Ortak tarihin yitimi ve yeniden devrim fikri

Televizyon seyretmeyen ben, bir tartışma programına gece ikiye kadar takılı kaldım. Orada şahit olduğum bir fenomen, ne zamandır aklıma takılan bir konunun yeni bir tasdiki gibiydi. İçki yasakları tartışılıyordu ve tartışmaya katılan iki faklı türden tarihçi, aynı ülkeden -Türkiye'den- bahsetmelerine rağmen, sanki iki farklı ülkenin iki farklı tarihinden bahsediyor gibilerdi. Muhafazakar kesimden tarihi romanlar yazarı Yavuz Bahadıroğlu, otuz yıldır Cumhuriyet Tarihi okutan tarihçi Prof. Dr. Nurşen Mazıcı'ya, "Türkiye Fransa tarafından işgal edilmedi" dedi. Doç. Dr. Bekir Berat Özipek de tartışmanın bir yerinde, "Türkiye'de din yasaklandı" dedi. Mazıcı'nın bunlara itirazı ve şaşkınlığı, görülmeye değerdi (1). Konu Kürt sorunu veya Ermeni sorunu olsaydı ve konuşmacılar arasında Kürt kimlikçiler veya Ermeni kimlikçiler olsaydı, onlar da tarihin kendi kimliklerine uygun "rivayetlerini ve kişisel yaşanmışlıklarını" anlatacaklardı, benzeri bir şaşkınlık yaşayacaktık.
    Herkesin tarihi kendine...    Artık böyle bir dönemde yaşıyoruz ve Türkiye'de 1980'lerde başlayıp1990'larda zirvesine ulaşan, günümüzde etkisini yitirmeye başlayan bu fenomen, bugün sıkça konuşulan ve "Kürt sorunu" dediğimiz konunun değil, iktidardaki AKP'ye Kemalist Türkiye ve TSK'ya karşı yürüttüğü yargı operasyonlarına da ilham veren, Cumhuriyet'i "YeniOsmanlı"ya dönüştürmek gibi fikirlerin motoru bir yeni sosyo-psikolojik durumla ilgili. 30 yıldır dünya, bu fenomenin çeşitli yansımalarını yaşıyor ve konumuz, bu fenomen, -çünkü onu anlamadan bugünü ve yarını seğlıklı bir şekilde değerlendirmek mümkün değil.
    1990'larda Türkiye'ye döndüğümde, televizyonlarda adeta "Cumhuriyet dönemini eleştiri ritüelleri" yapılıyodu. "Resmi tarih yalan" şeklinde özetlenebilecek bir anafikir etrafında, herkesin adeta tarihçi kesildiği, tarih dergileri ve romanlarının adeta patladığı bir dönemdi. Dünyanın tüm ulusdevletlerinde resmi tarihin ille de "doğru" olmadığı açıktı, ama milli/resmî tarihin işlevinin zaten başka birşey olduğu, eleştirenlerin umurunda değildi, onu savunmak zorunda kalanlar da şok olmuşlardı, böyle şeyleri ne düşünecek ne anlatacak durumdaydılar. Yalnız Türkiye'de mi? Hayır. Benzeri gelişmeler başka ülkelerde de oldu. Fransa'da Türkiye'den çok daha önce 1970'lerin ortasında, De Gaulle dönemi ve İkinci Dünya Savaşı sonrası yeniden tartışılmış, "aslında neler yaşandığı gözler önüne serilmiş"ti. Esasen, "Resmi tarih" (yani "Milli Tarih") yerine Türkiye'deki adıyla "Alternatif Tarih"in (daha doğrusu "Alternatif Tarihler"in) moda olduğu ve bu yeni tarih anlayışının eski Milli Tarih'i paramparça ettiği bir dönemdi.
    Bugün Türkiye'deki siyasi iktidarda ve muhalefette belirleyici olmaya devam eden (ama giderek zayıflayan) "Kimlikler" (veya "Kimlikçilik") dediğimiz öznenin sosyo-psikolojik üretim/doğum yeri, bu "Alternatif Tarih" atmosferi oldu. Buraya kadar "tarih" dedik, ama bu tarih tartışmalarında yeni olan, tartışmaların kendisi ve ortaya çıkardığı "gerçekler" değil, -gözden kaçan başka birşeydi: Eski tarih anlayışından tamamen farklı yeni bir tarihimsi tarz, yeni dönemin bilincine hakim oluyordu. Bilerek "tarihimsi" ve "tarz" diyorum, çünkü bunu doğrudan "tarih" diye adlandırıp adlandıramayacağımız konusunda kuşkularım var ve bu konuda yalnız da değilim. Yeni yaklaşım tarzına, "tarih değil, hafıza" diyenler de var (1).
    Tarih dediğimiz şey eskiden neydi, şimdi ne? Sadece bu soruya verilecek kısa yanıtlar bile, nasıl bir fenomenle karşı karşıya olduğumuz konusunda fikir verebilir.
    Galiba, en belirleyici özellik, eskiden tarih dendi mi, bu işle sadece tarihçilerin ilgilendiğiydi. Oysa 1980 sonrası başlayan yeni dönemde herkesin tarihçi kesildiğini söyleyebiliriz. Tarihçilerin tarih yazma tekeli kırıldı. "Alternatif Tarih" diye adlandırılan şey, aslında bundan çok daha fazlasıydı. İnsanlar birden, mesela nineler/dedeler üzerinden öznel "geçmişi hatırlamak" durumu yaşadılar. Bu yaklaşım, kayıp geçmişe saygı ve bu saygı üzerinden yeni kimlikler üretilmesine (veya pekiştirilmesine) neden oldu. Bu yazıda bizi ilgilendiren, böyle bir yeni uyanış/hatırlama durumunun neden ve neden şimdi yaşandığıdır elbette.
    Modern Milli Tarih yazımı, yani "Resmi Tarih", sadece spor olsun diye yapılan bir şey -asla olmamıştır. Esasen (kapitalizme özgü) belli bir sosyo-kültürel homojenleşme yaşanması için gereklidir. "Ulusları oluşturan şey Milliyetçiliktir, Milliyetçiliği oluşturanlar uluslar değildir" (3). Modern tarihin asıl işlevi budur ve bunu anlamak için, her ülkenin ders kitaplarına bakmak, bize çok sayıda kanıt sunabilir. Mesela Yunan ders kitaplarında Türkler nasıl kötü gösterilir ve düşman olarak tarif edilirse, Türk ders kitaplarında da Yunanlılar ve Ermeniler öyle gösterilir. Arap okullarında Türk sömürgecidir, Türk ders kitaplarında Arap "Türk'ü sırtından hançerleyen"dir. Bu bakış tarzı ve yaklaşımlar, kuşkusuz doğru değildir, ama yanlış da değildir! Burada mesele, tarihte hangi yanları ön plana çıkardığınızla ilgilidir. Napoléon Bonaparte, bunu çok güzel tanımlamıştır: "Üzerinde herkesin hemfikir olduğu yalana, tarih denir." Bu nedenle Türkiye'de "Ermeniler" diye bir halkın varlığını ben Ortaokula giderken Almanya'da öğrendim, oradaki İstanbullu ilk dostlarımız Ermeniydiler!
    Ermeniler ve Rumlar neyse de, "Türk Milleti"nden sayılan Kürt kökenlilerin kendi ailelerinden ve çevrelerinden bildikleri 1980 darbesi anıları üzerinden yeni bir anımsama furyası ve yeni kimlik inşaaları, İslamcıların "Din yasaklandı, camiler ahır yapıldı" benzeri anılar üzerinden kendi "Türk değil Müslüman" kimliklerini inşaalarında öne çıkan bir numaralı özellik, milli tarih üzerinden değil, öznel anılar üzerinden geçmişe yaklaşım tarzıydı. "Resmi Tarih" (Milli Tarih), bir ulusun tamamını ortak bir paydada buluşturmak gibi öznel bir metod uygularken ve tarihin buna uygun yanlarını ön plana çıkarırken, geçmişi kendi ailesi/siyasi çevresi vs. üzerinden hatırlayanlar da kendi öznel tarihlerini yazdılar. Yeni tip öznel tarih yazımları (anımsamalar), milli tarih gibi belli bir bütünsel amaca hizmet etmiyordu, böyle bir derdi de yoktu, ama resmi tarihi yalanlamak gibi (bilinçsizce de olsa) ortak bir paydada buluştu. Bu gelişmenin ilk sonucu, Milli Tarihlerin (Resmi Tarihlerin) imhasıydı.
    Kapitalizmin 1980'lere kadar süren 'Liberal' döneminin yerini 'Neoliberal' dönem alırken, Liberal kapitalist milli ekonomileri ve aslen tek tek ulusları birarada tutan Milli Tarihler, büyük zarar gördüler. Artık, azınlık halk gruplarının, zümrelerin, siyasi grupların ve çevrelerin, hatta kişilerin, kendi tarihimsileri vardı ve bunlar, kendilerine göre öncelikleri olan öznel tarihlerdi.
    Hatırlayalım: Herkesin tarihçi kesildiği bu dönemin öncesinde, bir de Sol tarih anlayışı vardı. Bu konu, Sola burun kıvıran günümüzün televizyon entellerine rağmen dikkatle incelenmesi gereken bir şeydir, çünkü hem entelektüalizmin kökleri önemli ölçüde Soldan gelmektedir, hem de Sol, tarihe bakışı önemli ölçüde etkilemiştir ve yönetici elitlerin -farkında olmadan- birçok Sol faktörü benimsemesini sağlamıştır. 1980 öncesi Türkiye'sinde ülke, bazı Sol kesimlerce mesela "Yarı-feodal" diye değerlendiriliyordu. Toprak ağaları vardı ve bunlar hep dile getirilirdi -bu ağalar ne oldu? Eski anlamda ağalık kalmadı ve bunun nedeni de Kürt modernleşmesi, yani PKK/BDP olgusudur. Bunu sadece bir örnek olarak veriyorum. Asıl önemli olan, tarihin bir çizgi şeklinde geçmişten geleceğe doğru ilerlediği düşüncesiydi. Gerçi bu düşünce, kapitalist modernleşmeye özgüdür ve o kontekste herkes tarafından bir şekilde savunulur, ama bunu basitleştiren/şemalaştıran ve "ilerlemek" denen şeyi "iyi bir şey" olarak bilinçlere işleyen, Sol oldu.

Dipnotlar
1. Şirin Payzın'ın 24 Mayıs 2013 gecesi CNN Türk'de sunduğu "Ne Oluyor?" programı
2. Pierre Nora, "Gedächtniskonjunktur" Transit 2002 (Makale)
3. Ernest Gellner, "Nationalismus und die Moderne" Hamburg 1995, S.87

(Yazı, yarım bırakılmıştır)