Yaratıcının vazgeçilmezliği, Vasatın çaresizliği (11)


Sistemin kendi kriziyle başa çıkamadığı aşamada, sadece kendi azınlık plütokrasisini kollayan, yasa ve kuralları kandine göre işleten, diğerlerine, kontrol altında tutulan "lüzumlu kalabalık" muamelesi yapan muktedirler, giderek eskinin feodal (veya Asya'nın kuralcı) derebeylik-lerine benzemeye başladılar.

   Bu anlamda kapitalist sistemin, bozuldukça, siyasi anlamda eski feodalizme daha çok benzediği fikrini savunan entelektüellere karşılık, Postmarksistler, sistem bozuldukça mafyalaşmanın yaygınlaştığı tesbitini yapıyorlardı. Feodal toplumlarda, otoritenin kontrolü ve baskısı dışına çıkmak daha kolaydı, şimdi pek mümkün değil.

   Günümüzde modern feodalite, görece demokratik ortamlarda ortaya çıkmış teknolojik/rasyonel kaliteyi, kendi Vasatizmini tolere etmek için kullanmakta kısmen başarılı olurken, para ve makam adına Vasatizmin hizmetine giren kalite, kendi altını oyuyor.

   Uygarlıklar daima "daha iyiye daha güzele" doğru evrilmez malesef. Eski rafine Yunan heykellerini üreten antik uygarlığın ve icad ettiği demokrasisinin yerini ilkel Hristiyan ikonaları ve despot feodal krallık rejimlerinin alışını inceleyen çok iyi araştırmalar ve tarih kitapları mevcut günümüzde.

   Sonrasının "Beton çağı"nda da yıkılmış eski eserlerin taşlarının bakkal dükkanlarının inşasında nasıl kullanıldığını biliyoruz, ama bir taraftan da muazzam bir teknolojik gelişme, hatta dijitalleşme yaşandı. Bakkallar ve kasabalı esnaf siyaseti geri, ama çalışkan. Kalite ise ileri ama tembel. Gel gelelim yaratıcılık, daima tembellikle alakalı bir konu olmuştur (burada tembelliği kötü anlamda kullanmıyorum), Marx'ın damadı Lafargue tarafından yazılan "Tembellik hakkı"nı hatırlayalım; amacını başkalarının belirlediği daimi rutin iş, yaratıcılığın düşmanıdır.

   Vasatizm, varlığını kıskandığı (Existrenzneid) 'Özgür kalite'yi satın alıp "biat" ettirerek varlığını sürdürebileceğini sanırken, rutine daha uzak duran ve bu nedenle "çalışkan bakkallar"ın kontrolünden kurtulamayan rasyonel/yaratıcı kalite de özgürlüğünü yitiriyor. Bu iki benzemezin ucube birlikteliği denklemi de pek işlemiyor, başarılı olamıyor. Birbirine güvenmeyen bu iki kesimden Vasat olan, kuru ve meyvasız "çalışkanlığı" dışında sürdürülebilir bir şeye sahip olmadığından, kontrol altında tutmaya gayret ettiği bütünün evrimi/devrimi zorunlu gibi görünüyor.

   Sadece azınlık vasat bir zengin esnaf kesimiyle ve onlara özenen daha vasatları kollayan özelliğini modernleştirip dijitalleştirmiş çalışkan versiyonunuyla yola devam edilebilir mi? Böyle bir şey Çin'de bile yok, Orta Asya'da ise doğal gazla işletilebiliyor..

   İki kesim arasındaki böyle bir (Satrançta) 'pat vaziyeti'nin sürdürülebilmesi, ancak Pirus zaferleriyle mümkün, ama Vasatizmin kendi başına varolması mümkün olamadığından, kıskandığı ve asla vazgeçemediği yaratıcılığın, bilerek veya bilmeden Bakkalizme biat etmesini sağlaması "gerekiyor".

   Vasatizm, vergilerini ve yaratıcılığını kullandığı 'Nitelikli Çoğunluk' olmadan varolamıyor, kendisi de -özgür ruha sahip olmamanın verdiği zevksizlik/renksizlik nedeniyle- yaratıcılığın asgarisini bile üretemeyip anca "satın alıyor". Varlığını çok çalışmasına, yani nicel özelliklerine borçlu 'Niteliksiz Azınlık' vasatizmi, nefret ettiği ve can hıraş kontrol altında tutmaya çabaladığı 'Nitelikli Çoğunluk' olmadan yaşayamıyor, -ama tersi mümkün. Ve ithal vatandaş faktörü de bu denklemi bozamıyor...

   'Nitelikli Çoğunluk'un bu labil denklemi, işleyebilecek stabil bir denklem haline getirebilmesi için önce 'varoluş' ve 'bağımlılık' koşullarının bilincinde olması ve Muhafazakar esnaf siyasetinin elindeki tek avantajı da alıp -kendi koyduğu kurallarla- 'çalışması' (belli koşullarda çok çalışkan olmayı öğrenmesi) gerekiyor.

   Dünya giderek daha hareketli daha değişken ve karmaşıklık bir yer olmaya aday. Hayatın ve ruhun kalitesi "biat"la değil özgürlükle yükseliyor. İnsan doğası da biata değil özgürlüğe yatkın, -tabii nicel vasatı aşıp yükselmek istiyor, ama elalemin varlığını kıskanarak yaşamak istemiyorsa.

   Vasat, varlığını sürdürmek için ele avuca sığmayan yaratıcı/özgür akla ihtiyaç duyduğundan, tarih boyunca daima baskı ve tahakküme başvurmak zorunda kalmıştır.

Başmelek Mikail de, Denizli-Honaz'da tezahür ederek yaptığı rivayet edilen konuşmasında, "Cehaletin tanrısı şeytandır" demiş. Vasatizmin kötülüğe meyilli olması, cehaleti yüceltmesiyle ve aklı/yaratıcılığı üreten özgürlüklerle sorunlu olmasıyla ilgilidir, -zira özgürlükler işlerse, ona gerek kalmayacağını bilmektedir. Özgürlük Vasat için -tersinden- bir varoluş meselesidir.

Değişen kişisel fikir ve ruh hâline dair (10)


Hayatın ne kadar değiştiğini anlamak için sadece tarihe bakmak yetmiyor, her zamanın kendine özgü bir bakış açısının olduğu, insanların başka zamanlarda başka gözlüklerle geçmişe ve geleceğe baktıklarını da anlamak gerekiyor. Mesela o muazzam antik Roma ve Yunan sanatının taşa hayat verip inanılmaz güzellikte haykeller üreten ve eski Roma imparatorlarının nasıl yüz hatlarına sahip olduklarını bugün bile her sanatçının başaramayacağı ölçülerde mükemmel ve gerçekçi bir şekilde ifade eden bir sanatçılar devrinin ardından, iki boyutlu ilkel resimler üreten Hristiyan sanatının nasıl ortaya çıkıp eski mükemmel sanatlar devrini sildiğini anlamak için, insanların nasıl “fikir” değiştirdiklerine iyi bakmak gerekiyor. Bu konuda Catherine Nixey’in, “Klasik Dünyanın Hristiyanlar tarafından yıkılışı”nı anlatan “Kasvetli Çağ” adlı kitabı, önemli bir başvuru kaynağı olabilir. Aziz Augustinus, bu imhayı, “Paganların ve putperestlerin bütün bâtıl inançlarının yok edilmesi, Tanrı’nın istediği, Tanrı’nın emrettiği, Tanrı’nın ilan ettiği şeydir” diye ifade eder. Kitabın girişinde, Hristiyanların, Roma uygarlığının Suriye’deki yıldızı Palmyra’yı din adına 380’li yıllarda nasıl yok ettiği anlatılıyor. Aynı yıkımı 21. Yüzyılda da IŞİD yeniden yapmaya kalkmıştı.

   Ruh hallerinin değişim aşamasında, yeni gerçeklik algılarının hakim olmaya başladığı dönemlerde, daha öncesinden vazgeçmek hali, malesef böyle yıkımlara neden olobiliyor ve değişimin istikameti -bazılarının sandığı gibi- ille de daha iyiye daha mükemmele doğru değil, mutlaka “daha başka”ya doğru oluyor.

   Böyle önemli Değişim/Dönüşüm dönemlerinde akıntıya kapılmak yerine, değişen gerçeklik algısını kavrayıp ona bilinçli bir şekilde eşlik etmek için gerekli en önemli meziyet, insanın eskilerden benimsediği fikriyatı yeniden değerlendirebilmesi ve yeni koşullara durumlara göre yeniden kurgulamasıdır, -kısacası fikir değiştirmeyi bir eksiklik değil bir meziyet olarak anlamak ve algılamak gerekir.

   İnsanlar fikirlerini kolay değiştirmezler ve yaşadıkları olağanüstü zamanlarda bu yüzden büyük kafa karışıklıkları yaşarlar. Eski bildik alışıldık bilgilerin ve davranış kalıplarının artık işlemediğini kabul etmek zordur. İşte böyle zamanlarda fikir değiştirmek edimini bir karakter “meselesi” yapmadan işletmenin en kolay yolu, “Bilim insanı gibi düşünmek”dir. Eğer önünüze gelen verileri objektif bir şekilde kişiselleştirmeden değerlendirirseniz, değişen veriler ışığında farklı sonuçlara varırsınız ve bu da sizi rahatsız etmez. Bilim insanlarının fikir üretme prosesi böyle işler. Günümüzde insanlar kendi kişiliklerini fikirleriyle özdeşleştirmeye oldukça yatkınlar, bu da fikir değiştirmelerini zorlaştırıyor. Özgüvenli bir şekilde sorgulanması bırakılıp kanıksanmış fikir ve bilgilerin tuzağına düşmek yerine, kendini ve bildiklerini sorgulamayı izzet-i nefis meselesi yapmayan bir mütevazilik, yeni dönemin gerekli özelliklerinden biri sayılıyor. 

   Günümüzde akıl; bilmek ve öğrenmek kapasitesinin yüksekliği ile değerlendiriliyor ve IQ testleri türünden soyut ölçüler kullanılıyor. Ama herşeyin değişmeye başladığı ve gerçeklik algısının da değişmek zorunda olduğu zamanlarda yüksek IQ sahibi “akıllı” insanların yanılma payı malesef daha yüksek, bunun nedeni de, yüksek IQ sahibi olanların baktıkları yerde -çok şey bilmelerinin bir sonucu olarak- eski bildiklerine uygun daha fazla matris/şekil/form/veri görmeleri ve yorumlarını onlara göre yapmaları. Entelektüeller devrinin 20. Yüzyıl sununda neredeyse kapanıp 1990’lardan itibaren “uzmanlar” devrinin açıldığı, medyada entelektüeller yerine uzmanların boy gösterdiği günümüzde, uzmanların alışılmadık sıklıkta yanılmalarının nedeni de bu. 

   İnsanları can kulağıyla dinlemek, mütevazi olmak, yanlışlığı ortaya çıkmış fikirleri -başkaları tarafından- “kişiliğinin bir parçası” sayılabildiği halde savunmaya devam etmemek, karşınızdaki insanların da kendi fikirlerini sorgulamalarını kolaylaştıran iyi bir psikolojik etki yapıyor.

   Değişim, önce insanın kendisinde başlıyor. Toplumların fikirlerini zaman içinde değiştirmesi konusuna değinmeden önce, kendini değiştirmenin önemini kavramak gerekiyor.

Plütokratik ‘Türk Sağı’nın sonu ve yeni ‘Solculaşma’ (9)


Kapitalist sistemin neoliberal biçiminin krizi ile birlikte sistemde bir “vahşi kapitalizm” dönemi yaşandı, bunun en uç örneği kuşkusuz IŞİD’in yeniden kurduğu köle pazarlarıydı. Anlayış, akla gelebilecek her şeyin -ahlak etik kuralllarına bakılmaksızın, hukuku da eğip bükerek- paraya tahvil edilebilirliği mantığının en “ileri” boyutuydu, akabinde Dünya popülizminin zirvesi yaşandı. Kurallar/yasalar çerçevesinde hızla “para yapmak” oldukça zorlaşmıştı, çünkü eski usûl endüstrileşme hem daha az hem de daha uzun vadede “para getiriyordu”. Kolay ve hızlı para kazanmak, 1980’lerden itibaren esen neoliberal rüzgarlarda finans kapital üzerinden spekülasyonlarla ve hızlı al-sat işlemleriyle yapılabiliyordu, ama onun bile kuralları vardı. Daha hızlı kâr adına bu kuralları gevşetmenin çaresi iktidara yakın firmalar/holdingler ile hükümetlerin adeta “bütünleşmesi” idi. Plütokrasiler böyle ortaya çıktı. Muazzam bir yozlaşmayı da beraberinde getiren bu yapılar, sistemin bozulmasını oldukça hızlandırdılar. Plütokrasi ile özdeşleşen popülist Sağ ile (vahşice para yapmaya pek izin veremeyen) “liberal” Sağ; sistemin iki farklı versiyonu da olsalar, kendilerini kolaylıkla “ülkenin devletin sahibi” görebiliyorlar ve bu konuda tarihî “kanıt” üretmeleri de zor olmuyor. Ama bu süreçte çok şey değişti. Türkiye’de -hâlâ muktedir olduğunu zanneden- Sağ’ın, kendini ülkenin asıl sahibi sayan cüretkar tavırları ve hâlâ siyaset/toplum mühendisliğine soyunması, artık toplum tarafından “anlaşılır” sayılmayan ve itiraz edilen bir durum.

Tarihte her zaman köklü değişimler olmaz, belki yüzyıllar sürebilecek uzun dönemleri belirleyecek önemdeki süreçler yaşanmaz. Böyle zamanları, bazı gelişmelerin kaçınılmazlığından ve değişimlerin öyle veya böyle mutlaka gerçekleşmesinden anlarsınız. İçinde bulunduğumuz süreçte kapitalizmin hızlanan bozulmasını yavaşlatmak ve kontrol altına almak için, Sağ’ın popülist/ideolojik/plütokratik türünün tasfiyesi de, sürecin kaçınılmazlıklardan biri. Sistem bozulurken (ve henüz başka bir şeye doğru evrilmeden önce), bozulmayı hızlandıran siyasi yapılarının güçlenmesi zaten düşünülemezdi. O halde bu yapıların daha fazla mafyalaşıp yozlaşıp marjinalleşmesine ve ülkeyi dibe çekmesine izin vermemek, halk nezdinde önem kazanmış görünüyor. Asıl mesele sade “Kâr dürtüsü” olmaya devam etmesi halinde, o “liberal demokratik” Sağ’ın da yozlaşması mümkün, zira sisteme özgü “hızlı kâr” motorunun benzini çoktan tükendi. Türkiye’de İslamcılığın iflasından sonra Sağ’ın yeni merkezi olmaya azmetmiş milliyetçi Sağ’ın bile varlığını koruyabilmek için mecburen daha kamucu ve demokratik bir yaklaşımla “solculaşmaya” başladığı bir süreç yaşandı. Burada “solculaşma”dan kasıt, birilerinin marksist-leninist ideologlar olması falan değildir elbette, -onun yerine; hızlı kâr dürtüsünün özendirdiği ve Türkiye’de kolayca benimsenmiş olan “etik ötesi” gayrı-hukukî durumların kamucu yaklaşımlar lehine terkedilmesidir, rasyonel düşüncedir, kadın-erkek eşitliğinin gerçek anlamda kabulüdür, insan haysiyeti ilkesine mutlaka uyulmasıdır, vd. Günümüzde, geleceği belirleyecek Sol tandansın özü budur.

Yukarıda dikkat çektiğim, gelecekte postkapitalist özgürlükçü bir yere evrilecek olan ‘Solculaşma’ ile özdeşleşmiş olan etik/hukuk değerler yükseliyor. Bunları önemsemeyen milliyetçi/islamcı kökenli Sağ, hâlâ kendini “kadir-i mutlak” ve ülkenin sahibi sanadursun, ne kadar eskiyip bozulduğunu ve halk tarafından yavaş yavaş da değil, hızla terkettiğini henüz göremiyor olabilir. Halkın teveccühü, ‘Sol kökenli’ yeni değerleri yükseltmekle/içselleştirmekle doğru orantılı. O değerleri benimseyen Sağ partilerin Yeni Türkiye’de değişerek yer almaları ve belki başkalarının da değişerek yer alacak olması, Türkiye’deki asıl yarılmanın niteliğini de gösteriyor. Klasik kapitalist devir ile önümüzdeki yılllarda önemli kurallarının belirginleşmesi olası postkapitalist devir arasındaki yarılma, henüz fikir ve ilkeler bazında. Bu nedenle içinde bulunduğumuz dönemi “mental” bir Değişim/Dönüşüm Dönemi sayıyoruz. Sol kökenli ‘YENİ MANTALİTE’, özgüvenini tazeleyerek, Türkiye’nin bundan sonraki otuz yıllık (sonra nitel farklılığıyla, belki üçyüz yıllık) geleceğini, Değişim/Dönüşüm’ün “pratik” aşamasını belirlemeye hazırlanıyor.

Baron Ungern von Sternberg ve Moğolların öfkeli koruyucu ruhu Yamsarang


K
ahire'deki büyük piramidin içinde boş bir lahit vardır. Hiçbir zaman bir Firavunun mezarı olmadığı anlaşılan bu lahitin ve piramidin matematiğinin bir tür tarih kronolojisi içerdiğine dair fikir yürüten bilimcilerden biri, yirmi yıl kadar önce, kronolojinin, geleceğe doğru devam ettiğini anlayınca oldukça heyecanlanmış olmalıdır. Kronolojinin 2001 yılında son bulduğunu hesaplayan bu alimin -kendine göre- bazı sonuçlara vardığını görüyoruz. Mesela piramitte özellikle işaretlenen tarihlerden biri de 1913'tür ve o bunu, Avrupa'daki Türk hakimiyetinin sonu diye yorumluyor. Ama bizim konumuz, piramitte o yıllarda başlatılıp 1945 yılında sona eren -insanlık tarihinin 2001 yılına kadarki en karanlık çağının- iki çılgın savaşçısıyla ilgilidir.

Bunlardan birinin adı Enver'dir. Padişahın damadı, maceraperest, korkusuz, insan hayatına değer vermeyen, yüksek hedefleri olan, Türklerin üzerine bir karabasan gibi çöküp bugün de tam atlatamadıkları yenilmişlik duygusunun gözü kara intikamcısıdır. Kendini ve yanındakileri ölüme atmaktan çekinmeyen bir savaşçı. Ama kötü bir komutandır. Asla teslim olmayan ve tekbaşına kalsa da kafasının dikine giden biridir. Balkanlarda felaket yaşamış Türklere ikinci ve daha büyük bir felaket yaşattığı halde, Türk İmparatorluğunun kaybedilmesine neden olduğu halde, kahramanlığıyla ve gözü karalığıyla kendini Türklere sevdirmiş biridir. Enver, Türklerin modern tarihindeki kanlı ve yırtıcı yüzüdür. Enver, öfkeli bir savaş beyidir -tıpkı Baron Ungern gibi. 

Enver hakkında herkes birşeyler okumuştur, onu tanır. Ama Baron Ungern'i kimse tanımaz. Ben onu, Sibirya şamanlığı ve Orta Asya mistisizminin iki Dünya Savaşı arasındaki tarihini incelerken keşfettim. Hakkında birkaç kitap ve benim bildiğim/ezberlediğim çok güzel bir çizgi roman (Hugo Pratt, "Corto Maltese Sibirya'da") dışında pek literatür bulunmayan bu ilginç adam, Enver'in daha kırgın, daha kanlı ve daha gözü kara versiyonudur. Enver'i bilemem ama, Orta Asya'ya derinlemesine nüfuz edebilmiş biridir. Sadece şamanlığı ve eski kehanet yöntemlerini, Tibet/Moğol Budist mistisizmini değil, eski savaş yöntemlerini de bilen kültürlü biridir. Tek bilmediği, Enver'in de bilmediği şeydir: Zamanın kalitesi. İşte bu, onların hedeflerine/tarzlarına aykırı bir yönde ilerlediğinden ikisi de yenilmiştir. Bu önemli zaman faktörünü kendince bilip Baron Ungern'e anlatan ve ona yenileceğini söyleyen danışmanını (bir şamandır) öldürmesi de -Baron Ungern'in zamana meydan okumasıyla ilgilidir. Enver de böyleydi. Fakat bazen, bile bile ölmek de gerekebilir.

Bu olay, Türklerin ve Moğolların, 1913-1945 döneminde, savaşlar silsilesinin henüz çok yıkıcı olmadığı ilk zamanında yenilip, İkinci Dünya Savaşı'nın daha korkunç yıkımından kurtulmalarını da beraberinde getirmiştir. Doğru hareket, savaşa mümkün olduğunca girmeyip, savunmacı bir pozisyon belirlemek ve bir taraftan da yeni döneme göre değişmek olmalıydı. (Dünyada bu değişim, malesef sadece liberalleşme ve sosyalistleşme istikametinde olmuştur -ki ikisi de ehveni şer'dir) 

Enver'in özellikle ordunun değiştirilip yenilenmesinde çok önemli olumlu bir rolü vardır ve İngiltere'nin, Almanya'nın bile savaştan yorulduğu bir ortamda Türk Ordusunun savaş kabiliyetini koruması ve savaşa devam edebilmesi (sonra Kurtuluş Savaşını da yapabilmesi) onun bu ilk çabaları sayesinde olabilmiştir. 

Piramitlerdeki geçmiş ve gelecek kronolojinde ayrıntıları verilen bu olaylar zincirinde Türkleri ilgilendiren ilk kişi İsmail Enver'dir. Tek başına Türkistan'a gidip dünyaya kafa tutmaya kalktığı ve Samerkand merkezli bir Turan kağanlığı kurmayı hayal ettiği son mücadele yılı 1921'de, aynı kendi gibi dünyaya kafa tutan başka birini mutlaka duymuş olmalıdır. Sarı bıyıklı, vahşi bakışlı ateş gibi bir savaşçı: Baron Robert Nikolai Maximilian Ungern von Sternberg. Bu uzun adın soyu, Avusturya'dan geliyor. 1813 yılında basılmış bir kitapta, bu adamın dedeleriyle ilgili notlar bulduğumu söylemeliyim. Gözlerinin içine kimsenin bakamadığı bu savaşçı, Osmanlılar gibi yenilmiş iki imparatorluğun öfkeli oğludur. Tıpkı Enver Paşa gibi Asya'da intikam aramıştır. Hanlar hanı Çingis Han'ın ordusunu diriltmeye çalışmıştır ve bunda altı ay boyunca muvaffak olmuştur. Moğollar onun, uzaklardan onları korumaya gelen öfkeli ruh Yamsarang olduğunu düşünüyorlardı. son derece gaddar, kanlı bir savaşçı.

Kendine 'Ungern von Sternberg' diyen bu genç subay, Moğol şamanlarının, bilge Budistlerin ve Moğol savaşçıların, Çingis Han'ın pırıltısına sahip son savaşçı olduğuna inandıkları kişidir. O yüzden de dehşet uyandıracak kadar korkunç cinayetler işlemesine göz yummuş ama bir yerde onun gaddarlığına isyan etmişlerdir. 

Piramitlerin işaret ettiği korkunç çağın "hakkını" veren 'Kanlı Baron'dur Ungern von Sternberg ve bu lakabından gocunmadığı, tam tersine bundan gurur duyduğu da bilinmektedir. Çarın Askeri Akademisinden mezun olduktan sonra ilk görev yeri Sibirya'da Buryatların bölgesiydi. Orada ilk kez göçebe yaşamın özgür doğasını tanıdı ve göçebelerin gizemine de erdi. Bu, göçebelerin gücünü de anlamış olmaktır aynı zamanda.

Ungern von Sternberg, Avusturya'nın Graz şehrinde doğdu. Bir Rus sahil şehri olan Reval'da yetişti (şehrin adı, 1918 Şubatında 'Tallinn' diye değiştirilmiştir -Bugünkü Estonya'nın başkentidir). Birinci Dünya Savaşı'nın ardından hem birinci vatanı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nu, hem de ikinci vatanı Romanov Çarlığı Rus İmparatorluğunu yitirdi. Genç Baron, Beyaz Ordu'nun komutanlarından Semyonov'dan ayrılarak, Beyazların komutanı Kolçak'ın emrinden çıktı ve Batı Uygarlığına karşı savaşmaya, Çin'de (Moğol kökenli) Mançu Hanedanlığını yeniden canlandırmaya karar verdi. Danışmanı baş şamanı ile yaptığı uzun bir ayinden sonra Moğolların ruhunu uyandırıp Çin'e ve Kızıl orduya saldırmaya karar verdi. Japonlardan silah ve teçhizat aldı, yardım gördü. Bu sırada Kore'deki bağımsızlık hareketini bastırmakla meşgul olan Japonlar, ona istedikleri kadar yardım edemediler. Ama Baron Ungern'in emrindeki birlikle Rus Ordusunu terkedip Moğol Ordusu haline getirmesi ve Moğolistan'a girmesi, tamamen Japonların lojistik desteği sayesinde olabilmiştir. 

Ungern von Sternberg, 1921 yılı başında Moğolistan'ın Çin işgalindeki merkezine girdi ve başkent Örgöö'yü aldı (Batıda bilinen adıyla 'Urga' şehri. 1924'den beri adı Ulaanbaatar'dır. 'Kızıl Kahraman' demektir). 13 Mart 1921'de bağımsız Moğolistan'da bir monarşi kurdu. Burada saygı gösterilmesi gereken bir tavırla kendini Han falan ilan etmeyip, o zamanlar Bogd Han adıyla tanınan Moğolistan'ın dini lideri Yepsundamba Hutuktu'yu, özgür Moğolistan'ın ilk hükümdarı olarak tahta çıkarmıştır. Çinlilerin esaretinden (hapisten) kurtardığı yeni hkümdar Bogd Han da Ungern von Sternberg'i, Moğolların öfkeli koruyucu ruhu Yamsarang'ın yeniden bedenlenmesi ilan etmiştir. Baron Ungern, burada Moğulların iç dengesine de dikkat etti. Mesela 1919'daki Çin işgalinden sonra bağımsızlık için mücadele eden Sovyet yanlısı sosyalist Moğol partisi de Baron Ungern'in tahta çıkardığı Bogd Han'a biat etmiştir. Çin işgalinden kurtularak büyük bir Moğolistan kurma ideali, başından beri Japonlar tarafından aktif bir biçimde desteklenmiştir. (Japonlar daha sonra Mançurya'da Mançukuo'yu da kurup son Çin İmparatoru Pu Yi'yi -bir Mançu olduğu için- Mançokuo Hükümdarı ilan etmişlerdi. Mançukuo, 1946'da savaştan sonra Çin'e verilmiş ve ortadan kalkmıştır)

Ungern von Sternberg, başta kanlı düşmanı olduğu Bolşevikler ve Yahudiler olmak üzere, eline geçirdiği düşmanlarını korkunç yöntemlerle öldürüyordu. Çarlık istihbaratı Çeka'nın karşı propaganda amacıyla uydurup yazdığı, bugüne kadar kötü etkisini sürdüren ve Hitler'e "ilham" veren "Siyon Protokelleri" kitabının Baron Ungern'i çok etkilediği kesindir. Ama gaddarlığı sonucu kendi adamlarının ve Moğolların güvenini kaybetti, nefretini kazandı. Kızıl Ordu, Baron Ungern'in kendi adamlarının da bilgisi dahilinde Örgöö'ye girdi. Baron Ungern, Enver Paşa'nın ölümünden onüç gün sonra 21 Ağustos 1921'de kendi subayları tarafından tutklanıp Kızıl Ordu'ya teslim edildi. Novanikolayevsk'de, askeri bir mahkemeye çıkarıldıktan sonra 35 yaşındayken kurşuna dizilerek öldürüldü. Baron Ungern ve Tacikistan'da savaşarak 40 yaşında ölen Enver, Türk ve Moğol'ların intikamcı kanlı savaş damarının iki önemli temsilcisiydi. 

Modern seküler Türklerin bitmeyen kimlik sorunu (8)


İslamcılık iflas edip İslamcıların tedavülden kalkacağı günler yaklaştıkça, dikkatler, onlardan boşalacak yeri dolduracak sekülerlere yöneliyor. İslamcılar gücü ellerine geçirmeden önce eğitimli modern seküler Türklerin (özellikle "X-Kuşağı"nın) "Batı karşısındaki aşağılık kompleksi" boyutundaki kimlik sorunu dikkat çekiyordu. İslamcılar buharlaşırken, sorunun tamamen aşılmadığı görünüyor. 2022 son haftalarda modern sekülerlerin müzmin sorunuyla yeniden karşılaşmak benim için "ilginç" bir deneyimdi. Konunun en acı veren çarpıcı yanı, bu sorundan muzdarip insanların fevkalade mutsuz ve karamsar olmaları. Sorun, bereket versin ürkütücü değil, zira internetle büyüyen ve Türkiye'yi önümüzdeki 20 yıl içinde bambaşka bir yere taşıyAcak olan "Z-Kuşağı"nın böyle bir sorunu bulunmuyor, çünkü internetten edindiği o eşitlikçi/zarif yanıyla çeşitli kültürler arasında bir üstünlük-düşüklük hiyerarşisi kurmuyor, kendini diğerlerinden değersiz veya değerli görmüyor.

   Türkiye'de 1990'lardan itibaren İslamcılığın yayılıp müritten âlâ "sadık" taraftar bulabilmesini İlluminati'ye, "Amarikan emm'peryalizmi"ne bağlayanlar da çıkacaktır mutlaka! Ama nasıl olup da insanların islamcılara böyle "bağlanabildiği", sekülerlerden neden bu kadar nefret edip uzaklaşabildiği henüz pek konuşulmuyor. Konjonktürel İslamcılar, "kültürümüzden uzaklaşıldı" deyip, o "uzaklaşılan" kültürü de "islamcı İslamı"na indirgeyip o önemli boşluğu asla dolduramadılar. Boşluk, kuru ideolojinin eski Sol'dan aparma terminolojisiyle, hat sanatı ve Ney kursuyla doldurulabilecek bir şey hiç değildi.

   Eğitimli orta halli modern seküler Türklerin yılbaşı programlarına kadar sızan "İngiliz hayranlığı", ne kadar iyi İngilizce konuştuğunu stand up komedilerde bile sergilemek çabası, "Londra'da ev sahibi olmak"la ölçülen sınıf atlamışlık göstergelerinin bir tür şehirli kültürüne dönüştüğünün ifadesi, inatla yeniden dikkat çekiyor. Aynı insanların İngilizleri "emperyalist" diye nitelemeye devam etmesi, Avrupalı akranları modernlerin her lafında "Türkleri aşağılama çabası ve düşmanlık" aramaları, yaşadıkları müthiş özgüvensizliği gösteriyor. Sekülerlerin bu onmaz ezikliğine karşın İslamcıların dikbaşlı tavrının halkta (mesela Almanya'daki Türklerde) karşılık bulması tesadüf olmasa gerek. 

   Eğitimli modern seküler Türklerin karamsarlıklarının altında, mürit tipli seçmenlere, altı yaşında evlendirilen kızlara bakarak, "bu gidişle, bu halkla asla Avrupalılar gibi olamayız" fikriyatı yatıyor. Elbette hiçbir zaman cümbür cemaat onlar gibi olunmayacak. Onlar gibi olmak şart mı? Asıl soru bu. Attila İlhan'ın "Kolejli kızlar neden mutsuz" yazısında, kolejli kızların mutsuzluğunu "Buraya fazlalar ama Batıya da yetmezler" diye açıklaması, kıstası sadece Batı olan eski zihniyetin kısır döngüsünü gösteriyor, -hem de o kızlar için değil büyük şair için. Hintliler böyle değiller mesela. Çin'e bile din, Budizm ihraç etmiş bir yer Hindistan ve kendi değerinin bilincinde. Özgüvenli. İngiltere'nin kıstaslarıyla oraya bakacaksak, Hindistan'daki sefaletin ve "eski feodal yapılar"ın, Türkiye'dekilerden çok daha "geri" olduklarını söyleyebiliriz. 

   Konunun özü galiba şu: Türkiye'nin kültürü İngiltere'den/Avrupa'dan ne daha düşük, ne daha ilkel, -sadece daha FARKLI ve orijinalliği nedeniyle de son derece değerli. Doğuya-Batıya hakim olan yeni zihniyet böyle bir şey ve çok daha sağlıklı. 

   Konunun diğer yanı, günümüzün eğitimli modern Avrupalılarının kendi kültürlerini diğerlerine "üstün" görmeyi büyük ayıp saydıkları halde eğitimli modern Türklerin bunu yirmi yıldır hâlâ görememiş olmaları. Yani, sosyal medyada trol boyutunda esip gürleyen cahil faşistleri saymazsak, eğitimli Avrupalının hele Türkiye'nin insanına yukarıdan bakması falan söz konusu değil. Bu tip üsttenci bakışlar 21'inci yüzyılda tarih oldu. Günümüzde başka kültürleri aşağılayan birinin eğitimli modern bir Avrupalıyla aynı masada kendine yer bulması imkansız. 

   Eğitimli modern seküler Türklerin artık kendilerini sevmeyi saymayı öğrenmeleri, dolduramadıkları o boşluğun "toptan başkası gibi olmak"la ilgili olduğunu nihayet anlamaları, önyargıları düşmanlıkları bir kenara bırakıp, dünyaya kendi gözleriyle bakmaları gerekiyor.