Demokrasinin giderek bozulduğu, şekilsel ve çoğunlukçu bir totalitarizme dönüştüğü Türkiye, demokrasi konusunda yoğun bir öğrenme sürecinden geçiyor. Malum, "öğrenmek" dediğimiz edimin en sahici ve sağlam olan türü, özdeneyimlerle öğrenmektir. Dünyaya açık bir yer olmasına rağmen, dünyayla değil kendikendisiyle ilgilenmekten dünyayı göremeyen bir yer olan Türkiye, bu çok önemli özdeneyimle meşgulken, sadece Türkiye'de değil dünyada da bir demokrasi erozyonu yaşandığını pek görmüyor. Tabii buradan hareketle -resmen hasta!- islamcıların "aklına" uyup, "Eh bak, Avrupa'daki Demokrasi de bozuluyormuş, daha ne şikayet ediyorsunuz?" demeyeceğiz. (Bu cümleyi de buraya, İslamcılığın bir akıl/ruh hastalığı olduğunu yeniden göstermek ihrtiyacı duyduğumdan yazdım)
Demokrasinin krizinde dikkat çeken konular, "demokratik kararlar"ın, yani -şimdi anlaşıldığı şekliyle- çoğunluk tarafından alınan kararların "sağduyulu olup olmadığı", hatta bazen "cezai ehliyetinin olup olmadığı" tartışılır noktaya iyice yaklaşmış durumda. Bu tip "demokratik" konuların başında, (en azından benim 2007'den beri yazıp durduğum haliyle) "ekonomi demokrasisi" geliyor -ki, demokrasilerin kanseri "yolsuzluk" sorunuyla da doğrudan ilgilidir. Kamu Malı'nın kullanılması ve halkın ortak kullanımına sunulması olayı. İhaleleri, iktidara gelenin "götürdüğü" kamu malı düzeni. Yöneticiler nasıl oyla seçiliyorsa, yatırımların biçimi ve dağıtımı da, onu kullanacak yerel/ulusal halk tarafından belirlenmelidir. Gezi Devrimi, geleceğin Katılımcı Demokrasi'sinin bu önemli ilkesini, tüm "muhafazakar" kafalara çakmıştır. Bunu şimdi herkes, en azından öğrenmiş bulunuyor -böyle bir ilke var ve gelecekte uygulanacaktır.
Sorun sadece bu değil elbette. Ondan daha önemli olan, "Hukuk Devleti" ilkesi var. Bu ilke Türkiye'de erozyona uğramak bir yana, alenen yıkılmıştır. Dünyada da bir hukuk erozyonu söz konusu. Tabii burada kolaya kaçıp, konuyu "tarafsız hukuk yoktur" lafazanlığında boğmak da mümkün. Lafazanlığı İslamcılara bırakıp, onlarla aramızdaki çok açık ve net çizgimizi koyuyoruz: Özgürlükçülük. Bu ilke ile, İslamcıların koyunist laf cambazlıklarını iyot gibi ortaya çıkarmak mümkündür. O halde, 2008'den itibaren bin kere söylediğim ilkeye, 'Özgürlükçülük' ilkesini de ekliyorum. O zaman bu ilke şöyle detaylanmaktadır:
Her zaman ödünsüz bir şekilde insani/evrensel değerleri savunmak, dürüst olmak ve özgürlükçü olmak.
Demokrasinin katılımcı yanının, "Neoliberal Post-Demokrasi"lerde tamamen iptal edilip, herşeyin sandığa ve mecliste boşboş konuşmaya indirgendiğini biliyoruz. Türkiye, bu konuda "örnek ülke" konumunda. Aynı şekilde insan-hakları, ondan daha önemlisi: İnsan Haysiyeti, kolaylıkla çiğnenebiliyor. Türkiye'de Başbakan'ın alenen Halkın bir kısmına "Çapulcular" demesi, hem tarihe hem de siyasi literatüre geçti. Basın Özgürlüğü konusu ise herkesin nalumu. Türkiye'de bu konuların çok aleni ve belirgin bir şekilde bozuluşu, şekilsel demokrasinin -en azından Türkiye özelindeki- krizini anlamayı kolaylaştırıyor.
Ama Türkiye'de neredeyse hiç konuşulmayan, finans çevrelerinin demokrasi (ve tabii sosyal yapı) üzerindeki bozucu etkisi. İktidar politikacılarının bazen makul aklın sınırlarını zorlayan sözlerini yorumlamaktan vakit kaldığı ölçüde, Türkiye'de borçlar sorununun, kredi kartı uygulamalarının vd. anvak lafazanlıktan zaman kaldığı zaman basında yer aldığı görülüyor. "Sıcak Para" deyip geçilen konunun, demokrasinin totaliterleşmesinde oynadığı rol de konuşulmalı. Bu konu, finans piyasalarındaki çöküşün hemen ardından, hem Avrupa'da hem de Amerika'da gündeme gelen konuydu. Amerikan Hükümeti (ve sonra Avrupa), "kurtarmak için" trilyonlarca Doları özel bankalara verirken, o paraların sahibi halka sormadılar. Bu paraların ne olduğu bilinmiyor ve halka geri ödenmeleri mümkün değil!
Sadece Türkiye'de değil, Dünyada da üzerinde durulan diğer konu, demokratik kurumlardan bir çoğunun tartışmalı hale gelmesidir. Sol cenahtaki politikacıların "Katılımcı Demokrasi" dedikleri, benim "Doğrudan demokrasi + Parlamenter Demokrasi" diye özellikle iki ağırlık noktasını belirtme ihtiyacı duyduğum "Yeni Demokrasi", ve onun garantörü rolündeki "Partilerüstü Gezi Hareketi" tipi mobil/canlı halk hareketleri tipolojisi, Türkiye'de doğdu ve önümüzdeki süreçte belli bir kurumsallaşmaya da gidecektir. Dünyanın Haziran ayında işini-gücünü bırakıp gece-gündüz Türkiye'yi izlemesinin nedeni, demokrasinin yeni türü konusunda burada bir nüve görmesindendir. Bu konuda, ahmaklık katsayısı yüksek İslamcıların da önemli negatif-katkısı olmuştur elbette.
Kitleler/Halklar, demokrasinin yeni bir mertebesine, daha adil ve daha medeni bir türüne geçişi talep ediyorlar. Gezi Hareketine Dünyanın şaşırtıcı ilgisi de bu nedenleydi. Sabahın dördünde, Gezi'den haber bekleyen yabancı dostlarımdan biri, dünyanın öbür ucundan, açıkça, "Gezi bizim umudumuz" dedi.
Demokrasinin bir değil birkaç krizi birden yaşanıyor ve dünyadan buraya bakan insanları da düşünerek, dünyaya bakmakta fayda var. Aslında, bir ayrışma yaşanıyor. Her türden Muhafazakarlar tarafından savunulan bir "Eski Demokrasi" var, bir de bu eski demokrasiden kopup ileriye doğru yürüyen ve artık gençler kadar yaşlılar tarafından da istenen "Yeni Demokrasi." Kuşaklar arasındaki kopuş, Türkiye'de sancılı olmuyor, çünkü hayatları ezilerek geçmiş Sol eğilimli yaşlılar da çocuklarının yanında duruyorlar. Muhafazakarların çocukları ise, çok küçük bir yaygaracı grup dışında, "Yeni Demokrasi"ye yaraftar veya merakla bekliyor. Ekonomik Demokrasi, Doğa/Hayvan Hakları Demokrasisi, Eğitimin dünya ile uyumlu kalitede olmasından doğan Eğitim Demokrasisi, bütün bu konular, Yeni Demokrasi'nin konu yelpazesinde. İklimleri etkileyen Endüstri/Finans (kısacası Kapitalist Sistem) konularında uygulanacak Demokrasi (Bu konuda şehir yönetimlerinin daha da özerkleşmekte olduğu günümüzde, Dünya Şehirlerleri Birliği'nin iklimsel bozulma konusunda devletlerden daha başarılı ve hızlı yöntemler geliştirdiklerini burada yazmıştım).
2008'den itibaren etkimeye başlayan ve Türkiye'de en az 30 yıl boyunca tam anlamıyla etki gösterecek olan yeni konjonktürün "Sol" bir konjonktür olduğunu yineleyelim. Bu vesileyle açıktan söylenmesi gereken de şudur: Kapitalist sistemin belirlediği ve Dünyadaki yaşam koşullarını ortadan kaldırmakta olan Kapitalist Yaşam Biçimini, (yeni bir tür) 'Refah' kalitesinden asla taviz vermeden akıllı bir biçimde değiştirmek. Türkiye Tarihinin en vahşi kapitalizminin sahibi/koruyucusu/muhafazakarı "Müslümanlar"dan kurtulmak, bu yolda Türkiye'de atılacak en önemli adım olacaktır. Dünyadaki durum biraz daha karmaşıktır. Demokrasinin krizi, aslında Politika'nın da krizidir. İşlevi olmayan ve gelecekte daha da gereksiz olan siyasi kurumları saysak, oldukça büyük bir yekün tutar.
Eskiden Solcuların çok kullandığı, Türkiye'de İslamcıların Solculardan çaldığı "Darbeeğ" çığırtkanlığı ve darbenin sadece askerler tarafından değil, Berlusconi, Zapatero, Erdoğan tarafından da -sivil formatta- yapılabileceği gerçeği, artık Avrupalı entelektüel çevrelerin de gündeminde. Konu beş yıl kadar önce Doğu Avrupa'da da tartışılmıştı. Özel bankaları halkın parasıyla kurtarmak, bunun için bilmem ne komisyonları kurmak, hatta Yunanistan'ı bu yöntemle kurtarırken halka hiç sormamak, demokrasinin neresinde? Bunu geçen yıl Avrupa Basınında bol bol sorup bol bol yanıtladılar, ama kimse Türkiye'deki gibi sokağa inmedi, belki kaynama derecesine daha var orada.
Aslında sorun, "Demokrasinin krizi" değil, "Demokrasinin ilgası." Hele Türkiye'de bu rahatlıkla söylenebilir. Neoliberalizm, Sosyalist Blok yaşarken Batı Dünyasında kazanılmış hakların geri alınması ve sosyal devletin de acımadan yıkılmasıdır. Bunun sonucu, derin sosyal sorunlar oldu. Herşeyi özelleştirmek, kimliklerin de özelleşmesini beraberinde getirdi. Kürt sorunundan "Müslüman kimlik" sorununa kadar, hepsinin neoliberalizmle ve onun toplumu ufalayıcı etkisiyle ilgisi var. Sorunların sosyo-ekonomisini konuşmayan (ve malesef bilmeyen) havanda su dövmeye meraklı köşe yazarı esnafının etkisizliği ve çaresizliği de bu yüzden.
1968'deki gençlik hareketleri, 1970'li yıllarda tüm dünyada yeni aşamalara geçip mesela çevre bilincini yükseltirken, Türkiye, gençlerini öldürüp hapsetmekle meşguldü. Kendi küçük kafasının almadığı hiçbirşeye izin vermeyen Türk Muhafazakarlığının direncini Gezi Hareketi kırmıştır. 1968'den sonra Solcu gençlere yapılan onca eziyete rağmen Avrupa'da nasıl yeni bir dönem başladıysa, Türkiye'de de başlayacaktır ve 1968 öncesinde Avrupa'ya hakim eski usul muhafazakar kafa nasıl değişmek zorunda kaldıysa, Türkiye'deki de değişecektir -doğanın yasasıdır. 1968 sonrasında Avrupa'daki değişimin nasıl olduğuna bakarak, burada da Gezi sonrasında nasıl bir değişim yaşanacağını tahmin etmek mümkün.
1968'lilere karşı Avrupa ülkelerinin gizli servislerinden tutun da polisine jandarmasına kadar her "araç" kullanıldı, her yol denendi. Orada gençler, Vietnam savaşına karşı çıkarak, kendi ülkelerinde de mesela Havaalanı yapımına karşı çıkarak başlamışlardı, daha sonra atom reaktörlerinin yapımına karşı çıktılar. Katılımcı demokrasiyi savundular, yöneticilerin dönüşümlü iktidarına taraftılar, seçilecek adayların partilerin değil halkın belirlediği kişiler olmasını istediler, homofobik yaklaşımlarla mücadele ettiler, kadını küçümseyen yaklaşımlarla mücadele ettiler (hatta bu aşamada sağlam bir kadın hareketi doğdu), yeni yaşam biçimleri denediler, ırkçılık/faşizm karşıtı yaklaşımların dünyada kurumsallaşması ve öyle kalması için ciddi katkıda bulundular. Gezi Hareketi'nin bir ay içinde sergilediği yaklaşımlara bakarak, 68'lilerden da fazlası olduğunu biliyoruz. Şimdi bunların bilincinde olup, birçok şeyi konuşmak ve böylece geleceğe hazırlanmak gerekiyor, -zira Türkiye'nin geleceği Gezi-Kuşağına ve onların çocuklarına emanet edilecek, Türkiye'yi belki 30 yıl onlar yönetecek.