Hayatın anlamı, sorunun kendisinde gizli: Anlamlı bir hayat sürmek. Kültür antropologu Clifford Geertz, insanın "Sembolize eden, kavramsallaştıran, anlam arayan" bir tür olduğunu söyler. Dünyanın büyük bir bölümünde toplumsal anlam arayışlarına binlerce yıl boyunca dinler yön verdi (Çin'de böyle olmamıştır. Akılcı anlayış çok eski bir tarihe sahiptir). Günümüzün seküler toplum anlayışı ve ona uygun seküler idealler, evrensel yazılı kültürün doğal bir sonucudur, anlam da önemli ölçüde bu temelde şekillenir.
Dünyadaki toplumsal anlam arayışına geçen yüzyıl boyunca yön vermiş en önemli ideal "gelişme ve ilerleme" idi. Atatürk'ün onuncu yıl nutkunda sözünü ettiği "Muasır medeniyet seviyesi", her ülke için geçerli olduğu düşünülen ve ülkelerin milli çabaları dairesinde değerlendirilen endüstrileşmek hedefi etrafında örülü modern bir kültürdü. Atatürk, Cumhuriyet'in "asıl fikirler ve ruhlarda yarattığı güven itibarıyla büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi" olduğunu söyler, "emin ve metin bir istikbal"den bahseder. Bunlar, Türk toplumunun anlam arayışının ulaştığı sonucun adıdır. Ama toplumlar değişiyor ve yeni anlamlar arıyorlar.
Cumhuriyetin ilk yıllarından 1970'lere kadar etkiyen "Gelişme teorisi"ne göre bütün toplumlar, kendi özgünlüklerine bakılmaksızın "geri kalmışlık"dan "gelişmiş"liğe doğru, tarihin linear (düz bir çizgi halinde) ilerlediği süreçten geçmek zorundaydılar. Sosyalistlerin çok daha şekilsel ve basit ilerleme idealine göre tüm toplumlar aynı ilkel toplum, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum sürecinden geçip devrimlerle/reformlarla sosyalist topluma ulaşacak, oradan da sınıfsız komünist topluma geçecekti (Tarihte köleci toplum diye bir dönemin yaşandığı asla kanıtlanamamıştır. Avrupa'ya özgü feodalizmin de Dünyanın başka yerlerinde bir şablon olarak kullanılamayacağı konusunda bugün bilimsel bir mutabakat mevcuttur). Bu şemaya uymayan ve "gelişme"yi engelleyen yerel kültürel özellikler "gerici" ilan edildiler. "İlerleme"nin ve "gelişme"nin prototipini teşkil ettiği için Batılılaşma, tüm Dünyada esastı. Mao'nun Çin'i bile üretimini Batı ülkelerinin seviyesini esas alarak yükseltmek amacıyla "İleriye doğru büyük adım" gibi ekonomi kampanyaları düzenliyordu.
Türkiye'nin de benimsediği, "gelişmiş" Batılı ülkelere yetişmek, onlar gibi olmak ve onları geçmek ideali, 1960'lı yılların ortasından itibaren erozyona uğradı. Dünya ekonomisinin bir numaralı ülkesi ABD'nin Vietnam savaşı yıllarında başlayan enflasyon ve kitlesel işsizlikler etkili oldu. ABD'nin para birimi Dolar'ı altın endeksinden çıkarması ve dünya ekonomisindeki önemli mutabakat Bretton Woods anlaşmasının bozulması, hem yüksek enflasyonlar devrini, hem de gelir dağılımındaki eşitsizliklerin hızla artması devrini başlattı. Türkiye'de enflasyon 1971 yılı içinde ikiye katlanarak yüzde 23'e çıktı. Gelişmeler, ilerleyerek modern Batı medeniyeti seviyesine ulaşmak idealinin Dünya çapında krize girmesine ve umutsuzluğa neden oldu. Kriz, aynı zamanda kapitalizmin krizi olduğundan, onun temel ideolojisi olan homojen ulus devlet milliyetçiliği de, Türkiye gibi sonradan modernleşmiş ülkelerde önemli darbeler yedi.
Aynı idealin şekilci savunucusu sosyalist bloğun çöküşü sonrasında Sünni Müslüman ülkelerde anlam boşluğunu doldurmaya islamcılar aday oldu. Konjonktür, islamcılığın yükselmesine uygundu. Suudi Arabistan'ın vahabilikten esinlenen pansünni ideolojisini yaymak için 1962'de kurulan "Rabıta" gibi örgütlerin desteği ve Batı'nın antikomünist Huntington'cu çekinceleri, bu yükselişin en önemli desteğiydi. İran devrimi, bu aşamada yaşandı ve İslamcılığa yeni bir ivme kazandırdı. Suudi Arabistan, 1975'den 1987'ye kadar Rabıta'ya, yeni islamcılık akımlarını desteklemesi için -o zamanın parasıyla- 48 milyar Dolar verdi. Aynı dönemde dünyada yükselen postmodernizm, modernleşmenin ille de Batı tipi olmak zorunda olmadığını söylüyordu. Süreç içinde "gelişme" ideali büyük darbe yedi, albenisini yitirdi.
Etnik/dini kimlikleri destekleyen global neoliberalleşme, Türkiye'de sosyal devlet hizmetlerinin özelleştirilerek islami cemaat ve vakıflara devrini kolaylaştırdı, Batılı ülkelerdeki standart ulusal kimliğin yerini Türkiye'de de giderek yeni kimlikler aldı. Bu süreci, kapitalist sistemin bozulma trendinden ayrı düşünmek elbette mümkün değildir (ama o başka bir yazı konusu). Türkiye'de zayıflayan eski gelecek perspektifi ve seküler anlam arayışına alternatif olmak iddiasındaki İslamcılık, hem klasik endüstrileşme/kalkınma idealini -ille de Batılı olmayan postmodern yoldan- gerçekleştirmeyi vaad ediyordu, hem de Cumhuriyet okulları müfredatının asla vazgeçmediği ve esasen bir "fetih tarihi" olarak okutulan "Büyük Osmanlı"nın yeniden tesisini. Türkiye'nin "Batılılaşarak" (yani modernleşerek) kendi milli kültüründen koptuğunu iddia eden, bundan da Cumhuriyet'in kurucu elitlerini sorumlu tutan İslamcılık, "Milli Kültür" adı altında sadece Rabıta devrinde kurgulanan siyasallaşmış yeni "İslam"ı kastediyordu, Anadolu'nun müziğini, halkoyunlarını, uygarlıklarını değil, çünkü Cumhuriyet bunlara zaten sahip çıkmış ve yaşatmıştı.
İslamcılık, insanlığın son beşbin yıllık yazı kültürü içinde ortaya çıkmış, kutsadığı sözü aklın ve vicdanın önüne koyan, güç ve iktidar hedefine ulaşmak için evrensel etiği ve evrensel hukuku tanımadığından insanlık suçu işlemeye yatkın, uygarlığa özgü sanat ve kültür üretmeyip, onun yerine hayatı kendi "İslam"ına göre sakrallaştırmak ile yetinen, benmerkezci bir klan anlayışı olmaktan öte gidemedi. Bu anlayışın bir uygarlık üretemekten uzak olduğu anlaşıldı. Tek kutsal gerçeğin monopolüne sahip olduğu iddiasındaki tek adamlar etrafında dinsel biat terimine ve onun menfaat sağlanarak tesisine uygun şekilde örgütlenen bir ideoloji.
Yükselişini, modern seküler idealin zayıflamasına, anlam yitimine ve kapitalist sistemin kategorik krizinin hayalkırıklıklarına borçlu olan İslamcılık, yazılı kültür sonucu binlerce yıllık süreç içinde oluşan genel sekülerleşme trendinden özel bir sapma teşkil ediyor ve konjonktürün değişmesiyle birlikte hızla anlam kaybetmesi de özünde zayıf olmasından kaynaklanıyor. Bir fikrin veya kültürün uygarlık üretebilmesi için özgün yüksek sanata sahip ve bilim ile uyumlu olması gerekir. Tek özelliği hayatın her alanını Kur'an'a uydurmak ve ona göre yorumlamak (sakrallaştırmak) olan İslamcılık, uygarlık kriterleriyle uyumsuz.
İslamcılar, "Osmanlı'yı yeniden tesis" idealini gerçekleştirmekten uzaklar, çünkü karşı çıktıkları sekülerizmin başka bir ifadesi olan rasyonel düşünce ile sorunlular, bu da onların düşünce tarzlarıyla işlemeyen dış Dünya'da sürekli başarısız olmalarını sağlıyor. Geleceğe doğru akılcı planlar yapamayan, "kervan yolda düzülür" mantığıyla devlet işlerinin yürütülemeyeceğini anlamamakta ısrar eden, ancak takiyye yapıp sekülerleri taklit ettiklerinde "başarılı" olabilen, sızarak/atamalarla eline geçirdiği devleti 21'inci yüzyılda bozulmadan elinde tutamayacağını anlamayan, nasıl kullanacağını bilmeyen, kendinden olmayanların başına kaktığı kutsal değerleri kuralsızlığının ve adaletsizliğinin gölgesinde kalan İslamcılar, Türklere yeni bir anlam sunamadılar.
Kurulduğu dönemde Cumhuriyet, Avrupa ülkeleri gibi endüstrileşmiş müreffeh bir ülke olmak idealini Misak-ı Milli sınırları dahilinde gerçekleştirmeyi hedefliyordu. İslamcı Fetih anlayışı, feodal toprak büyüklüğü ile büyüklük olamayacağını anlamak yerine, bu anlayışın kurbanı oldular. Türkiye, 1930'lu yılların tüm Dünyada yaygın olan milli şef otoriterliği anlayışını 1960'larda aşmak yerine, Atatürk kültünü değişmez bir ideoloji haline getirmekte ısrar etmeseydi, İslamcı ideoloji Türkiye'de bu kadar başarılı olmayabilirdi. İslamcılar, bu eski moda kült milliyetçiliğini eleştirmek bahanesiyle güçlendiler ve Cumhuriyetin kurucu değerlerine karşı geniş bir cephe kurabildiler. Modern bir ülkenin ve rasyonel aklın olmazsa olmazı laikliğin anlamı savunulamadı. Halbuki sekülerlik, İslamcıların iddia ettiği gibi sadece devlet yönetimiyle ilgili "Batılı bir tercih"ten ibaret değildi. Laiklik ve sekülerlik; rasyonel aklın, yaratıcılığın, onların ürünü olan yüksek teknolojinin ve 21'inci Yüzyılda uygar bir ülke olabilmek için gereken şeylerin kökeniydi. Bu gerçeğin öz tecrübe ile yeniden öğrenildiği günümüzde, İslamcılığın Türklere yeni bir anlam sunmaktan uzak olduğu, her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Daha önemlisi, internet üzerinden global bir köy haline gelen Dünyada, islamcılığın önemli bir eksikliği de 'Empati'.
Yüzyılımızda yeniden şekillenen uygarlık anlayışını tarif eden en önemli özelliklerden biri sayılan empati, kendini başkalarının yerine koyabilmek, herkese aynı evrensel seküler etik üzerinden yaklaşmayı gerektiriyor. İslamcılık, internet üzerinden yayılıp benimsenen bu yeni anlayışla uyumlu değil. Kendinden olanı, evrensel etik ve adalet ötesi bir yerden koruyan, kendinden olmayanın insan haysiyetine saygı göstermeyen İslamcılığın çifte standartı, günümüzün global Dünyasına katılmayı bile sorunlu hale getiriyor.
İslamcılar tarafından siyasi bir düzen olarak tasavvur edilen İslam'ın Türklerin gelecek perspektifine yeni bir anlam sunamadığı anlaşıldıktan sonra, Türklerin 50 yıl içinde giderek daha çok hissedilen anlam boşluğunu nasıl dolduracakları sorusu, yakın geleceği belirleyecek yanıtların eşiğinde olduğumuzu da gösteriyor.