ABD, Çin, Avrupa arasında Türkiye

ABD başkanı Richard Nixon 1972 Şubatında Çin'i ziyaret edip Mao Zedong ile görüştüğünde Çin, fakir bir "Üçüncü Dünya Ülkesi"ydi. Fransız kökenli bu terimi iki yıl sonra siyasi popüler bir terim haline getiren Mao dönemi Çin'i, o zamanki fakir haliyle bile, "iki süper devlet" ABD-SSCB'nin Birinci Dünyası ve Avrupa-Kanada-Japonya'nın "İkinci Dünya"sı dışındaki Üçüncü Dünya'nın bir numaralı temsilcisi olmak hedefine sahipti. Bu teoriyi aynı yıl Birleşmiş Milletlerde yaptığı konuşmasında anlatan Deng Xioping, Mao'nun ölümünden sonra 1978'de ÇKP'nin en önemli üyesi haline gelmesinin ardından, Çin'in "sadece fakir ülkelere baş olmak" hedefine son verdi. Üç Dünya Teorisi 1980'lerde tedavülden kalkarken, Çin ÇKP'nin kontrolü altında kademeli bir şekilde Dünyaya açıldı.
   Çin'i Dünyaya kapatmak, kesinlikle Mao dönemine has bir politika değildi. Kubilay Han'ın kurduğu Moğol Yüan Hanedanını "Kızıl Turbanlılar" isyanıyla devirip Ming Hanedanlığını kuran Hongwu da, 14'üncü Yüzyıl sonunda, devlet dışında herkese, yabancı ülkelerle ticari ilişkiler kurmayı yasaklamıştı. Ülkeden özel tekneleriyle açık denize çıkanların bile ölüm cezasına çarptırıldığı bir dönem başlamıştı. Ming dönemi boyunca hanedanlığın koyduğu yasalar bütünü "ming lü"de de yer alan bu garip yasaktan çok, Hongwu'nun gerekçesi ilginçtir: "Çin'in uygarlığını ve yüksek kültürünü kimseler edinmesin, zayıf ve barbar kalsınlar."
   İmparator, Dünyanın geri kalanından işe yarar herhangi bir şey beklemediği, kendi kendine fazlasıyla yeten büyük bir ülkeye sahip olduğunu düşündüğünden -bu gerçekten de böyle görünmekteydi, Çin'in kalibresindeki Roma / Doğu Roma imparatorlukları (700 yıl kadar öncesinden itibaren) Dünyada belirleyici güç olma özelliklerini yitirmişlerdi. Çin halkının kontrol dışı ticaret yaparak yabancı barbarları Çin'in nimetlerinden faydalandırmasını önlemek gerekiyordu. Kısacası, dış Dünya geri kalmalı, tek ve biricik Çin gibi olmamalıydı. Ming Hanedanı bu ilkeye, (Hogwu'nun oğlu Yongle, onun bir yıl tahtta kalan oğlu Hongxi ve torunu Xuande dışında) esas olarak uydu, daha sonra kurulan Mançu "Qing" hanedanı da. Ancak Batılı kolonyalist ülkelerin zorlamasıyla, savaşlar sonucunda, Çin bu ilkeden mecburen vazgeçti. Ancak ÇKP, eski kapalılık "geleneğini" sürdürdü, ta ki Deng Xiaoping'e kadar.
   Günümüzde Çin, ekonomisinin ağırlıklı bölümü devlet kontrolünde olmakla birlikte, klasik kapalılık ilkesini terketmiş bulunuyor. Bu çok önemli bir adımdır ve bu sayede Çin, tarihte eşi benzeri görülmemiş, büyük ve hızlı bir "merkezleşme" -yani "Dünya güç merkezi olmak pratiği"- yaşıyor. Çin'in Çince adı zaten "Zhongguo", yani "Merkezin İmparatorluğu" demek. Burada "Merkez" sözcüğü sahiden de "Dünyanın Merkezi" anlamında kullanılıyor ve kuru bir sözcükten ibaret de değil, koca bir uygarlığın Dünya pratiğini kavradığı kadim bir öğretinin ifadesi. Bu konuda çok şey yazıp söylenebilir, ama şimdilik sadece Türklerin de çok çok eskiden beri aşina oldukları renk sembolizmiyle yetinebiliriz: Türkler Akdeniz'i tüm bölge halkları ve Batılılar gibi "Mediterane" gibi bir adla anmazlar, çünkü "Ak", "Batı" demektir, yani Akdeniz "Batı Denizi"dir. Çinliler de "Batı" anlamında aynı renk sembolünü kullanırlar. Türklerin adlandırdığı ve günümüzde tüm Dünyanın benimseyip kabul ettiği "Kızıldeniz" de böyledir, çünkü "Kızıl", "Güney" anlamında kullanılır, tıpkı "Kara"nın "Kuzey" demek olduğu gibi. Doğu? Onun rengi "Gök"tür, yani "Mavi", ama "Merkez"in de, yani bütün bu yönlerin ortasının da bir rengi vardır ve o renk "Sarı"dır. İmparatorluklar döneminde, altın rengine yakın bu Sarı rengi giysilerinde sadece bir tek kişi taşıyordu, o da Çin imparatoruydu (Türkler "Merkez" için bir renk kullanmazlar -çünkü Çin en önemli düşmanlarıydı. Fakat bu renk sembollerini Çinlilerden almış olmaları büyük ihtimaldir). Bütün bu sembolleri mistik ve reel Dünyayla birleştirip dokuyan, binlerce yıla uzanan muazzam bir düşünce, duygu, bilim ve sanat matrisi söz konusu.
   "Merkez" ülke olmak meselesini kuru bir ideolojik "söylem" sananlar fena halde yanılırlar. Türkler bu ülkeyi adlandırmak için "Çin" sözcüğünü seçerek, "Zhongguo" gibi sofistike ulu bir ad yerine, binlerce yıl öncesine uzanan (Hunların da kullandığı) ilk birleşik Çin Hanedanlığının (Qin) adını kullanmışlardır. Dünya da Çin için çoğunlukla -aynı şekilde- Hintlilerden öğrendiği Sanskritçe "Cīna" sözcüğünden uyarladığı "China" sözcüğünü kullanıyor ki, o da "Qin" ("Çin" diye okunur) hanedanlığının (M.Ö. 778-208) adından gelmektedir. Bazı dillerde, Marko Polo'dan kalma "Hıtay/Katay" benzeri adlar da vardır, ama çok önemsenmekle birlikte, Çin'i "Dünya'nın Merkezi" diye adlandıran da, sayan da yoktur. Dünya da eskisinin tekrarı şeklinde yeniden iki kutuplu değil, çok kutuplu olmaya doğru ilerliyor zaten. Ama bu süreçte merkez olmak isteyen, -eski Solcu "yoldaşların" deyimiyle- "Sonradan ortaya çıkıp pastanın yeniden paylaşılmasını isteyen emperyalist bir güç" var ve bu güç bunu bugün başka yöntemlerle, yüzyıllara uzanabilen sofistike bir planla yapmak istiyor. Hedefine ulaşması, yeryüzündeki Batı merkezli uygarlığı (Asya merkezli değil) Çin merkezli başka bir uygarlığa dönüştürmesi demek olacaktır ki, bunu yapacak malzemeye sahiden sahiptir. Dünya yüzelli yıl sonra bir Çin uygarlığına dönüşebilir mi? (Neden olmasın?) Henüz böyle soruları tartışmayı kimse rüyasında bile görmüyor, ama Çin'in nihai hedefinin bu olduğu açık. Tabii bu tip tutumlar önemli savaş potansiyeli de taşırlar ve Çin'in yarıştığı asıl ülke de Dünyanın bugünkü en büyük gücü sayılan ABD'dir. Ama savaş olamıyor, çünkü herkes Çin'le para, iş ve de güç üzerinden bağlı ve Çin o bağları bir ağ halinde daha da güçlendirerek bir sonraki aşamaya hazırlanıyor. Günümüzde, ABD ve Çin arasındaki jeopolitik ve teknik yarışın giderek kanıksandığı, Çin'in tek rakibi ABD karşısında beklenenden ve tahmin edilenden çok daha hızlı yol aldığı görülüyor. Çin ile ABD'nin yarışı gerçek. Ve AB, bu dengenin korunması veya bozulması konusunda kilit önemde. Burada bazı ayrıntılarına ve mantığına değinmeye çalışacağım mücadelede, Türkiye'nin de bir yeri olacak elbette.

ÇİN'İN YÜKSELİŞİ

   Gelecek araştırmaları yapan uzmanlar arasında sıklıkla, 19'uncu Yüzyıl Avrupa Yüzyılı, 20'inci Yüzyıl Amerikan Yüzyılı, 21'inci Yüzyıl da Asya Yüzyılı ilan ediliyor, ama ünlü Çin uzmanı Theo Sommer, "Hayır Çin Yüzyılı olacak" diyor (1). Bunun için Sommer'in öne sürdüğü nedenlerin başında, Xi döneminde Çin'in kendine özgü bir tarzda, yeni bir hegemonya mücadelesi başlatması geliyor. Sommer bu konudan bahsederken, günümüz dünyasında Xi'nin global anlamda belli bir ütopya ve "Grand design" amacıyla bir plan yaparak "grand strategy" dahilinde hareket eden, Dünyadaki tek lider olduğunu söylüyor. Ütopyaların hanidir rafa kaldırıldığı bir Dünyada oldukça iddialı konular bunlar.
   Çin'in bugünkü -ABD ile başa baş yarıştığı- pozisyona gelmesi, Dünya tarihinde görülmemiş bir hızla, sadece 40 yılda gerçekleşti. Çin'in "Made in China 2025" planına göre ekonomisi, ABD dahil bütün endüstrileşmiş ülkeleri geçmeyi hedefliyor. Çoğuna devletin sahip olduğu Çin firmalarının bu atılımı yapabilmeleri için ayrılan para yüzmilyarlarca Dolar. Şimdi asıl hedef, "Çin Uygarlığının büyüklüğü ve vakarını/haysiyetini yeniden inşa etmek ve aşağılanmış olması durumunu (kompleksini) aşmak." Burada, "Batı Türkiye'yi parçaladı, aşağıladı diye hâlâ ağlayanlara, Çin tarihi okumalarını öneririm. Türkiye'de bu süreç, 1911 İtalyan Savaşıyla başlayıp 1923'de Lozan ve Cumhuriyet'in ilanı arasında geçen 12 yıllık bir dönemdir. Çin'de ise İngilizlerle Afyon savaşıyla ve sonucunda Batılılar tarafından işgal edildiği 1839'da başlar ve nihayet Japon işgaline karşı savaşla devam edip, 1949'da Mao'nun Çin Halk Cumhuriyeti'ni ilan edişiyle biter.  Bu arada bir dizi iç savaş da çıkmıştır. Ve bunlara, 1851'de, Hristiyanlaşmış bir Çinli meczupun, Hristiyanlığı kabul etmeyen Çinlilere karşı soykırım uygulayıp 20-30 milyon kadar insan öldürdüğü Taiping ayaklanması da dahildir. Türkiye. ve çevresinde bu ölçüde felaketler/imha asla yaşanmadı. Çin'in Batılılarca ve Japonlarca hallaç pamuğu gibi atılıp işgal edildiği süreç 110 yıl. Bu süre içinde mesela Hong Kong gibi İngiliz sömürgesi, Makau gibi 1845'de "Portekiz malı" ilan edilmiş şehirler de "doğdu" ve ancak 1999'da Çin'e geri verildiler. Türklerin Batı karşısındaki -artık aştıkları- ezikliklerinden bahsederken, bunun Çin'in -aşmakta olduğu- eziklik ile kıyaslanması önemli. Çin'in yeni emperyal planlarında bu acının, küçümsenmeyecek önemde olduğunu söylemeye gerek yok.
   Çin, Xi Jinping'in yönetiminde yerel bir güç olmakla yetinmeyip global bir güç olmak istiyor. Resmî hedefleri şöyle:
   1. En güçlü bilim ülkesi olmak.
   2. Keşifler icatlar konusunda Dünyanın yenilik merkezi olmak.
   3. İklimlerin bozulmasına karşı somut önlemlerle hareket eden bir numaralı ülke olmak.
   4. Ve, bir numaralı futbol ülkesi olmak (Aynen böyle!)
   Çin, "İnsanların kader birliği"ni oluşturmak ve Dünya çapında, "Bilge Çinli fikriyatını, sorunların çözümünde kullanmak" gibi hedeflere sahip. Bu konuların her biri ayrıca tartışmaya değer, tartışılacaktır da. Çin uygarlığının, Çin kültürünün, Çin'e özgü bir çok konunun, globalleştirilmesini içeren bir uygarlık programına henüz (Kırgızistan'da ve Orta Asya'daki bir kaç küçük itiraz) dışında somut bir eleştiri yok. Herkes, Çin'in ne yaptığını ve yapacağını merak etmekle birlikte, esasen cüzdanına bakıyor -bu nedenle de Çin, dünyanın bir numaralı ihracat ülkesi ve en önemli pazar ve piyasalardan biri. Çin hakkında cesur tutum geliştirmek ve planlar yapmak savsaklanıyor.
   Çin'in bir çok sorunu var. Mesela Hong Kong'daki protestolar. Yeni yerel seçimleri Komünistler kaybetti. Xi'nin, "Çin'i bölmeye çalışanların kemiklerini tek tek kırar, üzerinde tepiniriz" diyerek, Çinlilerin tarih içinde düşmanlarına karşı tavır konusunda ne kadar "yaratıcı" olduklarını unutmadıklarını gösterdi. Çin'in sorunları hiç de ABD'ninkilerden fazla değil. Burada asıl dikkat çekilmesi gereken konu, Dünyadaki internet çağına özgü bir yansıma olarak, bütün devletlerin eskisinden daha güçsüz ve kırılgan olmaları. Eskiden, "Dünyanın en güçlü kişisi kim?" diye sorulduğunda, hemen "ABD başkanı" denirdi. Herkesin doğrudan fikir beyan edebildiği ve hızla örgütlenebildiği ortamda devletler bu güçlerinin bir kısmını başka kişi kurum ve gruplar karşısında kaybediyorlar, eğitimli halk kesimleri daha güçlü konuma geliyor. Modernizm tarihinde ilk kez devasa firmalar, internette yapılan yoğun protestolar/boykotlar sonunda batabiliyorlar. Çin, bu konuda ABD'den daha az güç kaybettiğinden daha güçlü görünüyor. (2) Ayrıca sorunlara yaklaşmak konusunda Çin'in ilginç bir avantajı var, o da deneyler yapan ve risk almaktan korkmayan, özgün tarzı. Deng'in yaptığı ekonomik reformlar da, daha önce demir-çelik üretimi konusunda İngiltere'yi geçmeye kalkan Mao'nun, ülkedeki bütün demir kapları toplatması da, birer ekonomik deneydi. Mao'nunki açlık ve sefaletle, Deng'inki ise zenginlik ve rafahla sonuçlandı. Çin, yeni deneylere açık.
   21'inci Yüzyılın şekillenmesinde tayin edici role sahip olacağı düşünülen "Yapay Zeka" (YZ) Konusunda Çin, ABD'yle kıran kırana yarışıyor.  Konu Türkiye'de genellikle "Robotlar"a indirgendiğinden, önemi pek anlaşılamıyor olabilir. ABD ve Çin arasındaki YZ yarışını anlatan bir kitap yayınlayan Kai-Fu Lee (3), Yapay Zeka konusunu dört kategoriye ayırıyor. Bunlardan birincisi, "İnternette YZ". Mesela Wang Xing'in sahibi olduğu Çin Facebook'u WeChat; Facebook, Twitter ve Groupon özelliklerini de içeriyor, doktordan randevu almaktan borsada hisse senedi alıp satmaya kadar her alanı destekliyor ve bir de alt aplikasyon sunuyor: WeChat Wallet. Bu aplikasyon elektronik bir cüzdan ve onunla aklınıza gelen herşeyi satın alabiliyorsunuz. Çin'de bu yolla cep telefonu kullanarak sokaktaki seyyar satıcıdan bile alışveriş yapılabildiğini ilk gördüğümde inanamamıştım. Çinliler Türkiye'deki (ve tabii Batı'daki) gibi önce bilgisayarla ve sonra "dizüstü" bilgisayarla tanışmadıklarından ve internete esasen ilk kez akıllı telefonları üzerinden girdiklerinden, herşeyi cep telefonu formatında istiyorlar ve telefonları ile kullanıyorlar, hatta bu işlemler için Avrupalılar ve Türklerin yanaşmadığı şekilde ücret de ödüyorlar. Bu aplikasyonun çıktığı 2014 yılından bu yana Çin hızla, "Peşin para kullanmayan ülke"ye dönüşüyor. 2017 yılı sonunda akıllı telefon kullanan 753 milyon Çinlinin yüzde 65'i bu dijital mobil ödeme sistemini kullanıyordu. 2018 yılında "İnternette YZ" konusunda Çin ve ABD başa baş yarışır hale geldi. 2023'de bu yarışın, Çin lehine yüzde 60'a yüzde 40 gibi oranlara değişeceği tahmin ediliyor. Bu tahminlerde Çin'in interneti kullanan ve orada karmaşık işlemler da yapan vatandaşlarının sayısının sürekli artacağı öngörülüyor, çünkü Çinli internet kullanıcılarının sayısı, Amerikalı ve Avrupalı internet kullanıcılarının toplamından daha fazla.
   Kai-Fu Lee'nin söz ettiği ikinci "Business-YZ" alanında, yani internetten kredilendirme ve kredi servisleri alanında ABD, Çin'e karşı yüzde 90'a yüzde 10, ezici üstünlüğe sahip. Üçüncü alan, "Yüz ve ses tanıma YZ" konusunda Çin yüzde 60'a 40, ABD'nin önünde. Dördüncü "Otonom-YZ" konusunda da Çin, (akıllı robotlar vd.) yüzde 60'a 40 önde. Tahminlere göre Çin, bu konularda 2023'e kadar sadece "Business-YZ" konusunda ABD'nin gerisinde olacak.

YENİ BİR HEGEMONYACILIK TÜRÜ

   Çin, Yapay Zeka'nın (YZ) önemini erken farketti ve bu konuya hakim olanın Dünya'nın merkezine yerleşeceğini anladı. Günümüzde sadece Shanghai şehri bile YZ çalışmalarına Almanya'nın ayırdığı paradan daha fazla para ayırıyor. Yeni Çin, eski emperyalistlerin kaba saba aşağılayıcı yayılma biçimini kullanarak değil, yepyeni bir hegemonya stiliyle geliyor. Bu stil, cemaatçilerin devletin maddi imkanlarını kullanarak ve ekonomik bağımlılıklar yaratarak yayılmasına benziyor, zira ülkelere yatırım yapıyor, yardım ediyor, onları ihya ediyor, hatta zor durumlardan kurtarıyor, karşılığında da ülkelerin sadakatlerini satın alıyor. Yaptığı somut yardımlarla bağımlılık ilişkisini güçlendiriyor. Mesela 2008 krizinin ardından Yunanistan bir ara Avrupa Birliği'nin en problemli üyesiydi, AB Yunanistan'a para yetiştirmekten bıkmış, Yunanlılar da şartlı yardımlar yüzünden merkezi Avrupa ülkelerinden nefret etmek noktasına gelmişlerdi. AB Yunanistan'a, borçlarını ödeyebilmesi için devlete ait şirketleri/varlıkları özelleştirmesi konusunda baskı yapıyordu. Tam da bu noktada Çin devreye girdi ve Pire Limanına yarım milyar dolarlık yatırım yaptı. Yatırımın 300 milyon Dolarlık kısmını Çin devlet firması COSCO Pacific ödedi. Bu firma, 800 küsür gemiye sahip, Dünya'da 1600'den fazla liman işletiyor, gemi taşımacılığı yapıyor. Alanında Dünyanın 5. büyük firması ve aynı zamanda Türkiye'nin üçüncü büyük limanı Kumport İstanbul'un da çoğunluk hisselerinin sahibi.
   "Ne var bunda, ticaret yapıyor" denebilir. Çin 2016'da Filipinler'in ticaret alanına uygunsuz bir şekilde girdiğinde, Dünya ticareti açısından sorunlu görünen bu durumu AB protesto etmek istedi ama edemedi, çünkü AB'de kararlar oy birliğiyle alınır ve Yunanistan AB kararını engelledi. Bu, yeni "yumuşak" Çin hegemonyasının -şimdilik- nasıl işlediğini göstermek bakımından çok öğretici bir örnek. Çin boş yatırım yapmıyor, yaptığı yatırımları siyasi alanda da kullanıyor ve bu şekilde, iğne oyası işler gibi dikkatle, yeni bir nüfuz alanı inşa ediyor. Çin, başkalarının ve kendinin krizlerini fırsata dönüştürmeyi biliyor. Ayrıca ABD'nin o kadar uzak diyarlarda muazzam askeri gücünü teşhir etmesi yerelde tepki çekiyor. Filipinler, konunun Asyalıların meselesi olduğunu söyleyince, olaydan Çin yararlandı. Batı'nın Rusya'ya ambargo koyması da benzeri gelişmelerin yaşanmasına neden olmuştu. Ambargodan önce Rusya'nın Dünyadaki bir numaralı ticaret ortağı Almanya idi, şimdi Çin.
   Çin, yeni İpekyolu Projesi için bir trilyon Dolar ayırmış bulunuyor ve proje Çin'i Ortaasya üzerinden Avrupa ile bağlamakla kalmıyor, Afrika ile de bağlıyor ve Avrasya ile Afrika'yı bütünleştiren bir özellik taşıyor. Çin, Afrika'nın büyük potansiyelini anlayan ilk büyük devlet ve Afrika konusunda eski bir geleneğe sahip.
   1405 yılından itibaren Ming donanması, Amiral Zheng He komutasında, herbiri yüzyirmi metre uzunluğundaki dokuz direkli ahşap hazine gemileri "Baochuan"lara eşlik eden yüzlerce gemilik armada ile Çin denizine açıldı ve Hürmüz Boğazına, Afrika sahillerine kadar çok sayıda yolculuk yaptı. Bu seyahatlerde Çin donanması, 15 bin askeri ve muazzam ateş gücüyle her gittiği yeri alabilirdi, almadı; gittiği yerleri Çin'in sömürgesi haline dönüştürmek gibi bir çaba da göstermedi. Aynı dönemde Türkiye Fetret devrini yaşıyordu ama öncesinde ve sonrasında "toprak almak" feodal mantığıyla hareket ediyordu. Çinliler sadece "İmparatorluklarının haşmetini göstermek" amacı güttüler. Ülkeye getirdikleri haraç ve hediyeler, yolculukların giderlerini bile karşılamıyordu. Bu ilginç pratik, çok sonra 19'uncu Yüzyıldan itibaren Çin'e tebelleş olan Batılı sömürgeci ulusdevletlerin pratiğinden tamamen farklıdır. Gemiler dönüşte imparator Yongle'ye hediye olarak zürafalar zebralar, Çin için egzotik sayılacak şeyler ve kıymetli bilgiler getirdiler. Yeni İpekyolu projesinde Kenya, eski geleneğin bir devamı olarak önemli bir rol oynuyor ve proje Kenya'yı 6 Afrika ülkesiyle birleştiriyor. Çin bu ülkelerin altyapılarını yeniliyor ve tabii tüm elektronik donanımlarını, iletişim sistemlerini kuruyor.
   Çinliler, Batılıların onca zamandır anlayamadığı bazı önemli gerçekleri çok önceden keşfetmiş görünüyorlar. Mesela Dünya Bankası'nın tahminlerine göre 2050'de Nijerya'nın nüfusu ABD'nin nüfusunu geçecek (4). Bu, önemli bir veri. Ayrıca Avrupa ülkeleri Afrika ülkelerine şartlı küçük krediler veriyorlardı, bu kredilere gerek kalmadı, zira Avrupa ve Batı ülkelerine giden Afrikalı mültecilerin ülkelerine gönderdikleri paralar, Avrupalıların küçük kredilerinden daha fazla. Çin de Afrika'da büyük yatırımlar yapıp büyük krediler veriyor ve bunları Avrupalıların yaptığı gibi şarta bağlamıyor. Sonuçta Batılı ülkelerin Afrikadaki nüfuzu azalıyor, Avrupalıların çekildiği yerlere Çin giriyor. Çin'in yeni nüfuz politikasına karşı yerel direnç henüz yok hükmünde, insanlar Çin'in ne yaptığını anlamaya çalışmak aşamasındalar ve bu durum da, Batı'nın çekildiği alanlarda ortaya çıkan ve çıkacak olan yerel güçlerle birlikte yeni bir şekil kazanacaktır. Ama Çin, "yardımsever akıllı ülke" görüntüsünü değiştirmekte olduğu sinyalleri de veriyor, hızla silahlanıyor, önceliğini deniz kuvvetlerine veriyor. Önümüzdeki dönemde pek de şimdiki kadar barışçı bir ülke olmayabilir.
   Çin, yarıştığı ABD'nin yerini doldurmaya çalışıyor ve bunda pek başarılı olduğu da söylenemez. ABD, dünyadaki son 70 yılın kabul edilmiş kültür temeline oturuyor, insanlar hâlâ Amerikan filmleri seyredip aralarında İngilizce konuşuyorlar ve Çin ile para-iş ilşkileri dışında kültürel ortaklık yok denecek kadar az. Çin bu alanda Çin sanatını desteklese de, Japonların yaptığı gibi Amerikan film şirketlerini satın alsa da Çin'e ve kültürüne aşina bir Dünya kurmak için çok uzun zamana ihtiyacı var, ayrıca -iki kutuplu değil- "Çok kutuplu bir Dünya" geliyor. Yerel güçler ortaya çıkacaktır ve eskisi gibi, Dünyanın iki süper devlet arasında paylaşılması gibi bir durumun yeniden bu kez ABD ve Çin arasında yaşanmayacaktır. Bunun somut nedenleri var, Çin de bunu biliyor ve bu geçiş dönemini mümkün olduğunca kendi çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışıyor. Çin, Avrupa-Asya-Afrika'yı birbirine, onu da Çin'e bağlama projesini sürdürüyor. ABD ile yarışında onu geçmesinin tek şartı, Avrupa'yı bir şekilde kontrolü altına almak ve ABD'den mümkün olduğunca uzaklaştırmak.
   Çin ile ABD'nin yarışı şimdilik, Çin'in istediği kulvarda -silahsız bir ticaret ve bilim atmosferinde- yürüyor. Çin'in kendine paralel bir Dünya Düzeni kurma çabası fazla tepki ve direnç görmüyor, ama rekabetin kızışması olasılığı yüksek ve bunun ilk işareti de Avrupa üzerinden yürütülen çekişme olabilir.
   Alman Şansölyesi Angela Merkel'in deyimiyle "Avrupa Pekin'den, Asya'nın bir yarımadası gibi görünüyor." Yeni İpek Yolu projesinin diğer ucunda Avrupa var ve Avrupa'sız bu projenin beklenen ekonomik/siyasi güce ulaşması mümkün değil. Avrupa üzerinde ABD ve Çin'in mücadelesi, Trump yönetiminin Ayrupa'ya eşit ortak değil de "korunacak zayıf ve küçük ortak" gibi yukarıdan bakan bir tavırla yaklaşması, kendi çıkarlarını esas alıp Avrupalıların (ve diğer ortaklarının) önceliklerini umursamayan tarzı, ABD'nin AB ile ilişkilerini zehirliyor. Diğer yandan Avrupa'nın Çin ile ekonomik/ticari yakınlaşması sürüyor. Çin, AB içindeki Yunanistan, Macaristan, Bulgaristan gibi Balkan ülkeleriyle yakın ilişkiler kurdu ve onlar üzerinden AB'yi siyasi alanda da etkiliyor. ABD'nin zayıflayan küresel hegemonyasını sürdürebilmesi için bir numaralı şart, Avrupa ile eskisi gibi her alanda sağlam bir yakınlığa sahip olması. Fakat ABD bu konumdan uzaklaşıyor. Konunun iyi tarafı, Avrupa'nın asla ABD'den kopup Çin taraftarı olmayacağı gerçeği, ama ABD-AB arasındaki güvensizlik ve ilişkilerin zayıflaması, Çin'e yarıyor, çünkü İpekyolu Projesi işledikçe Batı ile olan ilişkileri daha da yoğunlaşıp güçlenecek. Avrupa'nın asla "Çinci" olmayacağını gösterir diğer işaret, Çin'in de Avrupa'yla fazla yakınlaşıp özgürlükçü değerlerin Çin'i etkilemesini istememesi. Yani şimdilik esasen ekonomi üzerinden yürüyen bir hegemonya mücadelesi söz konusu.

TÜRKİYE, GÜÇ MÜCADELESİNİN NERESİNDE?

Türkiye, geleneksel olarak bir Batı ülkesi, Çin ile hiç bir ortak kültürel değere sahip değil. Türkiye'de yapılan bütün kamuoyu soruşturmalarında halkın tamamına yakını, ülkesinin bir Avrupa ülkesi gibi olmasını istiyor, en muhafazakar olanlar bile "biz bize benzeyelim" tipi gelecek perspektiflerine sahip. Bu soruşturmalarda değil Çin, "dindaş" Arap ülkeleri, Orta Asya Cumhuriyetleri, Rusya bile bir "seçenek" sayılmıyor ve bu, ülkenin islamcı bir yönetim altında olmasına rağmen böyle. Bu durum elbette sonsuz değil, değişebilir, ama önümüzdeki 50 yıl içinde bu eğilimin değişme ihtimali pek bulunmuyor.
   Türkiye, Avrupa'ya ve ABD'ye giderek daha uzun mesafe tutan İslamcı bir iktidar tarafından yönetiliyor. Türkiye, ülkeyi artık yönetemeyip tükendiği için kendini korumak amacıyla içine kapanıp sertleşmeyi seçen bir iktidar tarafından değil de Muhalefet tarafından yönetilseydi, belki bugünkü kadar sorunlu ilişkiler olmayabilirdi, ABD ile ilişkiler de daha iyi olabilirdi, ama artık, on yıl önceki gibi -kayıtsız şartsız Batı taraftarı- bir Türkiye olmayacağı açık. Bunun nedeni, ABD ile AB arasındaki ilişkilerin değişimesine benziyor. Türkiye 1960'lardan beri AB'ye üye olmak istiyor ve alınması konusunda Avrupa'da samimi bir istek görülmediği için İslamcılar, Avrupa'nın tutumunu kendileri için kullanarak bugünkü islami rejim provası noktasına kadar gelebildiler. Avrupa, Türkiye'de Avrupalı değerleri sahiplenen bir halkın yaşadığını ancak 2013'deki Gezi olayları sırasında anladı ama artık çok geçti. Türkiye, eşit bir ortak gibi algılanmak istiyor ve bunun daha azına -eskiden olduğu gibi- bir daha razı olmayacaktır.
   Çin'in meydan okumasına ve ABD'nin Avrupa'ya karşı üst perdeden tavrına karşı durabilmek ve bağımsız bir inisiyatif geliştirebilmek için Avrupa'nın seküler bir Türkiye'ye ve Rusya'ya ihtiyacı olacak. Çok yıpranmış da olsa, Türkiye'deki iktidar değişimi sonrasında seküler kesimin hızla kendine gelmesi ve örnek aldığı Avrupa'nın demokratik değerlerine ulaşmak için gerekli adımları atması beklenmelidir. Türkiye'de seküler düzenin garantörü eskiden TSK idi, ama askerlerin vesayeti sona erdi. Bundan sonra sağlam bir Avrupa desteği ve yakınlığı, Türkiye'deki seküler düzenin yeniden kurulup korunmasında önemli bir olabilir, ama eskisi gibi bir çok konu otomatik olarak "Avrupalıların istediği gibi" olmayacaktır ve bunun önemli geleneksel nedenleri de var.
   1204'de İstanbul'un Latinler tarafından yarım yüzyıllığına işgali ve Ortodoksluk ile Katolikliğin ayrışmasından beri (ondan önce de Doğu Roma'nın kuruluşu ve sonrasında Batı Roma'nın tasfiyesine uzanan süreçte) Anadolu ve İstanbul, Avrupa'da şekillenen Dünyaya alternatif veya ondan farklı bir düzeni ve Dünyayı temsil etti. Bunun, -İslamcıların sunduğu gibi- sadece Müslümanlıkla falan alakası yoktur. "Doğu Roma"nın "Bizans"a indirgenmesinden, Doğu Roma uygarlığının görmezden gelinmesine kadar çok derin ve eski nedenleri mevcuttur, bir rekabet sözkunusudur ve bunun çeşitli kılıklarla bugün de az ya da çok etkidiği yadsınamaz. Ama son tahlilde Anadolu/İstanbul ve Avrupa'nın arasındaki aşk-nefret ilişkisini Çin'le olan ilişkilerle kıyaslamak hiç mümkün değildir. Yeni bir hegemonyacılığın yükseldiği günümüzde Avrupa ile Türkiye'nin -belli bir seviye çerçevesinde- yakınlaşması tartışılmaz bir gereklilik, zira hem Çin ve ABD karşısında bağımsız bir siyasi/ekonomik/askeri gücün inşası bakımından, hem de Türkiye'nin bu çerçevede kendine geleceği fırsatı/ortamı bulması bakımından, kaçınılmaz görünmektedir. Avrupa ne Çin'den kopup ABD'nin yanında hizalanabilir, ne de ABD'den uzaklaşıp Çin'e giderek daha fazla bağlanabilir. Ama iki gücün arasında, onların ikisini de kendi çıkarları için kullanabilmesi için güçlü olması gerekir ve güçlü olabilmesi için Türkiye ile ve (daha sonraki aşamada) Rusya ile yakınlaşması gerekir. Rusya'nın Çin ile sorunlarının arasında, Çin'in geniş tarım alanlarına ihtiyaç duyması ve Rusya'dan toprak kiralayıp durması, kiraladığı alanlara Çinlileri yerleştirmesi gibi demografik konular da bulunuyor. Rusya, Türkiye gibi bir (Doğu ile Batı arasındaki) "Ara Bölge" ülkesi, Ortadoğu'da başarılı, ama ekonomisi sorunlu, Türkiye gibi sağlam bir bağımsızlık geleneğine sahip. Rusya da Türkiye gibi, çok kutuplu Dünyanın doğuşu konusunda önemli bir faktör. Çin, uzun vadeli planlarına rağmen elini çabuk tutmak zorunda, yoksa Hindistan gibi bir rakibi olacak ve çok kutuplu Dünya, umduğundan çok daha çabuk doğacak. Eğer Çin, söylendiği gibi 70 küsür milyar dolara mal olabileceği söylenen İstanbul Kanal projesini finanse emek gibi bir hataya düşerse, İpek Yolu Projesine karşı Kırgızistan'da yaşadığı küçük itirazla kıyaslanamayacak ölçüde ilk büyük itirazı yaşar ve İstanbul'u kurtarmayı hedefleyen global bir protesto hareketiyle karşılaşır, bu da Çin'e karşı ilk büyük global tepki olur. Çin, Türkiye'yi kazanmadan kaybedebilir ve İstanbul, yeni Çin hegemonyasına karşı ilk büyük sembol haline gelebilir -ki, yeni İpek yolu projesine ve hegemonya inşasına varını yoğunu yatıran Çin için oldukça ürkütücü bir senaryo olsa gerektir. Çin böyle bir hataya düşecek mi, göreceğiz.

Dipnotlar:
1. Theo Sommer, "China First" 2019
2. Moises Naim, "The End of Power" 2014.
Çevirisi: "Gücün sonu", 2018
3. Kai-Fu Lee "AI-Superpowers" 2019
4. Frank Sieren, "Zukunft? China" 2018

Kapitalist sistemin ötesine uzanan yol...

Kapitalist sistemin ve bildiğimiz dünyanın sonu uzak değil. Böyle bir cümle yazmak için artık kâhin olmak gerekmiyor ve bu konu artık kimseye absurd gelmiyor. Adı "antikapitalist" konmamış da olsa, Kazdağlarından HES'lere kadar yükselen doğal/organik halk tepkisi ve onun etkisi, yaptırım gücü, sisteme karşı direnişin sadece sokakta kalmayıp halkın memuru olan devlet kurumları ve hükümetlerine de yansıyacağından ve benimseneceğinden herkes emin olabilir. Süreç bütün dünyada başladı ve önümüzdeki yıllarda çok daha somut hale gelebilir.
    Nasıl Roma İmparatorluğu'nun yıkılışı sonrasında Avrupa'da toprak/"arsa" üzerinden işleyen (ama halka kölelere davranır gibi davranamayan, onları alıp satamayan, onların evlenme ve mülkiyet haklarını kabul eden) ''feodalite'' düzeni, yeni iş makineleri sahiplerinin "kapitalizm" yeniliğiyle baş edemediyse; kapitalizm de internette bilinçlenip anlık -global bazda- örgütlenen ve sıkılınca dağılıp sonra yeniden örgütlenen "sivil toplum"un yükselişiyle baş edemiyor, hatta ne yapacağını şaşırmak üzere.
    Kapitalizme balta olan -insan doğa ve hayvan sevgisiyle hareket eden- eğitimli kesim, aynı zamanda kapitalizmin asıl büro ve kalifiye eleman malzemesini ve de en has müşteri topluluğunu teşkil ettiğinden, sistemi popülizm/milliyetçilik/illiyetçilik de kesmiyor, sorunlar çözülemeyip sürekli erteleniyor. İşte bu aşamada sistem krizi giderek aküt bir hal alıyor, çünkü eğitimli kesim, doymak bilmeyen bir avuç gizemli zengin olmadan sistemi çok daha insancıl bir noktaya çekebileceğine ve hatta değiştirebileceğine eskisinden çok daha fazla inanıyor. Bu konuda ilk önce yeni yasalarla yargının insan haklarına, insan haysiyetine, yani doğaya hizmet eder hale getirilmesi ve sistemin 17'inci yüzyıldan beri "ana fikri"ni teşkil eden "sınırsız mülkiyet", "kâr maksimizasyonu" ve "sadece firmayı ve ortaklarını, yani kendisini düşünmek" gibi "ilkeleri" değiştirmek geliyor ve bu değişiklik gereği, bugün keşfedilmiş bir şey de değil. Artık sadece sivil toplumun çok daha bilinçli ve güçlü olmasının bir sonucu olarak daha ciddiyetle konuşuluyor ve yavaş yavaş uygulanıyor, bu konuda insanlar hızla bilinçleniyor. "Sahip olma, kullan" gibi sloganlar artık kimsenin yabancısı değil.
    Türkiye'de "lüks" sayılıp konuşulmuyor diye, global şirket gökdelenlerinin en üst katlarındaki CEO'ların, kapitalist sisteme karşı yükselen tepkinin bir dip dalgası gibi nasıl büyük bir sessiz çığ gibi biriktiğini ve üzerlerine geldiğinde o koltuklarında oturamayacaklarını, hatta o koltukların iptal edileceğini anlamadıkları sanılmasın. Mesela ABD'nin bir kısım "Maneger elitleri" bu yaz yeni prensipler kararlaştırdı. JP Morgan Chase, Apple, General Motors, Boeing gibi en büyüklerin de aralarında bulunduğu "Business Roundtable" adlı önemli lobi grubu, bundan sonra önce kendi firmalarının hisse sahiplerini/ortaklarını düşünmek yerine, birçok kişiyi/şeyi öncelik haline getirecek. CEO'lar, firmaların sahipleri kadar çalışanlarını da, müşterilerini de, işyerlerinin bulunduğu kesimleri/halkları da, ve çevreyi de düşüneceklerini taahhüt ettiler. Tepkileri hafifletmek için bundan sonra benzeri haberleri gazetelerde daha sık okuyacağız (tabii yabancı gazetelerde!) Feodalite de yıkılırken böyle tavizler vermiş, giderek kapitalistlere ve yeni "vatandaş"a teslim olmuştu. Aynı şey şimdi yaşanıyor. Ama kapitalizmin iptalinin, feodalitenin iptali kadar uzun sürmeyeceği kesin. Zaman artık çok hızlı akıyor.
    Türkiye'de de antikapitalist mücadele ve postkapitalist değişim ile sistemin ekonomik-politik zirvesini teşkil eden "Plütokrasi"ye karşı yükselen tepki giderek özdeşleşiyor. Sistemin aşılması konusunda Dünyada atılacak adımları Türkiye'de de atarak -hatta daha önce atarak- ülkenin Yeni Dünya'daki yerini alışını şimdiden hazırlamak şart. Osmanlı gibi geç kalıp nal toplamamak gerekiyor. Geleceğini tamamen tüketmiş bulunan talancı neoliberalizmde ısrar eden Sağın son versiyonu islami Muhafazakarlığın bütün türevleriyle birlikte zayıflaması ve daha da zayıflayacak olması tesadüf değil, Dünya tarihinin Türkiye'deki olağan tecellisi.

Amin Maalouf'un yeni kitabı...

Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf'un yeni bir deneme kitabı yayınlandı. Kitabın adı, başlı başına olay: "Le naufrage des civilisations"
(Uygarlıkların batışı). Kitap hakkında yayınlanan ilk mülakatlatında, islamcılığın Arap toplumlarına verdiği büyük zarardan bahsediyor.
    Kitapta modern zamanlarda Petrodolarlar ile Arap toplumlarındaki değişime dikkat çekiliyor ve mesela, Suudi Arabistan yükselirken, petrolü olmayan entelektüel Mısır'ın düşüşü ve 1967'de İsrail'e karşı kaybedilen savaştan sonra "intihara yatkın bir umutsuzluğun" yayıldığını ve etkisini de bir daha yitirmediğini, Abdül Nasır'ın milliyetçi Pan-Arabizminin devamının gelmediğini, onun yerine dînî bileşeni önemli yeni bir milliyetçilik türünün doğduğundan bahsediyor. Petrol ülkelerinde ortaya çıkan yeni İslamcılığın daha çok gerginliğe ve bölünmüşlüğe neden olduğunu yazan Maalouf, İslamcılığın, demokratikleşme isteğini engelleyerek Arap toplumlarına büyük zararlar verdiğini savunuyor. İslamcılığın, Arap toplumlarının Dünyadaki prestijine büyük zarar verdiğini yazan Maalouf, Arap ülkelerinin sanıldığı gibi sadece Batı ile değil, Hindistan Çin ve Rusya ile de sorunlu olduklarından bahsediyor.

Türkiye'de olan, Rusya'da da olmak üzere...

Rusya'da yayınlanan ve çok satılan dergilerin tamamı, Avrupa dergilerinin Rus versiyonları. Mesela Cosmopolitan dergisi, bir milyona yakın tirajıyla bir numaralı Rus dergisi. Onu, yediyüzküsür bin tirajla Glamour izliyor. Elle dergisi, Men's Health, Vogue, National Geographic, Rusya'da 160 ile 250 bin tiraja sahip dergiler. En çok satan dergiler arasında orijinal Rus dergisi yok. Bunu ilk öğrendiğimde gerçekten çok şaşırmıştım. Oysa şaşırılması gereken bu değil, arada sırada Türkiye'de boy gösteren Avrasyacı Ruslar ve Putin'i granitten yapılmış güçlü ve de değişmez Lider sayanlar...
    Yerel seçimlerde Muhalefetin, Türkiye'nin en önemli şehri İstanbul'u kazanacağına, bu yılın ilk aylarında Türkiye'nin muktedir iktidar partisinden inanan kimse yoktu. Aslında Muhalif olup İktidarı kadir-i mutlak zannedenler de İstanbu'u Muhalefetin kazanacağına pek inanmıyordu, kötümserlik çok yaygındı, ama her şey bir anda değişti. Şimdi, benzeri bir durum Rusya'da yaşanıyor. Muktedir Birleşik Rusya Partisi, Rusya'nın en önemli şehri Moskova'yı, sonbahardaki seçimlerde kaybedebilir. Özgüveni henüz tam yerine oturmamış Türler için söylenmesi gereken şey şu: Bu kez Türkler Ruslardan değil, Ruslar Türklerden kopya çekiyor ve kendi içinde paramparça Muhalefet birleşip ortak bir "Bağımsız Aday" çıkarmaya hazırlanıyor...
    Putin, tek başına iktidarının herhangi bir şekilde sekteye uğratılmaması için "Bağımsız Aday" ihtimaline karşı da önlemini alıp, bağımsız aday olabilmek için 5000 imza toplamak şartını koymuştu. Ama muhalefet birleşerek bu engeli de aştı. Şimdi aynı Türkiye'deki gibi bir durum yaşanıyor ve muhalefet birlik olup Moskova'yı almaya hazırlanıyor. Olay Rus muktedirlerini korkutmuş gibi, zira göstericilere karşı sadece nefret söylemi değil, aşırı şiddet de devrede. Gerçi göstericiler daha kararlılar ve yeni yöntemlere başvuruyorlar ve mesela aynı anda birçok küçük gösteri yaparak, ürkmüş iktidarı şaşırtıyorlar...
   Burada asıl konu, Putin iktidarının ilk kez Moskova'yı kaybedebileceğini anlayıp fena halde şaşırmış olması değil, gelişmelerin aynı Türkiye'deki gelişmelere benzemesi. Türkiye'de adım adım gelen bir Yeni Türkiye olduğu gibi, orada da yükselen Yeni Rusya var. Otoriter rejimden bıkmış Ruslar, tıpkı Türkiye'deki gibi genç kuşak ve entelektüellerin çok büyük bir kesimi. Muhalefeti destekleyenler de, Türkiye'deki gibi, Avrupalı değerlere yakın, modern, orta halli iyi eğitimli Cosmopolitan ve National Geographic okurları. Bu kesim, aslında Rusya'nın ekonomik ve bakımdan da temel direğini oluşturuyor ve Avrasyacı totaliter rejimi fena halde zorluyor...
   8 Eylül'de birleşik Rusya Partisi, muhtemelen iktidar monopolü olmak özelliğini kaybedecek. Rusya, Türkiye'nin 2019 yerel seçimlerindeki sürprizleri yaşamak üzere. Tek başına iktidar olamayacak bir iktidar partisinin, Rus halkını ikiye bölerek ülkeyi "Bizden olanlar ve olmayanlar" mantığıyla yönetmesi pratiği de, (bir tür yeni Rus hegemonyacılığı demek olan) Avrasyacılık da krizde. Muhalefet demokratik, evrensel değerlere bağlı ve Avrupa'ya yakın çizgide. Küresel İklim krizi ve sistem krizi ile birlikte, çatışmacı/kavgacı ve de ideolojik yaklaşımların yerini, uzlaşmacı, birlikte hareket eden akılcı yönetimler alıyor. Yenim postkapitalist paradigmaya uygun anlayışlar ve yeni siyasi aktörler, granit dağ taş falan dinlemiyor, sert olan herşeyi önünde sürükleyerek geliyor. Moskova'da da, yeni dönemin açılmasında -İstanbul'daki gibi- harika kadınlar önemli roller oynuyorlar. Mesela Lybow Sobol, Moskova Duması adayı, akıllı ve güzel bir kadın. İş sıkıya binince açlık grevi bile yaptı ve bu yazın yıldızlaşan muhalif Politikacısı oldu...
    Türkiye'de, "sıkışırsak biz de Rusya ve Avrasyacılığa sığınırız" hayalleri, sonbahardan itibaren cidden sekteye uğrayabilir. Demokrasi, adalet, liyakat ve rasyonel akıl dışında sığınılacak bir yer yok ve onun da erki usûl İdeolojik, benmerkezci Avrupa'yla veya Avrasya'yla Antartika'yla falan alakası yok...

Günümüzde aykırı, avantgart ve de kaliteli yazar olmak...

"Aykırı" yazar Michel Houellebecq
Bu yazıyı yazmaya, "ünlü" yazar Michel Houellebecq'e Avusturya Devlet Nişanı verilmesi sonrasında karar verdim. Bu "aykırı" yazarın aykırılığını beğenen ve öven bir tek yabancı dostum yok. En son yayınladığı "Serotonin" adlı kitabında Houellebecq, bireysel özgürlüğün bireysel mutluluğa yol açıp açmadığı konusu üzerinden -gayet iyi bir anlatım tekniği ve dil ile- modern toplumlara bindiriyor. Mutluluğun kaliteli seks ile karşılandığı konusuna gayet iyi dikkat çekiyor ama orada durmuyor. Yazar, bir tür klasik sansasyon provokasyonu şekli şemalinde sayfalar dolusu pornografik detaylarla sürdürdüğü kitabının kahramanı ırkçı cinsiyetçi biri ve yarattığı tipe mesafeli olmak yerine, Avusturya Devlet Nişanı alırken yaptığı konuşmada, aykırı olmak adına, uğruna yüzyıllarca mücadele edilmiş Batılı değerlerin altından girip üstünden çıkıyor. Mesela, "Dünyada yokoluşunu selamladığım bir çok hayvan türü var" diyor ve ekliyor: "Aynı şekilde, Dünyadan kayboluşunu sevidirici bulduğum kültürler var." Yazar "bütün insanlardan iğreniyorum" diyor ve "aykırılık" adına Trump'ı da "iyi" buluyor vs.
    Bunları bir yerde, "toplumu sert tarafından eleştirmek" sayabilmemiz için, akla gelen her şeyi kötü çirkin aşağılık bulmaması, insanda iyi bir şeyler de görmesi gerekir değil mi? Houellebecq'de olumlu bir şey yok. Karamsarlığın ve kötümserliğin ifade bulmuş hâli gibi asık suratıyla tüm Dünyaya ve İnsanlığa sövüp sayıyor. Ve kitabı tabii ki çok satılıyor, ödüller alıyor...
    Eskiden "Aykırı yazar" dendi mi, bunun gerçek bir karşılığı vardı. Mesela Vladimir Nabokov 1955'de "Lolita" romanını yayınladığında böyle biri sayılıyordu. Arno Schmidt'in 1970'de çıkan "Zettels Traum" adlı kitabı, yazı stili ve ifade biçimi bakımdan Avrupa'da aykırılığın son prototiplerinden biri sayılabilir. Elbette hiç bir kitabı Türkçeye çevrilmedi, çünkü böyle bir dili çevirmek, James Joyce'u çevirmekten çok daha zor. Dili ve yazı stili o kadar karmaşık, o kadar orijinal ki, yüzlerce kitaptan ikişer cümle alıntılansa ve bunlardan hangisi Arno Schmidt diye sorulsa "şıp" diye gösterebilirsiniz. Ama insanlığa karşı topyekün nefret ve cinsellik üzerinden "aykırılık" -iyi bir dil de kullansa- çok ucuz, görünmek istediğinden çok daha düşük bir "ünlü kalmak çabası" gibi duruyor...
    Eskiden "Kalite" dendi mi saydığımız bir dolu yerli ve yabancı yazar vardı. Hangisini sayalım, Yaşar Kemal'leri mi Hemingway'leri mi... Gerçi edebi kalitenin net bir tarifi yok, zamana göre değişiyor, ama herkesin üzerinde uzlaştığı isimler oldukça fazlaydı, avantgart yazarlar hakkında da belli fikirler ve kriterler vardı. Edebiyat ve sanat, toplumların aynasıydı, oraya bakarak toplumu okuyorduk, ama bugün aynı şeyi söylemek pek mümkün değil ve yeniden hayata dönmeye hazırlanan Türkiye için Dünyada da değişmekte olan "kalite" anlayışından bahsetmek gerek (Ülkelerin itibarının asfalt-betonla silahla külahla alakasız olduğu ve itibarın, yumuşak gücü oluşturduğu, bu gücün de giderek "asıl güç" haline gelmekte olduğuna uzun uzadıya değinmeyeceğim)...
    1999 sonrasında, şimdiye kadar baz aldığımız bir çok şey değişti, bu değişen şeyler arasında elbette 'Edebî Kalite' de var. Ama gelecekte "fark ve kaliteyi yaratabilmek, öne çıkmak, aykırı ve avantgart olmak", bu ülkenin harika yazarları için değil sadece, ülkenin itibarı için de önemli olacak. Ülkenin demokratikleşmesi ve yükselmesinin yazarlara -yenilikler denemek konusunda- özgüven ve cesaret vereceğini ve "Ne yazsam gider" türünden taklitçi esnaf ucuzluğundan uzaklaştıracağını söyleyebiliriz. Fakat edebiyatın zemininin önemli ölçüde "kaydığı" konusuna dikkat çekmek zorundayım. Eskiden, edebiyatın yeşerdiği ekonomik ve siyasi etkiler belliydi, bu yüzden Cennetmakan Fakir Baykurt'un romanları "Köy romanlarıydı", Yaşar Kemal "Abdi Ağa"yı ve ona isyan edenleri, modernleşmenin Çukurova'da çözdüğü insan ilişkilerini anlatıyordu, bütün bu konular bitti, çünkü toplumun yapısı değişti ve değişmeye devam ediyor. Ama bu değişim kendi içinde birbirinden farklılaşmalarla ve hatta birbirinden kopuşlarla yol aldığından, edebiyat da topluma ayna olmakta zorlanıyor veya sıklıkla olamıyor...
    Edebiyatın işi artık hiç de kolay değil. Bir kere, muazzam bir rekabet ile başa çıkması gerekiyor. Rakipler diğer edebiyatçılar falan değil sadece. Ayrıntılandırılıp roman gibi işlenen uzun televizyon dizileri, sosyal medya, belli bir anlatım dili kullanmaya başlayan bilgisayar oyunları ve aklınıza gelebilecek -hikayeci diline sahip- bir çok alan, klasik edebiyat eserlerinin dikkat çekebilmek için büyük çaba sarfetmesini gerektiriyor. Günümüzde, eskisinden çok daha fazla hikaye, roman, şiir yayınlanıyor ve bunlar bir taraftan da kendi aralarında rekabet ediyorlar. Bu arada, eskiden büyük önem taşıyan reklamcılığın yeni gelişmelerden kötü etkilendiğini ve inandırıcılığını fena halde yitirdiğini, internet ve sosyal medyada reklamın bambaşka bir mecraya evrilmekte olduğunu da söyleyelim...
    Bu yazıda da olduğu gibi, edebiyat eleştirilerinde daha çok yergi öne çıkar, ama kalitenin ve iyi edebiyatın yeni kriterleri üzerine kafa yorarak, sansasyon ile avantgartlık arasındaki farkı netleştirebiliriz. Toplumlar kendi içinde birbirinden farklı kesimlere ayrılırken (hatta bu kesimler birbirleriyle uzlaşmaz görünen zıtlıklarla kutuplaşsalar bile) edebiyat, toplumun farklı kesimlerinin birbiriyle yakınlaşmasına hizmet eden bir yeni çeşitliliği yansıtıyor. Eski anlamda Avantgart edebiyat yok, çünkü stil çeşitliliği neredeyse sona ermiş görünüyor. Bunda, yapay zekanın ve algoritmaların yazında da kullanılmasını ve "ticari kaygı"ların rolü var elbette. Kötü edebiyat derken akla ilk gelen, ahlâki/etik sansasyon üzerinden ilgi devşirilmesi geliyor aklıma ve Houellebecq'in bu konuda "ustalaşmış" olduğunu söylemek mümkün. Batılıların "iyi seks" arayışını önemsemesini öne çıkararak oradan, bütün Batılı değerlere saldırmak da sansasyon ihtiyacı gibi duruyor. Kötü edebiyatı betimleyen başka bir özellik de geçici moda konulara fazla takılmak olabilir...
    İnsanların her gün bilgi ve enformasyon bombardımanına maruz kaldığı günümüzde, insanların üzerine çığ gibi akan malzeme arasında seçici olup farklılıklar arasında ilişkiler/bağlar kurmak ve bunları iyi bir anlatı diliyle aktarmak çok zor, ama giderek çok daha büyük ve hayatî önem taşıyor. Ve tabii "Kitap piyasasında ne gider?" Şeklinde de ifade edilebilecek Algoritmalardan uzak durmak, günümüz edebiyatının en önemli sınavlarınan birini teşkil ediyor. Belli genel geçer şablonlar dahilinde "çoksatan kitap" yazmak hakkında geniş bir "külliyat" var, ama genel geçer moda konular formlar ve moda dil üzerinden üretilen edebiyat, -algoritmaların bir ifadesi olarak- geleceği değil, "Şimdi'nin geleceğe doğru uzatılması"nı temsil ediyor. Şimdi "yaygın" olan bu "tarz" ile gerçek anamda fark yaratmak ve belirleyici yüksek kaliteyi üretmek mümkün değil. "Şimdi'nin sonsuzluğu"na hapsolmak yerine, şimdiden onun ötesine yoğunlaşmak, Yeni Türkiye'nin harika yazarlarının hakedilmiş pırıltısı için daha doğru bir tutum olsa gerek...

'Yeni Türkiye'nin devreye girişi hakkında zaman kalitesi notları

İllüstrasyon: Bijou Karman
Bu, gecikmiş bir 'Gelecek Tahminleri' yazısı. Aslında 2019'un başında, mesela Şubat ayında veya en geç Mart ayında yazılmış olmalıydı, ama bu yıla girdiğimizde Türkiye hâlâ -adına kısaca 'Karamsarlık' diyebileceğimiz bir kötümserliğin yaygın etkisi altındaydı. 'İyimserlik'in önemi ve gerekliliğinin anlaşılmaya başlandığı süreç çok önemliydi ve o aşamada şimdi bu yazıda okuyacağınız bazı tahminler oldukça ''uçuk'' görünecekti. Kötümserliğin aşılıp umutların yeşerdiği ve ülkeye derinlemesine nüfuz ettiği bir dönem yaşanıyor. 2024'ün sonunda biteceğini 2008'den beri yazdığım ''Değişim/Dönüşüm Süreci''nin bundan sonraki son aşaması, 2008'den beri süregelen sürecin en önemli kısmı olabilir...
    İçinde bulunduğumuz 2008-2024 Dönemini kendi içinde, galiba üçe ayırabiliriz. Bunlardan ilki 2008-2012 dönemi -ki Türkiye için fırtınanın gözüne doğru ilerlenen bir tür ''demontaj'' dönemiydi ve en önemli olayları, kuşkusuz önce 'Kapitalist sistemin kategorik krizi'nin başlayıp 'Postkapitalist Paradigma'nın devreye girmesiydi. İnsanlık tarihi için büyük önem taşıyan sürecin gelişini 2007'de, kriz başlamadan önce yazmaya başladım, Konstantiniye Notları da 2007'den itibaren bu konuya sıklıkla değindi. Türkiye açısından TSK'deki Kemalistlere karşı yürütülen tasfiye hareketi, 2011 Mart'ından itibaren başlayan Suriye Savaşı ve 'Yeni Osmanlı' saçmalığı en önemli siyasi olaylardı. Neolibralizme has ''Kamu malı talanı'' bazlı vahşi kapitalizmin ve kimlikçi paradigmanın zayıflamakta olduğunun hissedildiği dönemdi...
    2013'de başlayıp 2016 Darbe Girişimine de uğrayarak 2018 sonuna kadar süren en cıvcıvlı dönemin herkes için ne kadar büyük bir sarsıntı hatta çalkantı demek olduğunu uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Ama bu dönem, Sağı-Solu dîni ve ideolojileriyle eski değerleri temsil eden 'Eski Türkiye'den mental kopuşun yaşandığı aşama olması açısından büyük önem taşıyordu, aynı zamanda Yeni Türkiye'nin ''Gezi''de görünmesi, tarihi bir dönüm noktasına işaret ediyordu. Benim eski Türk (ve tabii Çin) takvimine göre Şubat ayında başlatmayı tercih ettiğim 2019 yılı ile başlayıp 2025'e ermeden sona ereceğini düşündüğüm son aşamadan artık bahsedebiliriz, çünkü burada, -kulaklara hâlâ ''ters'' gelse de- ''Kapitalist sitemin mental anlamda sonu''ndan bahsetmek gerekiyor...
    2019 öncesinde yoğun ve aktif totaliter bir baskı sözkonusuydu ve bu, acımasızlığa karşı 'Cesaret'le direnmek ve enerjik olmak zorunluluğuyla ilgili bir durumdu. Gerçi hâlâ büyük ölçüde öyle, ama bu baskının azaldığı ve acıtıcı etkisini Mart sonundaki Yerel Seçimler'den itibaren belirgin ölçüde yitirmeye başladığını görüyoruz. Etkinin daha da azaltacağını söylemek mümkün, çünkü Türkiye'de muazzam bir ''Değerler değişmi'' yaşanıyor ve yükselen yeni değerler bu tip baskıları onaylayan türden milliyetçi/islamcı/vs değil. Bu önemli fenomen, sadece iktidar-muhalefet hikayesi gibi bir ''varolan siyasi yaklaşımların bütün içinde iktidarla muhalefetin yer değiştirmesi'' türünden şekilci bir değişim değil. Ondan çok öte, etkisi, sürecin sonuna kadar sürecek ve (2025'den itibaren) bir sonraki önemli döneme geçişi gerçekleştirecek partiler ötesi bir zihniyet değişimi ve o yüzden de 2019 yılı bu değişmin kalıcı bir şekilde ifade bulduğu ilk yıl. Bu yeniliği hafife alan ve buna karşı şeytana pabucunu ters giydirmeye kalkmayı deneyecek her türlü komplotik ''girişim''in kesinlikle ters tepeceğini ve -yoğunluğu ölçüsünde- yapanın aleyhine işleyeceğini yeniden vurgulamak gerek. İktidar dahil herkes tarafından ''nihayet'' anlaşıldığı görülen bu ilginç durum, 2019 yılından itibaren katakullik hırçınlığın ve politikada yalana sık başvuran anlayışın kesin sonunun yaşanabileceğini  gösteriyor. Kendini nihayet 'Yüksek Hakem' ve 'Ülkenin Asıl Patronu' (siyaset esnafına ''ekmek'' veren yüksek merci) olarak algılamaya başlayan Türk Seçmen, eskinin iyi ''iş'' yapan o ''eski muhafazakar değer''lerini giderek artan bir kesinlikle reddediyor...
    2019'da başlayan bu çok önemli döneme uzanan aşamada, ''insanlara duymak istediklerini söyle, sonra da bildiğini oku'' zihniyetinin artık tolere edilmediği -rasyonel düşünceyi önemseyen- zihniyeti güçlendirdi. Yeni dönemin bugünden okunabilen özelliği, kendine Müslüman ''değerler''in yerini gerçek değerlerin alması ve ''hergüne bir yeni kutuplaştırmacı sansasyonel gündem'' yerine, sükunet ve sükunete önem veren bir yavaşlama ve de sorunların yumuşak yerden birlikte (kutuplaşmadan) aşılması ilkesinin ikame edilmesi olabilir. Ve islamcı yalan/takiyye kültürünün ''etabile'' ettiği ''Algı Oluşturmak'' türünden katakullik hileli zarlarla oynanan oyunlar, yeni dönemde büyük bir kesinlikle sona erebilir, çünkü halkın ''iyi/kutlu amaç için yalan/dolan kültürü''ne hoşgörünün her hangi bir türünü gösterme ihtimali artık bulunmuyor...
    Bir zamanların, ''Biz ballıyız. Bir yolu bulunur, gene Allah'ın yardımıyla bunun da üstesinden geliriz, iktidarda da kalırız'' gibi düşüncelere sahip olanlar, bundan sonra hiç de öyle olmayacağını ve kaderi zorlamaya kalkmaları halinde, ummadıkları garip ve de zor durumlara düşebileceklerini söylemek gerek. Şimdi şans, yeni dönemin ruhunu anlamış olanların ve ona uygun hareket edenlerin yanında ve yaptıkları/yapmadıkları herşey, yeni dönemin görünmeye başlayan aktörlerine yarayacak gibi. Bundan sonra atılan siyasi adımlar gerçek/adil/ahlaklı öze sahip olmak zorunda. Bu anlamda; saça/başa bakan ama iyiliğe/dürüstlüğe/vicdana bakmayan (politize olmuş) şekilci din anlayışının da önemli ölçüde terk edilebileceği bir sürecin başlangıcı olabilir. Yeni mantalite, çok köklü bir değişme işaret ediyor. Neredeyse ikiyüz yıllık şekilci İslam anlayışının Anadolu'daki egemenliğinin sona erebileceği gelişmeler, bu dönemde başlayabilir. 2019 ve sonrası, ileride çok konuşulacak bir mental değişim sayılabilir...
    Küresel anlamda finansal alanda yaşanması mümkün ''gelişmelerin'' de bir sonucu olarak Kapitalist Sistemin değiştirilmesi ve aşılması fikrinin yaygınlaşması ve Türkiye'de de konuşulmaya başlanması, 2020'nin en önemli konusu olabilir. Mental anlamda 'Yeni bir başlangıç' sayılabilecek 2020 yılı, 2019'da Mart sonundaki yerel seçimlerden itibaren görünür olan 'Yüksek Değerler'in toplumda iyice kök saldığı ve 'Yeni Türkiye' mantalitesinin 'Eski Türkiye'den yönetimi devraldığı yıl olabilir. Dünya ve insanlığın kapitalizmin talancı zihniyetine (ve Dünyadaki yaşam koşullarını tehdit eden onmaz kâr saplantısına) karşı korunması fikri ile uyumlu 'Evrensel yüksek Değerler'in Türkiye'de ağırlıklı/nitelikli çoğunluğun zihniyetini oluşturacağı bir 2020 yaşanabilir. ''Gezi''den sonra 2019'da yeniden dikkat çeken bu zihniyetin, gizlilik/kapaklılık tanımayacağı ve şeffaflığı dayatacağına da dikkat çekmek gerekiyor, çünkü havaya/suya bile vergi ödeyen Türklerin 'yönetimlerde şeffaflık' talebi tavizsiz ve amansız olabilir...
    Şimdiye değin son 70 yıldır bir şekilde daima iktidar olmaya alışmış Muhafazakarların ''imkansız, n'ayır, n'olamaz'' saydığı bir çok ''imkansızlığın'' yaşanabileceğini, ama yaşananların hiçbirinin de düşmanlık uyandıracak şekilde yaşanmayacağını söylemek mümkün, çünkü ancak bu şekilde davranan politikacılar yönetici/lider olabilecekler ve bunun partilerle de bir alakası yok, zira yüksek değerler -eski anlamda- ''siyasî'' değil.
    'Mental Yeni Başlangıç' sayılabilecek 2020'den itibaren, Kapitalist Sistem'in aşılması konusu, sadece Türkiye'de değil, Dünyada da başat konu olabilir ve eski klasik Solcular başta olmak üzere herkes ''Kapitalizm uzmanı'' kesilebilir. Sistemin aşılmasının sadece ülke meselesi değil, bir Dünya meselesi olduğunu, yüz yıllık eski ideolojik ''ajit-prop'' malzemesinin bu sürece yapabileceği önemli bir teorik katkının bulunmadığını ve sistemin aşılmasının önce mental, -muhtemelen 2025'den itibaren de- Dünyada koordineli hareket edilmesini gerektiren teknik bir konu olduğunu şimdiden not düşmek isterim...

İyimserliğin bilimsellikle ve entelektüellikle ilişkisi hakkında

Sistemin kurulmasında oynadığı önemli rol nedeniyle ve duygulardan oldukça uzaklaşıp kapitalizmin para basma aracına dönüştürülen teknokratlarla akrabalığı nedeniyle, Bilime oldukça dikkatli yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Ama buna rağmen, İyimserlik ile Bilim arasında sağlıklı bir ilşiki var ve bu ilişkinin en genel adı da 'Rasyonel akıl'.
"Bardağın önce dolu tarafını görenler" anlamında kullandığım "İyimserlik", (elbette daha geniş bir kavram olmakla birlikte) bizi esasen "zor/dar zamanda sunduğu imkanlar ve alan" bakımından ilgilendiriyor. Bir Değişim/Dönüşüm dönemindeki Türkiye'nin 2008'den beri yaşadığı ve muhtemelen 2024'e kadar yaşayacağı "hareketli" (yani insanların sinirlerini harab eden!) süreçte, nisbeten kolay olan ve yaratıcılık gerektirmeyen kötümserliğin "ne kadar berbat bir durumda olunduğunu saptayıcı" yaklaşımının insanların içlerine kapanmasını sağlayan, yaratıcılığı köreltip korkuya alan açan ve pasifleştiren etkisine defalarca dikkat çektim. Kötümserlik, karşısında durduğunuz her ne ise onu olduğundan daha büyük gösteren, hatta ona haddinden fazla güç/akıl bahşeden bir yaklaşım türü. İyimserliğin hammaddesi 'Cesaret' ve 'Yaşam sevinci' olduğu için, hayatın doğal kırılganlığına rağmen dirençli bir bilinç demektir aynı zamanda. En önemlisi, iyimserlik yaratıcıdır ve tohumu, Göğe doğru kendine daima bir yol bulur. İyimserlik, hayatın doğasına uygun yaklaşım türü olduğundan, zor zamanlarda daima önemli bir faktördür.
Değişim/Dönüşüm döneminde önemli bir süreç yaşandı ve "Muhafazakarlık, Osmanlıcılık ve İslamcılık" diye ortaya çıkan "akım"ın -ki bir mantalitedir aynı zamanda- şimdiye dek Türkiye'de ortaya çıkan, 'bilime en uzak akım' olduğu görüldü.
2007 Yılında beni oldukça etkileyen bir kitap okumuştum. Georg Steiner'in "Warum Denken traurig macht" (Düşünmek neden melankolik yapar) denemesi, düşünmek eyleminin "melankoli" ile (dolayısıyla "karamsarlık" ile) ilişkisini başarılı bir şekilde inceliyordu. Aynı zamanda yaratıcı bir yanı olduğu da söylenen bu melankoliyi, edebiyat yazan veya yazmaya başlayan anlı-şanlı yazar arkadaşlarımdan (ve kendimden) biliyorum. Steiner, konuya damardan giriyor ve düşünmenin Adem'e yasaklanan elma olduğundan bile bahsediyor. "Düşünmenin sonsuzluğu, insanı diğer canlılardan ayıran belki de en önemli özelliği" diyen Steiner, buna benzer başka cümleler kurup "Düşünmek" yerine "Konuşmak" sözcüğünü veya başka sözcükleri koyanlar da bulunduğuna aldırmadan, "Düşünmek" edimini kendi içinde sınıflandırmaksızın bir bütün olarak kullanıyor. Ama bildiğim kadarıyla mesela ünlü yazar Haruki Murakami burada net bir ayrım yapıyor. "Kafamın üstü belirgin şekilde ısınıncaya kadar yazmaya devam ederim" diyor ve bununla, Hawaii'deki beş-altı metrekarelik çalışma ofisinde tepsi büyüklüğündeki çalışma masasının üzerindeki Laptop'unun başında geçirdiği ve yaratıcı yazarlık yaptığı saatleri kastediyor. Sonra bu işini bırakıyor ve "dinlenmek için" kitap çeviriyor. Bu ayrıma belki herkes katılmayacaktır ve çevirmenliğin de neredeyse yazarlık kadar zor olduğunu söyleyecektir ama çevirmenlik, sonuçta teknik bir iştir (bu yüzden de çeviri programları/aplikasyonları yazılabiliyor).
Georg Steiner'in muhteşem kitabında eksik olan, böyle ince ayrımların üzerinde fazla durmaması. Ama şimdi, iyimserlik hakkında daha fazla bilgiye ihtiyacımız var.
Avrupa'da yapılmış bazı araştırmalar (aklımda kaldığı kadarıyla), iyi eğitimli insanların melankoliye ve karamsarlığa kapılmaya daha yatkın olduğunu göstermişti. Bu konuda çeşitli veriler mevcut. Bugün, bundan yüz yıl öncesine göre çok daha güvenli, daha sağlıklı, bu yüzden daha kalabalık bir insan nüfusu yaşıyor dünyada, ama bu insanlar, atalarına göre çok daha karamsarlar veya karamsarlığın pençesine daha kolay düşüyorlar. Araştırmalar, iyi eğitimlilerin karamsarlığa kolay kapılmalarının nedenini, eğitimsizlerden çok daha detaylı ve derin düşünebilmelerine ve daha çok engeli/bozukluğu/tehlikeyi algılamaya yatkınlıklarına bağlıyor. Fakat buradaki püf noktası onların da dikkatinden kaçmış görünüyor. Bu denklemde Steiner'in toptan "Melankolik" diye değerlendirdikleri, galiba iki ana gruba ayrılıyor:
1. Düşüne düşüne "Cık, buradan bi cacık olmaz" deyip kenti kuytusuna saklananlar veya cacık olabileceğine inandığı bi yere gidip oranın sade silik bireyi olmayı yani teslimiyeti tercih edenler. (Bunlar karamsarlar)
2. Düşüne düşüne, sadece "Du bakali n'olcek" demeden, yani beklemekle yetinmeden saksıyı çalıştıranlar, cesur olanlar ve teknik çözümler üzerine düşünenler.
İyimserlik ve kötümserliği, hayata yaklaşım tarzı ve düşünme biçimi üzerinden düşünürken, aklıma, C. P. Snow'un Türkiye'de daha 1993'de yayınlanan ve günümüze kadar bir çok baskı yapan "İki Kültür" adlı denemesi geldi.
Bu kitapta anlatılan, Sosyalbilimler ve edebiyat odaklı Entelektüeller ile Tabii/doğal bilimler ve teknik Bilimcilerin birbirinden kopuşu, 1754-1784 arasında başlıyor. Kitapta bahsedilmese de, bu noktada, Immanuel Kant'ın ilginç bir rol oynadığını söylemeliyim. Bu genç adam, "Naturgeschichte und Theorie des Himmels" (Doğa tarihi ve Göğün teorisi) diye bir kitapçık yazıp Krala gönderiyor. Kitap, hiç bir deneysel/sayısal veriye dayanmadan Kosmoloji konusunda Batıda yazılmış ilk temel kitap sayılıyor. Kral bunu okumuyor ama bir kenara koyuyor (sonradan bulundu). Hem bilim gibi hem hikaye gibi olan bu kitabın önemli bir son nokta olduğu söylenebilir. Daha sonra zaman içinde, bilimciler ile hikayecilerin net bir şekilde birbirlerinden ayrılmaya başladığını söyleyebiliriz. Snow, kitabını 1959'da yayınladığında, bu iki kesimin birbirinden tamamen koptuğunu anlatıyor (bugün durum ve vaziyet ne alemde varın siz düşünün!)
Hem edebiyatçı hem bilimci olan Snow'un da örnek verdiği gibi, "Sen Yaşar Kemal'in İnce Memed'ini okumadıysan boşa yaşamışsın, dünyadan haberin yok" diyen kişinin, "Sen Termodinamiğin ikinci yasasını bilmiyorsan dünyadan haberin yok, boşa yaşamışsın" diyen kişiden -nitel anlamda- farkı yok. Yani sosyal/"ökönomi" bilimci ve edebiyat merkezli (günümüzde en ağırlıklı çoğunluğu oluşturan) Entel/Entelektüel deryasının Bilim dünyası ve deryasından koptuğunu ve bunun iyimserlik/kötümserlik diye özetlediğimiz konumuzla bir ilgisi bulunduğunu söyleyebiliriz, zira bu kesim, "öğrenilmiş çaresizliği" ve kötümserliği daha çok üretiyor, -sadece "sayısal üstünlüğü" (yani kalabalıklığı) nedeniyle değil; düşüncenin melankolikliği içinde, bilimsel/tarafsız/teknik alternatif üretmeye daha uzak olduğu için. Bilimci daha yakın, çünkü duygularını bi kenara koyup detaylı hesaplar yapabiliyor, bunlar çok daha somut, rasyonel...
Bir dönem Radikal gazetesinde kırktan fazla yazım yayınlandı, bunların tamamı "Sistem eleştirisi" hakkındaydı ve takma adla yazdığım ilki de "Ekonominin bir bilim olmadığı, olamayacağı" konusundaydı. Bilim, hesap kitap yapıp belli çıkarımlarda bulunur ve mesela "yarın şu saat ve dakikada Güneş doğacak" der veya Ay'a fırlatılacak roketin ağırlığının hangi miktarda yakıtla ne kadar sürede Ay'ın yörüngesine gireceğini hesaplar ve uydu sahiden de o söylenen sürede yörüngeye girer. "Ökönomi bilimi"nde böyle kesinlikler yoktur. Hatta ekonominin profesyonel eğitimini almamış insanlar arasından, çok daha isabetli tahminler yapbilen Ekonomistler çıkmaktadır. Kapitalist sistemin (2007'de başlayıp 2008'de "start" alan) en önemli son kategorik krizine gireceğini önceden tahmin eden "Ökönomi" profesörlerinin sayısı bir elin parmakları kadar bile değildir, ama dünyadaki Postmarksist akımın önemli temsilcilerinden sevgili dostum Norbert Trenkle ve Robert Kurz ve daha sonra tanımak şerefine nail olduğum dostlar, bunu daha 2003'de söylüyorlardı ve nasıl geldiğini, nasıl olacağını anlatıyorlardı, -biri bile "Ökönomist" değildi. Bu nedenle, bu "ilim" dalını da, "Sosyal bilimler ve edebiyat odaklı Entelektüalizm"e sayıyorum (böylece bu alanı kötülemiş veya aşağılamış olmak da istemiyorum, çünkü adlarını andığım dostlarım da, ben de, sosyal bilimler ve edebiyat odaklıyız). Ben sadece bu kesimin önemli bir eksikliğine dikkat çekmek istiyorum...
Geçtiğimiz günlerde, Türkiye'nin çok az sayıdaki sahici Bilim adamlarından birinin sohbetine katılmak şerefine nail oldum ve bu sohbet sırasında, bu okuduğunuz yazıyı yazmaya karar vedim. Çünkü sohbet sırasında, Snow'un kitabını adeta yeniden okuyormuş gibi hissettim kendimi. Kitapta, Bilimcilerin, sosyal bilimler ve edebiyatla fazla aşna fişne olup bilimle bağını tamamen yitirmiş olanları kabaca "aptallar" diye nasıl aşağıladıkları ve onlara güldükleri yazıyordu. Bilim, uğraştığı alan itibarıyla ölçülü/biçili/tanımlanmış "kesin veriler" üretir ve "kesinlik" demektir, "detaylı bir şekilde hesaplanabilir şeyler". Oysa sosyal bilimler ne kadar sayıyla çalışırsa çalışsın asla kesin olamaz -bu mümkün de değildir. Hele stüdyolar dolduran gevezeler ordusunun sunduğu uzmanlığın genelde hiç bir anlam ifade etmediğini, (bu blogda yer alan bir yazıda da anlattığım gibi) uzman olmayanların tahminlerinin uzmanlardan daha isabetli olduğunun bilimsel olarak kanıtlandığı meydandayken, karamsarlık üreten bu yapıya daha dikkatle bakmanın önemi ortadadır.
Eski Sol literatürden araklama terimlerle kendine bir tür "Entellik sahası" açmış olan İslamcılar dünyası için bu alan, kullandıkları neredeyse tek alan olarak kaldı. Gerçeğin eğilip bükülmesi "sosyal bilimler" alanında zaten mümkünken, bunu daha da "mümkün" bir uç alana taşıyan teolojik politika, "Kıyamet'e inanan, Cihad için her günahı mübah görebilen", koyu bir korku ve ilahi son kötümserliğne dayanıyordu.
İyimserliğin bastığı zemini daha da güçlendirmek için, kötümserliği hesap-kitapla aşan Bilimci zihniyetinin kesinliğine ve mantalitesine ihtiyaç var. Bu ihtiyaç, aynı zamanda, karanlığın doğduğu ruh coğrafyasını daraltıp denetim altına almak için de elzem. Daha kesin olmak, daha donanımlı olmak, Bilime daha açık olmak, daha çok bilim öğrenmek ve bilime aşina olmak, Bilimcilerin "kesinci" zihniyetini benimsemek, iyimserlik üretmenin de maddi temeli. Rasyonel/çokyanlı düşünüp hesap-kitap yapanlar, iyimserlik üretmeye daha yatkınlar. Mars'a nasıl gidileceğini hesap edenler de, kötü şartları değiştirip nasıl iyiye dönüştüreceğini her ihtimaliyle enine boyuna düşünenler de bilimi ve onun rasyonel yaklaşım tarzını benimsemiş olanlar, -tıpkı sistemin nereye gittiğini bana üç saatte anlatan ama ekonomist falan olmayan Norbert gibi.
İyimserlik, hâlâ çok ihtiyaç duyulan önemli bir malzeme ve planlı/rasyonel/cesur yaklaşımın seçim sonuçlarındaki belirleyici etkisiyle iyimserliği yükselttiği de malum. Neoliberal kimlikçiliklerin konuşulduğu, her "kimliğin" olayları nalıncı keseri gibi kendine yonttuğu pseudo sosyal bilimler devri sona erdi. 2008'den bu güne sıcak sıcak henüz pek farkına varılmayan değişimlerden biri de bu. Korkusuz aktif iyimserlik, umduğunuzdan daha önemli. O halde kötümserliğin lüzumu yok!

Slavoj ‪Žižek‬ - Jordan Peterson düellosu

★ İki popüler düşünürün 19 Nisan günü Toronto'daki Sony Centre'da, bilet almış üçbin kişinin önündeki tartışması (internetten de altıbin kişi bilet ödeyerek izledi), aslında eşitsiz bir düelloydu. Buna davet eden ve muhtemelen böylece Zizek sayesinde daha popüler biri olacağının hesabını yapan yeni Sağın "starı" Peterson, beklendiği gibi sahayı malup terketti, ama bu tartışmadan çıkarılacak önemli dersler var.
(Aşağıdaki linkleri tıklayarak tartışmanın nasıl başladığı ve şartları hakkında bilgi edinebilirsiniz)
Jordan Peterson kendine verilen otuz dakikalık süresine, Karl Marx'ın "Komünist Manifesto"su ile kışkırtıcı bir tonda başladı. Fikriyatı, Ayn Rand ve neoliberallerin klişeleri ötesine geçemedi.
Zizek'in hoşuma giden ifadelerinden biri, Peterson'ın "Aptal iyimserliği" ile dalga geçip, "İyimserlik Marksistlerin işidir" demesi; sonra da "Salağın tekisiniz,  ağzınızdan çıkanı kulağınız duymuyor" demesi!
Zizek, Marx'ın hatalarını kabul etti (bunu önemli buluyorum) ve kendisini "Hegelciyim" diye tanımladı (Hegel'in hatalarını bulmak da çok zor olmasa gerek!) Burada -Yeni Sol adına- çıkarılması gereken sonuç, "Doğrudur" diye tek tek kişileri tartışma devrinin geçtiğidir. Eski Solun kişi kültü insanların putlaştırılması devrini çoktan aştığımızı düşünüyorum. Artık konuşulan asıl konular kişiler ve onların "A'dan Z'ye" her yazdıkları/söyledikleri değil.
"Yeni Sağın düşünürü" Peterson, "Political correctness"ı eleştiriyor ve konuşmasında doğrudan Marksizme ve "Sosyalizm" adına ölen ve öldürülen insanlardan bahsetti. Bunun üzerine Zizek'in Marksizmi savunacağını, yani savunmada kalacağını sanmış olabilir. Zizek, doğrudan bodoslama Kapitalizme bindirdi ve en sevdiği konuya geldi: "İdeoloji eleştirisi."
Zizek, mülteciler sorunundan "Political correctness"a kadar herşeyden Kapitalizmi sorumlu tuttu ve tartışmayı izleyen binlerce insan tarafından alkışlandı.
Peterson bunun üzerine, her Sağcı entel dandirit türünün sorusunu Zizek'e de yöneltmek gafletinde bulundu: "Pekiy, kapitalizme alternatif nedir? Doktor Zizek'ten bu konuda her hangi bir çözüm duymadık." Peterson bu konuda çözüm niyetine sadece, "Herkes sorumluluğunu bilirse..." gibi bir şeyler öneriyor -ki bu pek de öneri değil tabii.
Zizek burada, Peterson'un beğenemediği Marx'ı anlatarak, "Eşitlik kavramının (Fransız ihtilalinden kalma) bir Burjuva değer olduğundan bahsetti mesela, Marx'ın da hiyerarşilerden bahsettiğini ama bunların Kapitalizmin hiyerarşileri olmadığını söyledi.
Zizek, Peterson'un saldırdığı/düşmanlaştırdığı ve "Postmodern Neomarksizm" saydığı "Political correctness" konusunda noktayı bir soruyla koydu: "Political correctness savunucularının, kimlikçilerin hangisi Marksist? Bana birinin adını verin!" Bam teli de burasıydı. Bu konuları savunanların bazıları kendilerine Sol/Mol diyebilirler ama hiçbiri "Marksistim" demiyor, yani Peterson, neye karşı olduğunun da pek farkında değil ve Zizek'e bir kişinin adını bile veremedi tabii. Zizek'e alkış! Salon ayakta!
Peterson buna, özgüvensiz bir tonda, "Ama Amerika'da sosyal bilimlerle uğraşanların yaklaşık yüzde yirmibeşi, kendini Marksist diye tanımlıyor" demekle yetindi.
Zizek bu lafla iyice bir dalgasını geçtikten sonra sosyal medyada büyük bir çoğunluk tarafından Toronto'daki "tartışmanın galibi" ilan edildi.
Benzeri bir tartışma en son 1971'de Noam Chomsky ve Michel Foucault arasında yapılmıştı, ama o zamanlar daha internet yoktu ve konuşulanların her sözünü bilmemkaç bin kilometre uzaktan canlı olarak izlemek mümkün değildi ve Türk Solu "Sosyalist devrim mi Milli demokratik devrim mi?" gibi konularla "meşguldü".
Bu tartışmayı asıl ilginç kılan, Marksist düşüncenin yeni türü ve tarzının da -Zizek'de ifade bulmuş mizahi tarafı yüksek halinin de- Sağ'ın en yüceltilen "düşünürleri"ni bile rahatlıkla havada katladığı gerçeğini yeniden güncellemiş olması. Tartışma, Yeni Sol'un neden gelecek vaad ettiğini ve eski beton tipi alıntı manyağı "Reel Sosyalizm" ile göbek bağı olmadığını bir kere daha göstermiş oldu...


Peterson ve Zizek düellosu hakkında...
Sophos Akademi'de Reşat Okur'un yazısı:
https://www.sophosakademi.org/2-filozof-1500-dolara-bilet-3000-seyirci-toronto-tartismasi/
Der Spiegel'de Arno Frank'ın yazısı:
https://www.spiegel.de/kultur/gesellschaft/slavoj-zizek-vs-jordan-peterson-marxist-gewinnt-philosophenduell-a-1263756.html
The Guardian'da Stephen Marche'nin yazısı:
https://www.theguardian.com/world/2019/apr/20/jordan-peterson-slavoj-zizek-happiness-capitalism-marxism

Defterimden naklen notlar...

Kendimi bildim bileli okuduğum ve düşündüğüm konular hakkında notlar alırım, ama sadece bu kadar değil elbette. Bir de sevdiğim, hoşuma giden ve ilginç bulduğum konuları ve şeyleri de not düşerim. Bir kısmını bazen buraya almanın bir sakıncası olmasa gerek...

★ İnsan bazı şeyleri yerde ararken gökte buluyor. Mesela Deng Xiaoping hakkında, bu küçük dev adamı merkezine alarak Çinin dönüşümü hakkında yaptığı devasa çalışmasıyla yeniden ünlenen Ezra Vogel'in 2011'de yayınladığı "Deng Xiaoping / ve Çin'in Dönüşümü" adlı 878 sayfalık büyük boy kitabını, Mehveş Leliç Türkçeye çevirmiş ve daha 2017'de Modus Kitap diye bir yayınevi de kitabı yayınlanmış. Bu yayınevinin adını ilk kez duyuyorum, ama büyük bir iş gerçekleştirdikleri kesin, kendilerine teşekkür etmek gerek...

★ Yukarıdaki resim, Kamboçya asıllı grafiker Visoth Kakvei'nin. Eski bir grafiker olarak, çok beğendiğim bu adamı sizlerle de tanıştırmalıyım. Yaptığı tüm resimleri için üç ilâ altı saatten fazla zaman ayırmayan sanatçı bu ve benzeri analog perspektif işleri seviyor ve genellikle siyah-beyaz çalışıyor.

★ Önüme düşen en ilginç kitap, "Eine kurze Geschichte der Trunkenheit" (Sarhoşluğun kısa tarihi)...
Bu enfes kitapta genç yazar Mark Forsyth, kendisinin ayyaş falan olmadığını anlatarak başladığı hikayesinde, taş devrinden günümüze sarhoşluk ve kültürü ve hakkında yanlış bilinen şeyleri de anlatıyor. Kitapta, Viski içip kabalaşan İngilizlerin Fransızlar gibi şarap içince neden ve nasıl inceldiğinden tutun da, Sumer bira tanrısına kadar yok yok...