Erbakan tipi politikacılar çıktı. 1950 sonrası -istisnalar dışında- daima iktidar olan Türk Sağı'nın en büyük siyasi dayanağı, her zaman (bir tür Müslüman muhafazakar olduğu varsayılan) "Şanlı Osmanlı" geçmişinin tekrarıydı. Anadoluyla sınırlı Türkiye Cumhuriyetine her zaman burun kıvırdılar, ama Osmanlı'nın nasıl büyük bir devlet/ülke olabildiğiyle zerrece ilgilenmeyip her şeyi "İslam'ın yüce ahlakı"na yordular. Bugünkü araştırmalar, Osmanlı'nın İslam sayesinde değil, İslam'a mesafeli kaldığı için yükseldiğini, ama İslami bir Abbasi kopyalığına özenince gerileyip çöktüğünü gösteriyor. Osmanlı, İslamlaştığı ve Müslüman olmayan tebasının desteğini -bu sayede- kaybetmesi nedeniyle çöktü.
    Adeta kutsallaştırılan akıncı gaziler, İslam'ı yaymak için küffara nefes aldırmadan kılıç çalarak Osmanlı topraklarını sürekli genişletmişlerdi ve ne hikmetse eski Bizans uyruğu da kılıcı yiyip susup oturmuş, hiç direnmeden ihtida edip Müslüman olmuştu. Yeni Osmanlıcılar, böyle çocuksu tarih tezlerine inanarak büyüdüler. Ve kabuğuna -Anadolu'ya- çekilen "dinsiz" Cumhuriyet parantezini kapatıp, Osmanlı'ya geçişin hayalini gerçekleştirmeye koyuldular. Ama "İslami Osmanlı" teorisi, aradan 700 yıl geçtikten sonra da işlemedi. Halk, "eski zamnalardaki gibi" Yeni Osmanlı'ya biat etmedi. Onca biber gazı, hapis cezası, sert dayak, hakaret ve yasaklara rağmen, halkın "dinsiz laik" kesimi, eski Bizanslılar gibi kuzu kuzu Osmanlı uyruğu olmadı. Neden? Osmanlı Bizanslılara bu kafayla davransaydı Bizanslılar da Osmanlı olmazdı da ondan.
    Peki Rumlar neden biat etmişlerdi? Öyle ya, insan doğası o zaman neyse bugün de o. Zorla güzelliğin yüzyıllar süremeyeceğini herkes bilir. 1300'lü yıllardan 1922'ye kadar Anadolu nüfusunun bir kısmı daima Rumdu. Osmanlının kurulduğu dönemde, Müslüman Türkler bugünkü Kürtlerden daha küçük bir azınlıktı. Osmanlı adıyla tanıdığımız Türk İmparatorluğunun başarısının sırrı sahiden İslam mı?! Kesinlikle Hayır...
    Bu yazıyı hazırlarken okuduğum kitaplardan (1) birinde, şöyle bir cümle vardı: "Harmankaya tekfuru Köse Mihal'i" yakalayan Osman Bey'in onu serbest bırakması üzerine Mihal Osman Bey'in "Ellerine sarıldı. 'Bundan böyle en yakın yardımcın ve dostun ben olacağım, ne olur bana güvenin' dedi." (2)
    Pertev Naili Boratav'ın Türk Masallarını (3) okurken böyle bir sahne karşıma çıksa zevkle okurum, ama gerçek hayatta böyle kararlar daha farklı şekilde alınıyor. Mesele güç ve iktidar olunca kimse Osman'ın kara kaşına kara gözüne bakmaz. Kitabın devamında Köse Mihal'in en önemli akıncı beylerinden biri olarak sürdürdüğü yaşamından bahsediliyor ve kahramanımızın Osmanlılığı bu olayla başlıyor. Daha sonra da böyle bir takım yerel Hristiyan beyler, gelip el etek öpüp Osmanlı oluyorlar! Hatta o kadar Osmanlı oluyorlar ki, mesela Timur'a karşı savaşan Bayezid'in saflarını Türkmenler terkedip karşı saflara geçtikleri halde, Sırplar sonuna kadar Sultan'ın yanında savaşıyorlar, üstelik bu adamların çoğu Müslüman olmamış, ihtida etmemiş. Sözünü ettiğim kitapta da ilk elden Mihal'ın Müslüman olduğuna dair birşey yazmıyor zaten, ama bu insanları biraraya getiren başka bir şey olmalı.
    Masal tadındaki tarih anlatımı, henüz polisiye romanın ve internetin icad olunmadığı çağlarda, öğüt verici ve hatta eğlendirici özelliğe/işleve sahipti. Genellikle devrin önemli şahsiyetleri için kaleme alınan kitaplar, keselerce akçe ile ödüllendiriliyorlardı. Kısacası, eski zamanlardan günümüze kalan tarih kitaplarının her zaman güvenilir ve rasyonel olmadığı gerçeğinin bilincinde olmak zorundayız. Aynı kişi hakkında farklı tarih yazımları sorununu gösteren en güzel örneklerden biri de, ilgilendiğim Evrenos Bey hakında Ayşegül Kılıç'ın (4) yazdığı kitap. Ona, ikinci bir kitabı daha dahil edebilirim (5). Eski tarihçilerin yazdıklarının ne kadarının doğru ne kadarının "temenni", ne kadarının öğüt maksatlı olduğunu, ancak aynı konuyu başka tarihçilerden okuyunca anlayabiliyoruz. Mesela Bayezit'in oğlu Süleyman için bir tarih kitabı yazan Ahmedi, ayyaş ve pervers Bayezid'i namazında niyazında, ağzına bir yudum içki koymayan bir adam olarak gösteriyor. Bunun bir ironi olarak okunmuş olması da mümkün elbette, çünkü gerçekle hiç alakası yok. Negatif bir şey yazmıyor, yazmamak için ondan az bahsediyor. Halbuki Bayezid hakkında şöyle çok eski bir fıkra var: Sultan, savaşlardan muzaffer çıkarsa Bursa'ya yirmi cami yaptıracağı sözü veriyor, ama zafer kazanınca sadece yirmi kubbeli Ulu Camiyi yaptırıyor. Ona nazı geçen danışmanlarından biri "Neden 20 değil de bir tek?" diye sorunca Sultan, "büyük olursa herkes camiyi kolay bulur" diyor. Danışmanı da Sultana, "Keşke dört köşesine dört meyhane yaptırsaydınız. Siz de caminin yolunu kolay bulurdunuz" diye cevap veriyor. Bu fıkra eski kitaplara kadar sızdığına göre, Bayezid hiç de bildik "klasik" Müslümanlardan olmasa gerek. Ve sadece o değil, başka Sultanlar da. Bu gerçek biliniyor elbette, ama buna rağmen islami bir devlet ve ümmetten müteşekkil bir Osmanlı olduğu sanılıyor. Hayır efendim. Osmanlı'yi yönetenlerin başında Rumlar, Sırplar, Ermeniler ve diğer Hristiyanlar var üstelik bunlar ya haala Hristiyan, ya da şeklen ihtida edip aileleriyle bağlarını koruyan eski Bizans soyluları. İslam devleti, kurulduktan 250 yıl sonra adım adım oluyor ve ikinci sınıf kalan Hristiyanlar da sonunda bu birlikten istifa ediyor, tıpkı şimdi Kürtlerin o noktaya gelmiş olması gibi.
    "Resmi Tarih Yazımı", sadece Cumhuriyet'e özgü bir şey değil. Osmanlı devrinde de böyle, yanlı bir tarih yazımı var. Ama Osmanlı'nın kuruluş aşamasında din değil ekonomik çıkarlar son sözü söylediğinden (ve bu konularda ince bir politika uygulandığından) Osman Bey "Haydi gazaya" dediği zaman, kimsenin aklına din-min gelmiyor, çünkü gazilerin çoğu Hristiyan zaten, amaç da yağma ve enformasyon. Bunların görevi, sınır ötesindeki Bizans kontrolündeki yerleri talan etmek ve verebildikleri kadar zarar verip ganimetle geri dönmek. Malum, akıncılar gazaya bir tek kılıçla gidiyorlar ve yiyeceklerini bile yağmaladıkları köylerden sağlıyorlardı. Bir tek şehre, Konstantiniye'ye ve havalisine sıkışan Doğu Roma, halkından ağır vergiler toplamak zorunda kaldığından, şimdi adına Osmanlı denilen Söğüt idaresi, Hristiyan köylüler için birçok şeyden kurtuluş anlamına geliyordu. Eski vergi mükelleflerinin Gazi olup komşu köyleri talan ettiği, kimseye başka bir din ve yaşam tarzının dayatılmadığı refah içinde bir hayat. Gazilerin zenginliği hakkında Ayşegül Kılıç'ın kitabında değerli malzeme var. Bayezid'in düğününe hediye getiriyor, bütün konuk beyler şaşırıyor, çünkü kendileri Bey oldukları halde Gazi Evrenos kadar zengin değiller.
    Akıncıların komutanları arasında, bir zamanlar Bizans tekfurluğu veya komutanlığı yapmış kişiler olunca, halk Bizans baskısından kurtulmayı seçiyor.  Lowry, bu konuda gerçekten ilginç malzeme sunuyor (6). Fatih'in kendine Başvezir olarak son Bizans imparatorunun halefini seçmesi çok ilginç. Osmanlı, fethettiği bölgeleri, gene oraların yerel yöneticileriyle yönetiyor ve halka yeni bir refah vaad ediyor (bu refahın önemli ölçülerde yağma ve talandan geldiğini söylemeye gerek yok.) Gazileri -bugün kutsanan- "uğraşısı hakkında Aşıkpaşazade aynen şöyle diyor: (Evrenos Bey) "çalup çarpmağa başladı." (7) Konunun daha ilginç yanı, Akıncıların yaptığını yapıp sınır ötesini talan eden Bizans birlikleri de varmış eskiden. Halk Akıncılık olayına yabancı değil.
    Osmanlı devletinin henüz kuruluş aşamasında, Mihal'in Osman'ın ellerine sarılması gibi teatral durumlardan ziyade bir "Akıncı Beyler ittifakı" söz konusu. Osman Bey'in atalarının Söğüt'ten önceki tarihine sayfalar ayıran Şimşirgil'in, Köse Mihal ve Evrenos Bey gibi akıncıların devlet içindeki çok özel konumlarını açıklayan rasyonel bir gerekçesi yok, ama kitabı çok güzel okunuyor, hikaye tadında. Şimşirgil bile Köse Mihal'den bahsederken "ihtida" konusunu işlemiyor, yani Mihal basbayağı Hristiyan. Ayşegül Kılıç da övgüye layık kitabında Evrenos Bey'in büyük bir ihtimalle Sırp/Slav kökenli olabileceği sonucuna varıyor (8). Osmanlı denen yapıyıyı başından itibaren en az 120 yıl yöneten ve askeri genişleme işini üslenen aileler: Evrenosoğulları, Mihaloğulları, Turahanoğulları, Malkoçoğulları. Lowry, Osmanlıların başlangıçta bir akıncılar koalisyonu olduğu ve bu dört aile tarafından yönetildiğini, ama Anadolu'dan Türk savaşçı devşirme ihtimali daha yüksek olduğundan "Eşitler arasında birinci"nin Osman olduğunu, diğer aileler tarafından onun 'Birinci' seçildiğini gösteriyor, yani el-etek öpme meselesi değil bir ittifak söz konusu. Osmanlı bu ittifaka 250 yıl sadık kalıyor. Gerçi yazarın çok sağlam kanıtları yok, ama Osmanlıların ilk başarılarında akıncıların halka dağıttıkları malların, kurdukları vakıfların, inanç özgürlüğüne karışmamalarının, yerel yöneticileri görevde tutmalarının ve Hristiyan halkı mobilize edebilmelerinin büyük rolü olmalı.
    Osmanlı, başından beri, elbette sadece bir Robin Hood çetesi değil. Selçuklu'dan aldığı ve bunu her hareketinde hissettiğimiz bir Türk devlet anlayışına sahip. Bu anlamda başta bir uç beyliği olmasına rağmen, Selçuklu'nun tüm tecrübesini konuşturan bir yapı. Bu yazının kapsamını fazla genişletmemek için örneklere girmiyorum, ama Lowry'den bir çok örnek okuyabilirsiniz. İslam, ancak 1430'lardan itibaren Osmanlı denkleminde "seçkinlere dahil olmak için kullanılan sembolizm" olarak görünmeye başlanıyor. Abbasi tipi İslami bir devlet olmak fikri, tarzı ve dili ise, ancak Mısır'ın 1517 sonrasındaki işgali, Kutsal Emanetler'in İstanbul'a getirilmesi ve Arap ulemanın İstanbul'a gelişinden sonra görülüyor. Arap devlet terminolojisinin yerleşip İslam'ın bir şart haline gelmeye başlamasından sonra sonra geriye bakarak yazılan tarih kitaplarında Osman Bey, namazında-niyazında, güzel rüyalar gören bir Kur'an kursu talebesi gibi gösteriyor. Bu özellikle günümüz İslamcısının tarih anlayışında çok bariz. Halbuki ilk Osmanlı Sultanları zamanında halka yemek dağıtılan imaretlerde şarap da dağıtıldığını biliyoruz. İçen içiyor, içmeyen içmiyor...

(Yazı devam edecek)

Dipnotlar:
1. Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, "Kayı I", Ertuğrul'un Ocağı, Timaş 2015
2. Şimşirgil, s. 23 (Neşti Tarihi'nden)
3. Pertev Naili Boratav, "Az gittik uz gittik", İmge 1969
4. Ayşegül Kılıç, "Gazi Evrenos Bey", Bir Osmanlı Akıncı Beyi, İthaki 2014
5. Heath W. Lowry, "Erken Dönem Osmanlı'nın Yapısı", İstanbul Bilgi Üniversitesi 2010
6. Aynı yerde, 132.-133. Sayfalardaki Osmanlı vezirleri çizelgesine bakılabilir.
7. Aşık Paşazade, "Osmanoğullarının tarihi", İstanbul 2003, s. 378
8. Kılıç, s. 42