Türklerin mental engelini aşmak yolunda Osmanlı'nın sırlarıyla yüzleşmek

1.
İtalyanlar Libya'yı 1911'de işgal etti. İttihatçıların Enver gibi "Hürriyet Kahramanları" ve Mustafa Kemal, Doğu Akdenizde kuş uçurtmayan ve tüm Osmanlı limanlarını bombalayıp çok sayıda Osmanlı gemisini batıran İtalyan donanması engelini aşabilmek için mecburen kara yoluyla develerle Libya'ya, İtalyanlara karşı savaşmaya gittiler. Türkiye'nin kof ve zayıf olduğunu kanıtlayan İtalyan saldırısının ardından hemen Balkan savaşları geldi, Türkiye Edirne'yi bile kaybetti, Bulgar ordusu Yeşilköy'e dayandı. Türklerin güçsüzlüğü söylentisi doğru çıkmıştı. Sonra Birinci Dünya Savaşı. Yenilgi. Anadolu'nun işgali. Derken, Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu. Bütün bunlar sadece 12 yıl içinde oldu. Bu süre zarfında Anadolu'nun demografik yapısı kökten değişti. Ermeniler ve Rumlar gidip, yerine Müslüman Kürtler geldi. Libya'dan Yemen'e, Balkanlardan Azerbaycan'a kadar "kaybedilen" toprak parçası çok büyüktü.
    Türkler, kocaman "İslam'ın kılıcı cihan imparatorluğu" haritasına baka baka yetiştirildiler. Osmanlı'nın çöküşü ve Anadolu Kıyameti travmasını da bir türlü atlatamadılar. O haritanın büyüklüğü ve İlkokuldan itibaren ezberledikleri "yükseliş devri padişahlarının zaferleri", özellikle İslamcı çevrelere ve onların düşük eğitimli fakir seçmenlerine "ilham" veriyor. Türkiye'de okullarda okutulan milliyetçi-muhafazakar "Resmi tarih" (ve sonradan popüler olan etnik/dini kimlikçi gayrı-resmi tarih), bugünkü haliyle bu travmanın pekişmesini sağladı ve onu sürekli yeniden üretti, çünkü hem yanlış bilgilere dayanıyor, hem de yanlış bir tarih anlayışı üretiyor (ve buna bağlı olarak yanlış bir gelecek beklentisi üretiyor). Şimdi bu kısır döngünün kırılmakta olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Kocaman haritalı "Hilafet devleti Osmanlı'nın, küffara karşı cihad ettiği için büyük bir imparatorluk olduğu" yanlış bilgisi, İslamcıların bu temele dayanarak vardıkları bugünkü son nokta, kendileriyle birlikte eski yanlış klişelerin de iflasını beraberinde getiriyor. Konu bundan ibaret değil.
    Şimdi iktidara muhalif de olsa, okulda kafasına çakılmış o büyük harita "özlemi" ile milliyetçi-mukaddesatçı duyguları kabaran herkes, Hükümetin Suriye ve Irak'ta amatörce at koştursa bile, içten içe "belki eski topraklarımıza kavuşuruz" beklentileriyle Türkiye'nin Musul'a asker göndermesini destekliyor, Rus uçağı düşürüldüğünde "Bak biz de varız, Rus uçağı bile düşürebiliyoruz" diyor, hatta Suriye ile bu kadar "meşgul" olununca, "zaten orası bizim toprağımızdı, "Bizim dinimiz de İslam, İslam için savaşanlara yardım kötü mü, dur bakalım belki oralar sonra bize katılır" bile diyebiliyor, bu konuda kuşkuları var. Muhalefet İktidara ağız dolusu kararlılıkla karşı çıkamıyor, sokağa inemiyor, Meclis'den çekilemiyor, kısık sesle "karşı" çıkıyor, o kadar. Kısacası Türkün gelecek perspektifi hâlâ "Türkiye haritasını büyütmek" ve "Osmanlı gibi olmak." Bu temel fikir aşılmadan, Türklerin kendilerine gelmeleri ve önlerine bakıp Dünyada hakettikleri yeri almaları mümkün olmayacak.
    Yıllar önce İslamcı bir arkadaşım, "Türkiye bize artık dar geliyor" demişti. Evet! Ama toprak alarak mı bol gelecek? Osmanlı haritasındaki kocaman bir alan zaten çöldü. Koreliye Kore dar gelince LG markasını üretiyor ve sineması dünyada marka oluyor. Japonlara dünya dar geldi, kültürlerini evrenselleştirdiler, Tarantino Japon kültür öğeleri kullandığı filmler çekti. Dünya bir ara Japon malından başka birşey kullanmıyordu. Ama Türkler kabına sığmayınca çölde silahla arsa kapatmayı düşünüyorlar -hem de 21'inci yüzyılda. Çünkü büyüklük adına öğrendikleri tek şey, kocaman bir Osmanlı haritası ve onu yeniden kurabilmenin anahtarı sandıkları Sünni İslam coğrafyasına baş olmak. "Osmanlı küffara karçı cihad ettiği için öyle büyüdü" hamhayali, bu yazının konusu. Yazının amacı: Türklerin ayağına pranga olan eski "Büyüklük anlayışı"nı terkedip, 21'inci yüzyıla özgü yeni bir büyüklük anlayışı benimseleri ve nihayet bütün enerjilerini birbirlerini yemek yerine o yolda sistemli ve sıkı bir çalışmaya harcamaları.
    Türklerin, Kökeninde Abbasi tipi Sünni devlet anlayışının bulunduğu eski büyüklük kompleksinin iyice karikatürleşip İslamcılarda zuhur etmesi, bu komplekslerin nisbeten daha kolay aşılabileceğinin de garantisi. Sadece Gezi İsyanı değil, halkın bir kesiminin Erdoğan'ın şahsında "nihayet dünyaya kafa tutan bir lider" bulduğu "beklentisi de bu "kompleksleri/ezikliği aşmak refleksi"nin (yanlış, ama zamana uygun) bir tezahürü. Türkler, bu fırsatı kullanmak zorundalar, yoksa kendilerini savaş ve yıkım sonucu mecburen değiştirmek zorunda kalacaklar -zira 20'inci yüzyıl başından kalma bugünkü zihniyetle 21'inci yüzyılda yaşamak mümkün değil. Türklerin büyüklük özleminin sağlıklı bir şekilde yeni bir yörüngeye oturtulması gerekiyor.
    Gözlerine büyük Osmanlı haritası sokularak büyütülen Cumhuriyet nesli içinden beton erbabı Demirel, kadayıf erbabı Erbakan tipi politikacılar çıktı. 1950 sonrası -istisnalar dışında- daima iktidar olan Türk Sağı'nın en büyük siyasi dayanağı, her zaman (bir tür Müslüman muhafazakar olduğu varsayılan) "Şanlı Osmanlı" geçmişinin tekrarıydı. Anadoluyla sınırlı Türkiye Cumhuriyetine her zaman burun kıvırdılar, ama Osmanlı'nın nasıl büyük bir devlet/ülke olabildiğiyle zerrece ilgilenmeyip her şeyi "İslam'ın yüce ahlakı"na yordular. Bugünkü araştırmalar, Osmanlı'nın İslam sayesinde değil, İslam'a mesafeli kaldığı için yükseldiğini, ama İslami bir Abbasi kopyalığına özenince gerileyip çöktüğünü gösteriyor. Osmanlı, İslamlaştığı ve Müslüman olmayan tebasının desteğini -bu sayede- kaybetmesi nedeniyle çöktü.
    Adeta kutsallaştırılan akıncı gaziler, İslam'ı yaymak için küffara nefes aldırmadan kılıç çalarak Osmanlı topraklarını sürekli genişletmişlerdi ve ne hikmetse eski Bizans uyruğu da kılıcı yiyip susup oturmuş, hiç direnmeden ihtida edip Müslüman olmuştu. Yeni Osmanlıcılar, böyle çocuksu tarih tezlerine inanarak büyüdüler. Ve kabuğuna -Anadolu'ya- çekilen "dinsiz" Cumhuriyet parantezini kapatıp, Osmanlı'ya geçişin hayalini gerçekleştirmeye koyuldular. Ama "İslami Osmanlı" teorisi, aradan 700 yıl geçtikten sonra da işlemedi. Halk, "eski zamnalardaki gibi" Yeni Osmanlı'ya biat etmedi. Onca biber gazı, hapis cezası, sert dayak, hakaret ve yasaklara rağmen, halkın "dinsiz laik" kesimi, eski Bizanslılar gibi kuzu kuzu Osmanlı uyruğu olmadı. Neden? Osmanlı Bizanslılara bu kafayla davransaydı Bizanslılar da Osmanlı olmazdı da ondan.
    Peki Rumlar neden biat etmişlerdi? Öyle ya, insan doğası o zaman neyse bugün de o. Zorla güzelliğin yüzyıllar süremeyeceğini herkes bilir. 1300'lü yıllardan 1922'ye kadar Anadolu nüfusunun bir kısmı daima Rumdu. Osmanlının kurulduğu dönemde, Müslüman Türkler bugünkü Kürtlerden daha küçük bir azınlıktı. Osmanlı adıyla tanıdığımız Türk İmparatorluğunun başarısının sırrı sahiden İslam mı?! Kesinlikle Hayır...
    Bu yazıyı hazırlarken okuduğum kitaplardan (1) birinde, şöyle bir cümle vardı: "Harmankaya tekfuru Köse Mihal'i" yakalayan Osman Bey'in onu serbest bırakması üzerine Mihal Osman Bey'in "Ellerine sarıldı. 'Bundan böyle en yakın yardımcın ve dostun ben olacağım, ne olur bana güvenin' dedi." (2)
    Pertev Naili Boratav'ın Türk Masallarını (3) okurken böyle bir sahne karşıma çıksa zevkle okurum, ama gerçek hayatta böyle kararlar daha farklı şekilde alınıyor. Mesele güç ve iktidar olunca kimse Osman'ın kara kaşına kara gözüne bakmaz. Kitabın devamında Köse Mihal'in en önemli akıncı beylerinden biri olarak sürdürdüğü yaşamından bahsediliyor ve kahramanımızın Osmanlılığı bu olayla başlıyor. Daha sonra da böyle bir takım yerel Hristiyan beyler, gelip el etek öpüp Osmanlı oluyorlar! Hatta o kadar Osmanlı oluyorlar ki, mesela Timur'a karşı savaşan Bayezid'in saflarını Türkmenler terkedip karşı saflara geçtikleri halde, Sırplar sonuna kadar Sultan'ın yanında savaşıyorlar, üstelik bu adamların çoğu Müslüman olmamış, ihtida etmemiş. Sözünü ettiğim kitapta da ilk elden Mihal'ın Müslüman olduğuna dair birşey yazmıyor zaten, ama bu insanları biraraya getiren başka bir şey olmalı.
    Masal tadındaki tarih anlatımı, henüz polisiye romanın ve internetin icad olunmadığı çağlarda, öğüt verici ve hatta eğlendirici özelliğe/işleve sahipti. Genellikle devrin önemli şahsiyetleri için kaleme alınan kitaplar, keselerce akçe ile ödüllendiriliyorlardı. Kısacası, eski zamanlardan günümüze kalan tarih kitaplarının her zaman güvenilir ve rasyonel olmadığı gerçeğinin bilincinde olmak zorundayız. Aynı kişi hakkında farklı tarih yazımları sorununu gösteren en güzel örneklerden biri de, ilgilendiğim Evrenos Bey hakında Ayşegül Kılıç'ın (4) yazdığı kitap. Ona, ikinci bir kitabı daha dahil edebilirim (5). Eski tarihçilerin yazdıklarının ne kadarının doğru ne kadarının "temenni", ne kadarının öğüt maksatlı olduğunu, ancak aynı konuyu başka tarihçilerden okuyunca anlayabiliyoruz. Mesela Bayezit'in oğlu Süleyman için bir tarih kitabı yazan Ahmedi, ayyaş ve pervers Bayezid'i namazında niyazında, ağzına bir yudum içki koymayan bir adam olarak gösteriyor. Bunun bir ironi olarak okunmuş olması da mümkün elbette, çünkü gerçekle hiç alakası yok. Negatif bir şey yazmıyor, yazmamak için ondan az bahsediyor. Halbuki Bayezid hakkında şöyle çok eski bir fıkra var: Sultan, savaşlardan muzaffer çıkarsa Bursa'ya yirmi cami yaptıracağı sözü veriyor, ama zafer kazanınca sadece yirmi kubbeli Ulu Camiyi yaptırıyor. Ona nazı geçen danışmanlarından biri "Neden 20 değil de bir tek?" diye sorunca Sultan, "büyük olursa herkes camiyi kolay bulur" diyor. Danışmanı da Sultana, "Keşke dört köşesine dört meyhane yaptırsaydınız. Siz de caminin yolunu kolay bulurdunuz" diye cevap veriyor. Bu fıkra eski kitaplara kadar sızdığına göre, Bayezid hiç de bildik "klasik" Müslümanlardan olmasa gerek. Ve sadece o değil, başka Sultanlar da. Bu gerçek biliniyor elbette, ama buna rağmen islami bir devlet ve ümmetten müteşekkil bir Osmanlı olduğu sanılıyor. Hayır efendim. Osmanlı'yi yönetenlerin başında Rumlar, Sırplar, Ermeniler ve diğer Hristiyanlar var üstelik bunlar ya haala Hristiyan, ya da şeklen ihtida edip aileleriyle bağlarını koruyan eski Bizans soyluları. İslam devleti, kurulduktan 250 yıl sonra adım adım oluyor ve ikinci sınıf kalan Hristiyanlar da sonunda bu birlikten istifa ediyor, tıpkı şimdi Kürtlerin o noktaya gelmiş olması gibi.
    "Resmi Tarih Yazımı", sadece Cumhuriyet'e özgü bir şey değil. Osmanlı devrinde de böyle, yanlı bir tarih yazımı var. Ama Osmanlı'nın kuruluş aşamasında din değil ekonomik çıkarlar son sözü söylediğinden (ve bu konularda ince bir politika uygulandığından) Osman Bey "Haydi gazaya" dediği zaman, kimsenin aklına din-min gelmiyor, çünkü gazilerin çoğu Hristiyan zaten, amaç da yağma ve enformasyon. Bunların görevi, sınır ötesindeki Bizans kontrolündeki yerleri talan etmek ve verebildikleri kadar zarar verip ganimetle geri dönmek. Malum, akıncılar gazaya bir tek kılıçla gidiyorlar ve yiyeceklerini bile yağmaladıkları köylerden sağlıyorlardı. Bir tek şehre, Konstantiniye'ye ve havalisine sıkışan Doğu Roma, halkından ağır vergiler toplamak zorunda kaldığından, şimdi adına Osmanlı denilen Söğüt idaresi, Hristiyan köylüler için birçok şeyden kurtuluş anlamına geliyordu. Eski vergi mükelleflerinin Gazi olup komşu köyleri talan ettiği, kimseye başka bir din ve yaşam tarzının dayatılmadığı refah içinde bir hayat. Gazilerin zenginliği hakkında Ayşegül Kılıç'ın kitabında değerli malzeme var. Bayezid'in düğününe hediye getiriyor, bütün konuk beyler şaşırıyor, çünkü kendileri Bey oldukları halde Gazi Evrenos kadar zengin değiller.
    Akıncıların komutanları arasında, bir zamanlar Bizans tekfurluğu veya komutanlığı yapmış kişiler olunca, halk Bizans baskısından kurtulmayı seçiyor.  Lowry, bu konuda gerçekten ilginç malzeme sunuyor (6). Fatih'in kendine Başvezir olarak son Bizans imparatorunun halefini seçmesi çok ilginç. Osmanlı, fethettiği bölgeleri, gene oraların yerel yöneticileriyle yönetiyor ve halka yeni bir refah vaad ediyor (bu refahın önemli ölçülerde yağma ve talandan geldiğini söylemeye gerek yok.) Gazileri -bugün kutsanan- "uğraşısı hakkında Aşıkpaşazade aynen şöyle diyor: (Evrenos Bey) "çalup çarpmağa başladı." (7) Konunun daha ilginç yanı, Akıncıların yaptığını yapıp sınır ötesini talan eden Bizans birlikleri de varmış eskiden. Halk Akıncılık olayına yabancı değil.
    Osmanlı devletinin henüz kuruluş aşamasında, Mihal'in Osman'ın ellerine sarılması gibi teatral durumlardan ziyade bir "Akıncı Beyler ittifakı" söz konusu. Osman Bey'in atalarının Söğüt'ten önceki tarihine sayfalar ayıran Şimşirgil'in, Köse Mihal ve Evrenos Bey gibi akıncıların devlet içindeki çok özel konumlarını açıklayan rasyonel bir gerekçesi yok, ama kitabı çok güzel okunuyor, hikaye tadında. Şimşirgil bile Köse Mihal'den bahsederken "ihtida" konusunu işlemiyor, yani Mihal basbayağı Hristiyan. Ayşegül Kılıç da övgüye layık kitabında Evrenos Bey'in büyük bir ihtimalle Sırp/Slav kökenli olabileceği sonucuna varıyor (8). Osmanlı denen yapıyıyı başından itibaren en az 120 yıl yöneten ve askeri genişleme işini üslenen aileler: Evrenosoğulları, Mihaloğulları, Turahanoğulları, Malkoçoğulları. Lowry, Osmanlıların başlangıçta bir akıncılar koalisyonu olduğu ve bu dört aile tarafından yönetildiğini, ama Anadolu'dan Türk savaşçı devşirme ihtimali daha yüksek olduğundan "Eşitler arasında birinci"nin Osman olduğunu, diğer aileler tarafından onun 'Birinci' seçildiğini gösteriyor, yani el-etek öpme meselesi değil bir ittifak söz konusu. Osmanlı bu ittifaka 250 yıl sadık kalıyor. Gerçi yazarın çok sağlam kanıtları yok, ama Osmanlıların ilk başarılarında akıncıların halka dağıttıkları malların, kurdukları vakıfların, inanç özgürlüğüne karışmamalarının, yerel yöneticileri görevde tutmalarının ve Hristiyan halkı mobilize edebilmelerinin büyük rolü olmalı.
    Osmanlı, başından beri, elbette sadece bir Robin Hood çetesi değil. Selçuklu'dan aldığı ve bunu her hareketinde hissettiğimiz bir Türk devlet anlayışına sahip. Bu anlamda başta bir uç beyliği olmasına rağmen, Selçuklu'nun tüm tecrübesini konuşturan bir yapı. Bu yazının kapsamını fazla genişletmemek için örneklere girmiyorum, ama Lowry'den bir çok örnek okuyabilirsiniz. İslam, ancak 1430'lardan itibaren Osmanlı denkleminde "seçkinlere dahil olmak için kullanılan sembolizm" olarak görünmeye başlanıyor. Abbasi tipi İslami bir devlet olmak fikri, tarzı ve dili ise, ancak Mısır'ın 1517 sonrasındaki işgali, Kutsal Emanetler'in İstanbul'a getirilmesi ve Arap ulemanın İstanbul'a gelişinden sonra görülüyor. Arap devlet terminolojisinin yerleşip İslam'ın bir şart haline gelmeye başlamasından sonra sonra geriye bakarak yazılan tarih kitaplarında Osman Bey, namazında-niyazında, güzel rüyalar gören bir Kur'an kursu talebesi gibi gösteriyor. Bu özellikle günümüz İslamcısının tarih anlayışında çok bariz. Halbuki ilk Osmanlı Sultanları zamanında halka yemek dağıtılan imaretlerde şarap da dağıtıldığını biliyoruz. İçen içiyor, içmeyen içmiyor...

(Yazı devam edecek)

Dipnotlar:
1. Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, "Kayı I", Ertuğrul'un Ocağı, Timaş 2015
2. Şimşirgil, s. 23 (Neşti Tarihi'nden)
3. Pertev Naili Boratav, "Az gittik uz gittik", İmge 1969
4. Ayşegül Kılıç, "Gazi Evrenos Bey", Bir Osmanlı Akıncı Beyi, İthaki 2014
5. Heath W. Lowry, "Erken Dönem Osmanlı'nın Yapısı", İstanbul Bilgi Üniversitesi 2010
6. Aynı yerde, 132.-133. Sayfalardaki Osmanlı vezirleri çizelgesine bakılabilir.
7. Aşık Paşazade, "Osmanoğullarının tarihi", İstanbul 2003, s. 378
8. Kılıç, s. 42