Batı'nın dünü bugünü yarını ve Türkiye





B
azı kavramlar, sanki sonsuz zamanlardan beri varmış gibi ele alınıyor ve bu bazı kaçınılmaz yanılgılara neden oluyor. Sosyopolitik ve sosyokültürel açıdan ele alacağımız Batı kavramı, bunlara beylik bir örnek teşkil ediyor. Kolay yoldan (coğrafi) düz bir tarif denemesi, hele günümüzde, kesinlikle yetersiz kalacaktır.

Daha M.Ö. 5'inci Yüzyılda, Grek (Yunan) ve Pers dünyası arasındaki kültürel/siyasi ayrımı vurgulamak için Grekler, 'Doğu'yu 'Hespera' diye adlandırıyorlardı. 'Batı'ya, yani kendi ülkeleri ve kültürel/siyasi bölgelerine 'Anatole' diyorlardı. Anadolu sözcüğünün kökeni olan bu Ad/kavram, Doğu/Batı ayrımında 'Batı' anlamında kullanılırken, bugünlere kadar gelen bu ayrımın -günümüze ilham vermeye devam eden- Doğu ve Batı Kilisesi bölünmesiyle asıl kaidesine oturduğu görülüyor. Malumdur, 1204'de Venediklilerin bir azizliğiyle Kostantıniye Dördüncü Haçlı Seferi'nin hedefi olmuştur. Şehir ve ülkenin yağmalanması ve fethedilmesiyle, Doğu/Batı (Kiliseleri ve kültür alanı) ayrımı pekişmiştir. Venedik, bu "girişim"le, rakibi Doğu Roma'nın ticari üstünlüğüne son vermiştir. Bu üstünlüğün yeniden dengelenebilmesi için, Türk imparatorluğunun 'Doğu'yu yeniden canlandırıcı etkisi gerekmiştir (Doğu kilisesi ancak ondan sonra Doğu Roma İmparatorluğundaki gücüne yeniden kavuşabilmiştir). Bu denklemde Türklerin, sadece Doğulu olmakla kalmayıp, Batıdaki 'Doğulu olmak' kimliği içinde ortaya çıktıkları da söylenebilir. Rum Selçuklu ve (İklim-i Rum) Osmanlı geleneğinin pozisyonu burada çok açıktır.

Buradaki Doğu/Batı ayrımının, sadece dünyanın bu tarafında dönen bir kendi kendine gelin/güvey durumu olduğunu hiç gözden kaçırmamak gerekiyor. Orta çağdan itibaren (Batının Doğusu) Doğu'nun yeni merkezi haline gelen Anadolu'dan 'Daha Doğu' olan yerler de vardı elbette. Bunların başında, Fars ve Hint dünyası gelmekteydi. 'Daha da Doğu'yu, Anadolu'nun Doğu'lu Türklerinin algılamakta zorluk çektiklerini görüyoruz. Mesela Osmanlı Sultanlarının çok yakın dönemlere kadar Japonya'yı görmezden gelmeleri buna örnektir. O halde Anadolu odaklı DoğuRoma/Türk 'Doğu'sunu, 'Batının Doğusu' sayabiliriz. (Proto-)Türklerin uzun bir Çin, Hint ve nihayet Fars tecrübesinden sonra Batı ile bir aşk/nefret ilişkisi kurmaları, -bu son duraktaki- Doğu/Batı tanımlamalarının ötesinde değerlendirilmek zorunda
. Türkler Batı'nın Doğulusu, Doğu'nun da Batılısıdır. Fakat bu, sadece bugüne özgü bir durumdur. Asıl pozisyonları ise, bu (Türk) adla anılmadan öncesinden başlayarak, En Batı ile en Doğu arasındaki iki tamamen farklı yerleşik uygarlık arasında (Roma ve Çin) bu geniş alanda belirleyici faktör olmalarıdır. Nasıl Orta Avrupa'nın belirleyicileri Almanlar, Doğu Asya'nın belirleyicileri Çinliler olduysa, bu iki temel kültür alanı arasındaki ORTA alanda da Türkler ve proto-Türkler (18'inci yüzyıl ortalarına kadar) belirleyici olmuşlardır. Şimdi bu alanın belirleyicisi Ruslardır. Fakat durum, Orta Avrupa'daki Königgrätz (1866) savaşında Prusya'nın Avusturya'yı yenerek Almanlar üzerindeki hakimiyeti sağlamaları gibi bir gelişmeyle Türkler aleyhine bozulmuştur. '93 Harbi'nde (1877-1878) Ruslar Türkleri yenmiştir. (Daha önce yaşanan ve gözden kaçan diğer önemli olay, son bağımsız Moğol Kağanı Ligdan Han'ın yenilmesi ve göçebe savaşçı kültürünün -yerleşik kültür karşısında- sona ermesidir.) Fakat Türkler, bu, dünyanın en büyük coğrafyasının, yani ORTA bölgenin (göçebe geleneğini de içeren en eski kültürel nüvelerine sahip) en önemli iki halkından ikincisidir. Ve birinci olması, geleceğin kalitelerine adapte olmasına ve samimi çabasına bağlıdır.

Ama buraya kadar henüz, asıl 'Batı'dan bahsetmiş değiliz. Çünkü buraya kadar anlattığımız Doğu/Batı ayrımı, şimdi/bugün, (Batı merkezli) bilim çevrelerinin analizlerine yaslanmaktadır. Eskiden, yukarıda sözünü ettiğimiz çağlarda, çatışmaların/ayrımların öznesi olmak (ve hakim dil/kavram) anlamında, bir Doğu/Batı ayrımı bulunmuyordu. Bu çok önemlidir. Ve bugün tarihe Doğu/Batı üzerinden bakmak, tarihin bugünkü -hakim- ayrımlar ve kavramlar temelinde geriye doğru yeniden tanımlanmasıyla ilgilidir -ki asıl yanıltıcı olan da budur.

Doğu/Batı ayrımı fikrinin geriye doğru oluşturulmuş yeni bir şey olduğuna dikkat edersek, bu ayrımın, ileriye doğru mutlaka yaşamak, devam etmek zorunda olMAdığını da -daha kolay- anlayabiliriz. Transatlantik bir birliğin (alanın) ifadesi olarak 'Batı' kavramı 1890 öncesinde yoktur. Kuzey Amerika ve Avrupa'nın kültürel/siyasi/ekonomik benzerlikleri ortaya çıkıp birlikte bir bütün olarak tanımlanmaya başladıktan sonra, 20'inci yüzyıl başında, daha çok bir Anglosakson dünyası merkezli 'Batı' kavramı ortaya çıkmıştır. Ve ilk ortaya çıktığı, sıkça kullanılmaya başladığı dönemde, 'Batı' kavramı kadar popüler ikinci bir kavram daha vardır: 'Beyaz ırk'. Ancak ABD'de devrimle ortaya çıkan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin insanların eşitliği üzerinde radikal/devrimci bir tonda ısrar etmesi üzerine, 'Beyaz ırk' kavramı, kölecilikle birlikte ortadan kalkmıştır -negif bir kavram haline gelmiştir.

Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da ortaya çıkan 'Batı', başlangıçta sadece Rusları ve Türkleri değil, Doğu Avrupalı Hristiyanları ve hatta Orta Avrupa'nın en kalabalık halkı Almanları da dışlıyordu, kapsamıyordu. (Bu sadece İngilizlerin 'Küçük olsun bizim olsun' mantığıyla falan da izah edilemez) İlk 'Batı' ile Alman dünyası arasında köklü felsefi ve yaşam tarzıyla ilgili farklılıklar vardı ve bu farklılıkların Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar sürdüğü, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise Almanlar aleyhine tescillendiğini söyleyebiliriz. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonunda bile 'Batı' kavramı, Almanya'da, 'Düşman' anlamında (negatif bir şekilde) kullanılmaktaydı. 'Batı' denince anlaşılan, İngiltere-Fransa ve (1917'de savaşa girdikten sonra) ABD idi.

'Batı'ya o aşamada karşı olanların -ki Almanya gibi Türkiye de karşıttı- o zamanki 'Batı'dan önemli farklılıkları vardı. 'Batı' denen ülkeler 1.Demokrasiyle yönetiliyorlardı. ABD/İngiltere/Fransa, hatta iki devrimin desteğini alarak (1776 Amerikan devrimi ve 1789 Fransız devrimi) Almanya, Avusturya ve Türkiye'den farklı bir yönetim biçimine sahiplerdi. Fakat farklılık bundan ibaret değildi, çok daha köklüydü. 'Batı'nın yeni "uygarlığı" tamamen materyalistti. Ona karşı mesela Almanya'da (ve Türkiye'de) materyalizm ötesi 'Yüksek değerler'in ve insan ruhuna önem veren (Almanya'da felsefe, Türkiye'de tasavvufi) yaklaşımlar görüyordu -ve bu yaklaşımlar, 'Batı'lı saf-materyalist "uygarlığı", bir tür 'yabancı madde'ymiş gibi algılıyordu. Türkiye'de bu ikilemin (ruhsal materyalist/amateryalist çatışmanın sürdüğü, bu ikisinin sağlıklı bir şekilde barıştırılamadığı) bugün de, çeşitli şekillerde devam ettiğini ve bir kafa karışıklığı halinde insanları rahatsız etmeyi sürdürdüğünü biliyoruz. Orta Avrupa'daki (1945'lere kadar süren) 'Batı' karşıtlığı, açık bir şekilde, 1776/1789 değerlerine karşıdır. Bu açıdan da -aynı değerlere karşı olan- Sultan II. Abdülhamit Türkiye'si ile kolay dost olmuştur.

Türk İmparatorluğu yenilip dağıldıktan sonra 'Batı'nın değerlerini aldı (Almanya da aldı). Bu nedenle Amerikan/Fransız ihtilallerinin fikirlerini bugün eleştirmek ve yeniden tartışmak önermesi bile, birçokları tarafından gülümsemeyle karşılanacaktır. Fakat Cumhuriyet'in ilk dönemindeki 'Batıcı' Fundamentalizmi ve klasik 'Batı' fikirlerine adeta tapınmak anlayışından çok daha sağlıklı bir noktaya gelindiğini söyleyebiliriz. Türkiye'de otuzlu ve kırklı yıllarda (hatta ellili ve atmışlı yıllarda da) Fransız İhtilali'ni, 'Batı'lı değerleri eleştirmek, adeta delilikle eşdeğer sayılmaktaydı. Bugün, bu konuda -dünyanın- çok daha ileri bir noktada olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
"Almanya'nın 'Batı' kültürüne açılışı ancak 1945'den sonra olmuştur" ve bunu bu sözlerle ifade eden de (1968'de) Alman filozof Jürgen Habermas'dan başkası değildir.

Avrupa'daki 'Batı'-karşıtlığının ortadan kalkmasından sonra, Soğuk Savaş döneminde 'Batı'dan anlaşılan şey, çok açık bir şekilde NATO'dur ve Türkiye de bu anlamda 'Batılı' bir ülkedir -Tıpkı Asya'nın en doğusundaki Japonya'nın dolaylı yoldan Batılı olduğu gibi. NATO üyesi ve etkisi altında olan ülkelerin Batı sayıldığını görüyoruz. Son Dünya Savaşı, bu açıdan bakıldığında, Batı kavramının bir yeniden tanımını da beraberinde getirmiş görünmektedir. İşin ilginç yanı, bu kavram esasen siyasi ve ekonomiktir ve kültürel farklılıklar tamamen bunların gerisinde kalmıştır (mesela o dönemde İran da Batı'dan sayılmaktaydı ve İsrail'in yakın müttefiğiydi). Aynı dönemde Türkiye'de, -şimdinin İslamcılarının- "Allahı'na kadar!" Amerikancı ve Batıcı olduklarını görüyoruz. "Coni sevgileri" o kadar yoğundur ki, Amerikan 6'ıncı Filo'suna karşı gösteri yapan Solcu gençlere çivili sopalarla, "Allahu Ekber" nidalarıyla saldırabilmişlerdir. (O zaman Amerikalılar henüz Batıl değillerdi zail de olmamışlardı!..)

Soğuk Savaş döneminde NATO etrafında oluşan bu 'Batı'nın sadece askeri ve siyasi/ekonomik bir birlik olmadığını, bunların dışında bazı ortak 'Batı'lı özelliklerin bulunduğunu görüyoruz. 'Doğu' ilan edilen sosyalist ülkelerdeki insan haklarının ve halkın temsili gibi konuların, sosyalist bürokrasinin (yani Nomenklatura'nın) halka kulak asmayan kaba antidemokratik yaklaşımlarının 'Batı'da eleştiri konusu yapıldığını görüyoruz. Sosyalist 'Doğu'nun yıkılmasında, bu 'Batı'lı değerlerin de rolü olduğu malumdur. 'Doğu'nun geleneksel temsilciliğinin, Alman/Avusturya/Türk İmparatorluklarının yıkılmasından sonra esasen Sovyetler Birliği'ne (ve Rusya'ya) kaldığına da dikkat çekmeliyiz.

Sosyalist Blokun çökmesinden sonra 'Batı'lı değerlerin (bunlara kısaca değineceğiz) bütün dünyaya hakim olduğu gibi bir kısa yanılgı dönemi, 21'inci yüzyılın başına kadar sürdü. Daha eskilere/tarihe/coğrafyaya dayanan yeni bir Doğu/Batı ayrımı kavramı, neoliberal Huntington tarafından, tarihte hiç olmadığı kadar coğrafi bir ayrım haline getirildi. Buradaki temel hata, 'Batı' kavramının artık nasıl kullanılması gerektiği sorusunun Sosyalizm sonrası yeni döneme uygun olarak sağlıklı bir şekilde yeniden ele alınmamış olmasıydı. En önemlisi, böyle bir ayrıma artık gerek olup olmadığı da düşünülmek zorundaydı. Boşluk/karışlık/geçiş dönemlerine özgü kurallar işlemiş ve alışkanlıklar galip gelmiştir. Bugün bir 'Batı'dan söz etmeye devam etmek, artık sadece bir alışkanlık meselesidir. Bu kavramın geleceği yoktur ve yerini giderek başka dominant kavramlara bırakacaktır. Bu tip (Doğu/Batı) ayrımların ortadan kalkmasından önceki son aşamada 'Batı'yı iki farklı şekilde tanımlamak herhalde daha doğru olacaktır. Bunlardan biri 'Sistemik Batı'dır ve aslen 'Kapitalist yaşam biçimi'ni ve o mihvaldeki birçok sosyokültürel ve sosyoekonomik özelliği içerir... Diğeri, onunla özdeş olmak zorunda olmayan -geleceğe dönük- bir coğrafi/kültürel 'Batı' olabilir. Bu denklemde birinci sistemik 'Batı'ya karşı, coğrafi/kültürel 'Batı'lı ülkelerle/çevrelerle ittifak yapılabilir (-böyle şeyler olmaktadır da) Sadece bu bile, 'Batı' kavramının eski önemini ve geçerliliğini yitirmekte olduğunun işaretidir. Enerji tüketen, klasik körü körüne Batı düşmanlığını aşmanın ilk yolu da budur.

Buradan, eleştirilmesi gereken konuya, 'Batı'nın -günümüzdeki adının- sistemik 'Batı' olduğuna işaret etmek istiyoruz. Fakat bu da, Türkiye'nin kendiyle olan (ve bu Doğu/Batı ayrımı, veya birlikteliği) kafakarışıklığı sorununu çözmüyor. Çünkü Türkiye'nin kendi değerleri üzerinden yeni bir tanımlama değil -gene 'Batı' üzerinden bir tanımlama... Türkiye'nin böyle değerlendirmeleri kendisi açısından ve kendi değerlerine DE yaslanarak yapabilmesi gerek. 'Batı'nın -özellikle neoliberal dönemde ve kısmen günümüzde- Hristiyanlık üzerinden tanımlandığını görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında bin yıllık 'Doğu'lu Ermenistan, neoliberal döneme has "diyasporalar mevsimi!"nde, kendini 'Batı'dan daha Batılı gösterme çabasında olmuştur. Azerbaycan ise, 'Doğu'nun tipik temsilcisi sayılmıştır. Burada asıl farkın etno-kültürel neoliberal "değerler" üzerinden, (mesela din üzerinden) yapıldığı çok açıktır.

Türkiye, 'Batının Doğusu' olmak anlamında, Yahudilerle başlayan monoteist dinlerden birinin savunucusu olmuştıur. Bu bakımdan 'Doğunun Doğusu' Asya'dan tamamen ayrılır. Ne Hindistan, ne Çin ne Japonya monoteist kategoride değerlendirilebilirler (Fakat buna rağmen Türkler, Japonlarla -Doğu ve Batı Göktürkler üzerinden- doğrudan akrabadırlar, benzer dilleri konuşurlar. Bu da Türkiye'nin, üzerinde daha sonra duracağımız başka bir avantajıdır). Bu açıdan Türkiye, İbrahimi dinler topluluğunu temel alan bir büyük çevreye dahildir. Sistemik Batı'nın iyice zayıflaması ve daha da zayıflayacağı gerçeği sabit kalmak koşuluyla, Çin merkezli yeni 'Doğu' karşısında Türkiye'nin Batılı olduğu açıktır -tabii burada ille de Doğu/Batı ayrımı üzerinden konuşacaksak! (Ki ileride Doğu/Batı ayrımı bazında konuşulacağı şüphelidir) Ama konu elbette bundan ibaret değildir. Türkiye'nin ve Türklerin özelliği, tarihi birikimi, kültürü ve (üzerinde durulması gereken mantalitesi), Türkiye'yi -tıpkı Rusya gibi- özel kılmaktadır. Ve bu özellik, 'Hem Doğulu hem Batılı' olmak özelliğidir. Türkiyenin avantajı (ve laneti?), -hele şimdi- hem Doğulu hem de Batılı olmak zorunda olmasıyla ilgilidir. Zorundadır, çünkü ne Doğu'dan ne de Batı'dan vazgeçebilir. Zorundadır, çünkü ikisini de içeren ve sentezleyebilen yeni bir değerler bütünü ortaya koymalıdır. Özgün ve yeni olabilmesi buna bağlıdır.

Türk İmparatorluğunun yıkılmasından önce, o zamanın 'Batı' denen (İngiltere/Fransa/Amerika) 'güç'lerine karşı -sistemik anlamdaki- Türk itirazı neydi?

Dünyevi ve Tanrısal güç arasındaki ilk ayrım İngiltere'de, 1215'deki Magna Charta ile olmuştur. İkinci ayrım, asiller ve kapitalistler arasındaki ayrımla sonradan gelmiştir. Ve bu ayrımlar, Ortodoks Doğu kilisesi ve İslam'ın hakim olduğu bölgede değil, Batı kilisesinin bölgesinde gerçekleşmiştir. Doğu Kilisesi'nin ve İslam'ın hükümranlık alanında çok önemli bir siyasi özellik göze çarpmaktadır: Hükümdar ve Dini lider(Papa), Batı Kilisesinin hükümranlık alanındaki gibi birbirinden kesin bir şekilde ayrılmamıştır, birbirinden bağımsız değildir ve daha önemlisi... Doğu'da Hükümdar, dine hükmeder (tersi değildir). Hem Doğu Roma İmparatorları hem de Türk Sultanları, (daha sonra Halifeliği de kendi varlıklarında taşımak suretiyle) dini kontrol etmişlerdir. Bu özellik, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'nde de -Batı'lı bir anlayış temelinde eleştirilmekle birlikte, yaşamaktadır. 'Batı' düşüncesi ise, tarihi süreç içindeki öncesiyle ve şimdisiyle, dinin siyasi yönetim (ve kontrolünden) bağımsızlığını, ondan ayrılığını savunur. Papa, bir dini önder olarak hükümdarların üzerinde, onlardan bağımsızdır -ve bu, Türklerin 'Batı'ya karşı çıktıkları özgün konulardan biridir.

Batı ile en önemli sorunlardan bir diğeri, kuşkusuz demokrasi olmuştur. Demokrasi, 'Batı'ya özgü ama bugün tüm dünyanın içselleştirdiği bir modeldir. Demokrasiye karşı Almanya'dan Türkiye'ye uzanan
(1918'e kadarki) itiraz coğrafyası ülkeleri, elbette nicel farklılıklar taşırlar ama nitel anlamda ortak yanları vardır. İtiraz edilen 'Batı'lı değerleri kısaca hatırlayalım: 1. Katı ve eşit işleyen 'Hukukun üstünlüğü' ilkesi (Hukuk işlerinin eskiden Türkiye'de 'Batı'dan farklı olduğunu biliyoruz -ve bugün "kötüydü" diye kestrip atıyoruz. Şekle değil, eski hukukun ruhuna bakınca, konu daha farklı da değerlendirilebilecektir). 2. Demokrasi. Abdülhamit'in demokrasiye özellikle karşı çıktığı biliniyor. Klişeleri bırakıp, neden karşı çıktığına yeniden dikkat etmek gerekir. 3. Güçlerin ayrılığı ilkesi. Bu ilkenin esasen İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra -demokrasiye Alman itirazının kesin ortadan kalkmasının ardından- özellikle 'Batı'lı bir değer olarak yükseltildiği malumdur. Türkiye bugün kuşkusuz, bu üç ilkeyi de kabul edip içselleştirmiştir -hatta Almanya, demokrasinin dünyada en iyi işlediği birkaç ülkeden biridir- ve Türkiye, yukarıda saydığımız ilkeleri daha iyi uygulayabilmenin de mücadelesini vermektedir. Bunlar elbette iyidir... Ama bunlar, Türklerin özgün 'Batı' dışı değerlerinin ne olduğunu yeniden hatırlaması ve kendini bunlarla DA zenginleştirmesi önünde engel değildir -hatta 'hem Doğulu hem Batılı' özel pozisyonu, iki yanın da iyi bilmesini ve iki yanının da birlikte (sentezlenerek) yaşayabilmesini gerektirir. Bu yaklaşım tarzı, Sözel düşünce ve (Görüntü bazlı) İmgesel düşüncenin dengelenmesiyle dünyada ortaya çıkacak yeni insan mantalitesinin (insan modelinin) de ilk adımı olacaktır.

Buradan, 'Sistemik Batı' diye tanımlayabileceğimiz çağdaş kapitalist sistemi ve ona özgü siyasi sistem 'demokrasi'yi eleştirirken, dünyayı klasik 'Batı' ve 'Doğu' ayrımı ötesinde yeniden tanımlaya özen göstermek gerekiyor. Yeni tanımlama, eski ayrımlardan ve tanımlamalardan tamamen farklı olabilir. (Bu saptama için yeteri kadar "malzeme"ye de sahibiz) Büyük savaşlardan sonra ve büyük krizlerden sonra (ki 2007/2008 krizi böyledir) şimdiye kadar olduğu gibi, ayrımlar da, şimdikinden çok farklı olacaktır. Ve bu farklılıklar, eskiye bir dönüş üzerinde yükselemez -şimdiye dek tarihte de yükselmemiştir. Mesela -son on küsür yıldır Türkiye'de moda olduğu üzere- 'İslam Dünyası' temelli bir ortak ayrım üzerinden yeni bir birlik oluşturmak fikri de böyledir -eskidir. Aslında nasıl bir 'Hristiyan Dünyası' yoksa, bir 'İslam Dünyası' da yoktur. Ülkelerin ve bölgelerin farklı çıkarları vardır. Neoliberalizmin bir yansıması olarak dünyamızı şenlendiren 'İslamcılık'ın bir 'İslam Dünyası' algılaması elbette vardı ('Hristiyancılık'ın da vardı. Bush da onların "piriydi") ama bu anlayış, geleceğin ayrımlarıyla örtüşmüyor ve bir tür eskinin tekrarı olmaktan ileri gidemiyor, gerçekleşme ihtimali de bulunmuyor.

Bugünkü 'Batı' kavramına özgü özelliklerden önemlileri üzerinde durursak, onun dışında yer alanları da daha kolay anlayabiliriz. Bu konuda da mesela Max Weber'e başvurabiliriz. Ona da yaslanarak bazı önemli noktalar:
Batının karakteristik özelliklerinin başında ampirik ve saf materyalist bilim geliyor (Türklerde bilim/kalp birlikteliği daha farklıdır). Rasyonalizm (Türklerde bir de irrasyonalizm). Düzenli ritmli müzik (Türklerde dönüşümlü ritmli müzik -ki çok önemlidir). Şematik Batılı seküler Hukuk (Yüksek değerleri önemseyen eski Türk hukuku). Kesin sınırları çizilmiş, uzmanlaşmak anlayışı (Türklerin ve kapitalizm öncesi loncalarının ahilerin meslek yaklaşımı, bu konudaki esneklik). Sürekli yatırım, para peşinde koşma, mutlaka durmadan birşeyler yapmak dürtüsü (Türklerde: yetinmek, alçak gönüllülük, çok çalışmanın ve paragözlüğün ayıplanması. Bu konu, 'Sözel düşünce' ağırlıklı bozuk/materyalist düşünme biçimiyle de ilgili olduğundan, ayrıca -daha detaylı- değerlendirmek gerekiyor). Ev işiyle işyeri işinin birbirinden ayrılması (Bu 'Batı' özelliğinin sistemle ilgili olduğuna daha önce de değinmiştik). Tamamen rasyonel değerlendirme ve hesap tutma işi (Türkler'de başka değerler de işin içine girer). Demokraside ifadesini bulan 'Birey/Vatandaş' (Bu "zat" tamamen sistemik 'Batı'ya özgü, 'Batı'da ortaya çıkmış bir görüngüdür. Türklerde 'Şehirli' tipi, (Yahudi ve Hristiyanların yanında) 'Sünni tüccar' şeklinde tezahür etmiştir ve "serbest piyasa" babında asla 'Birey/Vatandaş' kadar "yatırımcılık anlamında özgür" olmamıştır. Doğu Roma imparatorluğunda da bu temel anlayış Batı'dakinden farklıydı). Bizi bugünün sistemik 'Batı' anlayışına götüren en temel özellikler ise: 1. Batı rasyonalizmi. 2. Bunun, ekonomi odaklı rasyonel bir hayat tarzı şeklinde ifade bulması. 3. Endüstri, bürokrasi ve askeriyeyi de kapsayan 'Modernleşme'dir.

Bugün, yukarda saydığımız özellikler bütün dünyada benimsenip oldukça yaygın bir şekilde uygulanıyor. Buna rağmen, kültürel özelliklerini de hesaba katıp dünyaya bakarsak, 'Batı'lıların azınlıkta olmalarından da öte, hızla etkilerini kaybettiklerini görürüz. Bu durum, sistemik Batı'nın çöküşüyle daha da vahim bir hal alacak gibi görünüyor. Mesela Amerikan Doları'nın İngiliz Sterlin'inin kaderini paylaşacağını söylerken, yeni/yerel para birimlerinin yükseleceğini ve eskisi gibi çok sayıda para biriminin birlikte yaşayabileceği tahmininde bulunabiliyoruz. Öyleyse Doğu/Batı ayrımı konusundaki muhtemel değişimleri bir zafer/yenilgi şeklinde ele almak yerine, nitel yeniliğe dikkat kesilmek, en doğrusu olacaktır. Ve o yenilik de, eski değerleri yeniden -bu kez çok daha derin bir şekilde- değerlendirmekle ilgilidir. Türkler, benimsedikleri 'Batı'nın iyi değerleriyle, unuttukları eski iyi değerlerini yanyana kullanabildikleri zaman, kendilerini iyi anlamda aşmış olacaklardır. Ama 'eski değerler'i, neoliberal İslamcılık ile geriye doğru yeniden yorumlayıp postmodern Sünni İslam'a indirgemek sananlar yanılıyorlar. Eski değerler, yukarıda kısaca değinildiği üzere, çok daha derinlere gitmektedirler ve daha dikkatli/nesnel bir incelemeyi gerektirmektedirler. Mesela bu inceleme, rasyonel olduğu kadar irrasyonel de olmak zorundadır.
Türkler, kulağa saçmalık gibi gelen bu cümlenin hakkını verdikleri an, kendileriyle barışmış ve dünyadaki önemli yerlerini almış olacaklardır diyebiliriz. O yer, Doğu ile Batı'nın arasında, ikisini de kapsayan, ama bir sentez olarak onların üzerine çıkmış özgün bir çekim noktası olabilir.