Entelektüel Türk subayının doğumu ve ölümünün ardından yeniden doğumu hakkında

Türkiye'de siyasetin tamamen dışında bir ordu hiç olmamıştır ve olmayacaktır. Türkiye, bin yıl önce de, 1923'te de, Ordu tarafından kuruldu. Türk Ordusu'nun her zaman diğer ordulardan farklı olduğu ve olacağı tarihi gerçeği kavranırsa, bu farklılığın niteliği ve sınırları konuşulabilir, ama Norveç ordusu kadar "memur" bir Türk Ordusu beklemek, önce bu beklenti sahiplerinin ciddiyeti konusunda kuşkular uyandırır. Şu anda İktidar ile Ordu arasındaki gerginliğin teorik temeli, iki taraf için de birbirinden -neredeyse tamamen- farklı bir "Otomatik düşmanlık" temeline oturmaktadır ve bu haliyle zaten sona ermek zorundadır, çünkü o "otomatik düşmanlık", iki taraf için de rasyonel değildir ve artık -gerçeklikten uzaktır.


Dört üst düzey komutanın istifası ve YAŞ münasebetiyle, "Müslüman" Menderes geleneğinin devamı AKP iktidarının bir-sıfır galip sayılması, "Atatürkçü" Askeri kesimin bu malubiyetin rövanşını bir şekilde almak için fırsat kollayacağını da peşinen kabul etmek anlamına gelir -ki bu da gene aynı "otomatik düşmanlığın" doğal bir sonucudur. O mantık korunursa Türk ordusu bunun rövanşını alır, hem de gereğinde Enver gibi, Sultan Abdülhamit'ten Yeniçerilerin bile hesabını sorarak ve onu Selanik'e postalayarak. Ama böyle olmak zorunda değil. Otomatik algıları artık cidden sorgulamak ve aşmak gerekiyor.
Eski parametlerin, eski denklemlerin ve otomatik düşmanlıkların maddi temelinin sona erdiğini, artık herşeyin yeniden tanımlanması gerektiğini, ancak bu yapılırsa taşların yeniden yerine oturabileceğini herkes iyi anlamak zorunda -özellikle rövanşist iktidar.

Anayasaya uysun veya uymasın, Ordunun "Atatürk ilke ve inkılaplarının bekçisi" olduğu gerekçesiyle kendini vasi sayması anlayışı, entelektüel temelden ve haklı zeminden tamamen uzaklaşmıştı. Ama aynı şekilde, Menderes'in bir devamı olarak kendini, "Demokrasinin ve millet iradesinin temsilcisi ve bekçisi" sayan "Müslüman" muhafazakar iktidar da, "Kemalizmin reddettiği manevi değerlerin ve Osmanlı'nın takipçisi" değildir. Bu yazının kapsamını aşmakla birlikte, altıyüz yıllık Osmanlı uygarlığının varisinin, Osmanlıyı Emevi tipi kuru bir Müslümanlık anlayışına indirgeyen kültürsüz/sanatsız modern-İslamcı çevre olmadığı da açıktır.
Türkiye'de adeta ideolojik bir sıfırlanma durumu yaşanıyor. Şu anda bilinen tüm ideolojiler çökmüştür. Ortodoks Sol, makro ve mikro Milliyetçilik, İslamcılık ve tabii birincilik Atatürkçülüğe verilmişti.

Bunların yerine yeni filizlenen, Türkiye'de evrensel demokrasiyi ve evrensel değerleri savunmak anlayışı, AKP'den büyük bir darbe yedi ve durum, şaşılacak kadar 1960'ın ilk aylarına benzer hale geldi. İktidar, ülkeyi kendi partisinin devleti haline getirmiş, geniş bir halk desteğine dayanarak basını susturmuş/sindirmiş, demokrasi-özürlü haliyle dünyanın da tepkisini çekmiştir. Şu anda 1960'daki durumdan en önemli nitel fark, böyle bir duruma -demokrasiyi yeniden rayına oturtmak için- daha önce el koymuş Türk Ordusu'nun tam bir kafa karışıklığı ve acz içinde, haksız yere yapıp ülkeyi mahvettiği 1971 ve 1980 darbelerinin vebali altında, şimdi darbeci değil "demokrat olmak" adına (o neyse?!..) bu duruma ses çıkarmaması/çıkaramamasıdır ve bunun "hukuki" yollardan önlenmiş görünmesidir.
Demokratik bir ülkede olması gereken, elbette ordunun susması, siyasete karışmaması ve sivil otoriteye uymasıdır -ama demokratik bir ülkede...

Darbelere elbette karşı olmak gerekir, ama bu konu tartışmasız bir kesinliğe sahip değildir. Mesela Almanya'da 1933'te demokratik seçimlerle iktidara gelen Hitler'in, yasama-yürütme-yargıyı ele geçirip, orduyu da değiştirmesinin ardından, Hitler'e karşı darbe yapmaya çalışan subaylar, bugün 'Kahraman' sayılıyorlar, adlarına anıtlar dikiliyor. O zaman darbe başarısız olmuştu, keşke başarılı olsaydı.
Türkiye, Cumhuriyet devrinde yeniden ortaya çıkan darbe anlayışının başlangıç aşamasını ve nedenlerini yeterince tartışmadı. Bu konunun sadece "darbe" lafı üzerinden tartışılması bile, konuya daha derinlemesine eğilmeyi engelliyor. Darbe eşittir kötü, öyleyse sus konuşma! (Konuşulmayacak şey yoktur...)
Entelektüel Türk Subayının profili, yeniden 1960'da belirginleşmiştir. Ama elli yıl aradan sonra 1960'da neden yeniden siyasete müdahil olduğu, ya kısır ideolojik çerçevede kalıp çürümüştür, ya da sadece sonrasının vesayet iddiasına odaklanmıştır -ki bu süreç, Ordu için tam bir dejenerasyon tarihidir aynı zamanda. Daha ilginci, tarihi boyunca daima siyasi bir yana sahip olan Türk Ordusu'nun, bu süreçte, entelektüel yanının tamamen iflas edip silinmesine bizzat seyirci kalmasıdır ve kuru ideolojik şablonlarla/sembollerle bu devranın böyle devam edeceğini sanmasıdır.
Güç, son tahlilde ruh ve akıldır. Onlar biterse güç de çöker!
Şu anda Türkiye, sadece asker kesimde değil, genelde de, derin bir entelektüel buhran yaşıyor. Bu durum, yeni bir başlangıç öncesinde yaşanan çöküntülere benziyor.

Asıl konumuz, askeri vesayetin sona ermesi ve 'Entelektüel Asker' olduğu için, nereden nereye gelindiğine bakarak, askerlerin yaşadığı hezimet/arınma durumunu daha iyi anlayabiliriz.
Türkiye'nin sadece ilk devlet adamları değil, ilk sanatçıları falan bile askerdir! (Asker ressamlardan tutun da, asker yazarlara kadar giden ve belli bir entelektüel geleneği üslenen askeri bir çevre sözkonusudur). Yani Askerin konuşup konuşmaması, düşünüp düşünmemesi, "sus otur" diye kısa kesilecek ve küçümsenecek bir olay değildir. Ve bu çevrenin ülkeyi vesayeti altına almasından sonra entelektüel bakımdan tam bir çöküş yaşaması, incelemeye değer bir olaydır. Bu çevre, Türkiye'nin tarihten silinmek üzere olduğu bir durumdan, bir ulusdevlet çıkararak, bir de modernleşmesinin eksekutif gücü rolünü üslenmiş olanların varisleridir. Bu olağanüstü varoluş savaşı yabancı tarihçileri bugün bile heyecanlandıran bir durumdur (ama tarihlerinde Alman muhipliği, İngiliz muhipliği olan İslamcıların, bu olaydan heyecanlandıklarını hiç görmedim). Mesela Almanya hatta Büyük Britanya bile Birinci Dünya Savaşından sonra zayıf düşüp, bazı antlaşma rötuşları için bile, kendilerinde yeniden savaşacak gücü bulamazken, Türkiye yeni bir savaş başlatıp yokken var olmuş, küllerinden yeniden doğmuştur. Bunu, devrin tek entelektüel gücü olan Entelektüel Türk Subayı becermiştir.
Dünyaya hakim olan Modernleşmeye karşı özgün bir alternatif geliştirilememesi halinde -ki geliştirilememiştir- Türkiye'nin modernleşmesi, zorunlu bir girişimdi. Ve büyük ölçüde, Abdülhamit'i sepetleyen Asker kökenliler tarafından başarılmıştır. Bu harekete karşı olan "Müslüman" ve "Osmanlıcı" entelektüel çevrelerin ne o zaman ne de bu zaman, modernizme karşı dişe dokunur en ufak bir alternatifleri olmadığı gibi, modernizmi eleştirileri de "dinimiz" hezeyanından öte gidememiştir. Üstelik bu konuda 21'inci yüzyılın şu yılında bile, ciddiye alınabilecek tek sözleri yoktur. Birinci Dünya Savaşı öncesinde II. Wilhelm tarafından kurulan Abdülhamit Panislamizminin takipçisi postmodern "İslamcı" çevre, daha sonra Amerikan tipi Sağcı liberal ekonominin sorgusuz-sualsiz temsilcisi haline gelmiştir.

Cumhuriyet tarihinin ilk darbesi nasıl, neden ve hangi sürecin bir sonucu olarak gelişti? Bu soru, Entelektüel Asker'in ikinci doğuşunu anlamak bakımından da önemli görünüyor. O devirde Doğan Avcıoğlu diye bir entelektüel vardı mesela. Türkiye'de çok canlı bir fikir hayatı vardı. Askerler de okuyorlardı, tartışıyorlardı. Harbiye öğrencileri yürüyüş yapıyordu -şimdi yapamıyorlar. (Bu açıdan bakınca "istibdat", Abdülhamit' devrinden farksız!) Entelektüel Türk Subayı, o dönemde yeniden doğmuştu. Ordunun kendince entelektüel bir geleneği zaten vardı. 1960'dan itibaren Doğan Avcıoğlu ve YÖN çizgisi, Entelektüel Subay'a "milli sol!" bir yön verdi (Kulağa nasyonal sosyalist gibi geliyor ama değil!) Burada biraz dikkatli olup ideolojik ortodoks Sol sosunu bir kenera bırakırsak, Entelektüel Türk Subayının sahici demokrasi talebini ve demokrasi mücadelesini de görebiliriz -çünkü karşı çıktığı Menderes, 1960 yılının ilk aylarında tam bir faşiste dönüşmüştür ve demokrasiyi rafa kaldırmıştır, İnönü'ye Meclis'ten çıkarılma cesası falan verip uygulamaktadır! Askerin 27 Mayıs'a nasıl geldiğini, Ordu'da isyan noktasına gelen demokrasi talebinin nasıl bir gelişme izlediğini, be entelektüel damarın 1960 öncesinde nasıl başlayıp 1990'larda nasıl tamamen bittiğini (intihar ettiğini) ve benzeri konuları tartışmak, 2008'de sona eren neoliberal dönemde zordu. Herkesi kolayca "Ergenekoncu" diye yaftalayan Sol düşmanı yeni-Sağ bir "Liberal" çevre, tartışmaları iktidar desteğinde "resmen" terörize etti. Bunlar, Talibancı/Hizbullahçı tiplerin bile değişebileceğini, artık kimseyi domuz bağıyla öldürmeyeceklerini kabul edebiliyordu, ama Kemalist/Milliyetçi/Darbeci kesimlerin değişebileceğini, artık demokrat olabileceklerini "asla" kabul edemiyordu.

Ben bu noktada büyük bir korku seziyorum. Eski düşmanlık şablonlarını sürdürenler, korkmakta yerden göğe kadar haklıdırlar. Son istifalar ve YAŞ gerginliğinden sonra bu korkunun arttığı da görülüyor. ("Biz bunlara bunu yaptık, onlar bize neler yapmaz" korkusu dağları bekliyor olmalı!) Bin yıllık bir geleneği yok etmeye çalışmak yerine -ki bu mümkün değildir- onu dönüştürerek bütüne hizmet eder hale getirmek ve Entelektüel Subayın kendisini yeniden tanımlamasına izin vermek ve "Otomatik düşmanlıklar"ı sonlandırmak daha doğru olmaz mıydı? Ama rövanşist bir duyguyla yapılanlar, aynı kalitede karşılık görür. (Burada Türkler değil de İranlılar sözkonusu olsaydı, intikam konusunda bu kadar kesin konuşulmazdı belki.) Düşmanlıkları, bugün de dayandırıldıkları klasik gerekçelerle (İslam, Atatürk ilkeleri vb.) açıklamak artık mümkün değildir. O nedenle, Cumhuriyet tarihinde bu işlerin başladığı yere geri dönmek gerekiyor. Başlangıç, 1959 yılı ortasıyla 1960 Haziranı arasındaki dönemdir.

Pragmatizm ve pratik akıldan başka hiçbir entelektüel kaliteye sahip olmayan (aslında bunlar da entelektüel kalite değildir zaten) "Müslüman Muhafazakarlar"ın Askerlerin -1960'daki- dönüşümünü hiç anlamadıklarını söyleyebiliriz. Kendileri aynı Menderes kafasıyla yola devam ettiklerinden ve değişmediğinden, şimdi karşı hamle bekliyorlar. Değişmezlerse, bekledikleri ezici karşı-hamle er geç gelecektir. Bu düşmanlığın sona erebilmesi için, o düşmanlığın diğer kutbunun da yani iktidarın da, Menderesliği bırakıp adam gibi demokrat olması gerekir. Veya birilerinin onları demokrat olmaya zorlaması gerekir -ki normal olarak bu görev, sokağa da inmesini bilen aktif bir muhalefetin işidir (pasif bir muhalefetin işi değildir). Türkiye'de 1960'daki gibi yaygın/cesur/kararlı bir muhalefet yok. Evnsel değerleri savunan yeni anlayış da henüz yeterince güçlü değil (ayrıca evrensel değerleri de sürekli yeniden üretmek ve geliştirmek gerekir. Bu da pek yapılmıyor).

Entelektüel Türk subayı, Atatürk devrindeki siyasetten uzak dönemine Menderes devrinde son vermiş, darbe yapmış. 1960 darbesinden sonra Türkiye, tarihinin en büyük kültürel patlamasını yaşamış. Yaşar Kemal'ler falan bu dönemin özgürlük ortamında ortaya çıkmış ve o 10 yıllık demokrasi döneminin muazzam kültür zenginliği benzersiz.. Mesela TİP bu dönemde kurulmuş, "Kürt" sozü de ilk kez Meclis'te TİP Milletvekilleri tarafından bu dönemde dile getirilmiş. Modernleşmenin demokrasi istikametinde ve dünyayla kültürel yakınlaşma istikametinde ilerlediği bir dönem... Menderes devrinin kısır atmosferinin tamamen zıddı! Menderes'in -her nedense- dünyaya kültürel bakımdan kapalı ketum çizgisine bakıyorsunuz, fikir özgürlüğünü yasaklayan, basının eleştirilerine karşı inanılmaz alıngan davranan, basını mutlaka susturmak isteyen, yabancı gazetecilerin muhalif yazılarının hesabını bile Türk gazetecilerinden soran acaip bir çizgi. Menderes bu bakımdan da şaşılacak kadar Erdoğan'a benziyor. Aynı İslamcı/muhafazakar AKP çeveleri gibi, Menderes çevrelerinin de -istisnaları saymazsak- kültürel/sanatsal hiçbir ürünü yok. Bu konuda inanılmaz ölçülerde kısırlar. Bu zihniyettekilerin, bir de "Yeni Osmanlı" tipi "uygarlık kurmak" hedefleriyle ortaya atılmaları, gerçekten psikolojik bir vak'a ve bunun şimdiye kadar hiçbir ciddi araştırmaya konu olmaması bir başka vak'a!

Entelektüel Türk Subayının incelenmesi gerekiyor, çünkü en azından Türk tarihinin 20'inci yüzyıl başındaki en kritik aşamasında önemli bir başarının sahibiler. Aynı başarıyı, kendini Abdülhamit panislamizminin devamı sayan çevrelerde göremiyoruz. (Bugün çok övünülen neoliberal ekonomi mucizesi bile aslen Kemal Derviş'in kurduğu bir şeyi iyi sürdürebilmekle ilgili bir durumdur.)

2008'de yeni bir dönem başladı ve Entelektüel Türk Subayının yeni formatta yeniden doğmaması için hiçbir neden yok. Hatta bu, dünya konjonktürünün yeniden değişmesiyle birlikte, biryerden sonra zorunlu bile olabilir. Devletin, yasama-yürütme-yargısından tek tek dairelerine, valisine, kaymakamına kadar DP dönemini aratmayacak şekilde -iktidar partisinden taraf- politize olduğu bir ülkede, Askerlerden apolitik olmalarını beklemek komiktir. Burada iktidarın Askerden beklentisi, apolitik olması değildir, iktidardan yana olmasıdır aslında. Asker böyle bir atmosferde elbette politik olur. Şimdi mesele, sadece Ordu'nun değil, devletin de, demokrasinin de tek bir partinin vesayetinden kurtularak normalleşmesidir, evrensel demokratik ölçülerin hakim olmasıdır. O çerçevede Asker dahil herkesin konuşmasıdır.

Menderes döneminin 1960 yılında geldiği yer tam bir faşizmdi. Bunu çok iyi anlamak gerekiyor. Menderes devrini "Demokrasi" ilan etmek, tarihle alay etmektir (o dönemi açıp okumak gerekiyor). Türk basınının o zamanlar "İnönücü" olduğunu ve Menderes'i haksız yere karaladığını düşünenlere, zamanın yabancı basınını incelemelerini öneririm. Hitler'den kurtulup Fordizmle kanatlanmış liberal ekonominin "hür" dünyasında Menderes, zamanın liberal ekonomiyi benimsemiş hiçbir ülkesi tarafından desteklenmiyor, hatta Türkiye'ye "yakın" sayılan İran, Pakistan, Nehru Hindistanı tarafından falan da desteklenmiyor. Entelektüel Askerlerin faşist Menderes yönetimine karşı demokrasiyi savunan muhalif basının yanında yer almaları ve zamanın Sol entelektüellerine yakın bir çizgi tutturmaları, bir hatayla devam ediyor. Entelektüel Askerin en büyük talihsizliği, zamanın Sol klişeleri ve Atatürk (makro) milliyetçiliğine kapılanarak, faşist Menderes'e muhalefeti "Atatürkçülük"/Kemalizm ideolojisi üzerine oturtmasıdır. Ve o çizgide devam ederek, evrensel 'Demokrasi Mücadelesi'ni küçümsemesidir.
Atatürkçülük, daha o zaman ölü bir ideolojiydi ve 1990'larda tamamen tükenip birkaç sembole indirgendi (tıpkı şimdi İslamcılığın başına geldiği gibi). 21'inci yuzyılda "Atatürkçülük"ten geriye, içi boş tek bir sözcük kalmıştı: Laiklik. O da bitti.

Aslında faşizme karşı mücadelenin haklı bir biçiminden yola çıkan Entelektüel Asker, 1960 sonrasında hızla, ölü bir ideolojinin neferi haline geldi. 2011'de dört üst düzey komutanın iflasıyla tarihe de not düşen YAŞ sonuçlarının ardından askerler, bu gelişmelerden birşey öğrendilerse, yeni mücadeleye bir sıfır önde başlayacaklardır. (Çünkü yeni durum, bozularak laikçiliğe ve işçi Partisi makromilliyetçiliğine kadar düşen Entelektüel Askerin yeni bir başlangıç yapmasını mümkün kılıyor.) Ama faşist Menderes'in devamı olmakla hâlâ övünen bir iktidarın, Menderes'in "demokratik" faşizminin yeni versiyonunu dünyanın gözüne sokarak, demokrasinin aslında ne olMAdığını göstermeye devam ederek, yeni bir başlangıç yapması zordur.

Şimdi buradan, neoliberal dönemlerin henüz yanıtlanmamış bir sorusuna geliyoruz:
Demokratik seçimlerle iktidara gelmiş bir iktidarın çoğunlukçu bir totalitarizm haline gelip yasama-yürütme-yargıyı kontrolü altına alarak (ki totaliter yönetimlerin ortak özelliğidir) Hitler döneminde olduğu gibi halkın çoğunun desteğini garantilemesi halinde, bu yeni yumuşak faşist düzen nasıl aşılır?
Evrensel demokrasiye nasıl geçilir?
Bunun 1960'daki yanıtı, askeri darbeydi. Ve hemen bütün dünya tarafından tanınmıştı. Bu soruya 21'inci yüzyılın ünlü düşünürlerinden Emmanuel Todd da "Darbe" diye yanıt vermiştir! -Bir tür çaresizliğin de ifadesidir elbette. Günümüzde sosyal medya ve Arap Baharından öğrenilecek şeyler de var. Ama İkinci Dünya Savaşından sonra, Hitler'in yasama-yürütme-yargıyı kontrolü altına alıp bir faşizm kurmasına engel olmak babında, 'Kuvvetler Ayrılığı' ilkesi, Evrensel Demokrasinin temel yasası olarak kabul edilmiştir. Bu yasanın hem de çoğunluk oylarıyla değiştirilerek demokrasinin ilgası durumuna karşı ülkeleri kim korur? Hitler gibi oy çokluğuna dayanarak anti-demokratik yöntemlere başvuranları bundan kim ve/veya hangi kurum menedebilir. Pasif tüketici haline getirilmiş dünyam insanı artık kıpırdamaya başlasa da, böyle kurumsal faşizan yapıları değiştiremiyorsa, bunu kim değiştirecektir?
Bu soru dünyada da tartışılıyor ve henüz ikna edici bir yanıt bulmuş değil...
1960 darbesinin daha ikinci gününde, Türkiye'nin en parlak devrine eşlik edecek yeni Anayasa da yapılmaya başlanmıştı. Darbecilerin buna çok önem verdikleri görülüyor. Ülkenin hukuk otoritelerine hemen Anayasa yapma görevi veriyorlar (ve arada kendilerine de yeni imtiyazlar tanıyorlar, Türkiye'nin başına "Vasi" oluyorlar tabii!)
O zaman ordu, 'Demokrasi için' darbe yapmıştı...
(Başlangıçta öyleydi)
Sonradan işin içine "güçlünün kibri" ve "vesayet" işleri girmeseydi, Ordu "Amerikancı Sağ Muhafazakarlığın" maşası haline gelip Sola karşı iki kanlı darbe daha yapmasaydı, belki o ilk darbeyi neden yaptığını da unutmaz, bu hallere düşmezdi.

Şimdi hatırlama zamanı...