kültürfizik

1950'lerde kadına bakış ve aşkın "zorluğu" hakkında ciddi bir mizah kitabı!
Geçenlerde kütüphanemin bir köşesinde, sahaflardan aldığımı sandığım bir kitap buldum. Alexander Barrantay tarafından yazılmış, adı "Lieben aber wie?"
Bendeki nüshası, 33'üncü baskı. 1957'de yayımlanmış. Kitap, adından da anlaşılacağı üzere aşkla ilgili gibi ama ondan öte bir fenomen! Kadınlara nasıl davranılacağından tutun da evlilikte eşlerin birbirine nasıl davranacağı falan üzerine harika bir mizah kitabı! -tabii günümüzün gözlüğüyle okununca mizah gibi... Kitap, çok satıldığı yıllarda kuşkusuz çok ciddiye alınmış.
'Öpmek' deyince, kadının elini öpmeyi anlayan, dudaktan öpmeyi 'Evlilik öpücüğü' türünden "resmi" laflarla ifade eden hoş bir kitap. Kitabın ve kitaptan alıntıların burada yer almasının nedeni, daha 1950'lerde, Avrupa'nın ortasında -bugün için inanılmaz- bir ataerkil muhafazakarlığın yaşadığını göstermek. Kitapta kadına bakış ve yaklaşım, günümüz Türkiye'sinin Müslüman muhafazakarları seviyesinde -hatta onlardan da geride. Yani 2000'li yılların başındaki İslami aşk romanlarına yakın kıvamda bir aşk kitabı söz konusu. İşte size yarım yüzyıl öncesinin Avrupa'sından kadın ve aşk tarifleri!
Kitap, (farkında olmadan) kadını hem küçümsüyor hem aşağılıyor.
Bu muhafazakarlığın üzerine ortaya çıkan 1968'li gençler, muhafazakarlar tarafından "Uzaylılar" gibi algılanmış olmalı. Kitabı okuyunca bunu çok daha iyi anlıyorsunuz...

Kitabın -bugün için- eğlenceli kısımlarının başında, dönüp dolaşıp Casanova'dan alıntı yapması geliyor.
(Demek ki adam biliyomuş!..)
Bir kadınla tanışmanın "sanat" sayıldığı -hadi buna katılalım- ama bu sanatı sadece erkeklere hak sayan kitapta kadınlara öğütler:
"İnsan elbette sokakta da insanlarla tanışabilir. Ama bir erkeşik sadece macera peşinde olup olmadığını nasıl anlarsınız?"
Şimdi bu cümlede benim koptuğum yer, "macera" lafı... Demek ki Türkiye'ye ithali oldukça eski bu deyimin -ki, bu "önemli" bir kitabın daha yedinci sayfasında konu olmuş. Kadınlar tek başına bir adamla tanışmaktansa, biri tarafından tanıştırılmayı tercih etmelilermiş. 
"İzin verirseniz size arkadaşımı tanıştırabilir miyim?" 
Cümlenin de güzelliği şurada: Bu cümle, yeni Almanca, İngilizce ve Sarkozy'ce öğrenmek isteyen, Avrupa dillerine Fransız her Türk'ün ilk derste öğrendiği ilk cümledir. 
(Ama bu cümleyi kullanarak güzel bir kadınla veya erkekle tanışmış tek kişi bile yoktur maalesef -filmler dışında!..)
Yazarımız burada biz erkeklere "akıl" da veriyor: "Kadına düşünmesi için zaman tanımayın, onları hazır olgularla karşı karşıya bırakın" diyor. Bunun adını da "Fakabastırma taktiği" koymuş! (Überrumpelungstaktik)
Yani bu arkadaş, bir kadının 'Hayır' diyeceği varsa, bunu sonra da söyleyebileceğini veya önce 'Evet' sonra 'Hayır' diyebileceğini, veya 'Evet' dediği halde bunun 'Hayır' anlamına gelebileceğini falan bilmiyormuş, -Casanova'ya da sormamış.
O devirlerde kalmış başka bir sevmek türü de, "Kulaklarıyla sevmek" olmalı! Bazı kadınlar, sevgililerinin sesini duyunca "Kalbi erirmiş." Du deyimin geçtiği bir de alıntı var burada, New York'lu tanımadık bir Diva'dan.
Başlık: İdelinizdeki kişiyle karşılaşmak.
İnanamayacaksınız ama burada şöyle yazıyor: "Bir kız idealindeki erkekle karşılaşınca, elindeki mendili düşürürdü. Centilmen, mendili yerden alır, eğilerek kıza verirdi. Bugün de bir kadın, kimin geri getireceğinden eminse, çantasından birşey düşürebilir." 
("Eskiden vallaha da kolaymış!" demek geliyo insanın içinden.)
Peki kültürlü biri mi değil mi nereden anlayacaksınız? "Konuşmaya başlamak için bir kitapçının önünde durmak, sadece onun dikkatini ölçmek için değil, erkeğin kültürünü ölçmek için de bir imtihandır. Çünkü bir sohbet başlatmak için kadına, hangi romanları veya kitapları sevdiğini sormak zorundadır ve onunla edebi bir sohbet yapmak zorundadır." (Ah bu zorunluluklar!) Olayın devamı daha eğlenceli... 
Adam kadınla kitapçıya giriyor ve kadına o kitabı hemen satın alıyor.
(Bu doğruysa ve adamlar bu numarayı yiyorsa... kendine kitap aldırmak için bu numarayı sık sık yapıp, kitabı aldıktan sonra da adamlara "Güle güle" diyebilecek birkaç Avrupalı muzip kadın tanıyorum, ama bu kadar saf Avrupalı Erkek hiç görmedim!)
Bu oyunda dikkat etmesi ve kendini hep sakınması gereken taraf kadın tarafı, "zayıf karakterli" olan taraf da hep kadın tarafı!
"Her 'Kadın' şahsiyetli değildir (bu sözü "iffetli değildir" anlamında söylüyor) ki, yakınlaşma denemelerini şıpınişi, konuşmadan geri çevirsin. 'Kadın'dan daha üstün olan, 'Hanımefendi'dir. O, sevimliğinden ödün vermeden ve bir dereceye kadar, ahlak kurallarının izin verdiği yere kadar (adama) karşılık verebilir" diyor.
Kitapta, "Flört Etmek" diye bir bölüm var ve arada siyah-beyaz fotoraflar eklenmiş. Fotoraflar sadece kadın fotorafları ve fotoraflardaki kadınlar, esasen uzun bacaklardan ve dikkatli dekoltelerden oluşuyorlar. Ha bir de kocaman iki kadın gözü var. En etkileyici yanlarının başında geliyormuş. 
(Buna katılırım... Casanova ne derse desin.) 
"Flörtü bazıları, tatlı lakırdı etmek sanır, salon aslanlarının (yani günümüzün parlak "party"cilerinin) alışkın olduğu şey, veya ağır komplimanlar yapmak. Asıl flörtte, ruh, espri ve zevk sınanır. Burada, ezberlenmiş birkaç güzel söz yeterli olmaz."(Zor iş yani!..) "Eğer bir kadına, 'Gene çok hoşsunuz değerli bayan' derseniz, elbette bu her kadının hoşuna gider. Ama arkasından daha orijinal ve kişisel sözler gelmelidir."
Yazarımız, "güzel erkek sesi"ne takmış vaziyette. Şöyle diyor: "Birçok kadın, erkeğin eğitimine değil sesine aşık olur." Demek İspanyollar boşuna serenad yapıp durmuyorlar. 
(Ama ardından neden "Ayayayy!" diyorlar, -durun bunu Juanito'ya soralım!..) 
Flört nasıl başlar? Aynen şöyle:
"Flört, tramvayda sevgi dolu bir eğilme ile başlayabilir." 
Yani tramvayda kadını görüyorsunuz ve Japonlar gibi yerlere kadar eğilip, "Hoşsunuz değerli Bağyan" tipinden "güzel" bi' laf ediyorsunuz, başlıyor. 
(Eh ona bir de kitap aldınız mı tamamdır bu iş!..)
Bu denklemde hep birşeyler düşürülüyor: 
"Kendi kitabını düşürürsün ve alırken, yanındaki kadına, kitabın ona ait olup olmadığını ve kitabı nasıl bulduğunu sorarsın. Cesaretin varsa, sokakta veya restoranda gördüğün güzel kadına çabucak kartvizitinin arkasına birşeyler yazıp zarfa koyar, kadına verirsin ve postacının ona vermeyi unuttuğunu söylersin. Böyle sayısız fikirden biri, aklına gelecektir." 
(Ben burada bi'daha koptum arkadaşlar!..)  
Tanrım bu ne yaratıcılıktır, bu adam nasıl bir ayaklı kırtasiyedir ki yanında zarfla gezer, nasıl bir akıldır ki postacının bulamadığı kadını restoranda bulur?!.. Ses tonu da ilginç. Yazar bizle senli benli konuşuyor. 
Yeniden fotoraflar. Bu kez ponpon kızlar öncesinin kankan kızları ve alt yazı:
"Günümüzde kocalar, sahilde, karnavalda, güzellik yarışlarında, kadın güzelliğine derin bakışlar atabiliyorlar. Evdeki hanımları da, evde onları bekleyen güzelliğin hiç de aşağı kalır yanı olmadığını göstermeli."
Buna Türkçe, "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" diyorlar buralarda!
Sonra kadınlara güzel sözler söyleme bölümü geliyor ve konu hakkında hoop, Casanova'dan bir alıntı:
"Beni bir kadınla sadece üç dakika yalnız bırakın, ona en genç yakışıklıyı unutturayım."
(O dünemde ya kadınlar çok safmış, ya da Casanova erkeklerle fena halde kafa bulmuş!..)
O nedenle kadınlara güzel şakalar da yapmak gerekiyormuş, mesela "Siz Rumpelstilzchen misiniz?" diye sorabilirmişsiniz -bence hiç sormayın!
(Rumpelstilzchen, Grimm Kardeşler'in bir masal kahramanı, bir erkek, ve "Hırdavat dolu evde oturan küçük adam" gibi döküntü bir anlamı var... Demek böyle bir lafı hoş bulabilen bir kadın cinsi de yaşamış bu dünyada.)
Bölüm başlığı: "Öpüşme yüksek okulu."
Konu izafiyet teorisinden bile zor olduğundan, yüksek okul... Soru: "Öpmek öğrenilebilir mi?"
Sonra: "Bir erkek, bir kadının elini öpmek riskine girmeden önce, el nasıl öpülmez, onu öğrenmeli." 
 El öpmek ilan-ı aşk oluyormuş! İşte burada Casanova bir yana, Büyük Katerina da devreye girip bize tecrübelerini alıntılıyorlar ve ekliyorlar:
"Bak bu imtaanda çıkar..."
Daha ileri sömestriler için ders: "Evlilik öpücüğü" (Ehelicher Kuss). Dudak dudağa öpüşmek böyle adlandırılıyor. Yazar, cinsellik araştırmaları yapan bilim adamlarını eleştirerek, "evlilik öpücüğü" ile (evlilik dışı) "tutkulu öpüşme" arasında fark olmadığını, fark gören bilim adamlarının yanlış gördüklerini söylüyor (-ki adeta proleter devrimci bir isyandır!..) Bilim adamları -nasıl becerdilerse- üşenmeyip saymışlar. Ortalama bir erkek hayatı boyunca 30.000 kez, ortalama kadın da 35.000 kez öpüşürmüş. Aradaki 5000 farkın açıklaması da şöyle: Kadınlar erkekleri öpüp karşılık alamıyorlarmış. Demek erkeklerin tüm öpücükleri karşılık buluyormuş. Quantum fiziğinden ince işler! Ayrıca beraber sinemeya gittiyseniz ve elini tutmanıza izin veriyorsa, ondan bir "öpücük çalabilir"mişsiniz. Yani bir tür "Sobe" olayı veya bir tür gerilla taktiği. Şıp diye öpüveriyorsun... Sonra tokat mı yerim diye korkmaya gerek yok, kadınların öpücükleri karşılıksız bıraktığı hangi istatistikte görülmüş?!  
Burada ima yoluyla hep dolaylı olarak anlatılan yatak konularına girmiyoruz -kitabın tamamını buraya almak zaten meümkün değil- ama şu lafı alıntılamadan geçemeyeceğim:
"Kadın erkeği, bir doğal afet gibi gibi algılar." (!..)
Hemen ardından, "Nazik konu" geliyor: Aldatmak. Bu meselede yazar, kadınların erkekleri aldatmasına indirgediği konuda, erkeklere öğütler veriyor: "Karılarınızı asla yalnız seyahate göndermeyin." Yoksa daha trene biner binmez önünde biri eğilip "değerli Bağyan"la başlayan cümleler kurar, karınızın elini öpebilirlermiş. "Karılarınızı alkollü içkilerden uzak tutun." İçince hemen sapıtabilirlermiş. "Karılarınızın lokallere ve kahvelere gitmesine izin vermeyin." Oha. Buna yorum bile gereksiz. "Büyük partiler düzenlemeyin. Çünkü siz başkalarıyla ilgilenirken, komplimanlara çöl gibi susamış karınıza en cürretkar sözler söylenebilir." Hiç komik değil.
Kitabın bu bölümünde hem şaşırıyor hem de kızıyorsunuz, çünkü kadınları "zayıf yaratıklar" diye aşağılıyor ve mesela erkeklerin karılarını aldatması olayından hiç bahsetmiyor. Varsa da yoksa kadınlar. Bu "zayıf yaratıklar"ın elini öpmeyegör, hemen eriyorlar!..
"Ah insanlar zayıftır (özellikle de kadınlar). Başka biriyle birliktelik kurarken, bunu gözönünde bulundurmalıyız."
Bu bölümü okurken, İslamcıları ve muhafazakarları düşündüm. Onlar bile erkeklerin kadınları aldatması konusunda bu kadar riyakar değil artık. Bu konularda daha adiller -ama kadınlara bakışlarının, kitabın bu bölümünden pek de farklı olmadığını söyleyebiliriz.
Erkeklere sadece bir uyarı var: "Bir kere yaparsanız gene yaparsınız." Aman ha!.. Bu kadar. Ne bir zayıflık vurgusu ne başka bir şey... Bir de kadının aldatmasıyla erkeğin aldatmasını kıyaslıyor ve şöyle bir sonuca varıyor: "Erkek hiç olmazsa kendisine sadık kalır, ama kadın kendini kaybeder."
Bu cümle, son oldu. Kitap mizah karakterini yitirip Sinir karakterine bürünmeye başladı. Bu yüzden de, kitabın geri kalanını uçarak okudum. Abukluklar diz boyu. Bir yerde yazar, kadın-erkek eşitliğinin abartılmaması gerektiğini söylüyor mesela! 
Ama kitaptaki güzel bir fıkra, neşemi yerine getirdi. 
Aynen aktarıyorum.
Hz. İsa'nın Havarisi Petrus, Cennetin kapısına gelenleri sırayla sorguya çekiyor. Biri, "Ben bir hükümdarım" diyor, "Çok sayıda ülke fethettim". Başaka biri, "Ben bir sanatçıyım" diyor, "Şehirler kurdum, büyük bahçeler çeşmeler yaptım, anıtlar diktim." Başka biri: "Ban şairim, yüzlerce kitap yazdım, sayısız ödüller aldım." Bir diğeri, bilim adamı olduğunu söyleyip, "yeni formüller geliştirdim, yeni bir dünya tasavvuru attım ortaya" diyor. Tüccar olduğunu söyleyen, bütün dünyayla nasıl ticaret yaptığını anlatıyor.
Pertus, zayıf bir genç görüyor aralarında, soruyor, "Sen ne yaptın?" O sadece "Sevdim" diyor.
Petrus ona kapıyı açıyor ve Cennete sadece onu alıyor. Diğerlerine de şöyle diyor: "Bir kadın gelip size kefil olana kadar bekleyeceksiniz. Yeryüzünde yaşarken sevmiş olanlar. Sadece onlar Cennete girebilir. Yoksa sadece sevgiden oluşan Cennette ne işiniz var?!.."

Uma Thurman'ın "daha önceki hayatı"na yolculuğu mu? Ve Türk kültürünün dünyaya açılışı 


"Bir önceki hayatınızda Çinli miydiniz?" İşte bu bir soru!
Bir Avrupalı olsanız, süt ürünlerine allerjiniz olsa ve Çin uzmanı olup Çin'de yaşasanız ne düşünürsünüz? Buna bir arkadaşım, "Daha önceki hayatımda herhalde Çinliydim" diye cevap verdi. 
Çin'de büyük baş hayvan pek yetiştirilmez. Dünya nüfusunun dörtte birinin, yani Çinlilerin süt ürünleri yemediğini, peyniri bilmediğini, yoğurt ve diğer süt ürünlerini kullanmadığını biliyor muydunuz? Çinlilerin o muazzam mutfağında peynir yoktur mesela...
Başka biri de Japon kılıcını eline geçirince, onu beylik kılıç ustalarını şaşırtacak bir ustalıkla kullanmaya başlarsa, o kişi de "daha önceki hayatında Japon mu olmuştur?" Böyle sorular, yakın dost sohbetleriyle ilgili mevzulardır. Sohbet sınırlarının genişlediği hoş zamanlarda konuşulur. Tarantino Kill Bill dizisi filmlerinin ilkini çekerken, Uma Thurman'ın kılıçla oynaması gereken rollerdeki başarısını, ünlü Japon oyuncu Sonny Chiba görmüş ve bu güzel kadın için "Japon gibi" demiştir. Kılıcı kullanırken yaptığı su gibi akıcı hareketlerini hayranlık ve şaşkınlıkla izlemiştir.
Bazen gariplikler özellikle dikkat çekicidir.
Uma Thurman'ın kılıcı tutuşundan savuruşuna kadar, ustalıkla yaptığı hareketler arasında beni en çok etkileyeni, dizinin birinci filmindeki uzun dövüş sahnesindeki bir pozisyonu, kılıcı tutuş şekliydi. Etrafını çeviren bir düzine kılıçlı adamın tamamını görebilmek için, savurmaya hazır tuttuğu kılıcın yüzeyini, arkasını görebilmek için ayna gibi kullanıyordu. (Tabii, kılıcın yüzeyi asla ayna gibi parlak değildir, o yüzeyde ayrıntı görmek pek mümkün değildir, ama hareketlenmeleri algılamak için iyi fikir!)
Bu güzel oyuncu, anne tarafından İsveçli ve Alman, baba tarafından Amerikalı. Kırkbir yaşında. Ve gerçekten çok başarılı bir oyuncu. Annesi gibi mankanlik yaparak başladığı sahne mesleğinde, Pulp Fiction filmiyle ilk tecrübesini edinmiş. Quentin Tarantino'nun bu kült filminde ounamak, ona yepyeni bir dünyanın kapılarını açmış. Bazı insanlar, bulunduğu yeri kesinlikle hakederler. Uma Thurman, bunlardan biri. Daha sonra Batman & Robin adlı filmde göründü.
Uma Thurman, 2003'de bir Golden Globe ödülü aldı, hem de bir televizyon dizisindeki rolüyle. Ama onu bugünkü yerine getiren filmlerin, Tarantino'nun Kill Bill filmleri olduğu tartışılmaz.
Şu iki konuya kısaca değinmek gerek: Birincisine, Türklerin silahlara karşı genel yaklaşımı üzerinden yaklaşalım! Türkler savaşta/mücadelede, sanatsız vuruştan yanadır. Şekle değil sonuca bakarlar. O yüzden de bugün Türkiye'de, Türklerin bir zamanlar usta oldukları eski savaş sporlarından ve silahlarından çoğu kaybolmuştur. İkincisi, ayrıntıya takılmayan anlayışlarıyla estetiği kaybetmiştir Türkler. Bunların ikisini de geri kazanmalıdırlar...
Türkler; estetiği, güzelliği ve sanatı, hayatın her alanına hakim kılmak anlayışını benimseyip içselleştirmek zorundalar. Bundan sonranın dünyasında savaşların ve rekabetlerin temel unsuru, güçlü ve derin kültürler olacaktır. Şimdi o bayat "Muhteşem Yüzyıl" dizisinin perde kumaşından yapılma elbiseleri ile rol kesme denemeleri arasından sırıtan kötü oyunculukları "değerlendirmek"le meşgul bir zevksizlikle boğuşulurken, asıl sanatı da düşünmek gerekiyor. Türkiye evrensel değerlere ulaşmak ve "Müslüman" kimlikte ifadesini bulan vasatın vasatı kültürsüzlükten/sanatsızlıktan kurtulmak yolunda mesafe katediyor. Bu konu farkedilmiş ve bazı çevrelerde iyice anlaşılmıştır. Burada hemen, Murat Bardakçı'nın yaptığı bir hataya dönmek gerekiyor.
Steven Spielberg, Tom Cruise'un Fatih Sultan Mehmet'i oynayacağı bir filmin hazırlıklarını yapıyormuş. Konu hakkında Türkiye'den birini danışman olarak angaje etmiş. Murat Bardakçı da durmuş duramamış, bunu hemen kamuoyuna tantanalı bir şekilde açıklamış. (Bunu kendine saklasa çok daha iyi olurdu.)
Günümüzde, filmler başta olmak üzere, böyle özel bilgilere, devlet sırrından daha önemli bir yer atfediliyor ve hele Türkiye gibi kültüre değer vermek konusunda özürlü bir yerde buna daha çok dikkat etmek gerekiyor.
Türkler, engin kültürlerinin dünya sanat ve kültür hayatında özgürce kullanılmasına hazır mı, bu konuda mesela Japonların olgunluğuna sahip mi?
Hayır değil...
Türkler, kendi ucube dizilerine (adam gibi tarih filmlerine haydi haydi) "Ecdadımıza dil uzattırmayız" söylemiyle "tepki" göstererek, geleceğin dünyasındaki yüksek yerlerini bizzat engelliyorlar. Bir kültür çağına doğru ilerliyoruz. Bu aşamada en büyük "yeraltı kaynakları"na Türkiye sahip, ama Türklerin başında, beton ve paradan başka bir "değer" tanımayan bir neoliberal "Müslümanlık" sorunu var... 
Japonların "kurgu sanat, gerçeğin aynısı, bir tür belgesel film gibi olmak zorunda değildir" diye özetlenecek anlayışı içselleştirdikleri malum. Lise tarih dersinde öğrendikleri şeylere de tapmıyorlar. İmparatorlarını 'Tenno' yani Göğün Oğlu diye adlandırmalarına ve kutsal saymalarına rağmen -genel saygı çerçevesinde kalarak- onların ve kendi tarihlerinin sanatın çeşitli alanlarında serbestçe kullanılmasına toleranslı davranıyorlar, bunu sevinerek izliyorlar. Çünkü orada, Türkiye'deki engin "Müslüman" vasatizmine tekabül eden "Soka Gakkai" vasatizmi, ülkenin gündeminde söz sahibi değil. Soka Gakkai, Türkiye'de olduğu gibi, köylülerin anasını alıp gitmesinden tutun da, heykellerin tipine kadar her şeye karışamıyor. 
Tarantino gibi büyük bir yönetmen, Kill Bill filmelerini Japon kültürüne yaslanarak kafasına göre çekebiliyor. Ve Japonlar, Tarantino'nun filmlerini Türkiye'deki tonda "eleştirmek!" bir yana, heyecanla seyretmeyi bekliyorlar. Eh o da, özgür olabildiği ölçüde, çektiği her küçük ayrıntıda "Japonlar bana kızar mı" diye düşünmek zorunda kalmadan, böyle güzel filmler yapabiliyor. -Zaten özgürlük, sanatın ruhudur. Japon kültürünün dünyaya yayılması, tanınması ve benimsenmesi için sanat, en iyi yöntem olmuştur -tıpkı Türk kültürünün dünyaya yayılması için olacağı gibi. Özgürlükle sorunlu, bu nedenle sanat/kültür ile de sorunlu bir anlayışıyla, yeni dönemde ilerlemek mümkün değildir. Japonya'nın "Alperenleri" zırt pırt sokağa inip, bütün Japon basının seferber edercesine, "Tarantino tarihimize hakaret ediyor, bizde böyle kılıçlı mafya yok, Tokio'nun ortasında kılıçla gezmek de mümkün değil, çünkü silah taşımak Japonya'da külliyen yasak" diye ünleyip dursalardı, 75 bin kişi Japon kültür bakanlığına maktup yazıp, "Kill Bill, Japon kültürünü çarpıtıyor" deselerdi, Kill Bill filmleri asla çekilmez, dünya da Japon güzelliğinden ve Uma Thurman'ın o estetik hateketlerinden mahrum kalırdı...
Türkler akıllanıp, ayaklarına ve akıllarına bağ olmaktan başka hiçbir özelliği olmayan soradanmodernleşmiş"Müslüman" zevksizliği ve kültürsüzlüğünden kurtulmazlarsa, önümüzdeki dönemde birçok ünlü oyuncu ve yönetmen, Türkiye'nin engin kültür deryasını filmine malzeme yapmayacaktır. Ama aksi olursa, Anadolu ve İstanbul'un muazzam kültürü dünyada mutlaka keşfedilecektir ve önem kazanacaktır. Bu çok da doğaldır.
Gelecekte eğilimler, gönüllülük esasına göre işleyecektir, kılıç esasına göre değil.
Bugünün "Ecdadımız" edebiyatıyla, eski padişahları kendi ruhsuz politikacılarıyla karıştıran Emevi Türklerden, bu kafayla hiçbir halt olmayacağı zaten kesindir. Kültür/sanat konusunda en ufak bir ürünü ve zevki olmayan bir çevrenin bir de "Osmanlıyı yeniden kurmak" gibi hayallere sahip olması, mizahın hasıdır. Bu, tıpkı taş ustasının saatçiliğe özenmesi gibi birşeydir!
Gelecekte büyük güçler, geleceğin parametrelerine göre hareket edenlerin etrafında, gönüllülük esasına uygun olarak şekillenecektir ve o parametrelerden en önemlilerinin başında da kültür gelmektedir ve yeni bir sosyo-ekonomik temel, yeni enerji biçimleri, yeni iş sistemi vs. gelmektedir. Burada 'Kültür ve sanat'ın -kapitalizm öncesi dönemdeki gibi- tüm boyutlarıyla bir yaşam biçimi haline gelmesinden söz ediyoruz. Yani bugünün kültür-sanatla paracıl 'iş'i birbirinden ayıran "anlayış"tan bambaşka birşeyden bahsediyoruz.
Ve Uma Thurman nasıl sanki "Japonya'daki eski hayatını yeniden yaşarcasına" kılıç kullanıyorsa, birçok dünya sanatçının "Türkiye'deki eski hayatını yaşıyormuşçasına" sert yay gerip at üzerinden istediği hikayede istediği gibi ok salması mümkün olmalıdır. Sanatçı, Türk öğelerini kullanarak, istediği filmi istediği gibi çekebilmelidir ve Türklerin toleransından emin olmalıdır.
On bin yıllık tarihe, kültüre, sanata sahip Anadolu'da, bu konularda uzaydan daha boş, üzüm suyuyla şarabı birbirinden ayıramayacak kadar zevksiz bir müteahhit "Müslüman" kafasıyla, geleceğin dünyasında merkez ülke/şehir falan olunamaz. Anca Emevi çöldeçadır devleti olunur. Eh onun filmini de kimse çekmez. Ama buraların derinliğinin hakkını verebilecek bir kafayla sahiden de merkez olmak mümkündür. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti çerçevesinde, Hükümet yanlısı bir takım yeni osmanlıcı "kültür" adamları, büyük paralar harcayarak, "kendi kafalarına uygun" Osmanlı filmleri çekilmesine önayak oldular! Hepsi de vasat filmlerdi. Değil dünyada, İstanbul'da bile seyredilmediler. Bu öğretici olmalıdır.
TOKİ mimarisi, sade suya tirit ideolojik "jeostateji ve politika" lafazanlığıyla, ihale "kültürü" ve bisküi dizaynıyla, 21'inci yüzyılda büyük devlet/ülke falan olunabilemez.   .

İlk 'Columnist' (köşe yazarı) Antakyalı Simeon Stylites
 Tarihin bilinen ilk 'Columnist'i, adı üzerinde ('columna', Latince 'sütun'), bir sütunun üzerinde yaşayan Simeon Stylites idi (Συμεών ὁ Στυλίτης)390 Yılında Antakya'nın Samandağ'ında doğdu. Mistik Hristiyan tarihine, bilinen ilk 'Sütun azizi' olarak geçti. Nefsini, bulunduğu yerle terbiye etmeyi amaç edinen, Süryanilere özgü bir çile şeklidir. Şehrin ortasında, yüksek bir sütunun tepesinde yaşayan canlı bir abide!..
Zengin bir köylünün oğlu. 403 yılında, Antakya yakınındaki Tell'Ada manastırına çile çekmek için gitti. Ama dokuz yıl sonrs manastırdan uzaklaştırıldı, çünkü çok abartılı ve işkence ötesi bir çile metodu uyguluyordu. Kendini gömdürüyor, veya uyumadan sürekli ayakta duruyordu. Kovulduktan sonra, Antakya'nın altmış kilometre doğusundaki Dayr Siman'a gitti. Orada da bir hücreye kapandı. Oruç zamanlarında, bir mağraya kapanıp, mağranın girişini duvarla kapattırıyordu.
Ona sürekli fikir danışmaya gelen insanlardan sıkılınca, 422 yılında üç metre yüksekliğindeki eski bir sütunun tepesine çıktı.
Sütun başının üzerinde, ikiye iki, dört metrekarelik düz bir alan vardı. Orada yaşamaya başladı. Sürekli dua ediyor ve belli aralıklarla diz çöküyordu. Bunu kaç kere yaptığını saymaya çalışan bir papaz, dayanamayıp sayıma son vermek zorunda kalmıştır. Fikir danışmak isteyenler, duasını almak isteyenler onu rahat bırakmayınca, valinin emriyle sütun yükseltildi. Sütun 17 Metreye yükseltilirken bile, Simeon Stylites sütunun tepesinden inmedi.
Yıllar sonra Simeon Stylites, günde iki kez, halka konuşmaya başladı. Her gün iki kez, herkes sütunun etrafında toplanıyor, konuşmasını dinliyor ve soru soruyordu.
Simeon Stylites, sadece dini konuşmalar yapmıyordu, siyasi konuşmalar da yapıyordu. Hatta konuşmaları o kadar etkiliydi ki, Bizans İmparatoru II. Theodosius ayağına kadar gelip sütunun üzerine çıktı ve azize siyaset konusunda fikir danıştı. Simeon Stylites, hayatının 37 yılını o sütunun tepesinde geçirdi.

Peki, konuşmaları yazı haline de getirilen bu ilk 'Sütun Yazarı'nın genel tavrı neydi, neyi savunuyor, neye karşı çıkıyordu?
İran'da baskı altında tutulan Hristiyanların haklarını ve ülkedeki ezilenlerin haklarını savundu ve faizin sınırlandırılmasını istedi. Bu haliyle (konuşmaları/yazıları ve formatıyla) tarihte ilk olduğunu söyleyebiliriz.
Daha yaşarken, Roma'daki zenaatkarlar, onu koruyucu azizleri ilan ettiler.
'Gökle yer arasında yaşayan aziz.'
Ona böyle diyorlardı.
2 Eylül 459'da ölünce, öldüğü önce halktan gizlendi. Sonra büyük bir törenle Antakya'ya götürüldü. Bir ay süren bir cenaze töreninin ardından, Antakya'ya defnedildi. Kemiklerinin bir kısmı, on yıl sonra İstanbul'a getirildi. Hakkında yazılan Süryanice bir kitap, 474 yılında tamamlandı. Ünlü rejisör Luis Bunuel'in, Simeon Stylites'i anlatan, 1965 yapımı ("Simón del desierto") bir filmi vardır.
Simeon Stylites'in adı unutulmasına rağmen 'Columnist' titri unutulmadı ve bugüne dek ününe ün katarak yaşadı.
Bu bilge adam, yazılı eserler bırakan çağdaşlarından çok daha önemli ve kalıcı bir şey yaparak, bir yazı stili icad etmiştir ve bu yazı stilinin ilk kurallarını koymuştur.
Simeon Stylites'in büyüklüğü, bugünkü entelektüalizmin icadı/ifadesi sayılan 'Makale' türüne de can vermesindedir aynı zamanda. Halktan biri, bir aziz, ezilenlerden yana siyasi konuşmalarıyla/yazılarıyla politikaya müdahale etmiş ve sözleriyle etkili olmuştur. 
Diğer önemli yanı, zayıf ve güçlünün, birarada insanca yaşayabilecekleri ve eşit haklara sahip olacakları bir 'Kültür'e ilham vermesidir. 'Kültür' diyoruz, çünkü Régis Debray, güzçlü ve zayıf devletler arasındaki bağımsızlık ilişkisinden bahsederken, zayıf ülkelerin bağımsızlığına tam anlamıyla saygı gösterilmesini 'Kültür' diye niteliyor. 
Ben, 'Uygarlık göstergesi' diye nitelerdim..

Peter Ustinov'un Türkçesi ve diğer marifetleri
Tekrar rekrar okunabilen kitaplar olduğu gibi, tekrar tekrar seyredilebilen filmler de var elbette ve son aylarda hep yanımda taşıdığım birkaç filmden birinde o başrol oynuyor. Daha doğrusu üç başrolden biri onun. 1955'de Michael Curtis'in çektiği "We are no Angels" adlı filmde, üç hapishane kaçkınından en sevimli hırt o. Burada güya asıl baş rol oyuncusu Humphrey Bogart'ın yanında asıl seyirlik oyuncu odur!.. İyi yürekli kaba mahkumu oynayan Aldo Ray ve akıllı mahkum Bogart'ın yanında o, inanılmaz 'mimik'leri, yaramaz çocuk siması, söylediğinden daha fazlasını biliyormuş hissini veren alaycı iğneleyici bakışları ve yaratıcı 'gestik'leriyle hemen dikkat çeker... Sıradan biri olmadığı derhal anlaşılır...1921'de İsviçre'de doğan Peter Ustinov, kendi deyimiyle "Etnik bakımdan çok pis/karışık biri"dir ve "bundan onur duyar."
Filistin'de bir Rus Yahudisi olarak 19'uncu yüzyıl sonlarında doğan Osmanlı Uyruklu babası Jona Baron von Ustinov, Alman vatandaşı olup Berlin'de gazeteci olarak çalışmaya başlarken Peter, birçok dilin konuşulduğu bir ailede yaşamanın keyfini sürmektedir. Sahne dekorasyonu yapan Rus asıllı annesinden Fransızca, Rusça, okulda Almanca, babasından da İngilizce öğrenirken, 1930'larda Londra'ya taşınırlar ve babası, oradaki Alman büyükelçiliğinde katiplik yapmaya başlar. Ama Hitler iktidara gelip ırkçı yasalar çıkınca, babası işinden kovulur, o da İngiliz vatandaşlığına geçer. Hatta İngiliz istihbaratı için Almanya aleyhine çalışmaya başlar. Peter Ustinov, anadili gibi konuştuğu bu dört dil dışında elbette Türkçe de konuşmakta, Türkçenin yanında İtalyanca, İspanyolca ve Rumca da bilmekteydi. Zaten sanat alanında ilk kez, konuştuğu diller sayesinde dikkat çekmiş. Mesela bildiği bu dillerin lehçelerinde taklitler yapıyormuş!.. Karadenizli taklidi yapan bir Peter Ustinov'u hayal etmek bile çok eğlenceli!.. Filmlerinin başka dillerdeki seslendirmesini de bizzat yaptığı biliniyor. -Mesela Almanca ve Fransızca seslendirmelerini yapmak için stüdyolara çok girip çıkmış...
Peter Ustinov'u ilk kez pür dikkat, "Topkapı" filminde izlemiştim. Filmin İstanbul'da çevrildiği sahnelerde eski İstanbul'u da görürsünüz. 1964 yapımı filmi herkes bilir. Müziğini Manos Hadjitakis yaptığı, Maximilian Schell ve Melina Mercouri'nin başrol oynadığı, Mercouri'nin Türkiye'de de bir yıldız olduğu yılların filmi. Türklerin sadece renksiz NATO askeri sayıldığı, popüler Yunan sanatçıların dünya çapında ünlendiği dönemler. Film, kriminal bir komedi. Bu türü 1959'da "Some like it hot" ile zirveye taşıyan Billy Wilder'dan sonra güzel örnekleri yapılmıştı. "Topkapi", daha derinden, akıllı bir komedi. Peter Ustinov, Topkapı Sarayı'nın -filmde- sembolü sayılan Topkapı Hançeri'ni çalmaya çalışıyor. Ürkek bir hırsız. Ustinov buradaki rolüyle ikinci Oscar'ın almıştır. Ama onu bir dünya sanatçısı yapan asıl ünlü Rolü, 1950'de daha otuz yaşındayken oynadığı 'İmparator Neron' rolüdür. "Quo Vadis" filminde mutlaka görmüşsünüzdür. Zevkine bu kadar düşkün, korkak, gaddar ve buna rağmen çocuksu bir sevimliliğe sahip, tam bir mide bulantısı!.. İlk Oscar'ını bu rolüyle almıştır. İkinci Topkapı Oscar'ını da almaya gidemeyince, o sırada onunla "Lady L." filmini çevirmekte olan arkadaşı Sophia Loren, onun adına Oscar ödülünü almıştır.
Bu filmde en ilginç olan, filmde Ustinov'un David Niven'la birlikte oynamasıdır. Ayhan Işık gibi ince bıyıklı David Niven, tam bir İngiliz centilmeni ve o dönem "İngiliz" imajının dünyadaki bir numaralı temsilcisidir. Peter Ustinov İkinci Dünya Savaşı sırasında askerlik yaparken, David Niven, onun çalıştığı bölümün amiri, Ustinov'un da komutanıdır. Savaşın tüm hayatını etkilediğini anılarında anlatan Ustinov için bu film sırf Niven'la birlikte oynadığı için önemli olmalıdır.

Peter Ustinov'u ben, en çok "Hercules Poirot" rolleriyle hatırlamayı seviyorum.
Agatha Christie'nin yarattığı Belçikalı süper dedektif, "küçük gri hücrelerini" işleterek her karmaşık cinayeti çözer. Romanların sonunda genellikle şüphelileri bir araya toplayıp katilin kimliğini açıklar, cinayetin aslında nasıl işlendiğini anlatır. Romanın ve tabii filmlerin en heyecanlı anıdır! Hercules Poirot'nun başrolünü oynadığı tüm Agatha Christie romanlarını okumuş biri olarak, şunu söyleyebilirim sanıyorum: Bu role en yakışan kişi Peter Ustinov'dur. "Murder on the Orient Expres" cinayetini çözen "Monsieur Poirot" rolündeki Albert Finney, serttir ve Sherlock Holmes'in rasyonel kuru karakterine sahiptir, Finney iyi oyuncudur, ama Ustinov'un o ince zeka ürünü muzipliğine sahip değildir ve sevmeye müsait sempatik bir adam tipi de sergilemez. Ama babacan Ustinov hiç öyle değildir elbette!
Peter Ustinov, Poirot rolünde aslında kendini oynar. Hareketleri, mimikleri, bakışları... Bunların hiçbiri romanlarda yoktur ve o nedenle filmlere özel bir puan/karakter/derinlik katar. Agatha Christi romanlarından filme en iyi aktarılmış olanı, Nil cinayeti filmi "Death on the Nile"dir ve Ustinov'a Fransa'dan bir de ödül getirmiştir. Film, en iyi dekor dalında Oscar almıştır.
Peter Ustinov'u hiç televizyonda gördünüz mü? Müthiş bir hikayecidir. Sohbeti insanı oturduğu yere çiviler. Zaten bir dönem sırf bu nedenle sayısız konferans da vermiştir. İş bölümü çağında nadiren görünen benzersiz bir çok yönlülüğe sahiptir. Peter Ustinov sanatçı adını sahiden hak etmiştir -mesela Humphrey Bogart sanatçı adını onun kadar hak etmez. Bogart çok iyi bir sinema oyuncusudur. Peter Ustinov, çok iyi bir sinema oyuncusu, rejisör, senarist, iyi bir yazar (Prix de la Butte ödülü) tiyatro yazarı, operacı (evet bu yanı da var) ve özgün bir siyasetçidir (UNICEF elçiliği yanı sıra, "Önyargılara karşı" çalışan bir hareketin başlatıcısı ve "Dünya Konfederasyonu" ütopistlerinin başkanı vs!..)
Kendine sorulduğu zaman, edebiyatçı yanını diğerlerinin en üzerine koyardı ve aslen edebiyatçı olduğunu söylerdi...
"Dear Me!" adlı ödüllü otobiyografisi bütün kitapçıların vitrinlerini doldurduğu 1978 yılı sonunda o "Monsieur Poirot" idi ve Mısır'da Agatha Christie romanının çekimleriyle meşguldü.
Sonraki yıllarda, televizyon için birkaç Agatha Christie filminde daha oynadı. Bu filmlerin bazılarında, krize girmiş sinemanın büyük starları da oynamışlardır.
Sonra Ustinov'un sinemadaki talihsiz dönemi başlar. Sinamanın dünya çapındaki krizi. Türkiye'de neredeyse bitip video filmleri furyasının başladığı dönemdir. Ustinov, kötü filmlerde büyük yıldızlarla oynar. Bu filmlerden birini birkaç ay önce İstanbul'da bir süper marketin ucuz filmler yığını arasında görüp almış ve seyredip bir kenara atmıştım: "Ashanti". Büyük Hint yıldızı Kabir Bedi'nin de oynadığı 1979 yapımı filmden burada da bahsetmiştim. Hani Afrika'da çekilmiş sahnelerde, fondaki Afrika sokaklarını süsleyen Türk filmi afişlerinin, afişlerde Türkan Şoray ve Ediz Hun'un göründüğü film!..
Peter Ustinov'un başarısız filmlerinin ardından televizyona ilgi duyduğunu ve ancak 1990'da Kraliçe II. Elizabeth tarafından kendisine "Sir" ünvanı verilmesinden sonra sinemaya döndüğünü belirtelim. Televizyonculuk yaparken, onun karakterini en iyi şekilde ortaya koyabildiği çok önemli bir olay oldu.
Peter Ustinov, BBC'de yaptığı "Ustinovs People" programı için Hindistan Başbakanı İndira Gandhi ile söyleşi yapmak üzere Hindistan'da bir bahçededir. Elinde mikrofon...
"İşte burada İndira Gandi'nin bahçesinde duruyorum. Kuşlar ağaçlarda, nöbetçiler köşelerde, etraf sakin."
Ustinov bunları söylerken birden bir patlama sesi duyulur, fonda panik olur. Ne olduğunu anlayamayan Ustinov, elinde mikrofonla kameraya konuşmaya devam eder ve seyircileri sakinleştirmeye çalışır.
Sonra da şunları söyler:
"Biraz önce, endişelenecek bir şey olmadığını söylerken, benim bile kendime inanmadığımı itiraf etmeliyim. Biraz önce İndira Gandi'ye ateş edildi. Nöbetçiler köşelerinde değil, ama kuşlar ağaçlarda."
İndira Gandhi, Peter Ustinov'la söyleşi yapmak üzere evine gelirken öldürülmiştür.
Peter Ustinov, yaşamının son günlerine kadar aktif bir hayat sürdü ve Cenevre kıyısındaki evinde 2004'de hayata veda etti. Ama biz ona veda etmedik. iPod'da yanımızda, aklımızda. Gülümsetmeye devam ediyor. 


Süskind'in Parfümü 
Uçuşan kokuların kalıcı olmayan dünyası hakkında ilk düşündüğümde, Patrick Süskind'in romanı "Parfum"u okuyordum. Yıllar sonra "Koku" adıyla Türkçeye çevrilen bu kitabı ilk okuduğumda, kullandığım ya da hediye ettiğim parfümlerden hiç biri değil, cami avlularında Hacı misi satanların küçük şişeleri geldi aklıma. Asla satın almadığım ama küçük bir talebeyken, bana simyacılar kadar itici ve bir o kadar da ilginç gelen tipler...
Patrick Süskind'in romandaki kötü kahramanı Jean-Baptiste Grenouille (Soyadının anlamı: Kurbağa) da böyle bir tip... 19'uncu Yüzyılda yaşamış, hem korkunç derecede iğrenç biri, hem de çok ilginç... Kendi vücut kokusu olmayan ama dünyanın en hassas burnuna sahip biri... İnsanların kişiliklerinin vücut kokularıyla da şekillendiğini, insanların farkına varmadan kokulardan nasıl etkilendiklerini anlayarak, kendine bir vücut kokusu, bir insan kokusu parfümü yapıyor... En mükemmel kadınların vücut kokularını çıkarmak için onları öldürüyor -kitabı biliyorsunuzdur (Türkçeye 1987'de çevrilmiş).
Kokuların dünyasını bu kadar yalın ve derinlemesine anlatıp, insanı sürekli şaşırtmasını bilen Patrick Süskind kimdi? 1985 yılında piyasaya çıkıp Avrupa'yı birbirine katan, halen -Latince dahil- kırkbeş dile çevrilmiş ve elli ülkede 20 milyon adet satılmış olan bu muazzam hikayenin yazarı nasıl biriydi?!..
Kitap aktüelken ve fırtınalar koparırken bile kimsenin ulaşamadığı bu adamı arkadaşları "Petzi" diye anıyorlar -lakabı böyle!.. Bunun bir çocuk kitapları serisi olduğunu bilmem biliyor musunuz? Basit resimleri olan bir çizgi hikayeler serisidir. Sır saklayan arkadaşları var (Sır saklamayanları derhal harcıyor). Basınla asla konuşmuyor. Onu görebilmek için çok önemli kişiler hakkında konuşma yapması veya ödül/mödül alması falan isteniyor -E almıyor!.. İstemiyor!.. Sadece bir tek ödülü kabul etmiş şimdiye kadar. Gençliği ve hayatının önemli bir bölümü Fransa'da, Paris'te geçmiş ama diğer ayağı Bavyera'da, memleketi Stamberger See (Gölü) kıyısında bir yerde. 1974'de bir anda tasını tarağını toplayıp Fransa'ya gitmiş, kimseye birşey söylemeden... Babası da yazar. Sızan bilgilere göre, yaşam motosu (sloganı) "Dünyayı kendinden uzak tut" gibi bir vecize. İnanılmaz derecede duyarlı biri. Artık Münih'te ve yazar babasından kalan -göl kenarındaki- villada yaşıyor, çok sık Paris'e gidiyor.
Patrick Süskind'in birlikte yaşadığı kadından (yayıncı) bir oğlu var ve söylendiğine göre mükemmel bir "Ev erkeği" (Yani Ev Kadını'nın erkek olanı). Romanı sinema filmine aktarılırken bir kez olsun film setine gitmemiş, filmle ilgilenmemiş, hatta filmi izlememiş. Asıl ilginci şu: 1991'de çıkan son kitabı "Die Geschichte von Herrn Sommer"dan sonra yeni bir kitap yazmayı düşünmüyor. Basınla bugün de konuşmuyor ve onun hakkında dost sohbetlerinde konuşan arkadaşlarını bile acımadan harcıyor. Bütün bunları nerden mi biliyoruz? Harcadığı yakın bir arkadaşından!..
Merak edip de öğrenemediğim ve belki asla öğrenemeyeceğim şey de şu: Patrick Süskind bu parfüm konusuna hangi kokudan veya olaydan esinlenerek gelmiş ve acaba hangi parfümü kullanıyor? (Tabii parfüm kullanıyorsa!)  


Baron Ungern von Sternberg ve Moğolların öfkeli koruyucu ruhu Yamsarang
 Kahire'deki büyük piramidin içinde boş bir lahit vardır. Hiçbir zaman bir Firavunun mezarı olmadığı anlaşılan bu lahitin ve piramidin matematiğinin bir tür tarih kronolojisi içerdiğine dair fikir yürüten bilimcilerden biri, yirmi yıl kadar önce, kronolojinin, geleceğe doğru devam ettiğini anlayınca oldukça heyecanlanmış olmalıdır. Kronolojinin 2001 yılında son bulduğunu hesaplayan bu alimin -kendine göre- bazı sonuçlara vardığını görüyoruz. Mesela piramitte özellikle işaretlenen tarihlerden biri de 1913'tür ve o bunu, Avrupa'daki Türk hakimiyetinin sonu diye yorumluyor. Ama bizim konumuz, piramitte o yıllarda başlatılıp 1945 yılında sona eren -insanlık tarihinin 2001 yılına kadarki en karanlık çağının- iki çılgın savaşçısıyla ilgilidir.
Bunlardan birinin adı Enver'dir. Padişahın damadı, maceraperest, korkusuz, insan hayatına değer vermeyen, yüksek hedefleri olan, Türklerin üzerine bir karabasan gibi çöküp bugün de tam atlatamadıkları yenilmişlik duygusunun gözü kara intikamcısıdır. Kendini ve yanındakileri ölüme atmaktan çekinmeyen bir savaşçı. Ama kötü bir komutandır. Asla teslim olmayan ve tekbaşına kalsa da kafasının dikine giden biridir. Balkanlarda felaket yaşamış Türklere ikinci ve daha büyük bir felaket yaşattığı halde, Türk İmparatorluğunun kaybedilmesine neden olduğu halde, kahramanlığıyla ve gözü karalığıyla kendini Türklere sevdirmiş biridir. Enver, Türklerin modern tarihindeki kanlı ve yırtıcı yüzüdür. Enver, öfkeli bir savaş beyidir -tıpkı Baron Ungern gibi. 
Enver hakkında herkes birşeyler okumuştur, onu tanır. Ama Baron Ungern'i kimse tanımaz. Ben onu, Sibirya şamanlığı ve Orta Asya mistisizminin iki Dünya Savaşı arasındaki tarihini incelerken keşfettim. Hakkında birkaç kitap ve benim bildiğim/ezberlediğim çok güzel bir çizgi roman (Hugo Pratt, "Corto Maltese Sibirya'da") dışında pek literatür bulunmayan bu ilginç adam, Enver'in daha kırgın, daha kanlı ve daha gözü kara versiyonudur. Enver'i bilemem ama, Orta Asya'ya derinlemesine nüfuz edebilmiş biridir. Sadece şamanlığı ve eski kehanet yöntemlerini, Tibet/Moğol Budist mistisizmini değil, eski savaş yöntemlerini de bilen kültürlü biridir. Tek bilmediği, Enver'in de bilmediği şeydir: Zamanın kalitesi. İşte bu, onların hedeflerine/tarzlarına aykırı bir yönde ilerlediğinden ikisi de yenilmiştir. Bu önemli zaman faktörünü kendince bilip Baron Ungern'e anlatan ve ona yenileceğini söyleyen danışmanını (bir şamandır) öldürmesi de -Baron Ungern'in zamana meydan okumasıyla ilgilidir. Enver de böyleydi. Fakat bazen, bile bile ölmek de gerekebilir.
Bu olay, Türklerin ve Moğolların, 1913-1945 döneminde, savaşlar silsilesinin henüz çok yıkıcı olmadığı ilk zamanında yenilip, İkinci Dünya Savaşı'nın daha korkunç yıkımından kurtulmalarını da beraberinde getirmiştir. Doğru hareket, savaşa mümkün olduğunca girmeyip, savunmacı bir pozisyon belirlemek ve bir taraftan da yeni döneme göre değişmek olmalıydı. (Dünyada bu değişim, malesef sadece liberalleşme ve sosyalistleşme istikametinde olmuştur -ki ikisi de ehveni şer'dir) 
Enver'in özellikle ordunun değiştirilip yenilenmesinde çok önemli olumlu bir rolü vardır ve İngiltere'nin, Almanya'nın bile savaştan yorulduğu bir ortamda Türk Ordusunun savaş kabiliyetini koruması ve savaşa devam edebilmesi (sonra Kurtuluş Savaşını da yapabilmesi) onun bu ilk çabaları sayesinde olabilmiştir.
Piramitlerdeki geçmiş ve gelecek kronolojinde ayrıntıları verilen bu olaylar zincirinde Türkleri ilgilendiren ilk kişi İsmail Enver'dir. Tek başına Türkistan'a gidip dünyaya kafa tutmaya kalktığı ve Samerkand merkezli bir Turan kağanlığı kurmayı hayal ettiği son mücadele yılı 1921'de, aynı kendi gibi dünyaya kafa tutan başka birini mutlaka duymuş olmalıdır. Sarı bıyıklı, vahşi bakışlı ateş gibi bir savaşçı: Baron Robert Nikolai Maximilian Ungern von Sternberg. Bu uzun adın soyu, Avusturya'dan geliyor. 1813 yılında basılmış bir kitapta, bu adamın dedeleriyle ilgili notlar bulduğumu söylemeliyim. Gözlerinin içine kimsenin bakamadığı bu savaşçı, Osmanlılar gibi yenilmiş iki imparatorluğun öfkeli oğludur. Tıpkı Enver Paşa gibi Asya'da intikam aramıştır. Hanlar hanı Çingis Han'ın ordusunu diriltmeye çalışmıştır ve bunda altı ay boyunca muvaffak olmuştur. Moğollar onun, uzaklardan onları korumaya gelen öfkeli ruh Yamsarang olduğunu düşünüyorlardı. son derece gaddar, kanlı bir savaşçı.
Kendine 'Ungern von Sternberg' diyen bu genç subay, Moğol şamanlarının, bilge Budistlerin ve Moğol savaşçıların, Çingis Han'ın pırıltısına sahip son savaşçı olduğuna inandıkları kişidir. O yüzden de dehşet uyandıracak kadar korkunç cinayetler işlemesine göz yummuş ama bir yerde onun gaddarlığına isyan etmişlerdir. 
Piramitlerin işaret ettiği korkunç çağın "hakkını" veren 'Kanlı Baron'dur Ungern von Sternberg ve bu lakabından gocunmadığı, tam tersine bundan gurur duyduğu da bilinmektedir. Çarın Askeri Akademisinden mezun olduktan sonra ilk görev yeri Sibirya'da Buryatların bölgesiydi. Orada ilk kez göçebe yaşamın özgür doğasını tanıdı ve göçebelerin gizemine de erdi. Bu, göçebelerin gücünü de anlamış olmaktır aynı zamanda.
Ungern von Sternberg, Avusturya'nın Graz şehrinde doğdu. Bir Rus sahil şehri olan Reval'da yetişti (şehrin adı, 1918 Şubatında 'Tallinn' diye değiştirilmiştir -Bugünkü Estonya'nın başkentidir). Birinci Dünya Savaşı'nın ardından hem birinci vatanı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nu, hem de ikinci vatanı Romanov Çarlığı Rus İmparatorluğunu yitirdi. Genç Baron, Beyaz Ordu'nun komutanlarından Semyonov'dan ayrılarak, Beyazların komutanı Kolçak'ın emrinden çıktı ve Batı Uygarlığına karşı savaşmaya, Çin'de (Moğol kökenli) Mançu Hanedanlığını yeniden canlandırmaya karar verdi. Danışmanı baş şamanı ile yaptığı uzun bir ayinden sonra Moğolların ruhunu uyandırıp Çin'e ve Kızıl orduya saldırmaya karar verdi. Japonlardan silah ve teçhizat aldı, yardım gördü. Bu sırada Kore'deki bağımsızlık hareketini bastırmakla meşgul olan Japonlar, ona istedikleri kadar yardım edemediler. Ama Baron Ungern'in emrindeki birlikle Rus Ordusunu terkedip Moğol Ordusu haline getirmesi ve Moğolistan'a girmesi, tamamen Japonların lojistik desteği sayesinde olabilmiştir. 
Ungern von Sternberg, 1921 yılı başında Moğolistan'ın Çin işgalindeki merkezine girdi ve başkent Örgöö'yü aldı (Batıda bilinen adıyla 'Urga' şehri. 1924'den beri adı Ulaanbaatar'dır. 'Kızıl Kahraman' demektir). 13 Mart 1921'de bağımsız Moğolistan'da bir monarşi kurdu. Burada saygı gösterilmesi gereken bir tavırla kendini Han falan ilan etmeyip, o zamanlar Bogd Han adıyla tanınan Moğolistan'ın dini lideri Yepsundamba Hutuktu'yu, özgür Moğolistan'ın ilk hükümdarı olarak tahta çıkarmıştır. Çinlilerin esaretinden (hapisten) kurtardığı yeni hkümdar Bogd Han da Ungern von Sternberg'i, Moğolların öfkeli koruyucu ruhu Yamsarang'ın yeniden bedenlenmesi ilan etmiştir. Baron Ungern, burada Moğulların iç dengesine de dikkat etti. Mesela 1919'daki Çin işgalinden sonra bağımsızlık için mücadele eden Sovyet yanlısı sosyalist Moğol partisi de Baron Ungern'in tahta çıkardığı Bogd Han'a biat etmiştir. Çin işgalinden kurtularak büyük bir Moğolistan kurma ideali, başından beri Japonlar tarafından aktif bir biçimde desteklenmiştir. (Japonlar daha sonra Mançurya'da Mançukuo'yu da kurup son Çin İmparatoru Pu Yi'yi -bir Mançu olduğu için- Mançokuo Hükümdarı ilan etmişlerdi. Mançukuo, 1946'da savaştan sonra Çin'e verilmiş ve ortadan kalkmıştır)
Ungern von Sternberg, başta kanlı düşmanı olduğu Bolşevikler ve Yahudiler olmak üzere, eline geçirdiği düşmanlarını korkunç yöntemlerle öldürüyordu. Çarlık istihbaratı Çeka'nın karşı propaganda amacıyla uydurup yazdığı, bugüne kadar kötü etkisini sürdüren ve Hitler'e "ilham" veren "Siyon Protokelleri" kitabının Baron Ungern'i çok etkilediği kesindir. Ama gaddarlığı sonucu kendi adamlarının ve Moğolların güvenini kaybetti, nefretini kazandı. Kızıl Ordu, Baron Ungern'in kendi adamlarının da bilgisi dahilinde Örgöö'ye girdi. Baron Ungern, Enver Paşa'nın ölümünden onüç gün sonra 21 Ağustos 1921'de kendi subayları tarafından tutklanıp Kızıl Ordu'ya teslim edildi. Novanikolayevsk'de, askeri bir mahkemeye çıkarıldıktan sonra 35 yaşındayken kurşuna dizilerek öldürüldü. Baron Ungern ve Tacikistan'da savaşarak 40 yaşında ölen Enver, Türk ve Moğol'ların intikamcı kanlı savaş damarının iki önemli temsilcisiydi. 

Billy Wilder ve Son imparator

En beğendiğim ve en sevdiğim rejisör Billy Wilder'ın hangi filmini önce seyrettiğimi hatırlamıyorum ama seyredip de en çok sevdiğim filmlerin Billy Wilder filmleri olduğunu anlayınca şaşırdığımı hatırlıyorum. Billy Wilder daha geçenlerde, 2002'de Los Angeles'ta öldü. Ve bildiğim kadarıyla Helmut Harasek dışında da kimseyle doğru dürüst söyleşi yapmadı.
Billy (ben ona böyle seslenmek isterdim!) Helmut Harasek'e Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun son İmparatorundan bahseder. Doğrudan kendisiyle ilgili bir hikaye olduğundan, anlatmaya hakkı da vardır -hariçten gazel değildir yani.
30 Kasım 1916. Birinci Dünya Savaşı tüm hızıyla sürerken, Osmanlı Sultanı V. Mehmet'in müttefiki Avusturya İmparatoru I. Franz Joseph ölür. Billy, cenaze törenini anlatırken, "karanlık yağmurlu bir gündü" diyor. Billy o yıl Lise Bir'e gitmektedir. Babasıyla birlikte Café Edison'un birinci katından, cenaze geçit törenini izlerler.
"Alman Prensleri, Bavyera, Saksonya ve Bulgar Kralları, Türkiye'den gelenler, yeni imparator I. Karl ve İmparatoriçe Zita. Atlar siyah süsler taşıyordu. Ve bu siyahlara bürünmüş geçit töreninin tam ortasında bir tek beyaz nokta vardı. Tahtın varisi Prens Otto. Benim gibi bir çocuk. Benden en fazla iki-üç yaş küçük olabilirdi. Husarların üniformasını giymişti. Başındaki Çako, beyaz bir tüyle süslenmişti. Çok hoşuma gitti o. Bana dünyanın geleceği gibi geldi. Benden daha genç olmasına rağmen kral, imparator olacaktı. Orada o an kendimi kaybedip onunla bir oldum. O bir hayal prensi, ben de bunun şahidiydim."
Yirmibeş yıl sonra Billy, o rüyayı yeniden görür. Bu kez Hollywood'da Paramount stüdyolarının kadrolu senaryo yazarıdır.
"Öğle vaktiydi, kantindeydim. Her yemekten sonra arkadaşlarla yaptığımız gibi kareli kağıt üzerinde bir tür kelime oyunu oynuyorduk. Beş harflik kelimeler bulma oyunu. Kabul ofisinden Luigi içeri girdi. 'Hey Wilder, bana yardım etmen lazım.' Luigi, çenesi kuvvetli biriydi, yabancı ziyaretçilerle de o ilgilenirdi. Söylediğine göre benim memleketlim olduğunu söyleyen birinden kurtulmaya çalışıyordu. 'Herife ne diyeceğimi bilemiyorum' dedi. Mecburen masadan kalktım ve onu izledim. Ziyaretçiyle beni tanıştırdı: 'Sizin memleketinizden biri, Viyana'dan, bu Bay Wilder. Bu da Otto von Habsburg.'
O beyaz üniformalı çocuk, gri bir takım elbisenin içinde karşımda duruyordu. Ve ben ona nasıl hitab edeceğimi düşünüyordum. 'Majesteleri!' veya 'Bay Prens!' ya da aynen 'How are you doin, Otto? Glad to see you again!' Nihayet şu soruda karar kıldım: 'Sizi buraya hangi rüzgar attı?'
Benim hayal prensim, maddi durumunu yolunda tutabilmek için Amerika'nın batısındaki üniversitelerinin bazı seminerlerini dolaşmaktaydı. Pek iyi üniversiteler de değillerdi ayrıca. Bir saat boyunca Viyana Almancası konuştuk. Ona, savaş yıllarında nasıl aç kaldığımızı, bir avuç patates için nasıl onaltı saat kuyrukta beklediğimizi anlattım. O da (yeni artistlerden) Nelson Eddy ve Jeannette MacDonald hakkında herşeyi bilmek istiyordu."
Hikaye bu kadar.
Otto von Habsburg, Avrupa'nın en eski hanedanlarından biri olan Habsburg'ların aile reisi ve yaşıyor. En son İlber Ortaylı Hocaya Topkapı Sarayı'nda Osmanlı ve Romanov hanedanlarını buluşturduğunda sormuştum. Osmanlı ailesini Habsburg'larla da buluşturmayı düşünüp düşünmediğini. Bana ve Osmanlı ailesinden bir doktora, bir Habsburg prensiyle ilgili anısını anlattı. Prense bir Osmanlıyı "Enver Paşa'nın akrabası" diye tanıştırınca adam apar topar ayağa kalkmış! Buna güldüler tabii ama bir buluşmayı düşünmedikleri anlaşılıyordu. Kim bilir belki bir gün Otto von Habsburg'u da Topkapı sarayında görürüz. O gün gelirse, Otto von Habsburg'a, Billy ile sohbetleri hakkında en az bir soru soracağım kesin!..


Greta Garbo ve kopyaları...
 
Greta Garbo'nun Amerika'ya ilk gelişini ve bir partide ilk kez ünlü oyunculara tanıştırılışını, benim en sevdiğim rejisör Billy Wilder, çok güzel anlatır. (Bkz. Helmut Harasek "Billy Wilder - Eine Nahaufnahme")
Billy Wilder daha sonra, sırf Garbo için ekstra bir rol yazmıştır. Garbo'nun sinema perdesinde gülerken görüldüğü ilk rolüdür: 'Ninoçka'. Garbo 1939'da bu rolüyle Oscar'a aday gösterilmiştir.

Bu solgun ama güzel İsveçli kızın asıl adı Greta Lovisa Gustafsson'dur ve Amerika'ya geldiğinde henüz hiç tanınmayan biridir. Bu uzun ve garip adıyla ilk kez 1922'de sinema perdesinde görülen Greta Garbo, 1925'de MGM'in kontratlı artisti olarak önce iki filmde küçük rollerde, Güney Amerikalı kadınları canlandırır ve güzelliğiyle/yeteneğiyle hemen dikkat çeker. (Kısa sürede haftalık kazancı beşyüz Dolardan beşbin Dolara fırlar!)
1930'larda sesli sinema döneminde Greta Garbo o kadar ünlü olur ki, herkes Garbo filmleri seyretmek ister ve film şirketleri Greta Garbo kopyaları aramaya başlarlar. Bu taklitlerden ilki, 1928'de Paramount'un keşfi Olga Baclanova olacaktır. Bütün filmleri başarısız olan, ama firmanın inatla savunduğu Rus asıllı bu güzel kadın, bir dizi başarısızlığın ardından, bilinmeyen bir tarih ve yerde İsviçre'de ölmüştür. En "başarılı" kopyanın, Garbo'nun aksanını bile taklit eden Ruth Chatterton olduğu söylenebilir. Fox firması da Louella Parsons'u kendi Greta Garbo'su olarak dener, ama bütün kopyalar başarısız olur -hem de kesinlikle!
İkinci Dünya Savaşı'nın eşiğindeki dünyada bir Greta Garbo rüzgarı esmektedir ve mesela Almanya'da Hitler'in propaganda bakanı Goebels bile Greta Garbo hayranı olduğunu saklamamaktadır. 

Peki Greta Garbo'yu bu kadar benzersiz ve popüler kılan nedir? Taklitleri neden mutlaka ve kesinlikle başarısızlığa uğramışlardır?
Burada Greta Garbo'nun, gerçekten de sadece iyi sanatçılarda bulunan bir mayaya sahip olduğundan, güçlü ve özgün yanlarından bahsetmek gerekiyor. Garbo'nun bence en önemli özelliği bakışları. Sadece bakışlarıyla, fazla mimiğe de gerek duymadan kendini bu kadar iyi ifade edebilen ikinci bir aktris olsa olsa Marilyn Monroe olabilir. Bu kaliteye Türkiye'de sahip olan aktristler arasında benim aklıma önce Derya Alabora, sonra Binnur Kaya geliyor. İkisi de klasik anlamda 'Yıldız' değiller maalesef.
Garbo'nun kişisel anlamda en ödünsüz ve kesin olan yanlarından belki de ilki, özel hayatını kesinlikle gizli tutmasıdır. Diğer sinema yıldızları özel hayatları üzerinden magazin dergilerini doldururken onun basından kaçması, orijinal bir durumdu diyebiliriz. Garbo hiç evlenmemiştir. Buradan oluşan merak, onun oynadığı rollerdeki 'Duygusal Gizemli Kadın' imajıyla daha da pekişmiş görünüyor. Dönem, melodramların dönemidir.
Ve Garbo, sahici adamlara/kadınlara özgü bir tavırla, gereğinde bilinen hayatını tamamen ardında bırakıp geri çekilmesini bilen biri olduğunu da kanıtlamış, bu onu daha da yüceltmiştir. -Ün bağımlısı değildir. Bir diğer özgün yanı, zamanın modasını tamamen reddetmesi ve kendi tarzını moda haline getirmesidir. Bu konuda öyle başarılı olmuştur ki, daha 1932 yılında ünlü Vanity Fair dergisi, "Greata Garbo öncesi ve sonrası" hakkında ilginç bir yazı yayımlamış ve tipik kadın imajının Garbo tarafından nasıl değişririldiği üzerinde durmuştur. Yazıda Garbo'nun fersiz sade kaşları ve elmacık kemiklerinin, anlamlı bakışlarının makyajla nasıl taklit edildiğini ve zamanın modern dünyasında kadınların bu yeni sadeliği nasıl benimsediğini anlatmıştır. Bu ve daha bir dizi önemli özelliklerinin, onu benzersiz kıldığını söyleyebiliriz. 

1905 İsveç doğumlu Greta Garbo, 1942 yılında, İkinci Dünya Savaşı'nın en kanlı yılında, daha 37 yaşındayken sinema kariyerine son verir. Bunun baş nedeni, 1941 yılında çevirdiği başarısız bir komedidir. Bir daha -seçkin bir çevre dışında- kimseye görünmeyen Greta Garbo, 15 Nisan 1990'da New York'da, dünyanın Katyn katliamını konuştuğu gün hayata gözlerini yumar. (O gün bütün gazeteler, Michail Garbaçov'un, Stalin'in 20 bin Polonyalı esiri nasıl emir verip öldürttüğü açıklamasını yazıyorlardı.)
Greta Garbo'nun ölümü fazla yankı bulmaz. Yakılan cesedinin külleri, vasiyetine uygun olarak 1999 yılında, memleketi İsveç'te mütevazi bir mezara defnedilir.
Greta Garbo 1941 yılındaki başarısız rolünden sonra hiçbir film teklifini kabul etmemiş ve izini kaybettirmeye çalışmıştır. New York'ta ve İsviçre'deki bazı manastırlarda yaşamış, sadece iyi tanıdığı küçük bir çevreyle dostluğunu sürdürmüş ve tanımadığı kişelerin davetlerine, ne kadar önemli olurlarsa olsunlar gitmemiştir. Mesela İngiltere Kraliçesi Elisabeth'in kendi el yazısıyla Garbo'ya yazdığı davetiyesini, başbaşa konuşacak olmalarına rağmen, "giyecek elbisem yok" diyerek geri çevirmiştir.

Şapkasını yüzü görünmeyecek kadar gözlerine indirmiş bir vaziyette Manhatten'da 52'inci Cadde civarında görüldükten sonra izini tamamen kaybettirir. (Nerede olduğu yeniden duyulduktan sonra da basından kesinlikle uzak durur ve basın da buna saygı gösterir. Daha sonra yaptığı uzun New York yürüyüşleri de sonradan duyulur.)
Greta Garbo 1955'de, sinemaya benzersiz katkıları nedeniyle bir Şeref Oscar'ı aldı, ama ödülünü almaya kendisi gelmedi...
(Garbo'nun nerede olduğunu bilen, onun çevresinden gizemli biri, gelip, o Oscar'ı aldı!..)


Modern bir stil ikonunun doğumu ve ölümü


19'uncu Yüzyılın son yılında doğan Alfred Hitchcock, bir manavın oğlu. 1958'de çektiği Vertigo adlı filmle bir ikona dönüşen, kara sinemanın ustası. Chabrol'ün sadece Sergey Eisenstein'la kıyasladığı büyük bir orijinalliğe sahip. İşte bu adam bir kadına aşık... Aşık da değil tutkun -hatta hasta... Varoluş korkusunu işlemekten zevk alan bu adam, keşfettiği kadına, muazzam bir ün hediye ediyor. 
Sarı saçlı, beyaz tenli, yeşil güzlü Grace Patricia Kelly, Hitchcock'tan otuz yaş genç. Dsiplinli bir ailenin kızı. Çalışkan. Ne kadar güzel olduğunun farkına vardıktan sonra, New York'taki 'Academy of Dramatic Arts'a girmeye çalışıyor. Sinema oyuncusu olmak isteyen her genç kız gibi heyecanlı. Sadece babasının ilişkileri (Torpil!) sayesinde okula kabulediliyor, çünkü çocukluğundan beri bir sinüzit sorunu var ve burnundan konuşuyor! Retorik ve nefes dersleri almaya başlıyor.
İlk şansı 1952'de Gary Cooper ile birlikte, ünlü kovboy filmi 'High Noon'da oynaması oluyor.
Uzatmanın lüzumu yok...
Alfred Hitchcock bu güzel kadını üç filminde oynatıyor, ama nasıl filmler...
Benim, "Bei Anruf Mord" adıyla tanıyıp birden çok kez seyrettiğim 'Dial M for Murder' filmi, bildiğimen iyi üç kriminal filmden biridir. Karısını dahice bir planla başka birine öldürtmek isteyen kıskanç zengin kocanın planı başarısızlığa uğrar. Karsı (Grace Kelly), kendini korumak isterken, cinayet için tutulan adamı öldürür. Kocası bu kez de karısının idama mahkum edilmesi için sisnsi bir planı uygular, ama sonunda kurnaz polis müfettişine takılır elbette.
Diğer film, "Das Fenster zum Hof'tur (Rear Window). Hani ayağı kırılınca karşı binayı dürbünle gözetleyip dururken cinayete tanık olan James Stewart ve Hitchock klasiği.
1955'de çevrilen üçüncü film, "Über den Daechern von Nizza"dır (To Catch a Thief)...
Bu üç film klasiği, Grace Kelly'yi sadece dünyaca ünlü bir Aktrist yapmakla kalmayıp, imajını da oluşturup dondurdu.
Sarışın, güzel bir Hanımefendi...
Tabii sadece bu kadar değil. Gizemli kadın Grace Kelly'nin bilinmeyen en önemli sırlarının başında Alfred Hitchcock ile olan ilişkisi geliyor. Bunun sadece "mesleki!" bir ilişki olup olmadığını kimse bilmiyor. Ama sinemanın büyük ustası Hitchcock, Grace Kelly hakkında eski bir vecizeyi tekrarlamış dostlarına: "Salonlarda tam bir Hanımefendi, yatakta tam bir..."
Hitchcock Grace Kelly'ye öylesine tutkun ki, 1956'da Kelly Monaco Prensi ile evlenip ondan ayrıldıktan sonra, en az iki aktristi Kelly'nin imajına uygun şekilde filmlerinde oynattı. Kendi yarattığı ikonun peşinden gitti. Kelly'nin imajını oynayan iki kadından biri Kim Novak'dı.
Büyük Rejisör 1980'de Los Angeles'ta öldüğünde Grace Kelly, Monaco Prensesi Grazia Patrizia idi ve kocasıyla arası hiç iyi değildi. 1982'de geçirdiği bir araba kazasında hayatını kaybetti. Çok konuşulan bu kazada, 52 yaşındaki Grace Kelly, on yıllık paspal bir Rover 3500 kullanıyordu ve Yaz Sarayı'na gidiyordu, arabayı kendisi kullanıyordu ve çok keskin bir virajı alamayıp arabası 40 metre yüksekliğindeki bir uçurumdan uçtu.
Burada en ilginç nokta, Grace Kelly'nin, Alfred Hitchcock'la 1955'te çektiği son filminin bir sahnesinin tam da kazanın olduğu yerde çekilmiş olmasıdır!
Grace Kelly'nin ölümü bütün dünyayı üzmüştü...
Onun hikayesi, birçok insan için modern bir peri masalıydı. (-Tabii bildikleri kadarıyla!)