Atelier X

 


1. Uyanış

Kar örtüsüne atılmış ustura kesiği, ay ışığında buğulanıyor, bembeyaz yüklü çam ağaçların arasından kan kıvamında karanlık bir su kıvrılarak akıyordu. Bedenimin kalıbına yeniden dökülmeden önce rüyayla gerçek bir ve aynı, kireçle boyanmış duvarın mat kar aydınlığı uçsuz bucaksızdı. Sürekli tekrarlanan rüyamda, gece karanlığında yıldızların pırıldadığı bir derenin kenarında, hayal meyal seçebildiğim sessiz ve bedensiz yüzler gördüm. Ormanın koyu gölgelerinden doğuyor, bir an canlanma belirtisi gösterip korkunç ifadelere bürünerek efkarlı sigara dumanları gibi dağılıyorlardı. Ay ışığının değmediği karanlık, hızla bozulan maskeleri teker teker yutuyordu. Yalnızlığım, kimliği belirsiz yüzlerin sessizce kayboluşlarından daha korkunçtu. Derenin iki yanında sonsuza doğru uzanan ormana girmeye korkuyordum. Tehlikeli bir varlığın karanlıkta beni aradığını ve bulduğu takdirde hayal dahi edemeyeceğim bir gaddarlıkla öldüreceğini hissediyordum. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyor, kar üzerinde derin ayak izleri bırakarak dere boyunca ilerliyordum. Denize doğru kendine dolanbaçlı kuytu yollar arayan suyun peşinde, bazen çılgınlar gibi koşuyor, sonra durup soluklanıyordum. Etrafımdaki hareketsiz kar manzarasında bir hayat belirtisi, dost bir kıpırtı, bir iz arıyordum. Bu kabustan kurtulacağıma olan inancım, kendimi kaybedip bayılmamı önlüyordu. Ay’ın gümüşlendirdiği kar, el değmemiş prüzsüz mükemmelliğiyle önümde sonsuzluğa doğru uzanıyor ve ben nefes nefese kaçıyordum. Ağaçların gölgeleri, kara dişler gibi zigzaklar çizerek bana yaklaştılar ve çelikten dev bir kapan gibi üzerime kapandılar. Sıçrayarak uyandım.

Sakız gibi beyaz bir yatağın içinde kıvrılmış, yorgan döşek yatıyordum. Karşımdaki beyaz duvarda boydan boya uzanan çatlağa bakmamak için gözlerimi sol tarafımdaki kalın duvara gömülmüş pencereye çevirdim. Göğün boğum boğum gri bulutları dışında bir şey görünmüyordu. Kıyıyı döven dalgaların uğultusu bana kadar ulaşınca, karanlık dere yeniden aklıma geldi, rüzgâr ıslıkla garip melodiler çaldı, huzursuz taş bina kurt gibi uludu. Hayatın ağırlığına alışamadan, bana mecburen katlandığı hissine kapıldığım odadan bir an önce çıkıp gitmek istedim. Yorganımı açıp doğrulurken, sol yanımdan müthiş bir sancılar salvosu yedim. Etime bıçak gibi dalan acı, gözlerimi karartıp nefesimi kesti, karnım ve sırtım yay gibi gerildi. Kalkmaktan hemen vazgeçip, kendimi yatağın sıcağına bıraktım ama acıdan kaskatı kesilmiştim. Bana ne olmuştu?

"Lütfen sakin olunuz. Yaralısınız."

Hiçbir endişenin karartamayacağı billur gibi net bir kadın sesi, yataktan kalkmak için ikinci bir hamleyi göze almamı peşinen engelledi. Hareketsiz bekledim. Kuş gibi hafif eli anne şevkatiyle omuzuma kondu. "Lütfen kalkmaya çalışmayınız" dedi.

Karla kaplı soğuk kış gecelerini aydınlatan Dolunay'ın akça pakça güzel yüzünü, gündüz gözüyle hiç bu kadar yakından görmemiştim. Gözümü ondan ayıramadım. Zonklamaya başlayan yaralarım olmasaydı kendimi Cennette sanabilirdim.

Işıldayan mavi gözleriyle doğrudan içime bakıyordu. Düzgün küçük bir burnu, dolgun dudakları vardı. Başörtüsünden görünen saçları kumral, dudakları pembeydi. Beyaz uzun elbisesiyle, hemşireden çok meleğe benziyordu. En fazla yirmiiki yirmiüç yaşlarındaydı. Elini omuzumdan çekmeden, beni teselli etmek isteyen bir tonda, "Merak etmeyin iyileşeceksiniz" dedi. Onun söylediği herşeye inanabilirdim. Başımı salladım ve aynı anda acısı başımın üzerine doğru uzanan, enseme yakın bir yaramın daha olduğunu farkettim. Sargılı sol kolumu kımıldatmadan, bu kez sağ elimle üzerimdeki yorganı usulca kaldırdım. Bütün bedenim sargılar içindeydi.

(…)


4. Osman

Bedenimi beş ayrı yerden delen şarapneller, hiçbir hayati organıma zarar vermemişler. İngiliz gemisinden atılan son top mermisi, bildiğimiz dünyanın ötesinden ilahi bir ceza gibi gelip, yanımdaki dört subayı paramparça ederek acımadan öldürürken, bana nedense daha insaflı davranmışlar. Seddülbahir'deki tabyaları tek tek yok eden İngiliz savaş gemileri, bizim tabyadan atılan son gülleden sonra, saldırıya ara verip Boğazı terketmişler. Bizim tabyadan geriye bir tek ben sağ kalmışım. O son mermiyi ancak benim ateşlemiş olabileceğimi düşünüyorlar, çünkü son atış bizden yapılmış.

Şubat'ın son günlerinden birinde Sultan'ın yatıyla cepheyi teftişe gelen Enver Paşa, teftiş sırasında bu hikayeyi duymuş ve etkilenmiş. İstanbul'a sevkimden sonra benimle ilgilenilmesini ve bir harp madalyasıyla taltifimi emretmiş.

Osman Efendi, sıcak salçalı su içinde yüzen az yağlı kuru fasülye tabağını ve küçük bir kasedeki sulu yoğurdu tepsiyle önüme koyarken, sapsarı dişlerini göstererek, "Sen Allah'ın sevgili kuluymuşsun bre Kahraman" dedi. Gülünce yüzünde kırışmadık yer kalmıyor, kısmen ağarmış kırcıllı saçı ve sakalıyla gri bir kurda benziyordu. 

"Bak yaralandın berelendin ama hayatın da kurtuldu. Okuma yazman var. Şimdi Paşa bir emir verir seni yazıcı felan bi’şey yaparlar. Bak, ekmek hâlâ sıcak. Bunları, cepheden getirilen yaralı gariplere dağıttılar. Sen artık yeni sayılmazsın ama mutfağın fırınından bir tane de sana aldım. Alt katlarda ünün yürüdü, mutfakçılar, al bunu kahramanımıza götür, selamımızı söyle dediler” diyerek gevrek gevrek güldü.

Balkan savaşında Bulgarlardan geri alındıktan sonra ordu Edirne'ye girerken yol kenarında bir mayına basan Osman, sol ayağını kaybetmiş. Dizinden aşağısı eksik bacağını, Almanya'dan getirtilen bir protezle tamamlamışlar.

"Memleketime geldim, artık buradan terhis olurum diye sevinirken, gözlerimi sıhhiye çadırında açtım. Ben de tek kırmızı çizgili etiketle Gülhane'ye getirilenlerdenim. Elli tane İstanbul hastanesinden birine sevk edilmeyi beklerken burada kaldım. Nasipte Edirne değil İstanbul varmış" deyip, susuyordu. Burada devreye girip "Kısmet" diyordum onu teselli etmek için. "Hastanede kalmakla iyi etmişsin. Payitahtta, şehirlerin incisi İstanbul'da yaşıyorsun, daha ne" gibi sözler söyüyordum, o da her seferinde, "Ha şunu bileydin" deyip kurt gibi sırıtıyordu. "Savaş bitsin" gidecekti, ama savaş bir türlü bitmiyordu. Zabitlerin ortalıkta görünmediği saatlerde, üst kattaki pencerelerin önünde duran iskemlelerden birini çekip oturur, denizi ve uzaktan görünen Adaları seyrederdi. Eksik bacağına rağmen şaşılacak kadar çevikti. Subaylara mahsus sandalyelerin üstünde keyif yaptığını ve tazı gibi atak bir gazi olduğunu benden başka kimselere göstermezdi. 

Osman, dizine yakın bir yerden kesilen bacağı iyileştikten sonra bir daha hastaneden ayrılmamış. Memleketine neden dönmediğini, "Burada yatan yiğitleri bırakıp gidemem, gözüm arkada kalır" diye açıklıyordu ama asıl yanıtını laf arasında söyleyivermişti.

"Zaten bir bacağım kaldı, onu da kaybedemem, gavurun mayını nereye döşeyeceği belli olmaz. Bak şu koca istanbul'a, insanlar burada mayının ne olduğunu bilmeden yaşıyorlar". 

Askeri hastane ve Gülhane Parkı, onun için İstanbul'un en mayınsız yeriydi, seyrettiği İstanbul'u yakından görmek dokunmak yaşamak da istemiyordu. Ben hastanede kaldığım sürece, şehir izni ila hastaneden çıkıp Sultan Ahmet Meydanına gittiğini veya aşağıya Sirkeci'ye Eminönü 'ne indiğini hiç duymadım.

"Allah Edirne'ye dönmemi istemedi, senin de memleketine dönmeni istemiyor. Yoksa bunları alnına yazmazdı" deyip, son sözlerini söyleyenlerin sakin ciddiyetiyle hastanenin koridorlarında kayboluyordu. Osman, elinde ilaçlar havlular temiz çarşaflarla, genellikle yemek tepsisiyle odadan odaya girip çıkıyordu. Üst katta yatan subaylar onun gelişini aksak ayak seslerinden hemen tanıyor, bazen onu daha görmeden "Osman" diye sesleniyorlardı. 

Hastanedeki her askerin her subayın bir hikayesi vardı. Detaylar uydurup ekleyip yeniden anlatarak mucize olaylara kendince katkı sunan hastane personeli, neyin gerçek neyin hayal olduğunu birbirine karıştırarak hayatın derin acısını katlanılır hale getirmekte ustalaşmışlardı. Kol-bacak kesmekten usanmış melankolik doktorlar, renksiz ve sessiz hastabakıcılar, gelip giden üzgün ziyaretçiler, zabitler, akla gelecek her türlü insanlık halinin görüldüğü düşük yoğunluklu küçük bir mahşer örneğinde yaşıyor ve benim hatırlamadığım hikayemin, onlara en doğru gelen fantastik versiyonlarına can-ı gönülden inanıyorlardı.

(…)


7. Hastaneye veda

Onca kahramanlık hikayesi ve mucize duyup dinledikten sonra beni almaya gelen masal kaçkını iriyarı palabıyıklı arabacı ve yanındaki oniki onüç yaşlarındaki sağır dilsiz çocuğun, nasıl olup da hiçbir nöbetçiye takılmadan odama kadar gelebildiklerine şaşıramadım. Adamın ağzını tamamen kapatan pala bıyıkları ve sarkık çenesi suskunluğuyla uyumluydu, konuşmaya pek müsait değildi. Yusyuvarlak koca bir gülleyi andıran göbeğini örtmekten aciz işlemeli yeleğinin cebinden bir saat zinciri görünüyordu. Yüzüne sonradan eklenmiş gibi duran toparlak kırmızı burnu, adeleli kıllı kollarının korkunçluğuyla tam bir tezat teşkil ediyordu. Çocuk, armutsapı gibi ince boynu ve bodur boyuna rağmen, insanda koruma isteği uyandıracak anakuzularına değil, yanlış beden seçmiş iradesi sağlam ahir zaman cengaverlerine benzediğinden, bize eşlik eden askerler tarafından yadırgandı. Koyun kürkü kadar gür ve omuzlarına doğru uzamış siyah saçları, fessiz başını olduğundan daha büyük gösteriyordu. Beni Paşa'nın yalısına götürecek vapura bindireceklerdi. Taburcu edileceğimi benden önce öğrenen Handan Hanım'ın Çanakkale'ye giden Hilal-i Ahmer vapurlarından birine binmeden önce bu iki garibe, beni İstanbul'un dışındaki Yeniköy'e götürmeleri emrini vermesi ihtimali bulunmasa da, ben buna ve daha bir sürü olanaksız söylentiye inanmaya hazırdım.

Handan Hanım'ı, hastane denen bu insan mezbeleliğinde değil de deniz kenarındaki büyük beyaz ahşap bir evde görmek, Çanakkale'de öznesi olduğum söylenen mucizeden daha büyüktü benim için. Pılımı pırtımı toplayıp, Osman'ın hastane idaresinden temin ettiği eski bir tahta bavula doldurdum. Gülhane'de verilen üç kat temiz çamaşırım, pijamam ve tabii Handan Hanım'ın getirdiği mecmualardan oluşan eşyalarım, koca bavulun dibini döşemedi. Baştabib yardımcısı Melih Bey tarafından hediye edilen ceketimi giydim, kimin verdiğini unuttuğum Avusturya malı eski fesimi takıp, arabacının peşine takıldım. 

Asker çantam cephede kaybolduğundan, Gülhane'ye getirilirken boynuma taktıkları kağıt künye dışında bir kimlik belgem bulunmuyordu. Kimliğim ortaya çıkarılıncaya kadar işte böyle geçici belgelerle ve farazi isimlerle idare edecektim. Tek tarafı kırmızı çizgili avuçiçi kadar kâğıt künye, cephede yaralanıp İstanbul'daki hastanelere vapurla taşınabilecek durumda olanlara takılıyordu. Çanakkale'de kalan, taşınamayacak kadar ağır yaralananların boynuna asılan künyelerin iki tarafı kırmızı çizgiliymiş. Sırtımda ve kalçamdaki dört şarapnel yarasını ameliyat edip başımdaki yarayı ellemeyen doktorun, bilincim kapalı olduğu halde, beni ne demeye İstanbul'a gönderdiğini kimse bilmiyordu. Hastabakıcılara bakılacak olursa ben çifte kımızı çizgili taşınamaz hastalardan olmalıymışım ve Çanakkale'de gönderilmem riskliymiş. Doktorların bu konuda fikir beyan etmemelerinden, Paşa'nın isteği veya emriyle İstanbul'a getirildiğim sonucuna varıyorlardı.

Künyemin üzerindeki numara ve kargacık burgacık yazılarla ad hanesine düşülmüş "meçhul" sözcüğünü defalarca okumuştum. Ait olduğum askeri birliği gösterir haneye de aynı sözcük yazılmıştı. Hangi birlikten olabileceğim tahmin edilebilirmiş, patlama alanına yakın üç bölük bulunmaktaymış ama emin olamadıklarından o haneyi de boş bırakmışlar. Hastanenin ayaklı gazetesi Osman'ın anlattığına göre, Paşa'nın yaveri Nazif cepheye dönmeden önce iki zabite, benim o üç bölükten değil, başka bir bölükten olma ihtimalim bir yana, dışarıdan cepheye sızmış biri olabileceğim ihtimali üzerinde bile durulduğundan bahsetmiş. Bu durum, beni neden taburcu etmediklerini, neden cepheye göndermediklerini açıklayabilirdi belki, ama Paşa'nın yalısına postalanma nedenimi açıklayabilir miyidi?

Künyede yaralarımın yerleri, bana yapılan ameliyatlar ve verilen ilaçların adları not düşülmüştü. Ceketimin sol iç cebinde taşıdığım bu kağıt parçasını, hatırlamadığım daha önceki hayatımdan kalma tek "hatıra" niyetine doktorlardan rica minnet almıştım.

Arabacı, tahta bavulumu elimden alıp odadan çıktı, çocuk da etrafına düşmanca bakarak arkasından yürüdü. Arabacının bir bacağının kısa olduğunu ve benden çok daha kötü topalladığını o zaman farkettim. Yürürken, yolcu vapurunun dalgasına yakalanmış sandal gibi yalpaladığı halde hiç zorlanmıyordu. 

"Adın nedir?"

Başını çevirmeden "Hamit" diye homurdanmakla yetindi. Adımlarımı açarak arkasından birkaç adım atmıştım ki, alt kata inen merdivenlerin eşiğinde bavulu yere bıraktı. Merdivenlerin başında askerler ve hastabakıcılardan oluşan küçük bir kalabalık, beni uğurlamak için toplanmıştı. Çanakkale'den yeni bir yaralı kafilesi geldiğinden, aralarında tek doktor veya subay bulunmuyordu. Beni zimmetledikleri çavuşu ve iki askeri de orada gördüm. Çavuş, beni sağ sağlim yalıya teslim etmekle görevli değildi sadece. Anladığım kadarıyla, yolda kaçıp sırra kadem basmamı önlemek de görevleri arasındaydı. Bana madalya takmayı vaad eden Harbiye Nezareti'nin, gösterdiğim mucizeye makul bir izahat arayıp, kurtardığım Paşa ile aramdaki garip bağı çözmeye çalıştığını düşünmek için nedenlerim vardı.

***

Arabacı benim askerlerle vedalaşmamı bekledi. Taburcu olduğum hemen duyulmuş, kapımın önündeki küçük kalabalık hızla büyümüştü. Osman'ın arkasında birbirine yakın duran beş yaralı asker, benden bekledikleri iyiliğin niteliği hakkında en ufak bir fikre sahip olmadan, kocaman gözlerle bana bakıyorlardı. Birisi, iskelet sayılabilecek kadar zayıftı. Seyrek saçları vardı ve bir kolu sarılmış, beyaz bez bir askıyla omuzuna asılmıştı. Üzerindeki asker giysisi kendine birkaç numara büyüktü. Hiçbir yara ve sargı izi olmayan bir diğeri, her an beklenmedik fevri hareketler yapabilecek kadar gerdin görünüyor, gözleriyle beni tepeden tırnağa süzüyor, her yanıma ayrı ayrı bakıyor ama şaşılacak bir şekilde sessiz ve hareketsiz kalıyordu. Diğer askerlerden birinin sağ bacağı kalçasından kesilmişti. O ve yanındaki ikisi koltuk değnekliydi. Osman, herzamanki sırıtışıyla onlarla aramda geçilmez bir bariyer oluşturmuş, beni kendince koruyabileceği bir yer ve mesafede duruyordu.

Muzaffer Bey, Çanakkale gazilerinin arasından süzülüp yanıma geldi, sağ elimi sıkıp abartılı bir şekilde salladı.

"İşte vakit geldi Mehmedim" dedi. "Şimdi Paşa'nın yalısına gideceksin ve biz senin kim olduğunu buluncaya kadar orada yaşayacaksın. O zamana kadar Paşanın senden ricası, bir yere ayrılmaman. Sana orada bir iş bulacaklar, canın sıkılmayacak. Yalıdan izinsiz ve yalnız ayrılmak yok, anladın mı?"

Muzaffer Bey, hiç görmediğim kadar ciddiydi.

"Emredersiniz" diye mırıldandım. İncecik sesine rağmen, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bir emir vermişti ve ben terhis olmadığıma göre hâlâ  üslerinin emirlerine tâbi bir askerdim ve sadece emirlere uymayı değil, benden beklendiği gibi davranmayı da hastanede öğrenmiştim.

"Harbiye Nezaretinden bazı zabitler gelebilir, veya seni başka bir yere götürebilirler, sorular sorabilirler. Bunlara hazırlıklı ol. Sana törenle bir de madalya takacaklar. Kahramanlık kolay değil öyle."

Muzaffer Bey elimi sallamayı bırakıp gülerek boynuma sarıldı ve beni iki yanağımdan öptü. 

"Haydi Allah yolunu açık etsin Kahraman. Gene beklerim, ama bu kez acı kahvemi içmeye gel." 

Sırtımı sıvazlayan eller ve mırıldanılan dualar arasından geçerek arabacıyla çocuğun peşinden dışarıya çıkınca yüzüme yediğim çiçek kokulu bahar rüzgarı ve Güneş beni iyice sersemletti. Bir an durdum. Sağırdilsiz çocuk bunu hemen anlayıp beklenmedik bir güç ve çeviklikle koluma girdi. Bunu öyle benzersiz bir maharetle yapmıştı ki, bir an bastonsuz yürümeye başlamışım gibi rahatladım ve çocuğa itiraz etmek yerine kolumu omuzuna attım. Keçe gibi saçları ceketimin kolunu kapladı. Onun yardımıyla hastanenin önündeki faytonun arka koltuğuna oturdum, yanıma ilişti. Çavuş ve neredeyse çocuk yaşındaki silahsız piyade erlerinden biri karşımıza, diğer er de arabacının yanına oturdu. İki doru atın çektiği fayton hareket ettiğinde, beni geçiren kalabalığın neredeyse yüz kişiyi bulduğunu hayretle gördüm.

Arabacının incecik kamçısı atların üzerinde şakladı ve araba harekete geçti. Hastanenin giriş kapısının önüne kadar çıkmış kalabalığı son kez selamladım. Osman'ın gülmekle ağlamak arasında çarpılmış kırışık yüzü kalabalığın en önündeydi. Beni geçirmeye gelenler arasında doktorlar, subaylar göremedim. Paşayı neden ve nasıl kurtardığım konusundaki kuşkuları sır değildi ama bir Türk Paşasını kurtardığı için savaş madalyası alacak birine daha saygılı olabilirlerdi. Fayton parkı hızla ardında bırakıp, başka faytonların ve hatta ilk kez görüp hayret ettiğim otomobiller gidip geldiği hareketli bir yola çıktı. Yol kenarında fesli sarıklı Müslümanlar, Frenk usulü şapka takan Hristiyanlar,  uzun ve geniş etekli hanımları, peçeli kadınlar, hamallar ve annelerinin elinden tutarak yürüyen küçük çocuklar vardı. Kafam, ilk kez gördüğüm canlı sokak hayatından ziyade, gene o karanlık boşluk ile meşguldü. Doktorlar ve subayların benim hakkımda benden çok şey bildikleri ihtimali içimi bir kurt gibi kemiriyordu. Yağlı simit ve susamlı halka satanları, koşuşturan çocukları, karşıdan karşıya geçmek isteyenlere çıngırak çalan faytoncuları bir rüyadaymışım gibi seyrettim. Hastanenin dört duvarı, cam kenarları, yatakları ve yeşil bahçesinde yaşanan küçük dünyasıyla kıyaslanamayacak kadar geniş, aydınlık, hareketli, bilinmezliklerle dolu bir insan deryasıydı İstanbul. Fayton sarsıldıkça sırtımın ortasında kalmış son şarapnel parçası kendini hatırlatıyor, beni gerçeğe dönmeye, kendime gelmeye zorluyordu. Gözüm, karşımda oturan çavuşun belindeki tabanca kılıfına takıldı. Harbiye nezaretinden hastaneyi teftişe gelen yüksek rütbeli bir zabitin belinde gördüğüm Luger tabancayı hemen tanıdım. Silahın adını, oda komşum yaralı yüzbaşıdan öğrenmiştim. O, Luger'e benzeyenö ama ondan daha büyük ve uzun olan Mauser C96 hayranıydı. Kısa kara bıyıklı çavuş, geçtiğimiz sokağın kenarındaki insanları, dükkanları ve günlük koşuşturmacayı seyrediyordu.  Çizmeleri, paşaların çizmeleri gibi özenle parlatılmıştı. Yanındaki er de dikkatini sokağa vermiş, arada sırada yanımdaki çocuğun burunları kalkık ayakkabılarına bakıyordu.

(…)