Başar Başaran / Dünyevileşme

Hayatın devamı kendisine tabi kılınmış bir organ olan kalp, hemen bütün dillerde aşkın ve cesaretin kaynağı olarak tarif edilir. Ölüm ile hayat arasında uçuşup duran bu ince perdenin insanlığın ortak zihninde böyle bir telmihi haiz olması boşuna değildir. Çünkü varlığın ölümsüz hafızası, unutmamamız gereken bir gerçeği bize bilgece yalınlığıyla fısıldamaktadır; hayat aşka ve cesarete bağlıdır. Bugün çoğumuz aşksız ve korkak yaşantılarımızın kıyısında durmuş, zamanın eriyip gidişine bakarken, aslında yok olduğumuzun farkında bile değiliz. Oysa varoluşumuza dair hakikatlerin pek çoğu, bizim için işte bu kadar açık ve yakındır. Cesur ve âşık değilsek ölmüşüz demektir. Üstelik öz acılarımızla aramıza giren gündelik, bize kendi yasımızı tutmak şansını dahi vermez. Ne kendimize ne de başkalarına ağlayacak halimiz kalmıştır. Unutarak azalarız.
Devrim, aşkı ve cesareti içinde taşımasıyla hayatın bir eşidir. Kuşkusuz burada ne aşkın bir şeklinden, ne de devrimci cesaretin tek tarifinden söz etmekteyiz. Bu, insanın her türlü sevme ve hayatı değiştirme kapasitesine yönelik bir vurgudur. Zira kadük kalmış varoluşumuzun adını ancak böyle koyabiliriz. İçinde yaşadığımız zamanı rehin alan kapitalist medeniyet, sözünü ettiğimiz kapasitelerin de kaynağı olan insan maneviyatının düşmanıdır.  Çünkü bireyin önce ve sadece kendi menfaatini aramasını vaaz eden ‘iktisadi rasyonellik’ ile bağdaşmayan her duygusal tavır sistemin genişlemesine engel olmaktadır.  Düzen bu sebeple insandan her alanda ‘dünyevileşme’’sini talep eder.
Kişinin kendisinden çıkıp ihtida etmesi istenen dünya, kapitalizmin kendi kabullerine göre tasarladığı ‘’Yeni Dünya’’dır. Burada açgözlü bir rekabetin şehveti varlığın tüm pırıltısına galabe çalar. Öyle ki, insan plastikleşmediği sürece buna uyum gösteremez.  Kendi bildiği ne varsa unutmalı ve yeni koşullara uygun bir ruhsallığa geçmelidir. Bu Marx’ın ‘’ Katı olan herşey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor’’ diye tarif ettiği zamandır. Aşklar, sevgiler, arkadaşlıklar, dinler, ideolojiler, meslekler, sanat, hülasa insanın dünya ile kurduğu bütün ilişkiler dünyevileşmektedir. Düzenin bu keskin buyruğunu yerine getiremeyen her insan acı çekmeye, yapılarsa değişmeye, olmuyorsa yıkılmaya mahkûmdur. Hiç kimse piyasanın ötesinde kabullere göre eylemini belirleyemez. Dolayısıyla içerisinde idealizm barındıran her varoluş, kendisini, gözün gördüğü faydaya yönelmenin kestirmeciliği ile takas etmek zorundadır.  Şifa dağıtan bir hekim ameliyat başına para alan bir doktora, öğrencileri için çırpınan bir hoca özel ders veren öğretmene dönüşür, dönüştürülür. Örnekler sayısızdır.  Düzen aşkın olan ne varsa tahrip eder. Her şey kendisine içkin olmalıdır. İkna karabasan gibi üzerimize çökmüştür.

PİYASA AKLIMIZ, KALBİMİZ VE DİLİMİZ ARASINA BİR KOMİSER GİBİ KURULUR

Dünyevileşmenin tahribatı insanların fikir üretme kabiliyetlerini öldürmüştür. Kendi kaygısından gerisine bigâne kalmış insanın kişisel menfaat hesaplarından çıkarak, ‘ortak bir iyi’ için tezler üretmesi, dahası bunun bedelini ödemeye katlanması sık rastlanılan bir durum olmaktan çıkmıştır. Kol kola barikatlarda duran gençlerin toplam adaletsizliğe oranı marjinal seviyeye inmiş, düzen ile organik bağlar kurmaya direnen namuslu aydınlar azalmıştır. Herkes bir alanda ‘’istihdam’’ edilebilir olmuştur. Akademi, siyaset, sanat ve sokak dikenlerinden arındırılmıştır. Şimdi dünyanın bir alternatif üretme krizinden geçmesi zihnin üzerinde baskılanan öğrenilmiş bir rasyonellik yüzündendir. O yüzden insanlığın yeni bir sözden çok paçasını düzenden kurtarmış yeni bir akla ihtiyacı vardır. Bu pratiğin yokluğu bizi yeni bir ortaçağın kucağına atmıştır. Cevapsız kalmak bir karanlıksa sorusuz kalmak zulmettir. Bugün insanlığın elinden sorular dahi düşmüş görünmektedir
Zamanın ticari ruhu içimizdeki ve dışımızdaki her şeyi metalaştırır. Bununla sulh içinde yaşamanın yegane yolu sathileşmektir. İnsan gördüğüne değil gösterilene inanıp, duyduğunu değil kulağına fısıldananı yaparak boynundaki zinciri gevşetmeye çalışır. O yüzden derinlere bakacak cesareti yoktur.  Yeni Dünya’nın insanı kendi dehlizlerinde kaybolmaktan korkmaktadır. Çünkü düzen kaybolanı kaybeden saymaktadır. O halde varlığın peşine düşmek düzenin safrası olmayı göze almaktır.  İnsan hep yüzeyde olmak durumundadır. Bu bakımdan duyguların asılları ile değil yansımaları ile yetinecektir.  Bugün tüm hislerimizin yüzeysel ve geçici olmaları bundandır. Zamanın içinde sürükleniyor olduğumuzun dışında hiçbir duygudan emin olamayız. Sevindiğimize üzülmemiz, üzüldüğümüzü unutmamız an meselesi olmuştur. Bir türlü kendimize yoğunlaşamayız. Kendi ruhumuzun yansımaları sanki biz yaklaştıkça kaybolan ve değişen imajlar olmuştur. Pazarın kalabalığında kendi kendimizi kaybeder, bize verilen ile idare ederiz.
Burada kişinin kendisiyle kurduğu artık dolaylı bir ilişkidir. İnsan ile iç dünyası arasına piyasa girmiştir. İçimizde ortaya çıkan her duygu kendisini önce pazarın diline göre belirleyip, orada onaylatıp, bize öyle dönmektedir. Böylece biz isyanı da, biadı da, sevgiyi de, nefreti de, marketten öğrendiğimiz halleri ile yaşarız. Kalbimizi ve vicdanımızı nasıl kullanacağımız bizim keyfiyetimizde değildir. Bu hassasiyetleri bir yerlerden ediniriz. Çarşı, kuralları ve onay mekanizmaları ile aklımız, kalbimiz ve dilimizin arasına bir komiser gibi kurulur. Adeta altıncı bir duyu organı diğerlerinin hepsini bastırmaktadır.

LYS BİRİNCİSİ İLE ELİF SHAFAK AYNIDIR

O bakımdan kapitalist moderniteye doğru yolculuk, toplumlarda topyekûn bir sathileşme sürecini beraberinde getirmiştir. Bu tünele girenler bir daha eskisi gibi şiir yazamamış, türkü yakamamış, resim çizememişlerdir. Özü ile rabıtasını kaybeden insan kendi duygularının kırıntılarına razı olmak durumunda kalmıştır. Piyasanın cevaz verdiği maneviyatın doğurduğu sanat da kısır ve dünyevi olmuştur. Sistem ilhamı zapt eylemiş, endüstrinin gereklerine göre söyletmeyi becermiştir. Sanatkârın doğuştan uyumsuzluğunu türlü yönlendirmelerle kendisi adına bir ahenge çevirmiştir. Böylece kitleselleşen sanatsal faaliyetlerin üreticileri de, satıcıları da, alıcıları da aynı dünyeviliğin saç ayakları olmuştur. İnsanlar, kendi ehlileşmiş duygusallıklarını zorlamayan bu ürünlerle iyi geçinip artık olmayan bir sanatın imajıyla vakit geçirmektedir. Bu elbette bir oburluktur ve bir obur ne yediğini her zaman o kadar da önemsememektedir.
Yüzyılın başına Tanpınar gibi, Haşim gibi sayısız mücevher ile parıldayarak giren bir toplumun sonunda Elif Shafak’a fit olması, işte böyle bir yolculuğun menzilidir. Artık kimsenin derinlerde kaybolmaya niyeti yoktur. Hayata incelikli sorular sormanın riskini kimse almak istemez. Kapitalizm öncesinde sorulmuş olanların zararsız yorumları üzerinden evcil bir sanat devşirmek herkes için en iyisi görünmektedir. Böylece insanoğlunun kadim felsefi kazanımları ‘yeni dünya’da bütün derinliklerinden soyutlanarak paraya tahvil edilebilen birer sanatsal üretim tekniğine indirgenmiştir. Fikri ve ruhsal hazineler, insanlığın her gelenin üzerine bir şey koyarak biriktirdiği toplam varlığı olmaktan çıkmış, istilacı bir neslin yağmasının nesnesi olmuştur. Mevlana denilince akla, Abdülbaki Gölpınarlı değil de Elif Shafak’ın geldiği bir çağ böylesi bir acarlığın yüceltildiği, teşvik edildiği çağdır. Demek ne tasavvufun ne de sanatın bugünkü manası, hırslı bir yazarın, astronomik paralarla köpürtülen reklam kampanyalarıyla tanıtılmasına mani teşkil etmektedir. İnsan hem ‘sufi’ hem de ‘Bussines man’ olabilmektedir. Bunu pek az insan garipsemektedir. Öyleyse sistemin dünyevileşme talebi hakkıyla karşılanmış demektir. LYS sınavının bu yılki birincisinin bir gazetenin anketindeki,’Kendiniz olmasınız ne olurdunuz?’ sorusuna verdiği yanıt, ‘Derviş olurdum’ olmaktadır. Hem sınavda birinci olacak kadar kurumsal ve sürekli bir hırs, hem de bir dervişin dünyadan bir şey talep etmeyen tok gözlülüğü aynı bünyede barınmaktadır. Elbette bir sözde diğeri özdedir.  İşte bu çocukla Shafak aynıdır. O bakımdan Shafak, istisnai bir örnek değil bizatihi zamanın ruhudur
Musiki ve şiir, nesir ve resim…Ne varsa.teslim olmuştur. Bu dekadan bir dünyadır ve ona entegre olmak sadece elindekinden, avucundakinden vazgeçerek mümkündür. Tükenişin nasıl şaşmaz ve doğrusal olduğunu her günün bir öncekini, her gelenin gideni aratmasında görebiliriz.  Adeta sesimiz her an biraz daha kısılmaktadır. İnsan olmanın içerdiği mana açık bir saldırı altındadır. Adeta kendi içinde ürettiği bir hücre olarak kapitalizm tüm insanlığı öldürmektedir. Bu bağlamda insanlığın varoluşu kanserle savaşmaktadır. Bu hastalığın kesin sebebinin bir türlü anlaşılamamış olmasından kaynaklanan gizemine böyle bir teşbih üzerinden yaklaştığımızda; ‘Acaba bu hakikatin tesadüfî bir ortaya çıkışı olabilir mi?’ diye düşünebiliriz. Bilinmez. Ancak insanlık bir tek insanmış gibi ele alınırsa çektiği acıların ve mutsuzluğun benzerliği ortaya çıkar. Kötü günlere denk geldiğimizi açıktır. Kendi kendimize el olmamanın savaşını sürgit vererek uyanık kalmaya çalışmaktan başka çaremiz yoktur.

(9 Ağustos 2011, Birgün)

Tuhaf ile Tuhafiye... Ve 'patchwork aile'

Aslında bay-bayanlar!
Şemsi ile Şemsiye, Naci ile Naciye gibiler Tuhaf ile Tuhafiye...
AVM'lerden pek hazzetmeyip, oralara sadece tuhaf ve tuhafiye kişiler görmeye gidenler, tuhafiyecilere de gidenlerdir aynı zamanda! Bu saçma "çıkarım"dan sonra, asıl konuya geleceğiz. Konu 'patchwork aile' (iş bu yazının, elbette Ertuğrul Özkök'le bir ilgisi yok. Ama bu sabah onun "Şeylerin tuhaflıği" başlıklı yazısını okuduktan sonra aklıma geldiğini belirteyim!)
Tuhaf ile Tuhafiye, tuhafiyeciye gelmez!.. Tuhafiyeci, küçüktür, samimidir, nostaljiktir ve Tuhaflarla Tuhafiyelerin uğramadığı bir yerdir, "demodedir", eskidir. Yani biraz "Şeker Bayramı" gibidir...
Burada 'Tuhaf ile Tuhafiye' derken, bir tür modern ailemsiden bahsedeceğiz -hani şu sadece televizyonlarda ve filmlerde yürüyen bir tür janti entelimtrak "modern aile"den. Böyle kulplar takıyoruz, çünkü patchwork aile oldukça yeni bir model ve çok "moda!".

Patchwork aile, adı üzerinde bir tür "örgü/kurgu aile", ben buna "Refah batınca kurulan, bireyleri birbiriyle üvey aile" derdim...
Yani modernsin, eğitimlisin, parayı da bulmuşsun, "karını boşuyorsun, genç bir karı alıyorsun ve çocuğunun iki 'annesi' oluyor." Bu saçmalığın geniş versiyonuna patchwork aile deniyor. Geniş versiyonunda evlenen iki tarafın da kendi çocukları olabiliyor ve ailede yeni çocuklar da doğuyor -ve bu tip aileler, sadece filmlerde mutlu oluyor!..
"Bu konu da nereden çıktı" diyeceksiniz... Ertuğrul Özkök'ün "Ben kültürü"nü anlattığı yazısını okuyup bir tuhafiyecinin önünden geçerken bu tuhaf yazı/konu düştü aklıma!
Bütün dünya "Benci Artiz Toplum"un ve onun bencil insanının patchwork aile türlerinin insanları -özellikle de çocukları- nasıl mutsuz kıldığını konuşup, konu hakkında tuğla gibi kalın kalın araştırmalar yayınlıyor.
(Birinin adı: Melanie Mühl, "Patchwork-Lüge" Münih 2011)
Sebatsız Tuhaf insanın, aileyi çok kolay bozabildiği, üstelik bunu da bir tür "moda" seviyesine yükselttiği bir devirde yaşıyoruz. Boşanma istatistikleri tavan yapmış vaziyette.
Eskiden de bu tip aileler kurulmaktaydı elbette, ama bunların sayısı hem çekirdek aileyle kıyaslanamayacak kadar düşüktü, hem de -zorluklar ortaya çıksa da- insanlar sebatlıydı.
Yeri gelmişken, burada güncel üç aile tipinden bahsedelim. Çekirdek aile elbette esastır ve hep esas olmuştur: Anne, baba ve çocuklar. Şimdi buna, bir de tek ebeveynli aileler eklendi. Yani anne-oğul, anne-kız veya baba-oğul baba-kız aileler. Eskiden ölümle ortaya çıkan bu aile türü şimdi boşanma veya terk sonucu sıkça ortaya çıkan ikinci yaygın aile türü.
Üçüncü tür parchwork aile, hele küçük çocuklar varsa, özellikle çocuklar için tam bir kâbusa dönüşebiliyor. Ve eğitimli Tuhaf ve Tuhafiyeler arasında yaygınlaşmaya başlayan bu aile türündeki karmaşık ilişkiler, Batı'da araştırma konusu ve kimse işin içinden çıkamıyor! Ailedeki çocukların dedeleri ve anneanneleri farklı mesela. Çocuk, diğer çocuğun dedesine ne diyecek?
("Cicidede" lafı önerilir!) herkes birbiriyle üvey. Anneler üvey çocukları için saçlarını elektrik spürgesi etseler, gene de bir "üveylik" kompleksimsileri oluyor -aynısı Baba için de geçerli.
Evet. Bu aile tipi cool, süpeer! falan ama, mutluluk katsayısı illâ ki düşük. Baş nedeni de "Ben kültürü" ile kurulmuş olmaları oluyor.
Son söz: Ben, klasik çekirdek aileden yanayım ve bu ailede sıkıyı/parayı görünce toz olan "Ben kültürü"nü de Tuhaf ve Tuhafiye buluyorum!
(bu "Ben kültürü" lafı da saçmalıktan başka birşey değil bence! -Ertuğrul Özkök'ün affına sığınarak.)

Dürüstlük, ortama uygun davranış modeline karşı...

Bayramınız kutlu olsun!
Eskiden dürüstlük kültürü diye birşey yaşıyordu ve insanlar, dürüstlüğü çiğnemek pahasına "ortama uymak" denen illetten muzdarip değillerdi. Şimdi "ortama uymak" denen birşey var!..
'Kapitalist düzen'in, toplumların her zerresine sızmasından ve herkesi birbirine tiyatro oynamak zorunda bırakmasından önceki devirlerde yaygın olan dürüstlük kültürü, ortama uymak pahasına asla eğilip bükülmeyen (yani dalavereyi normalleştirmeyen) bir şeydi...
On yıl önce dürüstlük henüz prim yapıyordu.
Toplumun ruh sağlığı bakımından ne kadar önemli olduğu eskiden çok daha iyi biliniyor, daha iyi hissediliyordu.
"Eskilerin tadı vardı" derken, tad, biraz da buradan geliyor...
Eskiden dürüstlük, içtenlik vardı. İkiyüzlülüğün eninde sonunda ikiyüzlüleri -ama en kötüsü toplumu- vurduğunu herkes biliyordu. Ve en önemlisi, bunların ürettiği karşılıklı sevgi-saygı vardı, buna 'Tolerans' deniyordu ve bütün bunlar, dürüstlüğün yeniden üretilmesine yardımcı oluyorlardı.
Ekonomik kriz, erdemin krizi değil ama erdemin paspas yapılmasının ardından daima krizin geldiği de kesin. Dürüstlük kültürünün ve erdemin, hem de "dindar" olmak iddiasındakiler tarafından bu denli ayaklar altına alınması ürkütücü.
Bozulmanın da bir sınırı olmalı değil mi?!
Bugünkü ölçülerde insan bozulması, şaşırtıyor...
Üzülmemek, öfkelenmemek mümkün değil...

'Avidya' kavramı ve yalan prensibinin çöküş mekaniği üzerine

Makul olmak, insan doğasıyla, onun normal bir şekilde işlemesiyle ilgili bir durumdur. Bu nedenle makul olmak, insan doğasında bulunan birşeydir. İnsanı ekstra programlamaz rahat bırakırsanız makul olmaya eğilim gösteriyor. Fakat insanın giderek dil/söz odakli bir varlık olması, yalan prensibinin daha kolay yerleşebileceği bir atmosfer oluşturmuştur. Yalan prensibinin, sosyal ilişkileri nasıl bozduğunu kısaca anlatmıştık. Locke ve Condilliac tarafından da görülmüş başka bir durum şudur:
Düşünce/düşünmek edimi, dil (kötüye) kullanılarak bozulabilir. Tabii Avrupalı iki duşünür bir adım daha ileri giderek, Vedik yazıtlarda gayet iyi gösterilen bir konuyu -hem de Veda'ları okumadan- yazmak büyüklüğünü göstermişlerdir. Bu konu da şudur: Dil üzerinden, abstrakt düşünce mümkün olabiliyor. Bu yolla dil, ifadesi olduğunu iddia ettiği gerçeği sadece farklı yansıtmakla kalmayıp onu bir şekilde kategorize de edebiliyor. İki düşünür o zaman yazmamışlardır ama 'Herşeyi kategorize etmek durumu'nun en "mükemmel!" halini, kapitalizmde görüyoruz. Kapitalizme özgü 'Para', bütün dünyayı kendi sayısal normları üzerinden (betonarme/paracıl "değer" sistemi üzerinden) yeniden "değerlendirmiş", yani kategorize etmiştir. Biz yalanın en "gelişmiş" versiyonu olan bu sistemde, dini -sözel anlamda- kullanarak daha da katmerli bir yalan "düşünce sistemi" kurmanın mekaniğiyle, onun nereye kadar işleyebileceğiyle ilgileneceğiz ve dinin -yalan içinde yalan sistemi kurmak bakımından- nasıl kullanılabildiğini ve bunun sonucunun ne olduğunu ve 'Yalanın çöküşü' dediğimiz olayın mekaniğini (Hint yazıtlarından) kısaca göstermeye çalışacağız.
Kuvantum fiziğinin de gösterdiği gibi evren, özünde boştur! Yani madde, özünde oldukça kof, içi boş birşeydir. Bu gerçeğin, eskiden, çok daha iyi bilindiği anlaşıliyor. Ve bunun sonuçlarının ne olduğu da, halkların bilgelerinin malumu. Mesela dinin maddiyatla arasına mesafe koymasını ve zenginlerden hiç hazzetmemesini kendi kafalarına göre "farklı" yorumlayıp, "dindarlar zengin olmasın mı yani" diye soranlar, dinin özünü kesinlikle anlamamışlar demektir. Hatta sadece dinin olsa "iyi", ruhun ne olduğunu da anlamamışlar demektir.
Kısaca şöyle anlatılabilir her halde: insanın esası, bedeni değil ruhudur. Mesela estetik ameliyat yaptırıp daha güzel bir bedene sahip olmak bile, aslında ruh için yapılan
(ve asıl amacına, yani ruhu yüceltmeye sınırlı ölçüde, bir süreliğine "katkı" yapan) bir işlemdir. İnsanlar onbin yıldır uyumayıp, nasıl yüce ruhlu olunduğunu ve yüce mutluluğa erişildiğini, deneye yanıla öğrenmişlerdir. Ve hastalık bile ruhsal birşey olduğuna göre (insanlar hastalanınca kendilerini iyi/yüce hissetseler, zaten bunun adına "hastalık" demezler!) ruhun berenden/maddeden daha yüce ve önemli olduğunu anlamışlardır. Dindarlığın maddeyle/maddiyatla/zenginlikle sorunlu temel özelliği, zenginliği kıskanmasıyla değil, onun bozucu etkisinden sakınmasıyla ilgilidir.
Konumuz 'yalan' meselesi olduğundan, ve sözel "uygarlığın" 'Gerçek'in algılanmasını bozmaya çok müsait olduğunu tekrarlayalım. Burada 'Gerçek', eskilerin deyimiyle, 'Yanılsamanın ötesindeki'dir. Yanıltan nedir? Hintliler ona kısaca 'Maya' diyorlar ve 'Gerçek' ile 'Gerçek olmayan' arasındaki şekillendirilebilir dolgu "maddesi"ne bu adı veriyorlar.
'Gerçek olmayan', bir tür düalizmdir, İslam buna 'Şirk' de diyor. Gerçek olmayan, yani yalan, 'Tevhid' denen durumun tersini teşkil ediyor. Maya, bu sahteliği gizleyen kamuflaj gibi işliyor.
Yalanın çöküşü, Vedik eserlerde bir yılan tasfiriyle anlatılır. Size bir ip gösterirler ve onu kımıldatırlar, yılan sanırsınız, aslında değildir. Burada, ipi yılan olarak gösteren şeye Maya denir. Onu yılan sanmaya neden olan etkiye de 'Avidya' denir. Vidya sözünün tersi olan Avidya, yanlış verilere dayanarak yanlış kanıya varmak anlamında kullanılan 'Doxa' kavramına varır. Bu aşamada insan, yanlış bir sonuca varmış ve bunu kendi kanısı haline getirmiştir.
Yalan nasıl çöker?
Bu, bilinmeyen bir şey değil, ama gene de anlatmakta fayda var.
Kişi, ona gösterilen ipin yılan olmadığını anladığında, yalan çöker. Biz bu konuya burada, 'Nesnel olmak' ve 'Makul düşünce' gibi en basit boyutundan yaklaşmaya çalışmıştık. Aslolan, Maya denen şeyin, yani yalanın hammaddesinin etkisiz hale getirilmesidir. Eskilerin deyimiyle, şekilsel kısma "(Maya'ya) dikkatle bakıp incelemeye kalktığınızda, onun derinine nüfuz etmeye kalkınca hemen kaybolur/çöker". Özünde hava-cıva olan şeyler, deneysel (ampirik) analize tabi tutulurlarsa, boş oldukları hemen ortaya çıkar. Evrensel yüce insani/kutsal değerlere bağlı kalarak derinlemesine nesnel incelemeler, yalanı çökertir. Yalan din ile ambalajlanabilir. Ama bu tip ambalajlar sadece laftır/boştur, asla öz değildir ve lafı eğip bükerek kutsal kitapları yalanın dayanağı haline getirmekten ibarettir. Eskiden Solcular, bir tek alıntının farklı yorumu nedeniyle amip gibi bölünüyordu. Tartışmanın konusu öz değil de laf olunca, laflar amip gibi çoğalır ve laf kalabalığı aklı boğabilir. Din'i sadece kitapta yazan bir laf oyunu sananlar, zaten o yalanda laf oyunlarıyla yaşamaya meyillidirler. Dinin ruhuna tamamen ters şeyleri lafla dine uydurup kendi cebine uygun bir hale getirerek "aklamaya" kalkan bu zihniyet, kötülüğün asıl biçimini, yani 'Dindar kötülüğü' oluşturur. Çünkü din ile "aklanmasa", yaptıklarınin düşük bir ruhun ürünü olduğu çok kolay anlaşılır. Muhafazakarlar, tam da bu nedenle eleştiriye, fikir özgürlüğüne, özgürlüklere yasak koyarlar, çünkü özgürlük, 'Gerçek' ile, 'Öz' ile, yani Ruh ile kardeştir. Kardeşler de birbirini sever. Özgürlük ortamında yalan yaşayamaz -tabii gerçek bir özgürlük ortamında: tüketicinin dükkandan mal seçme özgürlüğü ortamında değil.

Yalan prensibinin rasyonel sınırları üzerine


"Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi"

Can Yücel





"İnsanlar çok bozuldu."
Bu klasik vecize ne demek ister, nedir bozulan? Burada son zamanda sık sık 'Asil ruhlu insan' olmak diye bir şeyden bahsediyoruz (ve bahse-deceğiz).Tabii bunun en elementar anlamı, "bozuk olMAyan insan" demek olduğundan bunun temel ilkesinin de en başta samimiyetle -yani dürüstlükle ilgili olduğunu söyleyelim. Dürüstlük, dini/inancı da kapsayan erdemliliğin temel prensibidir ve dürüst değilseniz mesela dindarlığınızın bir anlamı, bir değeri yoktur. Sırf bir takım şekilsel dinî/inançsal kurallara/hedeflere dayandırıldığı gerekçesiyle, temeli kurumsallaştırılmış yalana/adaletsizliğe dayandırılmış sosyal bir günlük hayattaki ruh çürümesi, kurumsal yalanın toplumda kabul görmesinin şartları ve sınırları, bu yazının konusu...
Kutsal kitaplara göre yaşamak" diye izah edilen ve bu nedenle ona herkes uyuncaya kadar uymayanlara anca "tahammül edilebileceği"ni söyleyen, kendini inancın tekeli/bekçisi sayan homojen bir "dine uygun hayat tarzı" anlayışı yaşıyor. (Aslında buna "efsane" demek daha doğru olur) Bu anlayış, ona ters gelen itiraz eden hiçbir eleştiriyi kabul etmiyor. Tipik ideolojik yaklaşık tarzı olan bu tekçi anlayış, hapşırığının doğruluğunu kanıtlayıp eleştiri kabul etmemek için "Marksist klasikler"de alıntı arayan "reel Sosyalistler"in tutumuna benziyor. İdeoloji ideolojidir ve hangi kitaba dayandırıldığı hiç önemli değildir -ama kutsal kitaplara dayandırılması, çok daha vahim bir durumdur elbette.
1.
Yalan, söyleyenin doğru olmadığını bildiği bir durumu ifade eder. Ama söylediği kişinin buna inanmasını ister. Dürüst olmamak durumunun elementar ifadesi, 'yalan'dır. Yalanın birçok rengini biliyoruz. Pembesinden beyazına, oradan karasına kadar burada kısaca gözatacağımız yalanlardan en büyüğü ve "büyük günah" sayılanı, "mahkemede iftira atmak"tır
(Eski Ahit, Eksodus 20.16). Kutsal kitaplara göre şeytan, bu tip "yalanın babasıdır" (Yohannes 8.44). Bu yalan türüne şeytan da karışır, çünkü sosyal bir olaydır ve toplumun ruhunu belirleyen faktörlerdendir.
Dürüst olmak neden önemlidir? Bu konuyu incelerken, şu temel duruma dikkat çekmek zorundayız: İnsan, kendi zayıflığını kabul ederek ve bu zayıflığını başka birine ifade/itiraf edebilen, ve ondan da buna saygı/anlayış bekleyen tek canlıdır. Yani insan, güven duymak zorundadır. Bu durum, özellikle kadınlar için, kadın ruhu için daha büyük önem taşır. Dürüstlük ve samimiyet -bu özelliğiyle- bir sosyal ifade biçimiyle ilgilidir.
Dürüstlük bir olgu değil, bir işlemdir. Bunun anlamı, süreç içinde kanıt isteyen hareketli bir yapıya sahip olmasıdır. Birinin dürüst olup olmadığı, onun dış görünüşüyle değil, yaptıklarıyla ilgilidir
(söyledikleriyle değil).
2.
Bu blogda daha önce, "dil/söz odaklı düşünmek" (
ve onu dengelemesi gereken, "görüntü/his/vs. Odaklı düşünmek") diye birşeyden bahsetmiştik. Dil bilimcilerin (linguistlerin) daha kolay anlayıp anlatabilecekleri üzere, birşeyi sözlerle anlatmak, onu az veya çok farklılaştırmak opsiyonunu bağrında taşır. Bir konuyu anlatmak, insana öznel bir serbest hareket alanı sunar. Hattâ, ne kadar gerçekçi olursanız olun, bu öznelleşme faktörü az da olsa vardır. İşte önemli bir mesele buradan doğar. Günümüzün modern uygarlığı, son ikibinbeşyüz yıllık ilginç bir sürecin son ürünü, dil/söz odaklı düşüncenin de en son versiyonudur (bu süreç, ayrı bir yazı konusu). Yalana en uygun uygarlıktır. Ama yalan çok tehlikelidir -hele sosyalleşirse...
Önce, yalanın sosyalleşmesinin ne demek olduğundan kısaca bahsetmeliyiz.
3.
Dürüst olmak, herşeyden önce dinî bir kavramdır. Pembe-beyaz yalanlar ayrı konu, ama kara yalanlar, bütün dinlerde büyük günah sayılır. Yani bir çevrenin/zümrenin lehine veya aleyhine, halkı sistemli bir yalana maruz bırakmak, mesela iftira atmak, şeytanla ilişkilendirilecek kadar büyük günah sayılır. Üstelik burada kıssasa kıssas durumu, -hele intikam durumu- kesinlikle kabul edilebilir bir durum değildir. Çünkü, yalanı toplumsallaştırma işlemini yapan her kim olursa olsun ve bunu her ne için yapıyorsa yapsın, büyük günah işlemiş sayılır. İnancın yasakları anlamına gelen 'günah' kavramını burada sıkça kullandık. Bu konular, "laf çağı"nın bozuk "ruhu"na uygun olarak, artık kuru kuruya sadece konuşulup, neden günah olduğuna pek kafa yorulmadığından -başta lafta "dindar!" tipler tarafından- kanırta kanırta çiğnenmektedir. Bu yalan türü büyük günahtır, zira adına 'Toplumsal ruh çürümesi' diyebileceğimiz bir durumla ilgilidir.
4.
İnsan konuşan, konuşabilen bir varlıktır -lafazan bir varlık değildir, olmamalıdır. Konuşmak, esasen iki kişilik bir olaydır. Yani birisi, diğerine birşey anlatır. İnsan kendi kendisiyle konuşurken bile geçerlidir bu durum (insan kendisine, bir başkasına konuşur gibi konuşur içinden). 'Konuşan' demek, aynı zamanda 'Dinleyen' demektir, yani biri konuşurken onu dinleyen de biri var demektir, birine konuşmaktadır. Bu denklemde, sessiz bir anlaşma bulunur. Dinleyen kişi, bu sessiz anlaşmaya girer, çünkü konuşanın 'dürüst'lüğüne 'güven'ir. Bu basit denklem, bugün adına kısaca 'Sosyal hayat' dediğimiz şeyin, yani 'sosyal'in temel yapıtaşıdır. Buradaki sessiz anlaşmanın ùzerine oturduğu 'Dürüstlük', güven üzerinden işleyen sosyali sürekli yeniden üretir. Bu kavramı genişlettiğinizde, dürüstlüğün toplumdaki kurumsal karşılığı hukuktur. Zaten o nedenle kutsal kitaplar, ad vererek, "yalan yere şahitlik yapmak" denen olayı özellikle en büyük günahlardan sayar.
Şimdi 'yalan faktörü'nün toplumsal alanda nasıl etki yaptığına bakalım.
5.
Topluma sistematik biçimde kurumsal anlamda yalan söylenirse, bunun ilk sonucu, insanların sistematik bir şekilde yanlış yargıya varmalarıdır. Fakat bunun insan ruhunda kötü bir karşılığı vardır. Yanlış yargıya varmanın kural haline geldiği bir toplum, sadece kendi yaşamsal çıkarları konusunda yanlış kararlar vermekle kalmayacak, temel insani değerlerin bozulmasına da tepki vermeyecektir, çünkü yanlış veriler üzerinden düşünmektedir. Ve bu "veriler" sadece laf (yani yalan) üzerine kuruludur. Burada önemli bir kıstasa hemen dikkat çekmek gerekiyor: 'Yalan' esasen laftan ibarettir (çünkü gerçek değildir), ama 'Gerçek', lafsız da yaşayabilir.
Olayı, gene iki kişilik 'Konuşmak' olayı üzerinden değerlendirecek olursak, yalanı söyleyen kişi, dinleyene yalan söylediğini ve böylece onu yanıltmış olduğunu bilmektedir. Buradan yola çıkarak, dinleyen de yanlış çıkarımda bulunmuş ve yalan söyleyenin sözlerine dayanarak yanlış sonuçlara varmıştır. Ama 'Gerçek' kaybolmuş mudur?! Hayır. Gerçek şimdi, yalan söyleyende yaşamaktadır. Ve yalan söyleyenin içindeki gerçek, sahte/yalan/dandik olanın kendi kafasına sıktığı kurşundur aynı zamanda. Er veya geç mutlaka ortaya çıkacaktır. Çünkü sahtenin son kullanma tarihi, doğası gereği çabuk dolar, ama gerçek uzun ömürlüdür çünkü sahicidir. Herkes sussa, yalan söyleyen gerçeği itiraf eder -er veya geç. Bu bir doğa kanunundur. 17'inci yüzyılda bu konuya kafa yormuş Hugo Grotius, toplumda yalanın/sinsiliğin 'esas' olması halinde, esas haline gelmesi aşamasında, "insanların kafa karışıklığı ile (ruhen/manevi anlamda) mahvolduğu"nu, böyle toplumların (ruhen pasifleşmeleri nedeniyle) "yenilgiye uğradıklarını" ve böyle yalan dönemlerinden çıkılmadığı takdirde, "toplumsal düşüş" yaşandığını söylüyor. ("De jure Belli ac pacis Libri Trest" 1625)
Sistematik yalan ve iftira, toplumun işleyişini bozuyor. (Nasıl bozduğuna değineceğiz)
Topluma sistematik olarak yalan söylemek ve toplumun bu istikamette yaşamasını/ilerlemesini sağlamak, bir yerden sonra toplumun kendi kendini reddi anlamına geliyor, çünkü yalan mutlaka ortaya çıkıyor ve yalan sonucu alınan mesafe mutlaka sorgulanıyor. Yalan, insana özgü bir şey olan 'Konuşmak' denen şeyin özünü bozduğu için, sosyal yaşamın temelini de bozmaktadır. Bunun yansıması, toplumdaki kesimlerin birlikte yaşama isteğinin -yani diyaloğun ve karşılıklı güvenin- bozulması şeklinde ortaya çıkar. Yalan, ucundan/kenarından mutlaka ortaya çıkar. Ve o zaman, o sessiz sözleşme bozulur. Bunun anlamı, dinleyenin, konuşanı dinlemeye son vermesidir ve ona artık güvenmemesidir, yani doğal diyaloğun ve birlikte konuşmanın/düşünmenin sona ermesidir. Bu denklemde 'Güven' duygusu, son demlerini yaşadığımız (neoliberal) kapitalist sistemin (Türkiye'deki "Müslüman" versiyonunun) hayatta kalabilmesi için olmazsa olmaz koşuludur. Güven faktörü, 2008 krizinden beri (Dünya'da ve Türkiye'de) havada uçuşan -bini bir para!- yalanın dolanın ve iftiranın sürdürülebilmesi için "hayati" önemdedir.
Güven faktörü, kurumsal yalan/iftira (şeytani) sisteminin ömrünü ve tahammül sınırlarını belirler.
6.
Güven, sistemli yalan ile halkın bilinçli bir şekilde aldatılması durumunun nerede bittiğini anlamamızı sağlayan çok önemli bir faktördür. Bu nedenle 'Güven' konusuna daha yakından bakmakta fayda var. Güven nedir, nasıl işler ve nereye kadar devam eder? Mesela (reel) sosyalist ülkelerde, tüm dipsiz yolsuzluğa ve sistemin yalan üzerine kurulmasının o bariz kofluğuna rağmen halk, uzunca bir süre, sosyalist devlete 'inan'mış ve 'güven'miştir. Aynı şekilde, Türkiye'yi ikinci sınıf vasat bir ülke haline getiren, 60 yıldır iktidarda olmasına rağmen her kötülüğü, Atatürk'ten sonraki (çünkü Atatürk devrini eleştirmiyorlar -ki o da 15 yıldır sadece) yedi yıllık CHP/İnönü iktidarına yükleyip "temize çıkan", ve onca "Osmanlılık" iddiasına rağmen Dünya/Türkiye uygarlığına katkısı sıfır (rakamla: '0') olan Menderes-Erdoğan "Müslüman" muhafazakarlığına da halk 'inan'mış ve 'güven'miştir. Ortada 60 yıllık uzun bir süre vardır ve Türkiye bu sürede her mahalleye bir beton cami yapıp bir "yandaş milyoner" yaratmıştır, ama Nobel almış sadece bir tek yazarı vardır (üstelik o da bir oriyentalisttir!). Daima iktidar olan "Müslüman" muhafazakar zihniyet, kendi vasat aklının ermediği herşeyi/herkesi yasaklamak adına üniversiteleri üniversite olmaktan çıkarmış, özgür kültürü/sanatı ve özgür akademik hayatı asla desteklemeyip baskı altında tutmuş ve hep engellemiş, bu konuda reel sosyalist ülkelerin toleransına bile sahip olamamıştır. Bütün bunlar, o çok önemli 'Güven' faktörü sayesinde mümkün olabilmiştir.
Güven, doğası gereği pasif bir şeydir. Yavaş işler, durağandır, sabırlıdır, meşakkatlidir (örselenmeye dayanıklıdır). Güven bir kere kazanıldı mı, uzun süre korunabilir.
Güven, geriye dönük birşeydir. Referansını geçmişten alır. Geçmişte oluşturulmuş beklentiler, güvenin sürmesini sağlayan asıl unsurdur. Güven, hayal kırıklıklarına karşı bile dayanıklıdır, sınırları da geniştir. Beklenti üzerinden kurulmuş sınırlar ne kadar genişse, tolerans da o kadar geniş olur. Ama o da bir yere kadar.
7.
Yalanın kendi sınırlarına dayanmasına en iyi örnek, bugün yaşanan küresel (devlet borçları) krizidir. Mesela Yunanistan'ın yarım triyon Dolarlık borcunu ödeyeceğine inanacak Avrupalı bulmak, artık imkansızdır. Aynı şekilde Türkiye'de, seçilmiş milletvekillerini, Yüksek rütbeli subayları ve gazetecileri, hangi suçtan yargılandıklarını söylemeden yıllarca hapiste tutmanın adil olduğuna halkı inandırmak da zordur. Gerçek açıklanmazsa, gerçeği bilenlerin, tıpkı eski Sususrukçu özel harekatçılar gibi günün birinde kendiliklerinden herşeyi anlatacağını şimdiden -kesin bir şekilde- söyleyebiliriz. Yalanın çökmesi, "iradi" değil "fizikseldir", yani kesindir.
Yalanın son aşaması, sıkıntılı bir süreçtir...
Halka sistematik bir şekilde söylenen yalan, bir yerden sonra, söyleyeni de yorar.
Vicdanı olmayanın içinde bile 'Gerçek' diri kalır ve söylemediği 'Doğru' mutlaka ortaya çıkar. İşte bu aşama ilginçtir, çünkü yalanın taşıyıcı sahipleri, yalanın -taşınamaz/inandırılamaz- son aşamasında iki farklı tutum sergilerler. Bunlardan biri, vicdanın (yani ruhsal gerçekliğin) ağırlığını koyması ve yalana itiraz/isyan etmesidir. Vicdan itiraz eder, çünkü kendi ruhunu kurtarmak ister. (Daha önce de sözetmiştik: 'İyi/Gerçek' ile 'Kötü/Yalan' birbiriyle kapışıp ikisi de kırılsa, geriye sadece 'İyi/Gerçek' kalır demiştik.) Yalan, bir boşluk/hiçlik türü olduğundan, insanın ruhunu yer bitirir. İnsanın kendini iyi hissetmesi için 'Gerçek'e ihtiyacı vardır. Bu nedenle, en dipsiz yalanın bile Gerçeğe ihtiyacı vardır. Bir yerden sonra Yalan da Gerçeksiz yaşayamaz. bu nedenle kategorik Yalan, önce toplumun ruhunu ve vicdanını yiyip bitirir, sonra, oluşan boşluğu doldurmak için, Gerçeğe ihtiyaç duyar. Yalanı ve iftirayı er/geç itiraf edenler, bunu diğerlerini düşündükleri için yapmazlar, kendileri için yaparlar. Bu nedenle yalan, biryerden sonra çökmek zorundadır.
Yalan söylemeye "gönüllü" olarak -çıkarı adına- başlayıp, Yalan'ın son aşamasındaki vicdani çöküntüyü ve dürüstlüğü kaldıramayacak kadar "yüksek" egoya sahip olanların tavrı, asıl kötü tavırdır. Bunlar, Gerçeğin/Doğrunun/İyinin yokedilemeyeceğini bilemeyecek kadar yüksek düzeyde bir entelektüel ahmaklığa sahip olduklarından, yalanı sahiplenmenin şehvetine kapılırlar. Yalana daha fazla ve fanatikçe sahip çıkarlar ve Yalanın bilinçli savunucularına dönüşürler. Sahiden dürüst olup, yalana kanmış olanların vicdan muhasebesini yapmayacak kadar kibirlidirler. Ruh çürümesi dediğimiz bu durum, umutsuz bir vakadır ve savunucularını kesin felakete götürür. Çünkü istisnasız herkes yalan söylese, Yalan gene de Gerçek olmaz, olmayacaktır ve Yalanın sahiplerini Yalanla birlikte çökertecektir.

Ernst Lohoff / "Yanan itfaiye araçları" ve küresel ekonomik krizin seyri

Sevgili "Fritz"in 10 Ağustos 2011 Çarşamba günü Jungle World'da çıkan yazısını buraya alıyoruz.

Lehman Brothers Bankasının 2008 Sonbaharında çöküşünden beri borsa kurları hiç bu kadar tepetaklak olmamıştı. Welt-Online'ın haberine göre geçen hafta dünyada 5 trilyon Dolarlık varlık buharlaştı. ABD kredi notunun, Standart & Poors kredi derecelendirme kuruluşu tarafından düşürülmesinden sonra finans piyasaları yokuş aşağı gitmeye devam edecektir. Finans endüstrisi 1980'li yıllarda dünya kapitalist sisteminin temel endüstrisi olmak seviyesine yükseldiğinden beri, ağzında kekremsi bir tad bırakan acı darbeler aldı. Ama şimdi yaşadığı, yepyeni bir nitelik taşıyor. Kapitalist merkezlerde daha önceki kriz aşamalarında borçlanmaya hazır devlet, yangın söndürme aracı rolünü üsleniyordu. Bu kez yangın yeri, yangın söndürme aracının bızzat kendisi.
Kriz odağının bu şekilde
(birinden diğerine) kayması, takribî bir durum olmaktan ziyade, daha önceki krizleri aşmak için yapılanların mantıklı bir sonucu. İster New-economy-crash (yeni ekonominin krizi), ister 2008’deki büyük finans piyasası krizi olsun -Mali piyasalar aşağilara kaymaya başladılar, çünkü kazanç beklentisi içindeki yatırımcılar, kendilerine özel ekonomilerinde umut tacirlerinden yüz çevirdiler ve “geleceğin firmaları”nın hisse senetlerini satınalmaktan veya onlara sonu belirsiz ipotek kredileri açmaktan vazgeçtiler. Aşağılara doğru spiral çizerek düşmek tehdidi altındaki dünya ekonomisin düşüşünü engellemek, devlet merciine bırakıldı.
Ucuz para politikalarıtla Merkez Bankaları, eskisinden daha büyük yeni finans balonlarının ortaya çıkması için gerekli hammaddeyi sunuyorlar. Kamusal gizli el, büyümeye odaklı harcama politikasıyla borçlanmayı yaygınlaştırıp reel ekonominin darboğaza girişini frenleyerek, fiktif/sanal kapital yeni bir umudu devreye sokuncaya ve ekonomiyi yeniden rayına oturtuncaya kadar zaman kazandı. 2000 yılındaki Dot-com-crash’in ardından
(internet firmaları ekonomisinin çöküşünden sonra) bu yöntem başarılı olmuştu. Dünya konjonktürü iki-üç yıl zayıf kaldı ve derken Amerikan finans balonu gibi balonlar, dünya ekonomisinin yeniden büyümesini sağlayacak kadar büyüdüler. 2008’ki finans piyasası krizinden sonra özel sektörde oluşan yeni bir umut belirtisi görülmüyor. Gerçi aşırı düşük faiz politikasıyla ve spekülasyon sonucu (bankaların) kayıplarının devletleştirilmasiyle, finans piyasalarının çöküşü durduruldu ve konjonktürel programlarla reel ekonominin stabilize edilmesine çalışıldı. Ama özel finans sektörünün para üretimi, sınırlandırılmış devlet borçlarının tahammül düzeyinin altında kaldı. Dünya devletleri, 2008 krizinin aşılması için 15 trilyon Dolar harcadılar ve bu harcamayla birlikte borçları, dramatik bir şekilde 39 trilyon Dolara kadar yükseldi.
Düzelecek gibi görünmüyor. Devlet borçlarının kendisi, finans endüstrisinin en önemli balonu haline geldi ve şimdi tam da bu balon patlamak üzere. Ekonomi politikaları, onmaz bir ikilemle karşı karşıya. Devletler deflasyonu önlemek için biryandan borçlanmaya devam etmek zorundalar, biryandan da -kredibilitelerini simüle edebilmek için- bütçelerini hızla konsolide etmek
(bütçe açıklarını kapatmak) zorundalar. Geçen haftadan itibaren finans piyasalarını saran paniğin arka planını, bu yapısal Double-bind durumu* oluşturuyor.  Avrupa’da da, Amerika Birleşik Devletleri’nde de, hisse senetlerinin darboğaza girişini neyin hızlandırdığına bir türlü karar verilemiyor: Yeni kararlaştırılan kemer sıkma (tasarruf) önlemlerinin yol açacağı deflasyonist etki korkusu mu, yoksa borçlanan devletlerin kredibilitelerini yitirme korkusu mu.
Daha belirgin olan, bu umutsuz durumdan çıkmak için geriye hangi yolun kaldığı. Ülkelerin kendi ekonomi politikalarını kendi başlarına yönlendirebilecekleri oyun alanının kalmamasına rağmen, para politikaları alanında bir opsiyona sahipler. Merkez Bankaları, aşırı düşük genel faiz oranları nedeniyle, kendi ülkelerindeki faiz oranlarını düşüremezler ama, Merkez Bankaları, kendi devlet tahvillerini satın alabilirler. Bu yolla bir taraftan yeni borçlanma imkanı/alanı açıp, bir yandan da finans endüstrisinin satışa sunduğu kendi devlet tahvillerinin değerinin düşmesini önleyebilirler. Böylece ideal bütüncül kapitalist
(yani devlet), başka hiçkimsenin yapamayacağını yapıp, kendi kendine borçlanmış olur. Birkaç yıl önce tam da bu işlem, paranın değerinin istikrarını bozabilecek en büyük günah sayılıyordu. Söyleyenler haksız da değildi: Bir Merkez Bankası, kâr getirecek kıymetli kâğıtlar almak yerine, para rezervini, hurdaya çıkmış kendi devlet tahvilleriyle oluşturursa, krizi yeni bir alana taşımış oluyor. Böylece devlet borçlarının azaltılması erteleniyor, onun yerini, paranın değer kaybetmesi alıyor. Devlet bütçelerinin krizinden, ’para’ denen medyumun krizine doğru atılacak adım, kriz sürecinin mantık çerçevesinde bir sonraki safhasını teşkil ediyor. Kapitalizm kendi krizlerini, daha büyük krizler hazırlayarak aşıyor. Karl Marx bunu daha o zaman biliyordu. Ama ateşi söndüren aracın, bir sonraki krizin yakıtına dönüşmesi, şimdiye kadar hiç bugünkü kadar hızlı gerçekleşmemişti.
* 'Double bind situation' teorisi, bir iletişim teorisidir ve sonrasında şizofreniye neden olan belli kalitedeki çelişkileri ifade etmek için Gregory Bateson tarafından tarif edilmiştir. (Çevirenin notu)

Pilli uçak, süper bezelye ve teknolojinin yeni trendleri hakkında

Dünya 2008'den itibaren, giderek sıklaşıp derinleşecek ekonomik krizler dönemine girdiğinden beri, özellikle Batılı ülkelerde geniş kesimlerin anladığı birşey var: Kriz konjonktürel bir kriz değil sistemle ilgili bir kriz. Şimdi yaygınlaşmaya başlayan bu genel kanının siyasi ifadesi de, Sosyaldemokrat (sosyal politika ve sosyal devlet) anlayışlarının yükselişi şeklinde oluyor. Almanya Baden-Würtemberg eyaletinde, Almanya kurulduğundan beri ilk kez Hristiyan Demokrat muhafazakar iktidar devrilip, yerine Yeşiller Partisi hükümeti kuruldu. Sıcak para ve bankalara karşı yükselen öfke henüz yarı yolda bile değil. İşte bu atmosferde endüstrileşmiş teknoloji üretimi kendi mecraında ilerliyor -ama gelişmelerden etkileniyor.
Teknolojik ilerlemenin, özellikle 20'inci yüzyılda Batı ve Doğu blokları arasında -silah teknolojisi üzerinden- adeta bir yarış haline gelip endüstrileşmeyi hızlandırması bir yana, dijital devrimin noktayı koyduğunu ve Doğu blokunun orada havlu attığını biliyoruz. Bugün bir pop ikonu haline gelen Apple firması tarafından temsil edilen bu teknolojinin -bireyleşmeyi esas alan özelliğiyle- başı çektiği görülüyor. Şu anda "piyasa" bazında en önem verilen alan, daha ince ve hatta elastik cep telefonları olmalı (iki kuşak sonrasının hedefi). Sığ bir tüketici bireyselleşmesini hızlandırırken, eskisinden daha az çöp/atık üretmek, tüm yeni teknolojilerin hedefi gibi görülüyor. Eski zamanların tüketim alışkanlığı -sistem gereği mecburen- korunmakla birlikte, mesela dünyanın en büyük yeni çöp dağına maden ocakları kuruluyor ve o dağdan altın üretiliyor! Bu büyük çöp dağı, eski cep telefonlarından oluşuyor ve mesela Almanya'da bu işi yapan firmalar peydahlanıyor! Cep telefonu dağları, altın madeninden daha verimli. Eski cep telefonu dağı, altın madenlerindeki alaşımlardan 60 kat daha fazla altın içeriyor. Eski cep telefonlarından, başka madenler de kazanılıyor. Bu işlemlerin en genel anlamı, çöplerin değerlendirilmesi anlayışıdır. Bu konu çok önemseniyor ve tabii somut nedenleri var.
Bu şekilde tüketilmeye devam edilirse, doğada serbest halde bulunan madrnlrtin bir çoğunu çıkarmak giderek çok zor ve pahalı hale gelecek, çünkü hem hızla azalıyorlar hem de onlara ulaşım zorlaşıyor. Onun yerine geri dönüşüm, şimdilik önemli bir alternatif. Teknolojideki yeni trend, geri dönüşüme o kadar önem veriyor ki, yeni tuvaletleri bile buna göre yeniden tasarlıyorlar. Bu yeni tuvaletlerin Obama tarafından kullanılması ve dünyaya tanıtımı için çalışan lobiciler var. Eğer tutarsa, dışkılar ayrıştırılacak ve birçok alanda kullanılacak!
(Dünyadaki doğal kaynaklar için savaşmaktan daha akıllıca bir yöntem olsa gerek!)
Sistem dünyanın açlık sorununu çözemiyor ama, kendine yeni koyduğu tabularını devirmeyi biliyor. Bunlardan biri, genleriyle oynanmış bitkiler. Papa dahil, tüm entelektüel çevreler, genetiğiyle oynanmış bu hormonlu ürünleri reddediyordu. Dikensiz gül bahçesi ve biatkar koyunlar diyarı Türkiye'de bile konu edilmesine bakarak, dünyada ne kadar önemsendiğini görebiliriz. Bu bitkilerin ileride insanlara ve doğaya verebilecekleri tehlike şimdilik hayal bile edilemiyor, ama su sorununun ve açlık sorununun insanları bezdirdiği bir dönemde, bu konudaki çekinceler düşmüş görünüyor. Türk Başbakanının ziyarat etmeyi planladığı, dünya pop endüstrisinin göstermelik yardımlarla desteklemeyi düşündüğü Samali gibi yerler için bu bitkilerin önemine dikkat çekiliyor. Afrika'daki açlığa neden olan sıcak para neoliberalizmi ve sistemin uçurumlardan uçurum beğenemeyen gelir dağılımı eşitsizliğini ortadan kaldırmak için birşeyler yapmak kimsenin aklına gelmiyor. Ama açların üzerinden siyasi/ticari sömürü sürüyor. 
Açlık bölgeleri için düşünülen iki yapay bitki ön plana çıkıyor; bunlardan biri A vitaminiyle zenginleştirilmiş (havuçlu) pirinç, diğeri de dayanıklı bir bezelye türü. Beyaz pirince alışmış Asyalıların, kırmızı pirince el sürmedikleri söyleniyor -ama gene de bazı firmalar böyle şeyleri üretmeyi sürdürüyor! "Özel" bezelye ise, yetiştirilmesi kolay, posası ve dış kabukları hayvanlar için kullanılabilen yeni bir bitki. Burada bile, "atık değerlendirme" anlayışının unutulmadığı görülüyor.
Modern yaşam biçiminden esas itibarıyla vazgeçmeyen yeni teknolojiler, mobil olaşım konusuna da çok kafa yoruyorlar. Mesela iki hafta önce, tamamen güneş enerjisiyle çalışan dört motorlu bir uçağı, Bern'den Brüksel'e uçurmayı başardılar. Tabi kerozin yakan bildiğiniz uçaklarla kıyas kabul etmeyen bir araç. Uçağın kanat genişliği, neredeyse bir yolcu uçağı kadar, ama sadece bir tek yolcu taşıyor! Pervaneli dört motorunun gücü de 10 PS (yani iri bir Vespa tipi motorsiklet kadar). Bu alanda çok daha ciddi girişimler var ve bu girişimlerin ortak paydasını bir pil oluşturuyor. Elektrikli otomobiller malum. Fakat uzun mesafeler için uygun değiller, çünkü çok ağırlar. Şimdi 30 kiloluk kocaman pillerinin yerine, 5 kiloluk yeni bir pil türü geçebilirse, bu alanda küçük bir devrim yaşanabilir. Yeni pil seri üretime geçebilirse, sadece otomobillerde değil, otobüslerde ve hatta uçaklarda da kullanılabilecek. Yeni yeşil teknolojilerin, petrol bazlı teknolojilerin yerini doldurması bir hayal. Kapitalizm, aynı zamanda bir kömür/petrol uygarlığıydı. Hazır bulunup yakılan, konsantre edilmiş yüksek enerji kaynaklarının tüketimi, hızlı kâr anlayışının ifadesiydi. Teknolojinin iyi bildiği üzere, bu gidiş böyle en fazla bir yirmi yıl daha sürdürülebilir. 
Soru şu: Gelecek nesiller, yani çocuklarımız için bu rezervler korunmalı mı yoksa -en kolayına kaçılarak- aynen böyle devam mı etmeli? Aynen devam edilirse, petrol savaşları kaçınılmaz olacak. Ve bu tüketim hızıyla global felaket beklenenden daha hızlı gelişecek...
(Türklerin pek de umurunda olmayan bir konu şimdilik!)
İşte tam da bu aşamada kriz, elzem oluyor.
Ancak büyük bir ekonomik kriz, insanlık için hayati olabilecek bu kaynakların bir kısmının (gelecek için) korunmasına ve saklanmasına katkıda bulunabilir. Böyle fundamental konularda endüstri/piyasa gülü teknokratların söylediği pek bir şey yok, -olamaz da zaten. 

Büyük Britanya'deki ayaklanmalar hakkında dünya basınından yorumlar

Londra'yı yakmanın eşiğine gelen ve anlaşıldığı kadarıyla Büyük Britanya Hükümet'inin kontrolü kaybettiği yağmalama/ isyan olayları, ülkenin diğer şehirlerine de sıçradı. Herşeyden önce bu olayı, benzeri diğer olaylardan ayrı değerlendirmemek gerekiyor -özellikle Yunanistan, İspanya ve İtalya'daki olaylardan- ve elbette Arap Baharı'ndan. Umarız değerlendirmeler fazla gecikmez, ama bir çağ sona eriyor. 
Sona eren, (neoliberal) kapitalizm çağıdır. 
Bu gerçek ne kadar iyi anlaşılırsa, gelecek için o kadar iyi hazırlık yapılabilecektir. Şimdi ayak sürüyen Hükümetler bunu er geç kabul etmek zorunda, çünkü çöküş sadece ekonomik değil, ruhsal bir boyuta da sahip. Konu bu şekilde bir bütün halinde ve çok boyutlu olarak ele alınmazsa, ve en önemlisi de kapitalist klişeler ötesi düşünülmez ve önlemler alınamazsa, tam bir cinnet yaşanabilir. İnsanları tamamen çaresiz para bağımlısı zavallılar haline getirip onurlarının kırılması -ki sistem bunu çeşitli biçimlerde yapıyor- ve her türlü şiddete baş vuracak kadar düşmeye itilmesi, en başta neoliberalizmin ve onun savunucularının suçudur. Neoliberalizm, müthiş bir gelir dağılımı eşitsizliğine neden oldu ve bu durum iki farklı şekilde isyana neden oluyor. Biri, özgürlük ve demokrasi talep eden halk isyanları şeklinde, (aynı istekleri mikromilliyetçi söyleme tercüme edenler de bu kesime dahil edilebilir) kimlikçi isyanlar şeklinde. Şimdi üçüncü bir isyan türü gündemde: "Tatmin edilememiş tüketi hayallerinin isyanı." Bu deyimi kullanan, Belçika gazetesi De Morgen. Ortada, sistemin sadece ekonomik bakımdan değil, ruhsal bakımdan da mağdur ettiği insanlar var. Olay, ekonomik sistemin geliştirdiği ve krizin tetiklediği bir insan bozulması örneği.
Son örneğini Londra'da gördüğümüz ayaklanmaların nedenini tartışan Avrupa basını, ayaklanan kesimlerin ekonomik bakımdan 'en alttakiler' olduğunu söylüyor ve ayaklanma nedenleri hakkında ilginç şeyler yazıyor.
Slovakya'nın Sol gazetesi Pravda, yalnız bırakılmış ve ihanete uğramış olmanın verdiği duygularla ayaklanan bir kesimden bahsediyor. Muhafazakar Thatcher döneminde neoliberalizmin ilk aşamasında büyük bir yeni işsizler ordusu oluştu. Bu insanların çocukları da işsiz. Gazetenin yorumuna göre Liberalleri seçerek, bu yolla kapitalizme ve tüketim toplumuna karşı tavır alanlar da hayal kırıklığına uğradılar. Ülkenin elitleri, şimdi bu kesimden korkmakta haklılar. 
Avusturya gazetesi Die Presse, yağmacıların şiddet kollanmasına karşı çok kararlı bir tavır koyuyor ve olayın bu boyutune dikkat çekiyor. "Maskeli aptallar" diye nitelediği saldırganların, "Devrimciler" falan diye aklanıp yüceltilmesine karşı çıkan gazeteye katılmamak mümkün değil. Gazete, yağmacı "haydut çeteleri"nin, bu yaptıklarını, siyasi açıdan yarım cümlelerle izah etmekten bile yoksun olduklarını yazıyor.
Belçika'nın sol gazetesi De Morgen, Büyük Britanyalıların gerçekleşmemiş tüketici hayallerine değiniyor ve mesela yaşlıların ev hayali kurduklarını, 40'lı yaşlarda olanların otomobil, 30'lu yaşlarda olanların da ucuz seyahatlerde gözünün kaldığını yazıyor. Bireysel tüketici hayallerine de yağmalanan plazma televizyonlarla, yeni çok fonksiyonlu cep telefonlarıyla, pahalı elbiselerle açıklıyor. Tüketici hayalleri yayan sistemin bir kâbusa dönüştüğünün altını çiziyor.
Büyük Britanyalı The Independent gazetesi, ayaklanmacılara karşı daha dikkatli bir dil kullanıyor ve "zengin mahallesinde yaşayıp ona dahil olamayan gençliğin ayaklanması" diye tanımlıyor. Eğitim, şehirleşme, sosyal yardım ve sağlık sistemiyle ilgili bakanlıkların başarısız olduklarını anlattıktan sonra, bu patlamanın fünyesinin onyıllarca önce çekildiğine işaret ediyor.

Entelektüel Türk subayının doğumu ve ölümünün ardından yeniden doğumu hakkında

Türkiye'de siyasetin tamamen dışında bir ordu hiç olmamıştır ve olmayacaktır. Türkiye, bin yıl önce de, 1923'te de, Ordu tarafından kuruldu. Türk Ordusu'nun her zaman diğer ordulardan farklı olduğu ve olacağı tarihi gerçeği kavranırsa, bu farklılığın niteliği ve sınırları konuşulabilir, ama Norveç ordusu kadar "memur" bir Türk Ordusu beklemek, önce bu beklenti sahiplerinin ciddiyeti konusunda kuşkular uyandırır. Şu anda İktidar ile Ordu arasındaki gerginliğin teorik temeli, iki taraf için de birbirinden -neredeyse tamamen- farklı bir "Otomatik düşmanlık" temeline oturmaktadır ve bu haliyle zaten sona ermek zorundadır, çünkü o "otomatik düşmanlık", iki taraf için de rasyonel değildir ve artık -gerçeklikten uzaktır.


Dört üst düzey komutanın istifası ve YAŞ münasebetiyle, "Müslüman" Menderes geleneğinin devamı AKP iktidarının bir-sıfır galip sayılması, "Atatürkçü" Askeri kesimin bu malubiyetin rövanşını bir şekilde almak için fırsat kollayacağını da peşinen kabul etmek anlamına gelir -ki bu da gene aynı "otomatik düşmanlığın" doğal bir sonucudur. O mantık korunursa Türk ordusu bunun rövanşını alır, hem de gereğinde Enver gibi, Sultan Abdülhamit'ten Yeniçerilerin bile hesabını sorarak ve onu Selanik'e postalayarak. Ama böyle olmak zorunda değil. Otomatik algıları artık cidden sorgulamak ve aşmak gerekiyor.
Eski parametlerin, eski denklemlerin ve otomatik düşmanlıkların maddi temelinin sona erdiğini, artık herşeyin yeniden tanımlanması gerektiğini, ancak bu yapılırsa taşların yeniden yerine oturabileceğini herkes iyi anlamak zorunda -özellikle rövanşist iktidar.

Anayasaya uysun veya uymasın, Ordunun "Atatürk ilke ve inkılaplarının bekçisi" olduğu gerekçesiyle kendini vasi sayması anlayışı, entelektüel temelden ve haklı zeminden tamamen uzaklaşmıştı. Ama aynı şekilde, Menderes'in bir devamı olarak kendini, "Demokrasinin ve millet iradesinin temsilcisi ve bekçisi" sayan "Müslüman" muhafazakar iktidar da, "Kemalizmin reddettiği manevi değerlerin ve Osmanlı'nın takipçisi" değildir. Bu yazının kapsamını aşmakla birlikte, altıyüz yıllık Osmanlı uygarlığının varisinin, Osmanlıyı Emevi tipi kuru bir Müslümanlık anlayışına indirgeyen kültürsüz/sanatsız modern-İslamcı çevre olmadığı da açıktır.
Türkiye'de adeta ideolojik bir sıfırlanma durumu yaşanıyor. Şu anda bilinen tüm ideolojiler çökmüştür. Ortodoks Sol, makro ve mikro Milliyetçilik, İslamcılık ve tabii birincilik Atatürkçülüğe verilmişti.

Bunların yerine yeni filizlenen, Türkiye'de evrensel demokrasiyi ve evrensel değerleri savunmak anlayışı, AKP'den büyük bir darbe yedi ve durum, şaşılacak kadar 1960'ın ilk aylarına benzer hale geldi. İktidar, ülkeyi kendi partisinin devleti haline getirmiş, geniş bir halk desteğine dayanarak basını susturmuş/sindirmiş, demokrasi-özürlü haliyle dünyanın da tepkisini çekmiştir. Şu anda 1960'daki durumdan en önemli nitel fark, böyle bir duruma -demokrasiyi yeniden rayına oturtmak için- daha önce el koymuş Türk Ordusu'nun tam bir kafa karışıklığı ve acz içinde, haksız yere yapıp ülkeyi mahvettiği 1971 ve 1980 darbelerinin vebali altında, şimdi darbeci değil "demokrat olmak" adına (o neyse?!..) bu duruma ses çıkarmaması/çıkaramamasıdır ve bunun "hukuki" yollardan önlenmiş görünmesidir.
Demokratik bir ülkede olması gereken, elbette ordunun susması, siyasete karışmaması ve sivil otoriteye uymasıdır -ama demokratik bir ülkede...

Darbelere elbette karşı olmak gerekir, ama bu konu tartışmasız bir kesinliğe sahip değildir. Mesela Almanya'da 1933'te demokratik seçimlerle iktidara gelen Hitler'in, yasama-yürütme-yargıyı ele geçirip, orduyu da değiştirmesinin ardından, Hitler'e karşı darbe yapmaya çalışan subaylar, bugün 'Kahraman' sayılıyorlar, adlarına anıtlar dikiliyor. O zaman darbe başarısız olmuştu, keşke başarılı olsaydı.
Türkiye, Cumhuriyet devrinde yeniden ortaya çıkan darbe anlayışının başlangıç aşamasını ve nedenlerini yeterince tartışmadı. Bu konunun sadece "darbe" lafı üzerinden tartışılması bile, konuya daha derinlemesine eğilmeyi engelliyor. Darbe eşittir kötü, öyleyse sus konuşma! (Konuşulmayacak şey yoktur...)
Entelektüel Türk Subayının profili, yeniden 1960'da belirginleşmiştir. Ama elli yıl aradan sonra 1960'da neden yeniden siyasete müdahil olduğu, ya kısır ideolojik çerçevede kalıp çürümüştür, ya da sadece sonrasının vesayet iddiasına odaklanmıştır -ki bu süreç, Ordu için tam bir dejenerasyon tarihidir aynı zamanda. Daha ilginci, tarihi boyunca daima siyasi bir yana sahip olan Türk Ordusu'nun, bu süreçte, entelektüel yanının tamamen iflas edip silinmesine bizzat seyirci kalmasıdır ve kuru ideolojik şablonlarla/sembollerle bu devranın böyle devam edeceğini sanmasıdır.
Güç, son tahlilde ruh ve akıldır. Onlar biterse güç de çöker!
Şu anda Türkiye, sadece asker kesimde değil, genelde de, derin bir entelektüel buhran yaşıyor. Bu durum, yeni bir başlangıç öncesinde yaşanan çöküntülere benziyor.

Asıl konumuz, askeri vesayetin sona ermesi ve 'Entelektüel Asker' olduğu için, nereden nereye gelindiğine bakarak, askerlerin yaşadığı hezimet/arınma durumunu daha iyi anlayabiliriz.
Türkiye'nin sadece ilk devlet adamları değil, ilk sanatçıları falan bile askerdir! (Asker ressamlardan tutun da, asker yazarlara kadar giden ve belli bir entelektüel geleneği üslenen askeri bir çevre sözkonusudur). Yani Askerin konuşup konuşmaması, düşünüp düşünmemesi, "sus otur" diye kısa kesilecek ve küçümsenecek bir olay değildir. Ve bu çevrenin ülkeyi vesayeti altına almasından sonra entelektüel bakımdan tam bir çöküş yaşaması, incelemeye değer bir olaydır. Bu çevre, Türkiye'nin tarihten silinmek üzere olduğu bir durumdan, bir ulusdevlet çıkararak, bir de modernleşmesinin eksekutif gücü rolünü üslenmiş olanların varisleridir. Bu olağanüstü varoluş savaşı yabancı tarihçileri bugün bile heyecanlandıran bir durumdur (ama tarihlerinde Alman muhipliği, İngiliz muhipliği olan İslamcıların, bu olaydan heyecanlandıklarını hiç görmedim). Mesela Almanya hatta Büyük Britanya bile Birinci Dünya Savaşından sonra zayıf düşüp, bazı antlaşma rötuşları için bile, kendilerinde yeniden savaşacak gücü bulamazken, Türkiye yeni bir savaş başlatıp yokken var olmuş, küllerinden yeniden doğmuştur. Bunu, devrin tek entelektüel gücü olan Entelektüel Türk Subayı becermiştir.
Dünyaya hakim olan Modernleşmeye karşı özgün bir alternatif geliştirilememesi halinde -ki geliştirilememiştir- Türkiye'nin modernleşmesi, zorunlu bir girişimdi. Ve büyük ölçüde, Abdülhamit'i sepetleyen Asker kökenliler tarafından başarılmıştır. Bu harekete karşı olan "Müslüman" ve "Osmanlıcı" entelektüel çevrelerin ne o zaman ne de bu zaman, modernizme karşı dişe dokunur en ufak bir alternatifleri olmadığı gibi, modernizmi eleştirileri de "dinimiz" hezeyanından öte gidememiştir. Üstelik bu konuda 21'inci yüzyılın şu yılında bile, ciddiye alınabilecek tek sözleri yoktur. Birinci Dünya Savaşı öncesinde II. Wilhelm tarafından kurulan Abdülhamit Panislamizminin takipçisi postmodern "İslamcı" çevre, daha sonra Amerikan tipi Sağcı liberal ekonominin sorgusuz-sualsiz temsilcisi haline gelmiştir.

Cumhuriyet tarihinin ilk darbesi nasıl, neden ve hangi sürecin bir sonucu olarak gelişti? Bu soru, Entelektüel Asker'in ikinci doğuşunu anlamak bakımından da önemli görünüyor. O devirde Doğan Avcıoğlu diye bir entelektüel vardı mesela. Türkiye'de çok canlı bir fikir hayatı vardı. Askerler de okuyorlardı, tartışıyorlardı. Harbiye öğrencileri yürüyüş yapıyordu -şimdi yapamıyorlar. (Bu açıdan bakınca "istibdat", Abdülhamit' devrinden farksız!) Entelektüel Türk Subayı, o dönemde yeniden doğmuştu. Ordunun kendince entelektüel bir geleneği zaten vardı. 1960'dan itibaren Doğan Avcıoğlu ve YÖN çizgisi, Entelektüel Subay'a "milli sol!" bir yön verdi (Kulağa nasyonal sosyalist gibi geliyor ama değil!) Burada biraz dikkatli olup ideolojik ortodoks Sol sosunu bir kenera bırakırsak, Entelektüel Türk Subayının sahici demokrasi talebini ve demokrasi mücadelesini de görebiliriz -çünkü karşı çıktığı Menderes, 1960 yılının ilk aylarında tam bir faşiste dönüşmüştür ve demokrasiyi rafa kaldırmıştır, İnönü'ye Meclis'ten çıkarılma cesası falan verip uygulamaktadır! Askerin 27 Mayıs'a nasıl geldiğini, Ordu'da isyan noktasına gelen demokrasi talebinin nasıl bir gelişme izlediğini, be entelektüel damarın 1960 öncesinde nasıl başlayıp 1990'larda nasıl tamamen bittiğini (intihar ettiğini) ve benzeri konuları tartışmak, 2008'de sona eren neoliberal dönemde zordu. Herkesi kolayca "Ergenekoncu" diye yaftalayan Sol düşmanı yeni-Sağ bir "Liberal" çevre, tartışmaları iktidar desteğinde "resmen" terörize etti. Bunlar, Talibancı/Hizbullahçı tiplerin bile değişebileceğini, artık kimseyi domuz bağıyla öldürmeyeceklerini kabul edebiliyordu, ama Kemalist/Milliyetçi/Darbeci kesimlerin değişebileceğini, artık demokrat olabileceklerini "asla" kabul edemiyordu.

Ben bu noktada büyük bir korku seziyorum. Eski düşmanlık şablonlarını sürdürenler, korkmakta yerden göğe kadar haklıdırlar. Son istifalar ve YAŞ gerginliğinden sonra bu korkunun arttığı da görülüyor. ("Biz bunlara bunu yaptık, onlar bize neler yapmaz" korkusu dağları bekliyor olmalı!) Bin yıllık bir geleneği yok etmeye çalışmak yerine -ki bu mümkün değildir- onu dönüştürerek bütüne hizmet eder hale getirmek ve Entelektüel Subayın kendisini yeniden tanımlamasına izin vermek ve "Otomatik düşmanlıklar"ı sonlandırmak daha doğru olmaz mıydı? Ama rövanşist bir duyguyla yapılanlar, aynı kalitede karşılık görür. (Burada Türkler değil de İranlılar sözkonusu olsaydı, intikam konusunda bu kadar kesin konuşulmazdı belki.) Düşmanlıkları, bugün de dayandırıldıkları klasik gerekçelerle (İslam, Atatürk ilkeleri vb.) açıklamak artık mümkün değildir. O nedenle, Cumhuriyet tarihinde bu işlerin başladığı yere geri dönmek gerekiyor. Başlangıç, 1959 yılı ortasıyla 1960 Haziranı arasındaki dönemdir.

Pragmatizm ve pratik akıldan başka hiçbir entelektüel kaliteye sahip olmayan (aslında bunlar da entelektüel kalite değildir zaten) "Müslüman Muhafazakarlar"ın Askerlerin -1960'daki- dönüşümünü hiç anlamadıklarını söyleyebiliriz. Kendileri aynı Menderes kafasıyla yola devam ettiklerinden ve değişmediğinden, şimdi karşı hamle bekliyorlar. Değişmezlerse, bekledikleri ezici karşı-hamle er geç gelecektir. Bu düşmanlığın sona erebilmesi için, o düşmanlığın diğer kutbunun da yani iktidarın da, Menderesliği bırakıp adam gibi demokrat olması gerekir. Veya birilerinin onları demokrat olmaya zorlaması gerekir -ki normal olarak bu görev, sokağa da inmesini bilen aktif bir muhalefetin işidir (pasif bir muhalefetin işi değildir). Türkiye'de 1960'daki gibi yaygın/cesur/kararlı bir muhalefet yok. Evnsel değerleri savunan yeni anlayış da henüz yeterince güçlü değil (ayrıca evrensel değerleri de sürekli yeniden üretmek ve geliştirmek gerekir. Bu da pek yapılmıyor).

Entelektüel Türk subayı, Atatürk devrindeki siyasetten uzak dönemine Menderes devrinde son vermiş, darbe yapmış. 1960 darbesinden sonra Türkiye, tarihinin en büyük kültürel patlamasını yaşamış. Yaşar Kemal'ler falan bu dönemin özgürlük ortamında ortaya çıkmış ve o 10 yıllık demokrasi döneminin muazzam kültür zenginliği benzersiz.. Mesela TİP bu dönemde kurulmuş, "Kürt" sozü de ilk kez Meclis'te TİP Milletvekilleri tarafından bu dönemde dile getirilmiş. Modernleşmenin demokrasi istikametinde ve dünyayla kültürel yakınlaşma istikametinde ilerlediği bir dönem... Menderes devrinin kısır atmosferinin tamamen zıddı! Menderes'in -her nedense- dünyaya kültürel bakımdan kapalı ketum çizgisine bakıyorsunuz, fikir özgürlüğünü yasaklayan, basının eleştirilerine karşı inanılmaz alıngan davranan, basını mutlaka susturmak isteyen, yabancı gazetecilerin muhalif yazılarının hesabını bile Türk gazetecilerinden soran acaip bir çizgi. Menderes bu bakımdan da şaşılacak kadar Erdoğan'a benziyor. Aynı İslamcı/muhafazakar AKP çeveleri gibi, Menderes çevrelerinin de -istisnaları saymazsak- kültürel/sanatsal hiçbir ürünü yok. Bu konuda inanılmaz ölçülerde kısırlar. Bu zihniyettekilerin, bir de "Yeni Osmanlı" tipi "uygarlık kurmak" hedefleriyle ortaya atılmaları, gerçekten psikolojik bir vak'a ve bunun şimdiye kadar hiçbir ciddi araştırmaya konu olmaması bir başka vak'a!

Entelektüel Türk Subayının incelenmesi gerekiyor, çünkü en azından Türk tarihinin 20'inci yüzyıl başındaki en kritik aşamasında önemli bir başarının sahibiler. Aynı başarıyı, kendini Abdülhamit panislamizminin devamı sayan çevrelerde göremiyoruz. (Bugün çok övünülen neoliberal ekonomi mucizesi bile aslen Kemal Derviş'in kurduğu bir şeyi iyi sürdürebilmekle ilgili bir durumdur.)

2008'de yeni bir dönem başladı ve Entelektüel Türk Subayının yeni formatta yeniden doğmaması için hiçbir neden yok. Hatta bu, dünya konjonktürünün yeniden değişmesiyle birlikte, biryerden sonra zorunlu bile olabilir. Devletin, yasama-yürütme-yargısından tek tek dairelerine, valisine, kaymakamına kadar DP dönemini aratmayacak şekilde -iktidar partisinden taraf- politize olduğu bir ülkede, Askerlerden apolitik olmalarını beklemek komiktir. Burada iktidarın Askerden beklentisi, apolitik olması değildir, iktidardan yana olmasıdır aslında. Asker böyle bir atmosferde elbette politik olur. Şimdi mesele, sadece Ordu'nun değil, devletin de, demokrasinin de tek bir partinin vesayetinden kurtularak normalleşmesidir, evrensel demokratik ölçülerin hakim olmasıdır. O çerçevede Asker dahil herkesin konuşmasıdır.

Menderes döneminin 1960 yılında geldiği yer tam bir faşizmdi. Bunu çok iyi anlamak gerekiyor. Menderes devrini "Demokrasi" ilan etmek, tarihle alay etmektir (o dönemi açıp okumak gerekiyor). Türk basınının o zamanlar "İnönücü" olduğunu ve Menderes'i haksız yere karaladığını düşünenlere, zamanın yabancı basınını incelemelerini öneririm. Hitler'den kurtulup Fordizmle kanatlanmış liberal ekonominin "hür" dünyasında Menderes, zamanın liberal ekonomiyi benimsemiş hiçbir ülkesi tarafından desteklenmiyor, hatta Türkiye'ye "yakın" sayılan İran, Pakistan, Nehru Hindistanı tarafından falan da desteklenmiyor. Entelektüel Askerlerin faşist Menderes yönetimine karşı demokrasiyi savunan muhalif basının yanında yer almaları ve zamanın Sol entelektüellerine yakın bir çizgi tutturmaları, bir hatayla devam ediyor. Entelektüel Askerin en büyük talihsizliği, zamanın Sol klişeleri ve Atatürk (makro) milliyetçiliğine kapılanarak, faşist Menderes'e muhalefeti "Atatürkçülük"/Kemalizm ideolojisi üzerine oturtmasıdır. Ve o çizgide devam ederek, evrensel 'Demokrasi Mücadelesi'ni küçümsemesidir.
Atatürkçülük, daha o zaman ölü bir ideolojiydi ve 1990'larda tamamen tükenip birkaç sembole indirgendi (tıpkı şimdi İslamcılığın başına geldiği gibi). 21'inci yuzyılda "Atatürkçülük"ten geriye, içi boş tek bir sözcük kalmıştı: Laiklik. O da bitti.

Aslında faşizme karşı mücadelenin haklı bir biçiminden yola çıkan Entelektüel Asker, 1960 sonrasında hızla, ölü bir ideolojinin neferi haline geldi. 2011'de dört üst düzey komutanın iflasıyla tarihe de not düşen YAŞ sonuçlarının ardından askerler, bu gelişmelerden birşey öğrendilerse, yeni mücadeleye bir sıfır önde başlayacaklardır. (Çünkü yeni durum, bozularak laikçiliğe ve işçi Partisi makromilliyetçiliğine kadar düşen Entelektüel Askerin yeni bir başlangıç yapmasını mümkün kılıyor.) Ama faşist Menderes'in devamı olmakla hâlâ övünen bir iktidarın, Menderes'in "demokratik" faşizminin yeni versiyonunu dünyanın gözüne sokarak, demokrasinin aslında ne olMAdığını göstermeye devam ederek, yeni bir başlangıç yapması zordur.

Şimdi buradan, neoliberal dönemlerin henüz yanıtlanmamış bir sorusuna geliyoruz:
Demokratik seçimlerle iktidara gelmiş bir iktidarın çoğunlukçu bir totalitarizm haline gelip yasama-yürütme-yargıyı kontrolü altına alarak (ki totaliter yönetimlerin ortak özelliğidir) Hitler döneminde olduğu gibi halkın çoğunun desteğini garantilemesi halinde, bu yeni yumuşak faşist düzen nasıl aşılır?
Evrensel demokrasiye nasıl geçilir?
Bunun 1960'daki yanıtı, askeri darbeydi. Ve hemen bütün dünya tarafından tanınmıştı. Bu soruya 21'inci yüzyılın ünlü düşünürlerinden Emmanuel Todd da "Darbe" diye yanıt vermiştir! -Bir tür çaresizliğin de ifadesidir elbette. Günümüzde sosyal medya ve Arap Baharından öğrenilecek şeyler de var. Ama İkinci Dünya Savaşından sonra, Hitler'in yasama-yürütme-yargıyı kontrolü altına alıp bir faşizm kurmasına engel olmak babında, 'Kuvvetler Ayrılığı' ilkesi, Evrensel Demokrasinin temel yasası olarak kabul edilmiştir. Bu yasanın hem de çoğunluk oylarıyla değiştirilerek demokrasinin ilgası durumuna karşı ülkeleri kim korur? Hitler gibi oy çokluğuna dayanarak anti-demokratik yöntemlere başvuranları bundan kim ve/veya hangi kurum menedebilir. Pasif tüketici haline getirilmiş dünyam insanı artık kıpırdamaya başlasa da, böyle kurumsal faşizan yapıları değiştiremiyorsa, bunu kim değiştirecektir?
Bu soru dünyada da tartışılıyor ve henüz ikna edici bir yanıt bulmuş değil...
1960 darbesinin daha ikinci gününde, Türkiye'nin en parlak devrine eşlik edecek yeni Anayasa da yapılmaya başlanmıştı. Darbecilerin buna çok önem verdikleri görülüyor. Ülkenin hukuk otoritelerine hemen Anayasa yapma görevi veriyorlar (ve arada kendilerine de yeni imtiyazlar tanıyorlar, Türkiye'nin başına "Vasi" oluyorlar tabii!)
O zaman ordu, 'Demokrasi için' darbe yapmıştı...
(Başlangıçta öyleydi)
Sonradan işin içine "güçlünün kibri" ve "vesayet" işleri girmeseydi, Ordu "Amerikancı Sağ Muhafazakarlığın" maşası haline gelip Sola karşı iki kanlı darbe daha yapmasaydı, belki o ilk darbeyi neden yaptığını da unutmaz, bu hallere düşmezdi.

Şimdi hatırlama zamanı...

Modern homojen dünyanın doğuşu ve gelecekteki olası yapısökümü hakkında

Giriş notu...


Fransız İhtilali'nin hemen öncesinden başlayarak, Türklerin Avrupa'dan çekildiği 1913'e kadarki dönem, modernizmin "inceliklerini" (yani güçlü ve zayıf yanlarını) anlamak için ilginç veriler sunuyor. Türkiye'nin en büyük bahtsızlığı, bu önemli dönemi -kendi tarih yazımı içinde- dünya tarihinden kopuk bir şekilde, bir "çöküş devri" olarak incelemesi ve bu olaylardan da belli tarihi kişilikleri sorumlu tutması. Bu değişime sosyo-ekonomik bir teorik dayanak göstermeye çalışmış Sol'un tamamıyla tasfiye edilmesi, "komplotik" etnik/dini kimlikçi nefret söylemlerinin genel söylemi belirlemesini sağlamıştır. Türkiye'nin "taze" kalmayı başarmış tüm müzmin düşmanlıklarının altında, bu dönemi dünya tarihinden (yani kapitalizmin tarihinden ve sosyo-ekonomiden) kopararak neoliberal dönemin kimlikçiliği üzerinden kişiselleştirmiş bir neo-muhafazakar ve neo-liberal anlayış yatmaktadır.
Klasik Sol'un (ve onunla birlikte neoliberalizm öncesi Liberalizmin ve onun ideolojisi makro milliyetçiliğin) çöküşü, neoliberal yükseliş karşısında büyük bir boşluk doğurmuştu. Şimdi neoliberalizme alternatif, Sol-Sağ ötesi yeni bir özgürlükçü çizgi yükseliyor. Sol geleneğe de dayanan bu yeni çizgi, iflas etmekte olan neoliberalizmi çok fena çizmektedir ve sadece entelektüel ve eski Sol kesimlerde değil, inançlı kesimlerde, sanat çevrelerinde, yeşilci çevrelerde, milliyetçi kökenli siyasi çevrelerde ve hatta reel ekonominin iş çevrelerinde yankı buluyor.
Modernizmi daha iyi anlayıp, onun netameli ruhuna nüfuz ettikçe, onunla "Müslüman" muhafazakarlar arasındaki kan bağını daha iyi anlamak mümkün.
Amerika'sından Çin'ine kadar bütün Dünya "artık böyle gitmez" diye çırpınırken ve neoliberalizmden/kapitalizmden şikayetçiyken, bir tek "Müslüman" muhafazakarlar bu dünyadan çok memnun!
(İlginç değil mi?)
Peki Niye?!
(Yeni konumuz)