Neoliberal demokrasinin acil çözüm bekleyen sorunları
Geçen yıl dünya ekonomisini alt-üst eden ve neoliberal hayalleri sonlandıran ekonomik kriz, şimdiye dek fazla üzerinde durulmayan önemli bir sorunu da gözler önüne serdi. Gün geçtikçe daha çok insanın dikkatini çeken, ama henüz yeterince tanımlanmamış olan bu alan, demokrasinin, yabancısı olduğumuz bir tür ve tarzda dejenerasyonuyla ilgili bir alan.
Tarihte hiçbir zaman bugünkü kadar çok ülkede düzenli seçimler yapılmamış, bu kadar çok ülke 'demokrasi' olduğunu iddia etmemişti. Garip olan, buna rağmen, kimsenin, demokrasinin altın çağında yaşadığımızı söyleyememesi. Fransız düşünürü Emmanuel Todd'a bakacak olursak, durum tersi: Mesela Sarkozy Fransa'sı ve Berlusconi İtalya'sında tipik ifadesini bulan, bugünün neoliberal Avrupa sağ-popülist iktidarlarının uyguladığı “demokrasi” türü, önemli bir bozulmaya işaret etmektedir ve hatta giderek sürdürülemez hale gelmektedir! Todd, 'Demokrasi sonrası' gibi bir ad koyduğu yeni kitabını, bu temel teze dayandırıyor. ('Après la démocratie”, Paris 2009)
Giderek sürdürülemez hale gelen neoliberalizme özgü demokrasinin özelliklerine, daha önce Colin Crouch da dikkat çekmişti. Avrupalı entelektüeller arasında yankı uyandıran kitabı 'Post-democracy'de (Oxford 2004), dejenere olmuş bu demokrasi türüne bir de ad koymuştu: Post-demokrasi.
'Demokrasi' kavramının kesin bir tanımının olmadığı, bütün dünya tarafından kabul edilen tek bir normunun/prototipinin bulunmaması, konuyu daha karmaşık hale getiriyor. Karşılaştırmalı siyaset biliminin kurucusu sayılan Alexis de Tocqueville, bu durumu, daha 1865'de şöyle ifade ediyordu: “'Demokrasi' ve 'demokratik hükümet', çok kullandığımız ve en büyük kafa karışıklığına neden olan sözler. Bu sözler açıkça tanımlanmadıkları sürece insanlar, ortadan kaldırılması mümkün olmayan bir düşünce karmaşası içinde yaşayacaklar ve bu da demagogların ve despotların işine gelecek.”
Peki demagog ve despotların işine gelecek o 'kafa karışıklığı' bugün ne anlama geliyor? Crouch'a göre özetlersek: 'Post-demokrasi, eskisi gibi seçimlerin yapıldığı, hükümetlerin seçimle gelip gittiği, ama seçim kampanyalarının içeriğini yitirerek reklam/PR firmaları tarafından yönlendirilen bir tür şova dönüştüğü, seçmenlerin sadece pasif bir şov seyircisine indirgendiği, asıl politikanın gözlerden uzak bir şekilde siyaset/ekonomi elitleri arasında yapıldığı bozuk bir “demokrasi” türüdür.
Tarih çok hızlı ilerliyor. Beş yıl önce Crouch kitabını yayımladığında, dünya neoliberalizmin “altın” çağını yaşıyordu. 2008 kriziyle sanal kapital balonunun patlaması ve neoliberal paradigmanın sona ermesi, neoliberalizme özgü 'post-demokrasi'yi de vurmuş görünüyor. Sözkonusu demokrasi türünün güncel Berlusconi İtalya'sı, Sarkozy Fransa'sı ve Erdoğan Türkiye'si örneklerinden yola çıkarak soracak olursak, neoliberal demokrasinin giderek sürdürülemez hale gelen yanları nelerdir?
Crouch'un tezlerinden yola çıkarsak:
1. 'Demokratik kurumlar şeklen -hatta eskisinden daha iyi- işlemeye devam ettiği halde, siyaset ve hükümetler, demokrasi öncesi feodal/otokratik devrin bazı tipik özelliklerini taşıyorlar. Örnek aldığımız üç ülkedeki -Todd'un tanımıyla- 'sağpopülist' iktidarlar, giderek tek bir karizmatik kişi ve çevresinde toplanan, o ve onun danışmanları/yakınlarına indirgenen çok küçük bir elit yönetici grubu tarafından yönetiliyorlar. Parlamento şeklen işlemekle birlikte, 1789 Fransız ihtilali öncesi Fransa'sına benzer bir küçük elit grubun, sadece onun dediği oluyor. Bütün sistem onlara ve onların ekonomi/siyaset etitlerine hizmet ediyor. Bu denklemde muhalefet resmen var, ama hiçbir konunun hakkıyla tartışılmadığı parlamentoda, muhalefet fiilen yok hükmünde. Ülkenin politikasını hiçbir şekilde belirleyemediği için, -mesela onu kaale almadan çıkarılan yeni yasalara- muhalefetini, konuları ancak Anayasa Mahkemesi'ne götürmek yoluyla yapmaya çalışıyor. Böylece ortaya, son tahlilde öznesi İktidar ve Anayasa Mahkemesi olan fiili bir ucube yapı ortaya çıkıyor. Üstelik bozulma bununla da kalmıyor. Mesela İtalya'da, Berlusconi'nin kendisi ve devlet/parlamento başkanlarının hiçbir şekilde yargılanamamalarını sağlayacak bir kanun çıkartma girişimi var. Ancak krallıklarda olabilecek böyle bir yasaya karşı muhalefetin yapabildiği tek girişim, konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götürmek oldu. Fakat yalanlanmayan son haberlere göre Berlusconi, Anayasa Mahkemesi başkanıyla yemek yerken görülmüş! Todd, son krizin bir sonucu olarak neoliberalizmin düşüşü ile birlikte popülerliğini yitirmeye başlayan neoliberal sağpopülist Berlusconi'yi ve Sarkozy'yi, devleti ele geçirmeye çalışmakla suçluyor (bkz. Todd'un Telepolis mülakatı 4.7.2009).
2. Demokrasinin bir sistem olarak benimsenmesi süreci, aynı zamanda, ekonomi/siyaset alanlarının başka güçlerle paylaşılması süreciydi. Yani etkili bir sol muhalefetin olabildiği/yaşayabildiği bir süreçti. Demokrasi, tarihte asla hediye edilmemiştir, dünyanın her yerinde belli bir sol/sosyaldemokrat mücadele sonucu kazanılmıştır. Demokrasi düşüncesinin Avrupa'da tutunmaya başlaması 1848'lere, işçi hareketlerinin aktif eşitlik mücadelesine dayanır. Eşitlikçilik, üretenlerin de yönetimde söz sahibi olması, bunun için seçimlerin yapılması, seçim hakkının kazanılması, hep bu mücadele sürecinin ürünleridir. Crouch ve Todd'un yaklaşımlarından ve tanımlarından yola çıkarak, Türkiye'de en iyi işleyen katılımcı demokrasi döneminin 1960-1971 arasında yaşandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. 1990'lardan itibaren sol faktörün hızla zayıflaması, demokrasileri kuşkusuz olumsuz yönde etkilemiştir, onların dejenerasyonunu hızlandırmıştır. Fakat küresel krizle birlikte solun talepleri yeni bir şekilde çeşitli kesimler tarafından yeniden dile getirilmektedir. İşçilerin sayıca azalıp güç kaybettiği neoliberal dönemin ardından, günümüzün en geniş kesimi sayıla beyaz yakalıların, işsizlerin (ve esnafların) yükselişine şahit oluyoruz. Bu kesimlerin bir mücadele geleneği bulunmamakla birlikte, muhalif/mücadeleci bir çizgi benimseme eğilimi gösteriyorlar. Toplumdaki apolitik neoliberal pasifizminin sürmesi, ekonominin bozulduğu şartlarda pek mümkün görünmüyor.
3. Muhalefetin, neoliberal demokrasilerde zayıf, silik ve etkisiz kalması, anlaşılan bizzat neoliberalizmin sosyo-ekonomisiyle ilgili bir durum. Neoliberalizmin tipik özelliği olan özelleştirmeler sayesinde/nedeniyle ilk kez bu kadar geniş, derin ve etkili bir politikacı-işadamı yakınlaşması ortaya çıktı ve giderek daralan bir elit halinde ülkelerin yönetiminde söz sahibi oldu. Özelleştirmelerde parti yandaşlarının kollanması bir yana -ki bu durum neoliberal demokrasilerdeki çok yaygın yolsuzlukların nedenlerini de açıklamaktadır- iş çevreleri ilk kez, doğrudan iktidarları yönlendirebilme gücüne sahip olmuşlardı. Neoliberal dönemde devletin mümkün olduğunca küşültülmesi gerektiği fikri, özel teşebbüsün devletten her zaman daha iyi/kaliteli/efektif olduğu zihniyeti ve nihayet, devletin sadece genel siyasetle uğraşıp sağlık/eğitim/altyapı/vs. gibi alanlarını özele devretmesi anlayışı, demokrasi açısından önemli negatif sonuçlar doğurmuştur. Birçok projenin -ki bunlar, mesela çevreyi, içme suyunu, nehirleri, tarihi dokuyu ilgilendiren mega inşaat projeleri, eğitim, sağlık vd. alanlarıdır- karar mekanizmalarında, firmalar, onlarının danışmanları veya firmalarla doğrudan bağlantılı politikacılar oturmaktadır. Bu projeler/alanlar, 'özel' olduğundan, siyasetin ve dolayısıyla halkın denetiminden çıkmaktadır. Ayrıca esasen yandaş firmaların yararına işleyebilen bu yatırımlar/projeler, 'hükümet başarısı' olarak sunulabilmektedir. Bu sürecin yolaçtığı diğer negatif olgu, muazzam maddi imkanlar sağlayan böyle kararların, bir tek kişi etrafında, giderek küçülen bir elit grup tarafından alınmasıdır. Muhalefet, firmalara ve iktidar çevrelerine muzazzam imtiyazlar ve siyasi/maddi imkanlar sağlayan bu karar verme mekanizmasının tamamen dışında kaldığından silikleşmektedir. Fakat neoliberalizmin zayıflaması, özelleştirmelerin tersine işlemeye başladığı ve devletçi eğilimlerin güçlendiği günümüz dünyasında, politikacı-özelleştirme-yandaşişadamı denklemi çökmektedir. Muhalefetler, halktan daha çok destek almaktadır.
4. Buradan, neoliberal demokrasilerdeki iktidarların neden yaygın bir biçimde yolsuzluklara bulaştıklarını da anlayabiliriz. Devletin bütün işlerinin irili-ufaklı firmalara ihale edildiği, işleri hangi firmaların üsleneceğine, tek başına/sadece iktidarların küçük bir elit kesiminin karar verdiği bir 'demokrasi'de, politikacıların rüşvet almaması hatta rüşveti kurumsallaştırmamaları, bu 'demokrasi' türünün doğasına aykırıdır. ABD'de ve Avrupa ülkelerinde bile yolsuzluğun en inanılmaz boyutlara ulaştığı bir dönemden bahsediyoruz. Neoliberal demokrasinin dejenerasyonu hakkında elbette daha birçok semptom sayılabilir, fakat daha önce, neoliberal demokrasinin ekonomik krizle birlikte önemli ölçüde efor/taraftar ve güç kaybettiği üzerinde durmak gerekiyor.
Todd bu gelişmeyi özgün geniş bir açıdan yorumlayarak, devletin en içlerine kadar girişmiş serbest ticarete sınır konmaması halinde, bunun demokrasinin sonu olacağı üzerinde duruyor. Şimdi o sınırı, ekonomik kriz doğal yollardan koymaya başlamış görünüyor. Ayrıca giderek artan sayıda insan, katılımcı demokrasinin, sınırsız serbest ticaretten daha önemli olduğunu anlamış görünüyor. Bu nedenle dünyadaki genel trendin, serbest ticarete sınır koymak yönünde ilerlediğini ve bunun da despotizme yatkın neoliberal demokrasinin temel taşı olan politikacı-özelleştirme-yandaşişadamı denklemini hızla bozmaya başladığını gösteriyor. Şimdiye dek bu yoldan benzersiz bir güç elde eden iktidar politikacıları ve onlara yakın neoliberal uluslarötesi iş çevrelerinin, iktidarı bırakmamak için en absürd yollara başvurabilme potansiyeline sahip olduklarını, Todd'un örneklerinden okuyabiliyoruz.
Neoliberal 'post-demokrasi'lerden kurtulmak mücadelesi konusunda Crouch, seçimlerin önemine dikkat çekiyor. Çünkü seçimler, neoliberal iktidarların değiştirilmesi için gerçek bir fırsat sunuyor. Fakat seçmenler seçimleri beklemeden, neoliberalizmin onlara biçtiği pasif seyirci pozisyonundan çıkıp aktif mücadeleci çıkar grupları oluşturabilirler. Mesela devlet projeleri vergilerle finanse edildiğine göre, ihalelerde halkın da söz sahibi olması için ve yeni bir akım olarak 'devletleştirmeler' konusunda etkili olabilecek somut öneriler yapabilir, bunlar için mücadele edebilirler.
Uluslarötesi sanal kapitalin çökmesi ardından sitemin kontrol ve devletleştirme mekanizmalarının işlemesi sonucu süreç, 'devlet bu işlerden anlamaz, herşeyi özele devredelim' mantığının iflası yönünde ilerliyor. Vatandaşı ve muhalefeti devreden çıkaran politikacı-işçevresi kumpası, hızla etkisini yitiriyor. Bu kumpasın devamı hem konjonktüre hem de paradigmaya aykırı ve pek mümkün görünmüyor. Ayrıca özele teslim edilen alanların eskisinden daha iyi işlemediği gibi, siyaset/seçimler/halk tarafından da kontrol edilemediği anlaşıldı. Özele devredilen işletmelerin eskisinden daha güçlü tek yanının, daha iyi bir reklam/pazarlama/imaj kampanyasına sahip olduğu ortaya çıktı. Devlet işletmelerinin aynı kalitedeki reklam/PR kampanyalarıyla özelden daha başarılı olabileceği, üstelik kazancın da devlete (yani halka) kalabileceği anlaşıldı.
Peki, neoliberal sağpopülist iktidarlar kısa vadede -Todd'un deyimiyle- devleti ele geçirip, şeklen işleyen 'demokrasisi'nin bütün kurumlarını kendi kontrolü altına alırlarsa ne olacak? Karamsar Todd, böyle bir durumun bildiğimiz 'demokrasinin sonu' olacağını söylüyor ve bunu önlemenin 'iki yolu var' diyor. 'Ya askeri darbe, ya da halk ayaklanması.' O 'henüz cılız' dese de, başka yollar da var. Neoliberal postdemokrasiye karşı, katılımcı demokrasi mücadelesi ve elbette insanların sağ duyusuna güvenmek, olağan mucizeler yaratabilir.
Radikal, 20 Temmuz 2009
İç barışın kurulmasıyla ilgili yeni dönem notu
Türkiye, Nisan başından bu yana, geçen yılın yazında girdiği karanlık tünelden çıkma heyecanını yaşıyor. Tünelin ucu Nisan başında görününce, büyük bir rahatlama oldu, umutsuzluk sona erdi ve ardından, o rahatlama döneminin ilk görece sıkıntısı "belge" tartışmalarıyla geldi. Fakat Makul muhalefet'in, bu konuyu da, insani/kutsal değerlere bağlı kalarak, kaliteyi yükseleterek, dürüstlük ve nesnel bir yaklaşımı esas alarak şimdilik atlattığı görünüyor. Bu aşamada TSK'yı sert çıkışlara kışkırtmak ve Hükümet ile Orduyu çatıştırmak girişimlerinin de -bunu amaçlayanların istediği ölçüde- başarılı olmadığı görüldü. (Bundan sonra daha az başarılı olacaktır)
Asıl amaç bir tür barışma/uzlaşma ve en önemlisi 'Güvenin tesisi' olduğu için, bu konuda henüz yeterince ilerleme sağlanamadığı söylenebilir. Ama daha Mart ayında doğan, henüz son derece cılız olan ve en etkili dönemini sonbaharda yaşaması mümkün bir iç barış dönemi varlığını hissettirecek gibi görünüyor.
Sona ereceği 2010 Şubatına kadar, önemli bir şans anlamına da gelen bu dönemde Türkiye, kendi doğal kapasiteleriyle her alanda uyum içinde olacağı anlaşılıyor. Bu dönem, objektif kararlar verme ve rasyonal/irrasyonal düşünme kapasitesinin eskisinden daha yüksek olduğu bir zaman kalitesine işaret ediyor. Empatinin daha kolay kurulabileceği, hislerin daha yoğunlaşacağı bir dönem. Öyleyse birbirini anlamada ve birbirine daha yaklaşmada, aradaki düşmanlıkları aşmada daha yapıcı olunabilecek bir dönem denebilir. Henüz cılız olan bu etkinin, Türkiye'nin karanlık tünelden çıkmakta olduğu şu günlerden sonra ivme kazanarak daha güçlü/etkili olabileceğini söylemek mümkün.
Bu dönemde en başarılı olunabilecek önemli alan, daha önceki o büyük yaraları, acıları yeniden, bu kez daha sağlıklı, (taraflı duygulardan daha uzak bir şekilde) değerlendirmek olabilir. Hatta çok daha gerilere giderek iki önemli konu, iki farklı çevre tarfından yeniden -bu kez daha makul bir bakışla- değerlendirilebilir/değerlendirilmelidir. Bu birbirine taban tabana zıt görünen, ama özünde aynı (aynı şeyin iki yanı) olan, önemli psikolojik/siyasi konu şu:
1. AKP ve İslamcı çevre -kendi açısından haklı görünen bir şekilde- Kemalist elitlerin ve Ordunun, eski Osmanlı geleneğinden tamamen koptuğunu ve bu durumun aşılması gerektiği temel fikrine sahip. Düşmanlıklarını daha çok buraya dayandırıyorlar.
2. Onun karşıtı görünen CHP, Ordu ve Türk/Kürt Milliyetçisi çevreler de -kendi açılarından haklı görünen bir şekilde-, AKP ve İslamcı çevrelerin seküler (Cumhuriyet) geleneğinden koptuğunu ve devletin seküler niteliğini değiştirerek diğer kesimleri devletten uzaklaştırmaya çalıştıklarını (veya şeriat devleti kurmaya kalktıklarını), bu nedenle tamamen etkisizleştirilmeleri gerektiğini düşünüyor, düşmanlıklarını buraya dayandırıyorlar.
Bu iki konunun mesela ilk ortak paydası şurada:
İki kesim de aynı eski geçmişten tamamen kopmuş durumda... (Yani biri diğerinden daha az "kopuk" değil)
Seküler/Cumhuriyetçi çevreler -evet- Osmanlı ve eski İslami gelenekle belki bağlarını kopartmışlardır, ama belli bir Cumhuriyet kültürü, sanatı, (sallapati de olsa) bir demokrasi geleneği vs de kurmuşlardır.
AKP ve İslamcı çevreler de Anadolu'nun Selçuklu-Osmanlı İslami geleneğiyle bağlarını tamamen kopartmışlardır, ama o dönemin ihtişamıyla gönül bağları mevcuttur. Şu anda bu çevrelerin savunduğu İslam anlayışının -ki neoliberalizme has, dünyada yagın bir homojen Arabi/Emevi sözel Müslümanlık anlayışıdır- Anadolu'nun bin yıllık Müslüman geleneğiyle alakası yoktur (-ki o eski gelenek, bin yıl boyunca 'İslam'ın bayraktarı' olmuştur).
Anadolu İslam'ı, neredeyse bütün İslam coğrafyasını kontrol etmasine rağmen asla Arabi/Emevi Müslümanlığından esinlenen bugünküne benzer bir neolibebral homojen İslamcı anlayışına sahip olmamıştır.
Ayrıca, sonradan modernleşen İslamcı kesimler, kendi anlayışlarına uygun ne bir kültür ne de sanat geliştirmemişler/geliştirememişlerdir. Ama sonradan modernleşmenin verdiği bir optimizme/iyimserliğe ve mobilitesine sahiplerdir. Buna rağmen, 'Demokrasi yazıları'mızda ayrıntılarıyla işleyeceğimiz gibi, bugünkü halleriyle geleceği belirleme şansları sıfırdır. Bu konuyu AKP ve İslamcı çevreler iyi düşünmek zorunda.
İki kesim için şimdi bu halde ve önümüzdeki değişim süresinde, birlikte var olmak, bir çatışma ile/içinde olamaz. Bunu İslamcı kesim iyi düşünmeli. 2008-2024 sürecinin bütününe bakınca -bir çatışma olacaksa- kaybeden taraf kesinlikle İslamcı taraf olacağı açıktır ve bu olmak zorunda değil. Bu gelişme trendi o kadar kesindir ki, daha şimdiden, son bir yıldaki gelişmelerden okunabilir. Ama öyle olMAmalı. Bunu hem Cumhuriyetçi/seküler kesim hem İslamcı kesim iyi düşünmeli. Çatışmak olmamalı. Uzlaşmak ve karşılıklı güçlü yanlardan yararlanmak olmalı, giderek kutuplaşma anlayışını aşmak esas olmalı.
Cumhuriyetçi/seküler çevreler de (bu çevrelere DTP de dahil), geçmişe sağlıklı bir açılımın ve Anadolu İslam'ı/kültürü ile barışık omanın önemini anlamalılar, ama şimdinin islamcı kesiminin -değişim isteği göstermesi koşulları altında- kabullenilmesi gerektiğini de iyi anlamalılar. Sonradan modernleşen bu çevreyi kabullenmek ve onların kendilerini değiştirmeleri için zamana ihtiyaç olduğunu anlamak önemli. (-ki değişim onlarda da gözlenmekte)
Bu iki kesimin de, bir modernleşme sürecinden geçtiklerini, o sürecin özünde aynı lduğunu, sadece birinin diğerinden daha önce (veya sonra) modernleştiğini anlamaları gerekiyor. Modernleşmenin iki kesim için bazı farklı sonuçları olmuştur, ama bunun için çatışmak gerekMİyor. Bunun şimdi iyi anlaşılması şart. Bu çatışmadan kendine pay çıkarmaya çalışan ve bu alacakaranlıktan istifade etmeyi deneyenlerin etkisizleştirilmesi de bu sürece dahil olabilir.
İki kesim de karşılıklı olarak anlaşılmadığını düşünüyor. Bu malesef doğru. Ama şimdi barışma ve birbirini samimi olarak anlamaya çalışma dönemi. Sözkonusu zaman kalitesi, şimdi daha iyi anlaşılmayı mümkün kılabilir.
Bu dönemin sıkıcı tek yanı, insanların bu anlaşma uğruna kendilerine koydukları sınırlamaların belki zor gelebileceği. Anlaşma ve barışmanın dozu ilerlerse, o sınırlamalar daha az rahatsız edebilir ve 'açık konuşmak'lar karşıdakileri daha az rahatsız edebilir, çünkü güven daha geniş kesimleri kapsayacak, daha sahici olabilecektir ve güveni kötüye kullananlar daha çabuk deşifre olacaklardır.
Buradan, olumlu, iyimser, kapsayıcı bir mantalite çıkabilir, (bunun ilk deneyimlerine sahip bir kesim şimdiden var) -Ve o mantaliteyi kurmak elbette samimi/dürüst herkesin görevi olmalı.
Neoliberal postdemokrasiden, postkapitalist demokrasiye...
Yazılara Sunuş
Demokrasi, artık kimsenin tartışmadan doğru kabul ettiği ve günümüz insanının belli davranış kalıplarına bile yerleşmiş bir modern zaman fenomeni. Demokrasiye karşı olan yok. Şimdi sadece, demokratlığın derecesi tartışılıyor.
Demokrasi, Yunanca 'demos' (halk) ve 'kratos' (iktidar) sözcüklerinin birleşiminden oluşan bir terim olarak, -bugünkü anlamda- modern zamanların ürünü bir yönetim biçimi sayılıyor. Temel ifadesi de, 'seçimler' ve meclisdeki çoğunluk. Fakat neoliberal dönemde önemli bozulmalar yaşandı ve meclis çoğunluğu, bir tür yumuşak çoğunluk diktatörlüğüne dönüştü. Hatta, Emmanuel Todd, Fransa ve İtalya örneğinden yola çıkarak, popüleritesini yitirmeye başlayan (postdemokratik neoliberal) Sağ-popülizmin, devleti ele geçirmeye çalıştığı üzerinde de duruyor. Türkiye de benzeri bir durum ile karşı karşıya olduğundan, konu bu diyaraları da yakından ilgilendiriyor. (Türkiye daha önce Menderes döneminde böyle "demokratik" bir sivil faşizm dönemi yaşamıştı. Bu konuda belli tecrübelere sahip. O zaman sorun bir askeri darbeyle çözülmüştü ve Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en domakrat dönemini yaşamıştı. Şimdi değişim, demokratik ama aktif bir mücadele ile gelecek görünüyor. Askeri opsiyon ise, sadece bir savaş durumunda sözkonusu olabilir)
Bu yazıda, demokrasinin bir bütün olarak ele alınıp sistemsel bir eleştirisini yapmak yerine (ki bunu ileride yapmak zorundayız), -bugünün ciddiye alınan ve önemsenen tek yönetim tarzı olarak- demokrasinin geçirdiği son (negatif) evrim üzerinde duracağız ve neoliberalizmin tasfiyesi sonrası hakkında bazı tahminlerde bulunmaya çalışacağız.
Ama ilk önce, güncel Sakozy Fransa'sını, Berlusconi İtalyası'nı ve Erdoğan Türkiye'sini ifade eden Sağ-popülist postdemokrasi üzerinde duracağız. Özellikleri nelerdir, nasıl gelişmektedir ve şimdi neden zemin kaybetmektedir? İstikamet nereye? Ve hepsinden önemlisi, en geç 2013'de kesinleşecek sistem değişimi işaretleri az zararla nasıl karşılanabilir, ilk önemli hedef olan postkapitalist demokrasi nasıl birşey olabilir ve o noktaya doğru nasıl ilerlenebilir?
Konuyu, (zaman kalitesinin değişimi ışığında da) incelemeye çalışacağız. 2008'deki ekonomik krizi bir paradigma değişiminin başlangıcı kabul ediyoruz. Kapitalizmin bugünkü haliyle sürmesinin mümkün olmadığını, artık uluslarötesi firma yöneticileri bile söylerlerken, dünyadaki değişim hangi istikamette, Türkiye'deki değişim nasıl olabilir?
Bunun ilk siyasi yansımasına bakacak olursak, Türk postdemokrasisinin ve onun tipik temsilcisi ANAP-AKP benzeri oluşukların (ve onların imtiyazlılar tabakasının) radikal değişimi veya daha büyük bir ihtimalle tasfiyesi -tıpkı Fransa ve İtalya'daki benzerlerindeki gibi- kesin görünüyor. Bunun sosyo-ekonomik ve sosyo-psikolojik nedenleri üzerinde duracağız. Fakat tasfiye yerine AKP çevresinin köklü bir değişimi, yeni dönemin -şimdilik- ilk yükseleni CHP/MHP/SP/DTP ve geleceği temsil eden Makul Muhalefet konsensüsü ile bir büyük 'uzlaşma/barışma' çerçevesinde gerçekleştirilebilir mi ve buradan -ilk olarak- sağlıklı bir yeni iktidar-muhalefet ilişkisi oluşturulabilir mi? Bunun yanıtı, postdemokrasinin ortadan kaldırılma hızına bağlı (zaman konusunda Todd'un görüşlerine katılmıyoruz).
Postdemokrasi'de muhalefet resmen var ama fiilen yok, çünkü iktidarda olan herşey oluyor, muhalefetteki de hiçbirşey!.. Bu büyük haksızlığı, demokrasinin elementar özellikleri olan seçim ve meclis çoğunluklarına dayanarak sördürmek, demokrasinin sonu demek olur -Emmanuel Todd son kitabında bunun üzerinde duruyor, katılıyoruz ve buna bizim de ekleyeceklerimiz var. Zaten postdemokrasinin (ve postdemokratik iktidarların) mutlaka aşılmak istenmesinin temel nedeni de bu. Yoksa -Colin Crouch'un da katıldığı üzere- ve Todd'un tahminlerine göre, halk ayaklanmaları veya darbeler kaçınılmaz. Postdemokrasilerin popülist yönetimlerine karşo ilk yumuşak askeri müdahale örneği, Honduras'ta yaşandı ve İntependent gazetesinde, buradaki müdahaleyi doğru bulan bir yazı yayımlandı. Henüz, postdemokrasilerin yumuşak faşizmine karşı neler yapılabileceğinin tecrübeleri cılız, kuşkusuz süreç içinde öğrenilecektir, ama Türkiye neden diğerlerine örnek olmasın?
Postdemokrasinin ve ona has iktidarların önümüzdeki dönemde ayakta kalma ihtimalleri yok. Ama onların devletleri ele geçirme girişimlerini kesinlikle engellemek de bir zorunluluk. Siyasi açıdan ilk hedef, Türkiye'deki malum/müzmin zıtlaşmanın pozitif bir iç dinamiğe dönüşütürülmesi ve sağlıklı bir iktidar-muhalefet ilişkisi kurmak olabilir -tabii bunun için de postdemokrasinin sonlandırılıp adil bir demokrasiye dönüştürülmesi gerekiyor. Günümüzün ekonomik krizi atmosferinde bunun sosyo-ekonomik zorunluluğu mevcut -aynen devamı mümkün değil.
Geleceğin ekonomisi, neoliberalizmden daha planlı ve daha devletçi olacak. Konumuz, önümüzdeki dönemin kalitelerine uygun yeni bir kapitalizm aşamasına geçişle ilgili. Türkiye'nin son birkaç yüzyıldır hep arkadan gelen, başkasından kopta çekerek ilerleyen özgüvensiz yaklaşımına son vermek de bu değişimin içinden çıkabilir. Konu çok kapsamlı ve önemli olduğundan, başta Colin Crouch, sevgili dostumuz Peter Klein ve Emmanuel Todd olmak üzere, çeşitli uzman ve düşünürlerin konu hakkındaki fikirlerine de başvuracağız.
Amaç elbette, Sağ-popülist postdemokrasi yerine önce demokrasiyi yeniden tesis etmek ve onun postkapitalist demokrasiye doğru gelişim kapısını da açık tutmak.
Ve en önemlisi, bu değişimin, kavgadan çok bir barışma girişimi olduğunu unutmamak gerekiyor. Önce kendi arasına kendiyle, sonra dünyayla barışmak...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)