Yerli neoliberallerin geleceği hakkında dost sohbetleri

AKP'nin kapatılması için açılan dava, Türkiye'nin geleceği hakkında çok önemli (sancılı) işaretler taşıyor. Neoliberalizmin yeni elitleri, cumhurbaşkanlığı seçimiyle başlayan süreçte insanların neden bu kadar derinden kederlenip böylesi aşırı duygusal tepkiler verdiklerini anlayamıyorlar. Bunu anlamasalar bile hissetmeleri gerekmekteydi. Sosyal barışın sürdürülüp güçlendirilmesi için bu önemliydi.

Son gelişmelerin de dayatmasıyla Türkiye'nin yeni döneme uyum sağlamak üzere kendine özgü yeni bir yola girdiği görülüyor. Bu zaten beklenmekteydi. Dönemin parametrelerine uygundu. Fakat iktidarın inanılmaz ölçülerdeki 'uzlaşmaz', ve dediğim dedikçi tavrı nedeniyle maalesef sancılı/yasaklı bir mecrada ilerleme tehlikesi içermektedir. (İhtimal çok yüksek). Dünyadaki totaliterleşmenin global anlamdaki ilk sorumlusu, bir sonraki yazımızın konusu olan 'Neoliberalizmin demokrasiyi katli'dir. Ama yerel bazda, iktidar partisi, hatalarıyla -yeni mecranın- ilk sorumlusu olmuştur. Devletler, önümüzdeki dönemde totalitarizme yatkın eğilimler göstereceklerdir. Artik iyice belirginleştiği üzere bir postdemokraside yaşıyoruz ve demokrasinin bugünkü haliyle geleceğin varoluşsal sorunlarıyla başa çıkabilme ihtimali -hele bu iktidarla- sıfıra yakındır. Geleceğin yeni kalitesine uygun kurumsal değişikliklerin uzlaşıyla yapılması için dürüst/duyarlı (ama hepsinden önce, 'stratejik düşünebilen', 'akıllı', 'ufku olan') bir tavır gerekmekteydi. Tabii bu AKP'den imkansızı istemek/beklemek gibi birşeydi (AKP o şansa gene de sahip olmuştur ve tabii doğru tavrı maalesef benimseyememiştir). AKP'nin yanlış bir tavır benimsemesinde kuşkusuz CHP'nin de önemli payı vardır. Ufuksuzluk konusunda CHP AKP'yle yarışmaktadır (ve AKP'yi birçok konuda geçmektedir!) Bütün bu gerginliklerin önüne geçilebilirdi ve yeni döneme uygun değişim, yeni bir tip refah/adalet dönemine çevirebilirdi. Bu fırsat en azından kısa vadede kaçmış görünüyor.

Ülke buna rağmen yavaş yavaş ruh sağlığını yeniden kazanıyor. Bunu, gazete manşetlerinden de anlıyoruz: Üç yıl içinde yüzde 38 artan gıda fiyatları nedeniyle yaklaşık yüz milyon insanın açlıkla karşı karşıya olduğu gibi herkesi ilgilendiren haberler, nihayet Türkiye'de yeniden ilk haber olarak veriliyor. (Milliyet vd.) Açlık sorunu o kadar tehlikeli sosyal gelişmelere yol açabilir ki, şimdiye kadarki tüm sosyal sorunları gölgede bırakabilir. Konunun geçtiğimiz günlerde IMF-Dünya Bankası toplantılarında bile hararetle tartışılmasına hiç şaşmamalı. Türkiye'nin aynı ölçüde tehlikeli bir kuraklık (ve daha acil bir 'cari açık') sorunu olmasına rağmen, ülkenin geleceğini ilgilendiren böyle tehlikeli sosyo-ekonomik konular, iktidarın “demokrasi” mücadelesinde (yani 'partisini kapattırmama' mücadelesinde) herhangi bir yer tutmuyor. (Zaten Müslüman ve eski Solcu neoliberaller için demokrasi, valeybola benzer ekonomi ötesi sosyal/medyatik enternasyonal bir laf sporudur)

Neoliberalizmi eleştirenlerin sayısı hızla artıyor, bu sevindirici bir gelişme. Ancak, neoliberalizmin yani Yeni Dünya Düzeni'nin (YDD) Türkiye'de kimler tarafından sahiplenildiğini ve neoliberalizmin siyasi destekçilerinin kimler olduğunu da açıkça göstermek gerekiyor. AKP ve kendine 'Liberaller' diyen eski Solcu (yeni sağcı) sistem taşrasının ortalama aydınları, Türkiye'deki neoliberalizmin siyasi temsilcileridir. Tıpkı Amerika'da olduğu gibi “dindar/yenimuhafazakar” (yani 'neo con') bir iktidar ve onları destekleyen eski Solcu (ABD'de 'eski Troçkist') “vahşi piyasa için demokrasi” heveslisi neopopülistlerden oluşmaktadır. Neoliberallerin pembe hayallerine göre, Kıyamet bile kopsa, “ideal” (kapitalist) demokrasiye sadık kalınmalı ve kalle kuyusuna da demokrat-demokrat gidilmelidir. Zaten Kıyamet, ancak demokratik ilkeler dahilinde, demokrasilerde çoğunluk kuralına bağlı kalarak koparsa kabul edilebilir, yoksa kabul edilemez! Norbert Trenkle'nin deyimiyle 'modern değerler fundamentalizmi', neoliberallerin en belirgin özelliklerinden biridir.

Yerli neoliberallerin akıbeti, herkesin ilgisini çekiyor. Bu konuda muhtelif senaryolar var. Ülkeler astrolojisi konusunda yetkin dostlarımızın işaret ettikleri üzere, 2008 Şubatında başlayıp 2024'te sona erecek olan yeni dönemin (onların deyimiyle: 'Pluto Oğlak burcunda' devri) Türkiye'deki yansıması, ABD ve Türkiye'deki neoliberizm temsilcilerinin benzerliği açısından 'şaşırtıcı'dır. Yeni dönemin karakteristik özelliği, 'kapitalist sistemin -geri dönüşsüz bir şekilde- değişmesi' (aşılması) olduğundan, bu benzerlik onlara çok önemli gelmiş olmalıdır. Onbeş yıllık sürecin bütününe ışık tutacak ölçüde yoğunlaştırılmış altı aylık ilk dönemde, sürecin Türkiye'ye özgü kalitesini de belli etme ihtimali yüksektir. Buradan çıkan ilk işaret, YDD'nin Türkiye'deki siyasi temsilcisi AKP'nin bu süre zarfında tamamen ortadan kalkma olasılığının kesine yakın oluşudur. Tahminler doğru çıkar da AKP altı ay içinde kapatılırsa, Türkiye'de YDD düzeninin bizzat devlet tarafından en az on-onbeş yıllık bir süreç içinde ortadan kaldırılabileceğini ve süreç içinde (devletin devamlılığı ilkesine göre) tıpkı Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişi gibi, o geçişi gerçekleştiren kesimlerin de değişimiyle kendi kendini değiştireceğini söyleyebiliriz. Ama daha önce, kendi içinde bazı hesaplaşmalara gitmesi mümkün görünmektedir. Eğer AKP yasaklanmazsa, ortadan kalkışı daha uzun ve karmaşık bir süreçte gerçekleşecek, fakat değişim konusunda halk desteği çok güçlü olabilecektir. Ve bu süreçte 'Amerikancı muhafazakarlar' hiç ummadıkları biçimde halk tarafından terkedileceklerdir. (Hatta dostlarımızın tahminlerini kendimizce yorumlayacak olursak, önderlerinin Türkiye'yi terketmek zorunda kalacakları dahi olasılık dahilindedir. Neoliberallerin Amerika'daki Bush vd. Amerikalı hemdaşlarının bu süre içinde yargılanmaları, daha yüksek bir ihtimaldir.)

Konuya “sadece” siyasi açıdan bakacak olursak, 'Türkiye'deki Pluto geçişinin, 2008'den önce de önemli sinyaller verdiğini söyleyebiliriz.' Bu sinyallerden kuşkusuz en belirgin olanı, Menderes-Demirel-Özal-Erdoğan çizgisinde ifadesini bulan 60 yıllık 'Amerikancı muhafazakarlar' devrinin, kararlı/sistemli/düzenli bir şekilde -geri dönüşü olmaksızın- sona ermekte olduğu konusunda ani bitişlere özgü bir yol izlemesidir. Totaliter (ilkmodernleşmeci) Jöntürk çizgisinin iflası ve 2007'deki ani bitişinden farklı olarak, neoliberalizmin Türkiye'deki siyasi izdüşümü AKP'nin bitişi çok daha kesin olacak gibi görünmektedir. İşin ilginç yanı, neoliberalizmin kesin yenilgisinin ardından, siyasi söylem gücüyle klasik islamcı popülizmin, pragmatizmin ve din sömürüsünün, halkı etkileyemeyeceği tahminidir. Bunun nedeni, para/kâr/faiz konusunun temel mesele/parametre olduğunun halk tarafından anlaşılması olacaktır. Halk, dünya faiz şampiyonluğu ile Müslümanlığın nasıl bağdaştırılabildiğini ve muhafazakar/“Müslüman” politikacıların nasıl olup da bu kadar paracı olabildiğinin hesabını soracaktır. Zaten önümüzdeki dönemde, siyasetin, -özünde- bir ahlak/ruh sorunu haline geldiği ve bunun ölçütünün de 'türban' değil 'para/kâr/çıkar' karşısındaki tutum olduğu, başta dindarlar olmak koşuluyla, herkes tarafından kavranacak (hatırlanacaktır).

Son 60 yılda iyice anlaşıldığı üzere, Amerikancı muhafazakar elitin özelliği, sadece PARA ELİTİ olmasıdır. Neoliberalizme özgü bu yeni “elit” türünün son biçimi, kültürsüz/zevksiz olduğundan, kendisini elitten saymama lüksüne de sahiptir ve bu tür konuları dışarıya anlatmak konusunda da eski Solcu "Liberal" aydınlardan “teorik yardım” (yani kavram karartmaca yardımı) almaktadır. (Zaten o aydınlar da olmasa, dünyanın en sığ elitlerinden olduğu dünya kamuoyunda hemen anlaşılır. Nitekim, son türban “tartışması” vesilesiyle, bu gerçeği kendileri bile anlamışlardır)

Yeni para elitinin özgür kadından ödü kopmaktadır ve sarışın mini etekli güzel kadınların söylediği aptalca sözlerden bile ürkmektedir. Özgür/özgüvenli/dişi kadınları derhal “öteki” ilan edip kendi kadınlarından ayırmakta, kendi kadınlarını da böylece onların şerrinden “korumaktadır”. Tabii kadim gerçek şudur: Bu dünyada her insan, -kadın veya erkek- kendi nefsinden/namusundan/hayatından sorumludur. Kendi namusunu başkasının bedeni/örtüsü/vs. üzerinden tarif etmek de kimsenin haddi değildir.

Yeni elitler, eski Anadolu (ve Türk) kadınlığının özgür ruhunun kendi kadınlarına bulaşmasından, hastalık derecesinde korkmaktadırlar. Göstergelerden anlaşıldığı kadarıyla, süreç içinde kendi kadınlarına da yenileceklerdir. Zira yeni dönemin ardından başlayacak uzun barış devrinde kadınlar ve onların kadınsı/dişi değerleri büyük önem taşıyacaktır. Özgür kadından bu kadar korkan elit bir çevrenin gelecekte (değil önemli bir rol oynamak), bu haliyle değişmeden varlığını sürdürebilmesi bile zordur. Engin gönüllü, ince ruhlu, özgür, nefsine hakim, özgüvenli, dişiliğinin bilincinde, iffetli ve akıllı kadınlar, güzelliğin/kültürün/estetiğin/barışın gelecekteki teminatıdır.

Demokrat olmanın dayanılmaz hafifliği ve çoğunluk sorunu

I.

Soğuk Savaş'tan sonra ciddiye alınabilecek bütün siyasi akımlar ve ülkeler kendini demokrat ilan etti. Günümüz dünyasında demokratlık, eğitimli her iyi aile çocuğunun sahip olması gereken birkaç meziyetten biri sayılıyor. Eskinin sosyalist bloğunda yaşayan neredeyse her eğitimli kişinin sosyalist olmasına benzer bir durumla karşı karşıyayız. En çok kullanılan adıyla 'Liberal Demokrasi', tıpkı sosyalist ülkelerdeki 'Halk Demokrasisi' gibi, tartışmasız en iyi yönetim biçimi sayılıyor, hemen her konuda referans alınıyor ve asla eleştiril(e)miyor. Buraya kadarı kısmen anlaşılabilir bir durum. “Alternatifsiz” sayılan ve genel sosyal/siyasal kültürünü “tekçi/homojen” bir zihniyet üzerine inşa etmiş -kapitalizm kökenli- her sistemde/düzende olabilecek bir şey. Nitekim elimizde kapı gibi bir ‘Halk Demokrasisi’ örneği var. Anlaşılması hiç mümkün olmayan şey ise, -özellikle sistemin çevre ülkelerinin şabloncu demokrat aydınları tarafından- “demokrasi”nin (?) hiçbir şekilde sorgulanmayıp tartışmasız en mükemmel! “kapitalizm ötesi sistem”, muamelesi görmesi.

‘Halk Demokrasisi’ni eleştirmek çok daha kolaydı, çünkü karşısında ‘Liberal Demokrasi’ diye adlandırılan, yaşayan bir alternatif demokrasi vardı. Günümüzde bütün dünya “Demokrasi” ile yönetildiğinden, sadece içi boş, kuru bir kutsal “Demokrasi” terimi var ortada. O “Demokrasi”ye yöneltilen en ufak bir eleştiri bile, neoliberal sistemin “Demokrat” aparatçikleri tarafından anında “anti-demokratik”likle suçlanabiliyor. Neoliberal Demokrasi’yi fanatiklik derecesinde sahiplenen ve buna “Sol/özgürlük” gibi anlamlar da yüklemeye kalkan şabloncu/statükocu ‘reel demokrat’ tavrını -Franz Schandel’in deyimiyle- ‘Demokrasicilik’ diye adlandırabiliriz. Bu grup, kapitalizmi (ve sorunlarını) ağızlarına almayıp, bozulan demokrasiyi eleştirerek ve “modern değerler” fundamentalisti bir tavırla iyi demokratlar olunabileceğini sanan, ama etkilerinin buna rağmen neden azaldığını bir türlü anlayamayan ortalama/taşra aydınlarından oluşuyor. Artık herkesin iyice anladığı üzere: Yaşanan demokrat enflasyonuna rağmen, dünya, Soğuk Savaş döneminden çok daha adaletsiz, çok daha güvensiz, çok daha derin gelir uçurumuna sahip, çok daha derin fakirliğin yaşandığı ve sistemin neden olduğu küresel ısınma üzerinden geleceği kararmak üzere olan bir yer haline gelmiştir. Ve dünyayı mahvedenlerin hepsi “sapına kadar demokrat”tır.
Dolar krizi ve ABD'de resesyon beklentilerinin ekonomistlerin uykularını kaçırdığı bir dönemde, 40 milyar Dolar cari açığa sahip bir ülkede de elbette demokrasi konuşulmasının zamanıydı ve konuşulmaktadır.

Çağdaş demokrasi, -sistem dahilinde- kendi sorunlarını artık çözemeyen çağdaş kapitalizmin siyasi ifadesidir. Tüm dünyada kapitalizm bozulurken demokrasilerin düzelmeyeceği açıktır. Yani bozulan demokrasileri eleştirmek marifet değildir. İdeal bir demokrasiyi (?) esas alarak bozulan demokrasileri eleştirenler, yakında eleştirecek çok daha fazla şey bulacaklardır ama etkileri çok daha azalacak, mizah malzemesi olacaklardır. Kapitalizmle birlikte demokrasi de önemli ölçüde değişecektir ve yerel/özgün demokrasiler artacaktır. (Hatta adları demokrasi bile olmayabilir) Ama bu yeni durum, mutlaka daha az özgürlük, daha az refah, daha az adalet anlamına gelmeyecektir. Demokrasici aparatçiklere göre bir ülkede refah –günümüz terminolojisi ve dar düşünce kalıpları dahilinde- sadece (neoliberal) demokrasi ile varolabilir. Bu nedenle, demokrasicilerin küçük dünyasında, “Demokrasi” (yani kapitalizm) olmadan ne refah, ne özgürlük, ne de adaletten söz edilebilir.

Bugünkü anlamda Demokrasi ve kapitalizm, birleşik kaplardır. Demokrasi konusu da hanidir, o eski şablonlarla konuşulamayacak kadar anlam kaymasına uğramıştır. Demokrasi kavramının içi tehlikeli bir şekilde boşalmıştır. Parti kapatma davası konusu ile iyice anlaşıldığı üzere, demokrasinin sorunlarını geleceğe doğru sağlıklı bir şekilde aşabilmek için, sistemin kendi sınırları dahilinde konuşmakla yetinmemek gerekmektedir. Yani demokrasiyi ilgilendiren konulardan bahsederken, kendimizi demokrasinin tıkanan şablonlarına/kurallarına hapsetmek yerine, demokrasinin (yani kapitalizmin) sorunlarını/zayıflıklarını da gözönünde bulunduran bir yaklaşım benimsemek çok daha sağlıklı olacaktır. (Burada, her konuda, eski Sol'un eziliyoruz/büzülüyoruz edebiyatını güncellemek değildir söz konusu olan)

Reel (neoliberal) kapitalist sistem, dünyayı yaşanmaz hale getirerek istisnasız herkesi vurmaktadır. Böyle özel bir durumda önemli olan, gereğinde popülizm ötesi çok önemli/radikal kararlar alıp uygulayarak halkın/ülkenin en az zararla yeni döneme adapte olmasını sağlayacak yaratıcı/akıllı bir yönetim ve ortak akıl kurmaktır. Bir yandan halkın/ülkenin bütün eski taahhütlerini yerine getirmeye azami çaba göstermek, kesinlikle içine kapanmamak, (Çinlilerin, Hintlilerin yaptığı gibi) yeni bir kültür havzası oluşturarak birlikte yaşamanın ve hareket etmenin bölgesel temellerini güçlendirmek, gelecek ufkunu/umudu daraltan eski (kapitalist/demokrat) şablonlara takılmamak, halkı postkapitalist yeni döneme geçişe hazırlamak ve -ayrım yapmadan- bütün halkın/insanlığın bekaasının söz konusu olduğunu asla unutmamak, çok önemlidir.

II.

'Çağdaş Demokrasi' veya Colin Crouch'un doğru tarifiyle 'Neoliberal Postdemokrasi' ('Post-Democracy' Oxford 2004), sallantıdaki kapitalist sistemin son siyasi biçimidir ve kapitalizmden hiç söz etmeden üst perdeden demokrasi havariliği yapmak, adını anmadan neoliberal kapitalizmi savunmanın en sonuncu biçimidir. Bir tür entelektüel şapka-tavşan numarasıdır. Nasıl işlediği anlaşıldıkça, seyircisi de azalmaktadır. Yeni Dünya Düzeni ve kısa Amerikan çağının kapanacağı konusunda dünyada hemen herkes hemfikirken, onun Türkiye'deki 60 yıllık izdüşümü 'Amerikancı muhafazakar iktidarlar' devrinin aynen devam edeceğine inanmak için, sahiden saf veya onlara taraf olmak gerekmektedir. Amerikancı muhafazakar çizgi (ve onun son biçimi “Amerikancı ılımlı İslam”) öyle veya böyle, birzamanların Sovyetçi sosyalizmi gibi buharlaşacaktır. Şimdi asıl konu, muhafazakarlar devrinin ardından başlayacak yeni dönemde başat rol oynayacak Yeni Siyaset'in -ki Sol yanı ağır basacaktır- nasıl şekilleneceğidir ve yeni döneme geçişin en sancısız nasıl olacağıdır. (Yasaklı mı yasaksız mı, uzlaşarak mı çatışarak mı) Demokrasideki bozulma, düşünen/hisseden herkesi endişelendirmelidir. Çünkü demokrasi, bu süreçte en azından teknik olarak, son derece önemli bir yönetim türü/tarzı olmaya devam etmektedir. Demokrasi ne yazık ki, olumlu yanlarına mutlaka sahip çıkılması gerekirken, bir taraftan da mutlaka/cidden gözden geçirilmesi gereken bir sistem haline gelmiştir.

Dünyanın her yerinde kabul gören evrensel bir demokrasi tarifi olmamasına rağmen, demokrasi, günümüz sosyal ve siyasal hayatının bütün olumlu referanslarının sahibi sayılıyor. Antik Yunanda demokrasi, köle sahiplerinin kendi aralarındaki eşitliği esas alan bir demokrasiydi. Oradan, liberal kapitalizmin (milli ekonomi) siyasi biçimi olan demokrasiye ve kooperatist devlet kapitalizminin 'Halk Demokrasisi'ne, nihayet neoliberal kapitalizmin (global ekonomi) siyasi biçimi postdemokrasiye gelindi. Bütün dünyanın “Demokrasi” ile yönetildiği günümüzde, ‘Demokrasilerde parti kapatılıp kapatılamayacağı’ gibi soruları/sorunları çözmek için yürütülen tartışmalarda, herkesin kabul edebileceği bir sonuca varmak için, demokrasi tariflerinden/normlarından birinin herkes tarafından kabul edilmesi gerekir. Tek bir demokrasi tarifinde uzlaşılamazsa -ki uzlaşılamamaktadır- ancak; 'kimin kime göre daha demokrat (ve haklı)' olduğu türünden yuvarlak sonuçlara varılabilir. Böyle sonuçlar en az iki ‘eşit ölçüde haklı'nın ortaya çıkmasıyla sonuçlanacaktır, çünkü demokrasinin evrensel bir tarifi yoktur. Yani iki tarafı da tatmin eden bir sonuç çıkmaz. (Veya kim güçlüyse onun tarifi kazanır)

Günümüz dünyasında bu tip konularda kalıcı sonuçlar alabilmenin ve ilerleyebilmenin baş koşulu, sorunlara, o 'tartışılamaz' demokrasinin kendi iç sorunlarını da gözönünde bulundurarak yaklaşmaktır artık. Ancak o zaman, demokrasinin muğlak sınırları içinde çözümsüzlük yerine, (demokrasinin sınırlarını aşan) özgürlükçü/eşitlikçi çözümlere ulaşmak kolaylaşacaktır.
Demokrasinin sorunlarını bir tek yazıya sığdırmak mümkün olmadığından (çünkü çok fazla!) gündemi en çok meşgul eden 'demokrasilerde çoğunluk sorunu'ndan söz etmekle yetineceğiz.
Tek önemli ortak paydası 'çoğunluk' kuralı olan demokrasilerde, özgürlük ve eşitlik kalitesi bile 'çoğunluk' faktöründen bağımsızdır. Roberto Bobbio'nun dikkat çektiği üzere 'çoğunluk' kuralı, karar almak için yönetime bazı teknik kolaylıklar sağlasa da mutlaka adil ve eşitlikçi olmak zorunda değildir -Bu da demokrasinin temel sorunlarından biridir. (‘An den Grenzen der Mehrheitsdemokratie’ Opladen 1984)

Örnek olarak: Eğer bir ülkede, demokratik kurallara göre, altmış yıldan beri, demokratik yelpazenin -istisnalar dışında- sadece 'muhafazakar' kesimi iktidar olmuşsa, 'diğer' kesimi (hangi nedenle olursa olsun) altmış yıldır iktidar olamamış demektir. Durum son derece demokratiktir ama adil (ve eşitlikçi) midir? Moritz Nauer'in deyimiyle, 'çoğunluk kararları, toplamı sıfır olan hesaplardır.' ('Beitrag zu einer modernen Demokratiekritik' Zürich 2007) Seçimlerde, seçime katılan iki partiden/kesimden biri kazanmışsa bu, diğerinin kaybettiği anlamına gelir. Altmış yıl boyunca seçim kaybeden bir kesim varsa, Nauer'in deyimiyle 'çoğunluk pransibi orada toplumsal sorunları/çatışmaları çözemez.' Altmış yıl boyunca aynı kesimi demokratik yollardan iktidar olmuş bir ülkede adalet duygusu sarsılır ve karşılıklı güven kaybı olur ve –bir vesileyle- kesimler birbirinden kopabilir. Gelişme, çağdaş demokrasinin kurallarına harfiyyen uygundur ama insanın eşitlik ve adalet duygusuna aykırıdır. Nauer'e göre, 'Böylesine tecavüze uğramış bir azınlık, buna çeşitli şekillerde reaksiyon gösterir.' (Örneğin o da bürokrasi üzerinden iktidarlara altmış yıl boyunca ortak olur) Hele iktidarın semtine bile uğrayamayan bir azınlık haline gelmişse, şiddet de kullanabilir. Bu yöntemlerin elbette demokrasiyle alakası yoktur ama o azınlık içinde adalet ve eşitlik duygusunun -psikolojik anlamda da olsa- sağlanabilmesi için maalesef başvurulan yöntemlerdendir. İktidardaki daimi çoğunluk demokratik yollar kullanırken, daimi azınlık da “demokrasinin kitabına uygun” (veya anti-demokratik) yollara başvurur. Kesin çözüm, azınlıkların da mutlaka iktidara ortak olmasıdır. Daha kesin çözüm ise, uzun vadede azınlık/çoğunluk ayrımını kaldırarak, kişinin kesimine/kökenine/oyuna bakmadan yeteneğine göre siyasi iktidarda yer almalasını sağlayacak bir mekanizma kurmaktır. (Osmanlı devrinde böyle bir mekanizma vardı) Bu yol, demokrasiyi, sorunlarını aşarak geleceğe taşıyacak en iyi ve güvenli yoldur.

Çoğunlukla azınlığın kamplaşması durumunda, gerginliği/sorunu çözmenin üç yolu vardır. En hızlısı birincisidir: İktidardaki daimi çoğunluğun, azınlığın bürokrasi üzerinden ademokratik temsilini kabullenmesi ve bürokrasiyi de azınlığın fikirsel kontrolünden çıkarmaya, ülkenin bu garip özgün dengesini değiştirmeye çalışmamaktır. Bu konuda kritik bir eşiğin aşılması durumunda, azınlığın buna 'çeşitli şekillerde reaksiyon' göstereceği, demokrasi-dışı yöntemlere dahi başvurabileceği, tecrübelerle sabittir. Birinci yol çözüm değildir, sadece statükonun sorunsuz sürmesini sağlar. İkincisi, iki kesimin büyük koalisyonununu kurmak dahil, karşılıklı güven tesis etmek yoludur. Azınlığın da iktidar veya iktidar ortağı olmasını sağlayacak -ülkeye özel- düzenlemelere gitmek, çoğunluğun iktidarını sınırlayan, azınlığı tatmin edici yasalar çıkartmak, adalet duygusunu geliştirip güvensizliği azaltacaktır. Böylece demokrasi dışı girişimlere giderek daha az baş vurulacaktır ve devlet/yönetim, yeni dönemin kalitesine uygun olarak uzlaşmayla değişecektir (“çoğunluk oyu” ile değil!) Üçüncü ve son yol, Cengiz Han'ın yöntemidir! Yani: Karşılıklı güven yoksa, herkes kendi “demokrasisi”nde ısrar ediyorsa ve uzlaşmamakta ısrar ediliyorsa, kesimler çatışırlar ve çatışmayı, silahı/külahı olan, bu konularda uzun bir zafer geleneğine sahip asker/sivil bürokrasi kazanır ve birliği zorla yeniden tesis eder. Tam bir falaket anlamına gelebilir, çünkü şiddet üretir. İkinci yol içselleştirilmezse de, birinci ve ikinci yollar çeşitli biçimde tekrarlanabilirler. Fakat üçüncü yol, adı üzerinde 'son' yoldur ve demokrasiyle alakası yoktur. Sonuç olarak: Zaman kapitalizmin aleyhine işlediğinden, hangi yol seçilirse seçilsin, gelişmeler, ‘Amerikancı muhafazakar’ çizginin alayhine sonuçlanacaktır.