Yeryüzü Cenneti Ladakh, modernizm ve İslamcılığın rolü...

Asya'daki eski söylencelerde adı sıkça geçen bir dağ vardır. Sanskritçe kaynaklarda "Meru" diye anılan bu dağ, "Dünyanın merkezi" sayılır. Çin'in özerk Tibet bölgesinde, Hindistan sınırına oldukça yakın bir yerde bulunur. Meru, Tibet Budizmine göre, "Cennet'in olduğu yer"dir. Ama eğer bir sosyal Cennet'ten bahsedeceksek, kutsal dağın kuzey-batısında başka bir yeri, adına "Küçük Tibet" denilen Ladakh'ı konuşmalıyız. Hindistan'ın en kuzeyinde, Jammu & Kaşmir özerk bölgesindeki Ladakh, 1970'li yıllara kadar halkının para kullanmadan yaşadığı, kendi kendine yeten, yüksek bir kültüre sahip, özgün bir düzene sahip olduğunu söyleyebileceğimiz son yer. 
Bu bölgenin Dünya'da tanınması, bir yol inşaatıyla başlar. 1970'li yılların başında Hindistan Hükümeti, Küçük Tibet'i Hindistan'dan daha kolay ulaşılır bir hale getirmek amacıyla, bölgeyi güney ila bağlayan bir yol yaptırır ve Ladakh turizme açılır. Tabii sadece turistler gelmez! Çağ, tüm dünyada devrimciği gençliğin çağıdır, 1968'liler sırtçantalarıyla heryerdedirler ve gittikleri heryere, ezilenlerden yana tavır alan, çevrenin ve eski kültürlerin korunmasını önemseyen militan ruhlarını da beraberlerinde götürürler. Henüz yirmili yaşlarındaki Helena Norberg-Hodge, dilbilimi eğitimi alan meraklı bir linguisttir (dil bilimci). Küçük Tibet'e geldiğinde tek amacı, Ladakh halkının dilini öğrenip bu konuda akademik bir makale veya bir kitap yazmaktır. Ancak bölgeye 1975'de gelen genç kadın, Ladakh'ın çok özel ve özgün bir yer olduğunu çabucak anlar ve burada bulduğu toplumsal düzeni Dünyaya anlatmak amacıyla 1978'den itibaren yoğun bir çalışma içine girer, "Ladakh Projesi"ni başlatır. İsveç doğumlu Helena'nın 3000 küsür metre yükseklikteki çöl benzeri bölgede Ladakh'ı tanıtmak için gösterdiği çaba, Tibet'in siyasi başkenti Lhasa'dan ayrı yaşamak zorunda kalan Dalai Lama'nın da dikkatini çeker ve Helena'nın Leh'te kurduğu proje merkezine gelip onu şereflendirir. 
Önce, Ladakh'ın nasıl bir yer olduğundan bahsedip, sonra kısaca düzenini ve Ladakh Projesini anlatacağım.
Ladakh, Hindistan'ın en kuzeyindeki Jammu & Kaşmir eyaletinin tam merkezindedir ve bu özerk Hint eyaletinin neredeyse dörtte üçünü oluşturur, yüzölçümü de Belçika'nın iki katı kadardır. Kültürel ve tarihi başkenti Leh adlı kasaba, aynı zamanda en büyük yerleşim birimidir. Turizme açıldığı dönemde Ladakh'ın toplam nüfusu en fazla yüzyirmi bin. Himalayalar'ın kuzeyindeki sıra dağlarda, Tibet platosuna komşu Ladakh, aynı gün içinde eksi 15 ile artı 20 dereceler arasında oynayabilen ısı değerlerine sahip. Burada yazın kırk derece sıcaklık yaşanabiliyor, ama kışın eksi kırk derece soğukluk da olabiliyor. Ladakh halkının yaşadığı vadi, buzul sularının beslediği, çok kısa yazlarda yemyeşil olan bir yer. Halk buğday ve yulaf ekiyor, koyun, inek, yak ve 'dzo' denen melez bir yak türü yetiştiriyor. Yılın sekiz ayı kar ve buzla kaplı bölgede halk kışın hiç çalışmadan evlerinde yaşıyor, sadece su almak ve hayvanlara yem vermek için, bir de dost ziyaretleri için evinden çıkıyor. Bu bölgedeki halkın galiba en ilginç özelliği, hiç çöp üretmemesi ve -müzik aleti yapmak amacı dışında- ağaçlardan tek bir dal bile koparmaması. Bölge halkı, hayvanların dışkısını (tezek) yakarak ısınıyor, insan dışkısını da gübre olarak kullanıyor ve Helena bu bölgeye ulaştığında buradaki özgün sistemin en az 800 yıldır hiç değişmeden aynen sürdüğünü saptamış. Helena'nın amacı Ladakh kültürünü (ve tabii ekonomi anlayışını) koruyup Dünyaya anlatırken, onu Batı kökenli bilim ve tekniğin imkanlarını kullanarak, Dünyanın başka yerlerinde de uygulanabilir hale getirmek. Helena Norberg-Hodge, bu çabaları nedeniyle 1986'da Alternatif Nobel Ödülü ile taltif edilmiş.
Ladakh'ın yüzde 99.6'sı insan yaşamına uygun olmayan çöl ve dağlardan oluşuyor. Bölgenin bu özelliği insanları hem doğaya uyumlu bir yaşam sürmeye zorlamış, hem de dünyadan yalıtarak, burada özgün bir sosyal/kültürel yapının ortaya çıkıp günümüze kadar yaşamasına olanak sağlamış.
Ladakh'ın özgün düzeninin ana fikri; toplumda hiçbirşeyin boşa/çöpe gitmediği, sinerjik/dayanışmacı bir köydemokrasisi. 
Buradaki "Köydemokrasisi" sözcüğünü, (Basisdemokratie/Grassroots democracy) sosyal medyadaki halinyle "Doğrudan demokrasi" diye adlandırmanın yanlış olmayacağını düşünüyorum. Ayrıntıya girmeden, bence en önemli özellikleri şunlar: Savurganlığın ve birşeyleri boşa harcamanın esamisinin olmadığı, toplumun bireylerinin birbiriyle sağlam ilişkiler kurduğu, herkesin birbiriyle dayanıştığı (bu zaten zorunlu), çevreyi kesinlikle kirletmeyen, -ama galiba en ilginci- hiçbir suç işlemeyen bir toplum. Helena'nın en çok dikkatini çeken, bu toplumda en küçük bir suçun bile işlenmemesi, şiddet uygulanmaması, en küçük hırsızlık olaylarının bile olmaması olmuş. Bu tip olaylarla da şöyle başa çıkıyorlar: Toplumda anlaşmazlık ve gerginliğe neden olabilecek konulardan kaçınılıyor. Yazılı hiç bir yasa olmamasına rağmen, yazılmamış yasalara karşı hareket edene son derece toleranslı/anlayışlı davranıyorlar ve işin daha ilginç yanı, toplumsal baskı da uygulamıyorlar ve kişinin davranışını değiştirmesini bekliyorlar -ve o kişi de davranışını değiştiriyor! Bunun nasıl olabildiği ise oldukça basit. Toplumun genel mantalitesi, kişiyi sonunda topluma uyduruyor ve Ladakh toplumunda şiddete asla -hiçbir şekilde- başvurulmuyor, saldırganlık görülmüyor. Helena, hayatında, Ladakh'lılar kadar ruh sağlığı ve özgüveni yerinde bir halk görmediğini söylüyor. Zaten dil bilimci iken bu işini bir kenara bırakıp Ladakh toplumuyla ilgilenmesinin nedeni de bu. Helena Norberg-Hodge, insanların bu uyumlu ve sağlıklı halini, "Bir bütüne dahil olduğunun bilincinde olmak ve bütünün tek tek bireylerin toplamından daha büyük olduğunun farkında olmak" diye özetliyor.
Ladakh'lıların, ilginç sosyal örgütlenmeleri var. Mesela birbirine coğrafi yakınlığı olan 4-10 ailenin/evin, belli işleri kendi aralarında iş bölümüyle halletmesi ve bu konuda her bireyin o ailelerin tümü içinde belli görevleri/sorumlulukları ve hakları var. Aileler bu ortaklığın bir işareti olarak ortak bir "Koruyucu ruh" seçerek, birlikteliklerine dini bir anlam/onay da katıyorlar. En fazla on ailenin dahil olduğu bu sosyal örgütlenmelere üyelik, bir kuşaktan diğerine geçiyor.
Bir Ladakh ailesi mesela aileden biri ölüp büyük duygusal çöküntü yaşadığında, ailelerin ortak komününden her türlü duygusal desteği ve maddi/manevi yardımı görüyor. Bu desteğin bir şartı yok, kimse karşılık beklemiyor. Böylece duygusal bir bağımlılık da oluşmuyor, bireyin özgürlüğü garanti altına alınmış oluyor. Aileler, çocuklarına da beraber bakıyorlar ve kurulan sistem/öncelikler sayesinde anneler hep çocuklarıyla veya onların çok yakınında oluyorlar. Çocuklar bu görev ve hakları, beş yaşından itibaren öğreniyorlar. Yaşlılar, ailelerin ortak sorumluluğunda oluyor. Özellikle karşılıksız yardım (zaten para kullanmıyorlar), her bireyin özgürlüğünü ve kendini özgürce geliştirmesini sağlıyor, yani başka toplumlarda benzeri durumlarda gözlenen toplumsal baskı yok.
Ladakh toplumu, tüm görev dağılımı ve haklar konusunda erkek ile kadın arasında bir ayrım yapmıyor. Erkekler, kadınların işlerini de yapıyorlar, veya tersi. Bu durumu erkekler sorun yapmıyor, -kadınlar da. Esasen tek eşlilik esas, ama şartlar gerektiğinde çok eşlilik de görülebiliyor. Ailelerin birlikte hareket etmesinin ve komünler kurmasının başka bir nedeni de, tarım arazilerinin çoklu mülkiyet yoluyla bülünmesinin önüne geçmek. Başka komünlerle evlilik halinde, dışarıdan gelin veya damat gelen kişinin, komünün ortak mülkiyeti üzerinde hakkı bulunmuyor, evlenenlerin birbiriyle uyuşup uyuşmayacağı konusunda astrologlar devreye giriyor ve bağlayıcı olmayan tavsiyelerde bulunuyorlar. Karmaşık bir aile sistemiyle, aile reisi bazen erkek, bazen kadın oluyor, bu da bir sorun teşkil etmiyor. Çok eşli evliliklerde bazı kadınların birden çok kocası olabiliyor (veya tersi). Aile sistemi ile nüfus artışı ile ölümler dengede tutuluyor. Mesela koskoca eyaletin nüfusu yüzyıllardır hep yüz-yüzyirmi bin arasında değişirken, 1970'lerde modernizme (tüm dünyadaki Batılı hayat tarzına) açıldıktan sonra bile yüzelli bine çıkmış durumda, yani modernizmin bozucu etkisi bile bu yapıyı tamamen bozamamış.
İlk kez 1941 yılında Hindistan'ın İngiliz idaresi, kadınların birden fazla erkekle evlenmesini yasaklamış, o zamandan beri bu adet azalmış, günümüze sadece istisnai durum olarak kalmış. Helena Norberg-Hodge'nin, Ladakh'a gittiği ilk günden itibaren utangaç olmayan ve erkeklerle şakalaşan özgüveni yüksek kadınlar dikkatini çekmiş. Ve her durumda, ailede kadınların erkeklerden daha önemli pozisyonda olduklarını yazmış (1). Ama hayvanların kesilmesi ve ticaret gibi işler esasen erkeklerin. Kadınlar kendi aralarında da eğleniyorlar ("gün" yapmak gibi) ve o zaman erkekleri cemiyetlerine sokmuyorlar, ama onun dışında kadınlar ve erkekler birlikteler.
Helena Norberg-Hodge, dil araştırmaları konusunu bırakıp Ladakh toplumuyla ilgilenmeye başlaması hakkında, "Beni konumu/fikrimi değiştirmeye iten, Ladakh'da heryerde görüğüm hayat sevinciydi" diyor ve çöyle devam ediyor: "Önceleri, 'Ladakh'lılar çok gülüyorlar ama, gülücüklerinin altında mutlaka kıskançlıklar, öfkeler, ezilmişlikler vardır' diye düşünüyordum. Birkeç yıl onlarla beraber yaşadıktan sonra, gülücüklerinin, derin bir memnuniyetten ve iç huzurundan kaynaklandığını anladım. Sonraki dönüşümleri de o ölçüde dramatik oldu. Ladakh'lılar dışarıdan gelen yeni akımlara ve modernleşmeye kapılınca, modern insanın Batı'dan tanıdığımız aynı depresyonlarını, aynı huzursuzluklarını, aynı kızgınlıklarını, aynı saldırganlığını sergilemeye başladılar. Bireylerin yeni teknoloji, ekonomi ve eğitimin baskısı altında değişmesiyle, tüm toplumun da değişmesi, insanların sosyal baskı altına alınarak dramatik bir şekilde etki altına alınabildiklerinin kanıtıydı benim için." (2)
Ladakh toplumunun bu dramatik değişimi çok hızlı oluyor ve bunun galiba ilk gözle görünür maddi nedeni 'para' ve para ile kodlanmış ölçüsüz düşünme (tamahkarlık/açgözlülük) biçimi.
Bu bölgeye modern insanın ve modern yaşama/düşünme biçiminin turizmle birlikte geldiğini unutmayalım. Bu konuda Helena'nın gözlemleri ilginç: Dünyanın öbür ucundan birkaç günlüğüne Ladakh'a gelen Batılı turistler, bir Ladakh'lı ailenin bir yılda kullandığından daha çok kaynak kullanıyor, Maharacalar gibi her türlü lüks hizmeti alabiliyor ve bütün bunları o para denen şeyle yapıyor. Ladakh'da gençlerin kendi aralarındaki sohbetlerde, iki günde bu kadar harcayabilenlerin tüm yıl boyunca krallar gibi yaşadıklarına dair bir hurafe doğuyor, tıpkı bir ara Opel arabalarla Türkiye'ye gelen Almancıların zengin sanılması gibi bir durum. Ve, bu zenginliğin nasıl olabileceği konusunda hayal gücünün kanatlandığı, para kazanmak gibi yeni bir hedefin belirlendiği, böylece bu mantaliteye uygun tüm negatif etkilere açık hale gelinen hızlı bir dönem yaşanıyor.
Ladakh'ın modernizmle ilk tanışması 1962 yılında. Hint ordusu, Çin ve Pakistan ordularının bölgeye girme tehdidine karşı burada üsleniyor. Modern silahlar, modern ordu ve onun ihtiyaçları. Ama olay, bu bölgenin sosyolojik ve kültürel yapısını bozmuyor. Fotoraf makinaları, talepleri ve hediyelik eşya isteyen meraklı halleriyle Batılı turistler gelmeye başlayınca, olay değişiyor, çünkü 1974'den 1984'e kadar yılda 15 bin turist gelip bu bölgede kalıyor. 1989'de Leh'de olaylar başlayınca, turist sayısı o yıl 9 bine düşüyor, ama sonra yeniden eski kapasitesine ulaşıyor. Bu bölgede insanların evlerine kapanmadıkları Haziran-Eylül dönemi, turist sezonu haline geliyor. Bu süre içinde erkekler turist rehberi olarak çalışmaya başlayınca, tarlaları işlemek kadınlara kalıyor, çocukları da okula göndermemeye başlıyorlar, çünkü çocuklar da ufak tefek turistik işlerle, satıcılıkla falan ilgileniyorlar. Gençlik, ailelerinin boşuna çalışıp yorulduğunu, hiçbirşey yapmadan para saçtığını gördükleri turistlerin hayatının çok daha güzel olduğunu düşünüyorlar. Gerçekten tartışmaya değer bir konu. Ve para peşinde koçanlar deryasına katılıyorlar, ama mutluluklarını yitiriyorlar. Daha 1980'lerde, Ladakh'a gelen ucuz elektronik aletler ve modernleşen evlerle birlikte geleneksel yaşam biçimi terkedilmeye başlanıyor, Batı kökenli sözcükler Ladakh diline giriyor, ama en önemlisi, modern kurumların gelmesi. Batı tipi tıp merkezleri, bankalar, radyo ve televizyon istasyonları, Leh'de açılan mahkeme, Ladakh'lıların klasik sosyo-kültürel yapılarını kısa sürede yok ediyor. İngiliz-Hint usulü eğitim, yerel kaynakları, yaşam biçimini, hatta derslerde verilen örnekleri, tamamen görmezden geliyor. (3) Helena, bu kısacık süre içinde zenginler ve fakirler diye iki kesimin ortaya çıkışına ve aralarındaki gelir uçurumunun nasıl hızla büyüdüğüne şahit oluyor. Ama galiba en acı olanı, erkeklerin para peşinde koşmaya odaklandığı yeni modern yaşam biçiminde kadınların giderek daha çok eve kapanması, çocuklarla yalnız başına ilgilenmek, tarlalarla yalnız başına şlgilenmek zorunda kalması. Yani modernleşme Ladakh'a kadınların birden ikinci sınıf Ladakh'lı olmalarına da yol açmış.
Ladakh'ın klasik, yüzlerce (belki binlerce) yıldır mutlu insan üreten özgün düzeni bozulunca, Helena, burada neyin yittiğini anlayıp, Ladakh projesini başlatmış ve bu özgün düzenin prensiplerini insanlara yaymayı amaçlamış. Bu özellikler bizi elbette çok ilgilendiriyor, ama buranın Cennet'ken önce modernizm tarafından bozulması ve İslamcılar tarafından Cehennem'e döndürülmesi de ilgilendiriyor. Çünkü böylece İslamcılığın, modern bir bozukluk türü olduğunu -ona karşı falan olmadığını- anlıyoruz. Ladakh'ın turizme açılışından sadece on küsür yıl sonra, 1980'li yılların sonuna doğru bu bölgede İslamcılar görünmeye başlıyor. Konu da 1979'da bölge yönetiminin Leh (Budistler) ve Kargil (Müslümanlar) arasında Hint Hükümeti tarafından ikiye ayrılması.
Aslında Tibet Budizmi'nin asıl din olduğu bu bölgede İslam'ın tarihi dörtyüzelli yıl kadar bir tarihe sahip. Bir Budist Raja, komşu Baltistan bölgesinden Şii bir soylu kadınla evleniyor ve o tarihten sonra Rajaların Müslüman kadınlarla evlenmesi bir gelenek halinde sürdürülüyor. Tabii siyasi nedenlerle, bölgede istikrarın sağlanması için Rajalar tarafından düşünülmüş bir uygulama. Halktan da benzer evlilikler oluyor ve Ladakh'a Müslümanlar da yerleşiyor. Kargil dışında tüm Ladakh'da Müslümanlar azınlıkta. Hindistan ile Pakistan arasındaki siyasi sürtüşme de süre içinde öeşitli boyutlar alıyor. 1989'da, Budistlerle Müslümanlar arasında ilk sürtüşme çıkıyor. Bu arada o yıllarda Taliban'ın Afganistan'ın en önemli siyasi gücü haline gelmeye başlması, İslamcılığın tüm dünyada yükselmesi, Pakistan'ın Taliban'ı ve tüm İslamcıları destekleyen bir politika izlemesi, 1999 yılnda Ladakh'da da fena halde kendini hissettiriyor ve bir provokasyon, buradaki sosyal barışı fena halde zehirliyor. 1989'da ve 1992'de, İslamcılığın yükselişini görüp bu bölgede yerel partileri yasaklayan Hint Hükümeti, gene de "Budistler Kur'an'a hakaret etti" provokasyonunu önleyemiyor. Kargil bölgesinde bir köyden yayılan, "Kur'an'a hakaret ettiler" lafı kanıtlanmamış da olsa, Müslümanları öfkelendiriyor, dükkanlar kepenk indiriyor olaylar ve Ladakh'ın Başkenti Leh'e de sıçrıyor. Bu dönemde orada "Ladakh Buddhist Association" adında, Budistçi bir parti de var ve o da İslamcılara karşı yangına körükle giderek olayları daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor ve intikam istiyor, Müslüman bir polis dayak yiyor, Müslümanların evlerini taşlıyorlar. Müslümanlar aynı tonda cevap veriyor. Budist bir polisi Muharrem ayında kendilerine vurmak için kullandıkları bir zincirle fena halde dövüyorlar. Kargil'de merkezi hükümete balı polis müdürünün evi yakılıyor falan. Buradaki şiddeti tasvip etmek, en başta Ladakh geleneğine ters, ama bu çatışmanın Müslüman tarafı, otonom elde etmek için "mücadele ediyor" ve asıl hedef otonomi de değil, Pakistan'a bağlanmak. Kargil'de Şii bir yönetim ve Şeriat istiyorlar. İran usulü Şeriat isteyen grubun adı da "Imam Khomeini Memorial Trust" ve asıl işi "okullar açmak" 2001 yılında, İngilizce eğitim veren 14 okula sahip. Yani aynen Fethullah Gülen cemaatininkine benzer bir uygulama. Kısacası, yüzyıllardır birbirilerinin farklılığını asla dert edinmemiş insanlar, birden ayrışmak ve "çoğunluğumun olduğu yeri ben istediğim gibi yönetirim, Demokrasi de bu değil mi?" derdine düşüyorlar.
Süreç içinde ortaya çıkan köçük bir burjuvazi, bu bölgede kalmaya devam eden Hint Ordusu ile ve turizm alanında "iş" yapıyor ve her kapitalist ülkede olduğu gibi "işinin bozulmasını istemiyor". Budistler Şii Müslümanlara saldırıyor, Sünni Müslümanlara değil, çünkü Rajaların evlendiği Müslüman kadınlar çoğunlukla Sünni Müslümanlarmış.
Cep telefonu, internet falan da işin içine girince, "Müslüman dükkanından alışveriş etme" veya "Budistlerin dükkanından alışveriş etme" kampanyalarına kadar düşmüşler. İslamcıların tüm dünyada zayıflamalarıyla birlikte, bölge de daha sakin. Ladakh sistemi içinde yüzyıllarca yaşadıktan sonra, modernizmin gelişiyle birlikte Ladakh sistemini terkedip Şeriat isteyen Müslümanlar, İslamcılığın kapitalizm türevi olduğunun da kanıtı. Sistemin ekonomisi çöken bölgelerinde de Şeriat meraklılarının hemen artması, İslamcılığın bir neoliberal kriz ideolojisi olduğunu gösteriyordu. Aynı ayrılıkçı/kimlikçi/Şeriatçı ideolojinin Ladakh'da da ortaya çıkması, buradaki kısa kapitalizm tarihini daha kolay anlamamıza yardımcı oluyor. Kırk yıl içinde eski Ladakh sosyokültürel sistemi ortadan kalktı, ama unutulmadı. Ladakh, eski mutlu günleri ve değerleriyle, postkapitalist yeni paradigmanın belleğinde yaşıyor ve geleceğe ilham veriyor…
Helena Norberg-Hodge en son "Mutluluk Ekonomisi" adlı bir film yaptı. Kurduğu "International Society for Ecology and Culture" (ISEC) yaşıyor. Önerdiği, doğayla uyumlu ekonomi hakkında bir de blog var. (4) 


Dipnotlar ve Kaynakça:
1. Helena Norberg-Hodge, "Learning from Ladakh" San Francisco 1991
2. Helena Norberg-Hodge, "Ladakh-Model for the Future?" New York 1984/5
3. Eva Dargyay / Ulrich Gruber, "Ladakh, Innenansicht eines Landes" 1980
4. http://theeconomicsofhappiness.wordpress.com      

Dinsel şiddetin kökenleri hakkında...

Suriye'de barbarca insan öldüren İslamcıların Suriyeli bir askerin başını gövdesinden ayırırken tekbir getirmeleri, 21'inci yüzyılda bir ibret vesikası olarak tüm belleklere kazındı. Bu inanılmaz cinayetleri işleyen militanlara Suriye'de "Tayyibin hayvanları" gibi bir "lâkab" takılmış olması ve Türkiye'de siyasi iktidar olan islamcılıcılığın tüm dünyada sorun haline gelmesi, konuyla Türklerin doğrudan ilgisini açıklamaya yeter sanırım. Merdan Yanardağ'ın dün belirttiği gibi (1), Türkiye'nin -Dünyaya örnek olması için "Müslüman Kardeşler" formatında özene bezene üretilmiş- İslamcılığının büyük hesap hataları yapması ve konjonktürün dönmesi, yenilgisini ve hızlı çözülme/çöküş aşamasını da beraberinde getirdi. Bu yenilgi, "Cihad Enternasyonalizmi"ne global bir hezimet olarak dönerken, Türk islamcılığının önemini görmemize de yardımcı oluyor. Ve bu önemin, esasen Türkiye'nin yakın geçmişdeki en seküler/demokratik islam ülkesi olmasından geldiği gibi bir durumu da algılamak zorunda kalıyoruz. AKP'nin İslamcı programını tedavüle sokup bu konuda -Türkiye çapında- önemli başarılar kazanması ve devleti kontrolü altına almasına rağmen, özellikle Gezi İsyanından beri Dünyayı dehşete düşüren şiddet uygulamaları, din-şiddet ilişkisine yeniden bir göz atmayı zorunlu kılıyor. 
    Dinsel şiddetin kökeni inanamayacağınız kadar eski. O tarih içinde Haçlı Seferleri de, Hz. Muhammed'in din savaşları da, hatta -bugünkü anlamda- ilk tek Tanrılı dini kurmayı deneyen Mısır firavunu Ehnaton'un gök renkli mavi savaş miğferi bile oldukça yeni sayılır. Dinsel şiddetin önemi, dinin en yoğun yaşandığı alanların başında din savaşının bulunmasından geliyor. 
    Dinsel amaç uğruna insan öldürmek, veya öldüreni hoşgörmenin/övmenin, arkaik çağlardan gelen "insan kurban etmek" eylemiyle ilişkili ve onun bir devamı olduğu hakkında yazılmış önemli bir külliyat var. Bu olay, tarih içinde tam üstesinden gelinememiş bir defonun "çağdaş" ifadesi. Nigel Davies, referans alınan bir çalışmasında, dinsel bir tören olarak insan kurban etme eyleminin, sanıldığı gibi bir istisna değil, eski kavimlerde çok yaygın olduğunu gösterir (2). Burada önemli olan, elbette sadece "insan kurban etmek" eylemi değil, ondan daha çok, neden insan kurban edildiği sorusu.
    Eski kaynaklar, insan kurban etmenin bazen kitle halinde yapıldığını, yani çoluklu çocuklu çok sayıda insanın kurban edildiğini gösteriyor. Bu olayı, insanların kendilerini tanrılara sunuşu gibi sunan bilimciler de oldu, ama daha çok bir tür değiş tokuş gibi duruyordu; insanlar tanrılara kurban sunuyor, tanrılar da insanlara gözkulak oluyor ve onlara nimetlerini sunuyorlardı. Ama neden insan kurban ediyorlardı? Kurban bir sözcük olarak asla kan dökmek anlamına gelmiyor, fakat bu sözcüğün tarihte kan anlamına gelmesini sağlayan ve insanların bir kesimini de olsa "kutsal savaş" anlayışını yaşatmaya iten şey neydi? Bu konudaki en ilginç bulgular ve açıklama, etnolog Adolf E. Jensen'den.
    Jensen, arkaik toplulukları araştırırken, tarım yapan yerleşik kültürlerin kökeninde ortak bir dinsel kültün bulunduğu sonucuna varıyor ve bu sonucu burada "Tanrısalın öldürülmesi" diye özetleyebiliriz (3). Kulağa çok absürd gelen bu olayın ilginç bir izahı var. Tarımın Dünyada ilk kez Urfa bölgesinde yapıldığı (ve orada Göbeklitepe'de, tarihte bilinen ilk mabedin inşa edildiği) malumumuz. Jansen'in tesbit ettiği üzere tarım yapmaya başlayan arkaik toplumların kökeninde bir söylence var ve buna göre tanrısal bir yaratığın/kişinin ölümüyle birlikte dünyanın düzeni kuruluyor ve bu ölümden, boylar için gerekli tarım bitkileri ortaya çıkıyor (veya insanlara gösteriliyor). Jansen, ilk kurban törenlerinde, insanlar ile hayvanlar arasında bir fark gözetilmediğini de tesbit etmiş. Öldürülenler, daha önce öldüğü veya öldürüldüğü varsayılan tanrısal/kutsal yaratıkla/kişiyle özdeşleştiriliyorlarmış, yani her kurban töreninde aslında aynı şey kurban edilmiş oluyormuş. Kökeni bu kurban törenleri olan ilk dinlerde şiddet kullanma olayının bu nedenle merkezi önemde olduğu sanılıyor. Ama insanlar kutsalı neden öldürmüş olabilirler veya çok eskiden olduğu varsayılan böyle bir olayı neden tekrarlayıp yeniden üretmişler, din için insan oldürmeyi neden kutsayıp kurumsallaştırmışlar?
    Bu soruya, Walter Burkert bir yanıt veriyor ve bu olayın tarih öncesi ve tarım öncesi avcılık yaparak yaşayan insanların kurdukları ilk toplumsal yapıyla ilgili bir durum olduğunu söylüyor. Konu "adalet" ile ilgili. İnsanlar, adaletin karmaşık yapısı yerine, "Günah keçilerini cezalandırmak" diye özetlenebilecek basit bir yöntem uyguluyorlarmış. Toplumdaki karmaşık haksızlık konularının yarattığı huzursuzluğu, sorumlu olan/sayılan (veya bu sorumluluğu üslenen) birini bulup cezalandırarak gideriyorlarmış (4). Bu "adalet anlayışı"nın devlet kurmayan/kuramayan arkaik toplumlarda uzun süre yaşadığını ve devlet öncesi devrin bir "ürünü" olduğunu bilmek çok önemli. Burada ekstaza varan boyutlarda nefret ve/veya öfkenin de devreye girdiği ve insan kurban etmek olayına neden olduğu varsayılıyor. İlkel kabilelerde adaletsizlik yaşandığında bunun çabucak kabile içi kanlı kapışmalara dönüşmesini önlemek için ve bu yolla kabilenin yokolma tehlikesine karşı, böyle bir yöntem kullanılmış. Kabileye mensup ailelerin birbirine girmesini önlemek için birinin günah keçisi ilan edilip kurban edilmesi ve böylece kabilede huzurun/düzenin yeniden sağlanması anlayışı kutsanmış. İlginç olan, bu yolla kabile adına öldürülen kişinin gerçekten suçlu olup olmadığının pek bir öneminin bulunmaması. Hatta antropolog René Girard, kurbanın tesadüfen seçildiğini söylüyor (5). Anlaşılan, arkaik toplum, birinin bir suç için cezalandırılmasından çok, toplumu suçluluk duygusundan/psikolojisinden kurtulmasını önemsiyordu. Toplum sakinleşip barış yeniden tesis edilince, "Düzenin yeniden kurulması" da gerçekleşmiş oluyordu.
    Toplumsal barışı, canını feda ederek yeniden sağlayan lanetlenmiş kişinin ölerek kutsallık kazanması bilgisi, bilim adamlarının araştırmalarıyla ulaştıkları sonuç ve bu sonuçta, toplumun bugün de bildiğimiz bir özelliğini görüyoruz: Toplumlar, sadece akılcı/rasyonel karaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıyorlar/çıkmamışlar.
    İnsan kurban etmek ve kurbanı kutsamak olayının böyle yaygın ve çok eski bir nedeni olduğu doğruysa (doğru olduğunu varsayalım); tüm günahı -Hz. İsa örneğinde de olduğu gibi- bir kişiye yükleyip sonra onu ille de kötü bir biçimde öldürmek niye? Girard, çok eski söylencelerden damıttığı "Öldürülen kutsal kişi" (Günahkeçisi) anlayışının, korkudan tekrarlandığını ve bir gelenek haline getirildiğini öne sürüyor. Toplumun günahlarını üslenen biri kurban edilerek toplumsal barış sağlanmış, "toplum bir daha karışmasın" diye belirli aralıklarla insan kurban edilmeye başlanmış -zaten kurbanın insan veya hayvan olması başta önemsenmiyormuş, çok sonra hayvan kurban etmek esas alınmış ve bu dönüşümün de insanın/toplumların ruhsal tekamülüyle ilgili bir durum olduğuna özellikle dikkat çekelim. Bilim adamları, kabileler arasındaki savaş oyunlarının (ve daha sonra savaşların) da, esasen "kurban edilecek insan bulmak" amacıyla yapıldığını ve kutsandığını ortaya çıkarmış. Din'in ilk ilkel halinin, insanları yatıştırmak ve toplumsal barışı sağlamak için ilk toplumlarda önemli bir rol oynadığı söylenebilir -ama ilk toplumlarda!
    Dinsel şiddet konusunda öne çıkan diğer önemli konu, bu olayın nasıl günümüze kadar durmadan yeniden üretilebildiğini de açıklıyor, malesef insan doğasıyla ilgili bir şey: "Taklit etmek."
    İnsanlar, başarılı/güçlü gördüklerini taklit ediyorlar. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri yaşanan bir şey. Ama aynı kişinin/şeyin taklidi, taklit edenler arasında otomatikman rekabet ve çatışma üretiyor. Rol modelleri, eskiden beri son derece önemli. Bu özelliğin, "insan kurban etmek" ayininin çeşitli şekillerde yaşatılmasını sağlayan etmenlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Ve "Taklit" özelliğinin çıkmazı da, Eski Ahit'deki "Göze göz, dişe diş" (6) ilkesiyle anlaşılabilir. Bazen bir savaşçı olarak zuhur eden Tanrı Yahve, eski Yahudi kaynaklarında, sadece kavimleri değil, onlarla birlikte hayvanlarını da yoketmeyi emredebilmektedir (7). İlginç olan, dinin en kutsal anlarının savaş (insan öldürme) eylemi olarak ifade edilmesi oldukça yaygındır, mesela Hinduların en popüler kutsal metni Bhagavadgita, Tanrı Krişna'nın Prens Arcuna'yı savaşmaya ve öldürmeye ikna etmek için spiritüel sırlarını açıkladığı bir manzumedir (8). "Göze göz dişe diş" anlayışı, bitmeyen bir kin ve intikam sarmalı ürettiği için, tek Tanrılı dinlerde de sürebilmiştir. Tam da bu şiddet sarmalını kıran ve şiddete karşılık vermemeyi öneren Hz. İsa'nın, çağının günah keçisi ilan edilip barbarca öldürülmesi, eski (taklit) alışkanlıkların ne kadar eski ve köklü olduğunu göstermektedir. Haçlı Seferleri ile bir din savaşları çağı başlatan Hristiyanlar da belki Peygamberini anlamakta zorlanmışlardır, ama günümüzün şiddet karşıtı özgürlükçü protesto/gösteri kültürünün, Hz. İsa'nın o zaman devrim niteliğindeki bu düşüncesiyle uyumlu oldukları söylenebilir.
    Günümüzde "kahramanlık" duygusununun ve kavramının önemli bir erozyona uğramış olmasına ve bunun olumlu sayılamayacağına dair bir yazıyı bu blogda okuyabilirsiniz, ama toplum adına şiddet kullanmak hakkının, eskisi gibi "gücü gücü yetene" ilkesine göre değil de devletlere tanınması, modern hukukun doğuşu ile el ele yürüyen olumlu bir süreçle gerçekleşmiştir. Şiddet kullanmak hakkının devletlerden alınıp merkezi/global bir otoritenin iznine bağlanması aşaması ise 20'inci Yüzyıldan beri tartışılıyor/yaşanıyor. Ama hiçbirşey o kadar basit değil. Kutsal kavramlar eskisi gibi ille de dinsel değiller ve 20'inci Yüzyılın başından beri şiddet monopolü sadece devletlere ait değil, bir de "Kurtuluş Hareketleri" bu hakka sahip oldular ve genç Sovyetler Birliği, bu hakkı tanıyan ilk büyük otorite oldu. Anadolu'daki Kurtuluş Savaşının garantörü Sovyet Rusya idi. Ve o devir de geçti. Postmodern çağın yeni Metafiziği, yeni Ortaçağ'ın ortaya çıkmasını ve onunla birlikte din savaşının da yeniden hortlamasını sağladı. ABD'nin 34'üncü Başkanı Amerikalı general Dwight D. Eisenhower, Avrupa'da Nazilere karşı yürütülen savaşa "Haçlı Seferi" demişti, 43'üncü Amerikan Başkanı George W. Bush da, Afganistan ve Irak'a yapılan Amerikan saldırısını ve onun "çapını", "Global Haçlı Savaşı" diye izaha çalışmıştı! (10) 
    Neoliberal "Dünyada düzeni yeniden kurma" savaşlarını başlatan ABD ve müttefikleri kadar, onlara taklitçi "Göze göz dişe diş" imkanı sunan İslamcı Enternasyonal da, Ortaçağ'ın 21'inci Yüzyıl başında yeniden uyanışından sorumludurlar. Önemli rolü (en önemli rollerden ikincisini), bir kriz ideolojisi haline gelen "İslam" oynadı. Din Savaşı fikrini geniş bir kitleye yayarak, neoliberalizmin global yeni paradigmaya yenilmesine rağmen, din savaşı fikrini bugüne kadar Suriye'de Afrika'da ve dünyanın başka yerlerinde sürdürenler, İslamcılar oldu. Amerika'da ve İsrail'de bu Yüzyıl başında bir ara popüler olan "Din Savaşı" motifi, modern toplum olmanın şiddet karşıtı seküler yanına üstün gelemezdi, kapitalist sistemi işleten sosyoekonomik temel de buna izin veremezdi/vermedi. Ama kapitalist sistemin asla tam olarak tutmadığı ve günümüz aşamasında da global krizden en çok nasibini aldığı yerlerde, Taliban, Boko Haram gibi örgütler çıktı, yaptıkları tüm barbarlıkları "İslam'a" maletmeye başladılar. İslam da buna itiraz etmedi. Günümüz itibariyle "İslam adına" yapılan barbarlıkların, özellikle demokratik kesimlerden ve toplumlardan, eskisinden çok daha büyük/aktif tepki gördüklerini ve Dünya çapında "Din adına insan öldürmek" olayını sürdüren tek kesimin İslamcılar olduğunu/kaldığını biliyoruz. Bu vak'a karşısında Tayland'da Budistlerin Müslümanlara saldırısı, veya Hinduların Müslümanlara karşı bazen şiddet içeren hareketleri sönük kalıyor. 
    Dünya kamuoyunda, "Gerçek islam, Suriye'de Afrika'da kafa kesenlerin İslam'ı değilse, onlara karşı olanların neden sesi çıkmıyor, neden İslam'ı savunmuyorlar?" mealinde soru soranlar hiç de az değil (11). Türkiye'nin ne Hükümeti ne de islami herhangi bir STK'sı veya Cemaatinin bu konularda şiddetli protestosu oldu. İki cümlelik lütfen reaksiyonlar dışında, İslam adına yapılan barbarlıkları kararlılıkla kınamadılar,i bu konuda hiçbir kayda değer gösteri yapılmadı. Bu gerçek ve Din Savaşı'nın hala kutsanması, insanlığın barbarlıktan insanlığa geçiş aşamasında bu kesimlerin sınıfta kaldığını gösteriyor. Muktedir İslamcıların ellerinin değdiği herşey ve herkesin değersizleşmesi, kişiliksizleşmesi ve yalnızlaşması, biraz da "kadim" "kutsal şiddet"i açıkça veya sessizce desteklemeleri yüzünden. "Dinsel şiddet"in, uygarlık harcından sentezlenip ayrışmaya başlamasıyla ilgili bir durum yaşanıyor. 21'inci yüzyılın ikinci on yılında saflar belirginleşiyor ve "Tanrı'nın artık istemediği anlaşılan kutsal şiddet", insanlık tarafından terkediliyor, çünkü insanoğlunun/insankızının tekamül seviyesi, buna gerek duymuyor ve kutsallığın şiddet içermeyen yeni biçimlerine yöneliyor. 


Dipnotlar ve Kaynakça:
1. Merdan Yanardağ, "Kötülüğün toplumsallaşması" Yurt gazetesi (25 Mayıs 2014) 
2. Nigel Davies, "Opfertod und Menschenopfer" Düsseldorf 1981
3. Adolf E. Jensen, "Die getötete Gottheit" Stuttgart 1966
4. Walter Burkert, "Homo necans" Berlin 1972
5. René Girard, "Das Ende der Gewalt" Freiburg 1983
6. Hz. İsa şöyle der: "Göze göz, dişe diş dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin. Size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da verin. Sizi bin adım yol yürümeye zorlayanla, iki bin adım yürüyün. Sizden birşey dileyene verin, sizden ödünç isteyeni geri çevirmeyin." (İncil, Matta 5)
7. H. Fredrikson, "Jahwe als Krieger" Zürich 1951
8. "Bhagavadgita / Rab'bin Ezgisi" (Çeviri: Selçuk Salih Caydı) İstanbul 2002
9. Dwight D. Eisenhower, "Crusade in Europe", New York 1948
10. Bkz. Der Spiegel haberi: "Bush spricht erneut von 'Kreuzzug' gegen Terror" 19.4.2005
11. Bkz. Andrew Taylor, "Was ist der 'Wahre Islam'? (…) Katholisches Info, 15.11.2013