Osmanlı toplumunda çokkültürlülüğün sosyo-ekonomik kökeni ve milliyetçilik

İllüstrasyon: François Bourgeon
Milliyetçiliğin bir zamanlar çıkıp bugüne kadar kadar gelmiş bir tür "Moda" olduğunu sananların ezici çoğunluğu oluşturduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Milliyetçilik gibi ideolojilerin tekbaşına -birinin aklına estiği için- ortaya çıkan şeylerden olmadığını, milliyetçiliğin bir sosyo-ekonomik temeli olduğunu anlamak, onun ne olmadığını ve nasıl değiştirilebileceğini anlamak bakımından da önemli olmalı. Milliyetçilik, tarım toplumlarında neden ortaya çıkmamış da endüstrileşme döneminde ortaya çıkmıştır? Milliyetçiliğin nerden nereye gittiğini ve ileride nasıl tasfiye edileceğini tartışmadan önce, onun bulunmadığı çağa kısaca göz atmakta fayda var.
Önce bir yanlışı düzeltmeliyiz:
Toplumlar, Marksistlerin ayırdığı gibi birbirini izleyen (linear) "İlkel toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum, komünist toplum"a ayrılmaz. Bu, Avrupa merkezci ve yanlış bir ayrımdır (mesela "Köleci toplum" diye birşey yok. Feodalizm de Avrupa'ya özgü)
Toplumlar, global bazda tarihi süreç içinde Üçe ayrılır: 
Tarım öncesi toplayıcı/göçer toplum, Tarım toplumu, Endüstri toplumu. (Ve şimdi Postendüstriyel bir dönemde yaşıyoruz. İstikamet, kapitalizmin mecburen tasfiye edilip yeni bir düzenin kurulması yönündedir)
Osmanlı Toplumu da tüm benzerleri gibi bir tarım toplumudur ve sonuna doğru endüstrileşmeyle tanışmıştır.
"Eskiden ne güzeldi, herkes kendi dilini konuşuyordu, kompartımanlar halinde birbirine karışmadan barış içinde yaşıyordu, çok kültürlülük esastı -gene öyle olmalı" diyenler, o zamanlar "Tarım toplumu paradigması şartlarında" yaşandığını hiç düşünmüyor. Eskisi gibi aynı kültürel koşulları yeniden kurmak, yeniden kompartımanlar halinde -çok kültürlü- bir toplum olarak yaşamak, kapitalizm şartları altında mümkün değildir. Yani homojen değil, heterojen kültürlü bir toplum, ancak kapitalizmin olmadığı başka bir düzende gerçekleşebilir.
Tarım toplumlarında küçük topluluklar halinde yaşanır, çünkü ekonomi, küçük klanların/aşiretlerin ve halk gruplarının kendi başlarına -dünyanın diğer kısmından bağımsız- idame ettirilebilecekleri türdendir. Sadece halk grubunun/aşiretin kendi içindeki örgütlenmeyle döndürülebilecek özelliktedir. Tarım toplumu, kendi kendine yeten toplumdur. Bu durumda Klan/aşiret (veya diğer sosyal topluluklar) birer kompartıman olarak yaşamak isterler -ki kendi ekonomik birliklerini koruyabilsinler, diğerlerinden ayrı tarif edebilsinler. Bu nedenle diğer halk gruplarından farklı kültürel/dilsel/dinsel özellikler icad edilmiştir. Mesela eskiden her ilde ayrı dil, o da olmazsa ayrı bir şive konuşulur, farklı dinlerin farklı mezheplerinin farklı uygulamalarına başvurulur. Bu konularda homojen bir birlik/aynılık asla söz konusu değildir-olmamıştır. Tarım toplumlarına bakarsanız, sanki bile-isteye her toplumun diğerlerinden ayrı/farklı olmaya özen gösterdiğini görürsünüz. Boşuna da değildir. Bu yolla klanların/aşiretlerin ve çeşitli halk gruplarının önderleri, kendi halk gruplarını daha kolay bir arada tutarlar. Bu nedenle, eski Osmanlı'da "Türk" yoktur, onun yerine "Karakeçili", "Yörük", "Dadaş", "Karamanlı" vs. vardır. (Kapsayıcı "Türk" tanımını Türkler değil Avrupalılar bin yıl önce kullanmaya başlamışlar ve Anadolu'yu "Türkiye" diye adlandırmışlardır).
Osmanlı Sultanları, ve daha öncesinin Anadolu Selçukluları ve hatta Bizans İmparatorları, dünyanın her yerinde olduğu gibi, bu kültürel çeşitliliği desteklemişlerdir, çünkü Halkların önderlerinin işine geldiği gibi onların da işine gelen bir durumdur. Böyle bir yapıda milliyetçilik olmaz, olmamıştır da. Çünkü milliyetçilik, bir sosyo-kültürel homojenleşmenin ifadesidir aynı zamanda. Milliyetçilik, tarım toplumu Fransa'sının yüz çeşit dil konuşan ortamında da ortaya çıkmamıştır -endüstrileşme ile birlikte doğmuştur.
Kapitalizm, tarım toplumundan farklı olarak, muazzam bir işbölümüne dayanır. Kendi kendine yeten küçük tarım toplumları şehirlere aktıkça ve endüstriyel üretime katıldıkça, bu kapsayıcı ve karmaşık üretim/tüketim ilişkilerinin ortak bir dile/kültüre sahip olması gerekir. Bu komplike kapitalist üretim/tüketim atmosferinde farklı diller ve lehçelerle anlaşmak ve üretmek mümkün değildir. ("Eğitim" denen şey de bu yüzden icad edilmiştir) İşte bu noktada, başlayan endüstrileşmenin merkezi olan yerin dili, ülkenin dili olmaya başlar. Türkiye'de buna, "İstanbul Türkçesi" diyoruz.