Yunanlı bir entelektüelin gözünden 'Küçük Asya Felaketi' ve kendini eleştirmek (4)


Herşey, bir eleştiri haline getirilebilir, mesela George Bernard Shaw için tiyatroda uyumak da bir eleştiri biçimidir, ama bilinçli sistemli eleştirel yaklaşım, artık Dünyaya malolmuş modern hasletlerden biridir ve özeleştiri halinde, entelektüel mütevaziliğin önemli bir unsurudur. Fransa'da yayımlanan "Lettre International" dergisinde 'Yunanlıların Küçük Asya Felaketi' hakkında bir yazısı çıkan Yunanlı tarihçi Antonis Liakos'un kendi ülkesine eleştirel yaklaşımı da bu çerçevede değerlendirilebilir. Türkiye'de Kurtuluş Savaşı'ndan bahsederken arada eleştirel cümleler de kullanmanın gördüğü tepkiyi, modernleşmenin ne kadar benimsenip ne kadar benimsenmediği sorusuna konu etmek mümkün.

   Liakos, Yunanistan'da büyük bir travmaya neden olan "Küçük Asya Felaketi"nin, 1922'deki savaş yenilgisi ve hezimetinden ziyade, Anadolu'dan Yunanistan'a göçmek zorunda kalan insanlarla birlikte gelen sorunlar yumağı olduğuna işaret ediyor. Liakos yazısında Yunan Ordusunun 18. Tümeninin yaptığı katliamı anlatan bir asker günlüğüne, Aydın'da Türk mahallesinin nasıl yok edildiğine yer veriyor. Aydın Türklerin eline geçince, bu kez Türkler Rumların yaşam alanlarını imha ediyorlar. Liakos, Ankara'ya ilerleyen Yunan ordusunun önüne gelen Türk yerleşim birimlerini nasıl yakıp yıktığını, Türk ordusu önünden Ege'ye doğru kaçarken de yakıp yıkmaya vakit bulamadığı köyleri, ekinleri, tarlaları yaktığını anlatıyor. Bu tavır, modernizme daha uzak bir yerde duranlar için, "kendi ülkesinin büyük kusurlarını ve hatta suçlarını ifade etmekten geri durmayan, özeleştirel bir entelektüel mütevaziliği" değil de "Yunanistan'ın suçlarının itirafı" sayılabilir. Kurtuluş Savaşı'nın üzerinden yüz yıl geçmiş olmasına rağmen benzeri bir tavırla Türklerin Rumlara yaptığı mezalimden de bahseden tarihçilerin Türkiye'de ne kadar büyük tepki çekebileceğini, entelektüel mütevaziliğin özeleştirel yaklaşımlarının büyük tepki görebileceğini, hatta böylelerinin "hain"likle suçlanabileceğini söylemek abartılı olmasa gerek.

   Batı'nın kendine has özellikleriyle ortaya çıkmasında, tepki duyduğu Doğu Roma'nın kilise ve kralı birbirinden ayırmayıp tek kişide birleştiren özelliğinin önemli payı vardı. Bu özelliğin Osmanlı'da da aynen sürdürüldüğünü, Sultan ile Halife'nin aynı kişi olduğu, en sonunda ikisini birbirinden ayırıp Halifeliğin Meclis yönetiminden farklı bir kurum olarak yaşatılması deneyinin işlemediğini biliyoruz. Doğu Roma'ya has sistemin varislerinden Yunanlıların, Batıda ifade bulmuş eleştirel özeleştirel yaklaşımlarla daha barışık hale geldikleri görülüyor. Gerçi orada da mesela muhafazakarların ve din adamlarının aşırı milliyetçiliği, modern entelektüel tavrı zorlaştırıyor olmalı, tabii Türkiye'deki kadar değil, üstelik bu zorluk, ülkede bitmekte olan milliyetçi-muhafazakar eski İslamcı zihniyetten gelmiyor sadece, Yeni Türkiye'yi kurmaya hazırlanan Seküler kesimlerin Atatürk ve Kurtuluş Savaşı devri hassasiyetlerinden de kaynaklanıyor. Böyle "Hasasiyetler" çok, özellikle de din konusunda. 

   Türkiye, 1980 sonrası "islamî muhafazakarlaşma ve Sol'un imhası" diye özetlenebilecek kırk yıllık dönemini ardında bırakmaya hazırlanıyor. Türkler belki AB'ye üye olmayacaklar, belki Batılı sayılmayacaklar ve bundan şikayet de etmeyecekler, ama Batı'yla alakasız Hintliler Koreliler Japonlar Singapurlular kadar eleştirel ve özeleştirel düşünceye yakın olacaklar, zira bu konu, yeni fikirler üretilmesiyle, düşünce kapasitesinin genişletilmesiyle, düşündüğünü iyi ifade edebilmekle ve nihayet fikir özgürlüğünün ciddiye alınmasıyla ilgili. Dünya kalitesini yakalayabilmek için gerekli.

   Liakos yazısında, Kurtuluş Savaşı döneminin Yunanistan Başbakanı Venizelos'un Anadolu'dan çekilirken "taş taş üstünde bırakmadık" şeklindeki itirafına yer verirken, Anadolu'nun işgali sırasında Avrupalı "sömürgeciler"in "Yunanlıların Türklerden biyolojik olarak daha üstün" olduklarını anlattıklarını ve Yunanlıların bunun etkisinde kaldıklarından da bahsediyor. 1920'ler, Avrupa'da ırkçı faşist hareketlerin yeni yeni yükselmeye başladığı, kendini eleştirinin "ihanet" sayılıp, kültürün sanatın fikrin sistemli bir şekilde ezileceği cinnet döneminin başlangıcı. Karanlıklara giden kapıları sıkı sıkıya kapatmanın yolu, fikir ve sanat özgürlüğünden, eleştirinin her türüne açık olmaktan ve özeleştirel olmaktan geçiyor.