Aslında verimli, hatta oldukça yaratıcı bir gün diyebilirim. Yayaların üzerine doğru selam vere vere ilerleyen yüklü bir kamyonet ve onun yeni Ay gibi sırıtan sakallı genç soförüyle başladı ve bir adım ileride, boya sandığı üzerinde şokella-ekmekle kahvaltı eden boyacının her lokmasında -namaz kılanlardan farksız, sandığının üzerine eğilip kalkmasıyla devam etti. Aslında bazı hareketler canlısıyla sansızıyla tekrarlanıyor. İnsanlar bütün dünyada benzeri hareketleri değişik ad ve anlamlarla, mesela alçakgönüllülük veya hırtlık adına yapıp duruyorlar. Her gün gazete aldığım güleç genç, aylar önce yediği fırçanın etkisiyle hem "Abi o gazetelerin hepsini okuyacak mısın sahiden?" diye sormadı, hem de beni hemen hatırladı, artık aramızdan su sızmıyor. Cihangir'in iyi kahvelerinden birinde kahvaltı eden iki Paris tatili kaçkını kirli sakallı kısa pantolonlu ahir zaman "iş" adamından da, devletten iş almak için hangi dili benimsemek gerektiğini ve hangi şekilde eğilerek selam vermek "gerektiğini" öğrendim. Hayatında camiye girmemiş olduğu adeta alnında yazan iki tip de bol bol "İnşallah" ve "Maşallah" deyip "Allaha emanet ol" klişesiyle vedalaşmadan önce, birbirlerine bürokratik alanda akıllar vermeyi de unutmadılar, işlerini ve işlerini yaptıracakları yerleri bilen adamlardı. Derken Keops piramidinde son bilimsel araştırmayı yapan ve 2013'de bir tekme-tokatla Mısır'dan kovulmadıkları kalan iki ünlü bilim adamının taptaze kitabıyla meşgul oldum. Tezleri, Mısırlıların piramitleri inşa ederken, dev taş blokları taşımak için bol miktarda mıknatıs kullandıklarının piyasaya çıkması gibi bir sansasyondu ve şaşkınlığımı ancak başka bir şok bir süreliğine unutturabilirdi. Tiner çeken dört Suriyeli erkek çocuğun simsiyah olmuş derilerini ve uyuşuk yarı aralık gözlerini görünce bir anda filmim koptu ve rölantide boşa sararken beni asla es geçmeyen mahalle kedileri tarafından durduruldum. Kendilerini zorla sevdirdiler. Onlar tarafından alıkonulunca kendime gelebildim.
"Çok yoğun bir siyasi gündemle yaşıyoruz" gibi yüksek perdeden telaffuz edilen sözlerden önce... Türkiye'de zaten çok "yoğun" yaşandığını biliyorum. Balık, içinde yüzdüğü suyunun farkında olmasa da, başka sularda yaşayanlardan biri, nasıl bir suyun içinde yaşadığınızı size söyler ve bunun etkisi, sizin kendi kendinize yaptığınız yorumlardan daha net ve kesindir. Ben nasıl bir yoğunluğun içinde yaşadığımızı çok sayıda yabancı dostumdan duyup ezberledim ve bu yoğunluğa alışığım, alışıktım, hatta bu yoğunluk nedeniyle İstanbul'da yaşadığımı bile söyleyebilirim -eh onlar da biraz bu yoğunluğu yaşamak için geliyorlar buraya. Ama İstanbul'un olağan yoğunluğu ve Türkiye'nin nefes aldırmayan gündeminin de bir haddı hududu olmalı. Suruç'daki canlı bombanın aldığı 31 candan sonra lök gibi çöken ağır atmosfere rağmen nasıl bu kadar iyimser olabildiğimi soran -buradaki ve yurtdışındaki- dostlarımı ikna etmek pek kolay değil. Gene de daima gergin bir ülkede bu kez yeni nefes kanalları açmanın ruh sağlığı için çok önemli olduğunu düşünüyorum.
İşte bu ahval ve şerait içinde, bugünkü merak alanım, biraz sonra dinleyeceğim ve İslamcı iktidarın başının gerçek belası Selahattin Demirtaş ve son siyasi gelişmelerle ilgili buraya yeni bir yazı girmeden önce, iyimserliği pekiştirmek, konuyu dağıtmak ve Dünya'da yaşanan güzel olaylardan bahsetmek istedim; mesela bir uçaktan...
Dünyanın her yerini komşu kapısı haline getiren uçak seyahatlerinden çok, uçaklar ve havaalanları üzerinden Dünyanın nasıl globalleştiği konusu hep ilgimi çekti. Havaalanı ve malum yolcu uçağı denen şeyin, Dünyada gerçek anlamdaki ilk globalleşme ifadesi olduğunu farkettiğimde, Frankfurt Havaalanında gecikmeli inecek bir uçağı bekliyordum. Havaalanı denen yer, hem İstanbul'da, hem Washington'da, hem Münih'te hem de Pekin'de -prensipte- aynı. Piktogramlarından, uçakların kontrolünde kullanılan tüm terimler ve verilere kadar... Hava yolları ve havaalanları ağı kurulduğundan beri nitel anlamda aynı ve eşzamanlı olarak değişiyorlar. Ve bu ağın bu hale gelmesini sağlayan da, her ülkeye satılmaya başlanan ilk seri mamulat uçaklardı. Yani globalleşmeyi incelerken, önce o uçaklara bakmak gerekiyordu. İşte tam da bu noktada Douglas DC-3 uçağı devreye giriyor.
Havaalanlarından hazzetmesem de uçmayı seviyorum ve "Casablanca" filminin sonunda, Havaalanı polisini alarma geçirmek için komuta merkezini aramaya teşebbüs eden Nazi subayını telefon kulübesinde mıhlayan Rick'in (yani Humphrey Bogart'ın) sevdiği kadını yüce bir dava uğruna kocasına geri vererek merdivenlerine kadar uğurladığı, arkasından bakakaldığı o uçağı kim unutabilir? İşte o uçak, dünyanın -bugün de- en sağlam uçağı sayılan DC-3. Ekonomik nedenlerle daha hafif, daha şık, daha nazik, kısacası daha dandik inşa edilen bugünün uçaklarıyla kıyaslandığında kristal bardakla plastik bardak arasındaki kırılma katsayıları orantısızlığına sahip kale gibi bir uçak bu. Sağlamlığı ve basitliği nedeniyle, yeniden geleceğin uçağı olmaya aday. Çok uzun yıllar kullanılabiliyor. Geleceğin çevreye saygılı, yaraltı kaynaklarını iktisatlı kullanmak anlayışına en uygun hava aracı. DC-3, tank sağlamlığındaki Jeep'lere ve her parçası değiştirilerek sonsuza kadar kullanılabilen eski "Tosbağa" Vosvos'lara benziyor. İlk üretilmeye başlandığı 1936 yılından beri hâlâ kullanılabilen tek uçak. Bu özelliğiyle tam bir dinazor, çünkü en geç 50 yılı deviren uçak mostralık sayılıyor. ABD 1945 yılına kadar 10.500 adet DC-3 üretmiş ve bunlardan yaklaşık 2000 tanesi, Dünyanın çeşitli terlerindeki uçak mezarlıklarında terkedilmiş vaziyette duruyorlarmış. Şimdi bu yazıya neden konu olduklarına geliyorum: Sıfırdan iptidai şartlarda kurulan bir uçak restorasyonu firması, bu uçakların dünyanın en sağlam aletleri olduklarını keşfetmiş ve bunların mezarlıklardaki halleriyle yirmi ila ikiyüz bin Dolara satın alıp restore etmiş, Cockpitlerini bugünün şartlarına uydurarak satmaya başlamış. Bu yolla ne kadar işgücü ve ne kadar materyal tasarrufu sağlandığını söylemeye bile gerek yok. Geridönüşümü önemseyen günümüzün çevreci ekonomi anlayışıyla da örtüşen bir durum olmanın yanısıra, "eski toprak" uçakların bugünkülerle kıyaslanamayacak ölçüde sağlam olduklarının tesbiti de cabası -bu en azından DC-3 için geçerli. 1936 model bu uçaklar, restore edilmiş halleriyle havada 10 saat falan kalarak, özellikle bilimsel araştırma yapan kurumlar tarafından tercih ediliyor. Bu araçlar, batmayan gemiler klasında düşmeyen uçak kategorisinde pervaneli tombul ve kafa şişiren basit aletler. İçinde basınç odası olmadığından, normal uçaklara göre çok daha az yıpranıyorlar ve yolcuları bu aletlere ancak kulaklıklı pilot miğferiyle katlanılabiliyorlar, çünkü çok gürültü yapıyorlar. Mikrofonlu kulaklı miğferler olmadan yanınızdakine meram anlatabilmek için, maçlardaki holiganlardan daha fazla bağırmak zorundasınız.
Bu uçakları restore eden timin başındaki Randy Myers, Spiegel muhabiri Marco Evers'in, "Nasıl oluyor da İkinci Dünya Savaşı öncesinden kalma uçaklar 21'inci yüzyılda böyle kariyer yapabiliyorlar?" (Spiegel 11/2015) sorusuna, "DC-3'ler, olmaları gerektiğinden çok daha sağlam yapılmışlardı, ondandır" diye bir yanıt veriyor. Uçakları tasarlayan mühendis Arthur Raymond, meğer günümüze kadar yaşamış ve "Bu uçak, araçların sonsuza kadar kullanılabilecekleri düşüncesiyle üretildikleri devirden kalma" demiş. İşte tüketim çılgınlığını dizginleyip yeni bir çağı başlatanların ağzına layık bir söz ve yeni çağın ekonomisine uygun anafikirlerden biri. Raymond, 1999 yılında 99 yaşında hayata gözlerini yummuş. Yeniden doğan uçakları ise sevinçten uçuyor.