Kapitalizm ve aşk






K
apitalizmin aşkla ilgisi ne? Her yerde -aşkta bile- kapitalist bir yan aramak zorunda mıyız? Her fırsatta "kominis kominis konuşmak" zorunda mıyız böyle? Bu soruyu soranlar yeterince kalabalık! Kapitalizm, mümkün olduğunca geniş ve derin bir alanı "maddi normlara indirgeme" veya "maddi ölçülere göre tanımlama" sistemi olarak, düşünce ve hissetme biçimlerine kadar işleyebilmiştir. Gücü (ve zayıflığı), bu basitliğinden geliyor. Virüs gibi. ilkel, değişken ve belli kişilere/kurumlara indirgenemeyen bir özelliğe sahip. Bunun özgün/benzersiz yanı, herşeyin ama herşeyin paraya/ekonomiye endekslenmesi özelliğidir. Yani sürekli ekonomi/kapitalizm konusuna dönmemizin nedeni aslında bir zorunluluktur. Kapitalizm bu ekonomi merkezli haliyle tarihte benzersiz bir istisna teşkil etmektedir. Biz kapitalizmin aşka nasıl, ne kadar işleyebildiğini veya işleyip işleyemediğini sorgulamakla ilgili birkaç noktaya dikkat çekmeye çalışacağız.

Aşkın ne olduğuna değinmek bu yazının amacı değil, ama kısaca -bilimsel/dilimsel bir dille!- aşktan bahsedeceksek (biliyorsunuz, 'Işk' sözünden, yani 'ışık'tan gelmektedir) sahiden de insanı bir tür yüce mutluluk duygusuyla dolduran özel bir durumdur aşk. Aşk mutluluğunun, bir başka kişiye bağlı olarak gerçekleştiği, aşkın, başka birliğinin varlığı şartına odaklı olduğunu, (evlilik dışı tek legitim cinselliği de içeren bir yüce duygular bütünü olduğunu) ve aslında çok daha fazlasını söylemek gerek.
Aşk, insan beyninin (olası biyolojik gelişim/evrim sürecinde) en eski ikinci katmanıyla ilgili bir hal/durum olduğundan; insanoğlunun ve insankızının (atalarının tarihiyle beraber hesaplandığında) milyonla ifade edilebilecek bir süreden beri birbirine aşık olabildiğini ("teorik" olarak) söyleyebiliyoruz. Biz buna kısaca, "Sonsuz aşk" veya "Aşk sonsuz" diyebiliriz!

Aşkın tamamen kapitalizmin etkisi ve kontrolü altına girmesi asla sözkonusu olamaz. Ama kapitalizmin aşk üzerindeki etkisisini; aşk duygusunu sömürmek, aşkı çağrıştırarak çeşitli yüzeysel sevinç duygularını aşka saymak; aşkı, tam bir tüketici mantığıyla, "biri diğeriyle yer değiştirebilecek aşıklar arasında seçim yapmak" şeklinde ele alması açısından inceleyebiliriz. Bu alanda kapitalizm, insanları mutsuz etmesinden tutun da, aşkın değerini düşürmeye kadar bir dizi önemli bazda ele alınabilir.

Günümüzde aşkı çağrıştıran, kullanan ve doğrudan tüketici kültürüyle ilişkili bir sektör var. Bu sektörün adı reklam sektörü. Aşkla ilişki kurularak, "bu mal mutluluğunuzun şartıdır" diye, ne kadar çok ürünün pazarlanmaya çalışıldığını bir düşünürsek, bu alanın ne kadar önemli bir kısmının aşk duygusunu komersiyel hale getirdiğini de görebiliriz. Aşk, şartlı mutluluğun kişiye özel en kutsal ve güzel halidir. Ama sadece şartlı bir mutluluk anlayışının hakim olduğu kapitalist yaşam biçiminde Tüketici zihniyeti, doğrudan aşk çağrıştıran bazı adetler bile uydurarak, insanın bu önemli mutluluk türünü kendi tüketim kültürüne entegre etmeye çalışmıştır ve bunda kısmen başarılı da olmuştur. Ve aşkla ilgili bu tüketici adetlerinin bazıları inanılamayacak kadar yenidir. En yeni olanları 'Tek taş yüzük' mesela, veya 'Sevgililer günü hediyesi' gibi konulardır. Biraz daha eski olanlar, 'Sevgiliyle şampanya-havyar', 'Evlilik ve yaş günü hediyeleri', 'Sevgiliyi ilk yemeğe götürmeler', 'Sinemaya gitmeler' gibi -doğrudan tüketicilikle ve parayla ilgili olan konuları hemen anımsayacaklardır. Ama sevdiklerimizi mutlu etmemizin parayla-pulla alakalı olmadığını ve sistemin aşka para üzerinden nasıl müdahil olduğunu konuşmalıyız.

Aşkın komersiyelleşmesi hakkında birden çok kitap yazan İsrailli bilim kadını Eva Illouz,
bu konuda sahiden de çok önemli ve ilginç noktalara dikkat çekiyor. (Bkz: 'Konsum der Romantik' 2003, 'Gefühle in Zeiten des Kapitalismus' 2004, 'Die Errettung der modernen Seele' 2008) Bu yazıda, onun söylediklerine yer vereceğiz. Fakat bizi ilgilendiren, kitabın en zayıf ve belki de talihsiz yanı: Kitap bu konuda kapitalizmi savunuyor! Fakat bunu pragmatik bir şekilde, "ne yapalım başka çare yok" cinsinden yaygın bir "ince"likle yapıyor.

Neden ve nasıl savunduğuna kısaca değineceğiz. Ama burada önce bazı ilkelere dikkat çekmek gerekiyor.
Kapitalizme
-birbirine dönüşen türden- iki farklı tarzda yaklaşmayı benimsemek, bu yaygın pragmatizmle araya belirgin bir çizgi çekmeye de yardımcı olacaktır. Bu ne demek?
Kapitalizm şu anda fena halde teklemesine rağmen dünyanın her köşesinde uygulanan ve daha bir süre daha uygulanacak olan tek sistem. Bazı konuları -varolan- kapitalist ilişkiler çerçevesinde değerlendirmek ve bu -kısıtlı- çerçeve dahilinde bazı iyi/kötü kategorileri oluşturmak mümkün -bu yapılıyor da. Fakat kapitalist sistemi değişmez/kadirimutlak bir düzen sayarak bu sınırlı kategorilerle yetinmek, insanı kapitalizmin ötesine uzanan opsiyon ve kategorilerden koparabilir. Koparmamalı. Çünkü kapitalizmin geleceği yok! Bu söz belki biraz klişe oldu ama döne döne söylemek zorundayız: Eğer kapitalizmin bir geleceği varsa, bu gelecek, dünyanın cehennem versiyonundan ibarettir. ("Kapitalizm çökmez, kapitalizme bişey olmaz, böyle devam eder" diyenlere: Yıkılmamış kapitalizm demek, elli yıl sonra, birkaç milyonluk bir elitin cam fanus benzeri dünyadan izole şehirlerin içinde yaşadığı, bunun bedeli olarak da dünyanın geri kalanının tam bir cehennem hayatına mahkum olduğu, kirlilikten, mutasyondan, olmadık hastalıklarla boğuşmaktan bitap düştüğü bir dünyadır. Ayrıca mutlaka en az bir büyük savaş dalgasının durumu daha da berbat hale getirmiş olma ihtimali de bulunmaktadır. Alıştığı hayatına ve mahalledeki itibarına bu kadar düşkün bir kapitalizm-sever "ortahalli halk" bozuntusunun, buna rağmen, kendi çocuklarının yüzüne şimdi nasıl bakabildiğini ben çok merak ediyorum. Bunlar için ahlak nedir? Nasıl bir şeydir, yenir mi?! Kapitalizme karşı olmak, dünyayı yıkmak istemek değildir. Tam tersine dünyayı kurtarmak istemektir. Hem artık ikna/mikna devri de geçmiştir. -Herkes söylenenleri masal dinler gibi dinledi- Bundan sonra doğrudan/bodoslama müdahale gerekmektedir.)
Yaygın pragmatizm, birçok kişinin bu korkunç gerçeği bilmesine rağmen -flu olan- diğer alanı -yani kapitalizmin dışına doğru uzanan alanı- tarif edememekten kaynaklanan bir kolaycılığa yaslanmaktadır ve konuştuğu herşeyi kapitalizme hapsetmektedir, kapitalizm sınırları dahilinde değerlendirmektedir. Bu kolaycılık, iki nedenle herkesin işine geliyor.
Bir: Bugünün bilim adamlığı/kadınlığı da kapitalizm sınırları dahilinde işlemeye meyilli bir şey. Yani "para etmesi" gerekiyor. Kapitalist yaşam biçiminin temel kuralı, herşeyin bir şekilde parayla ölçülebilir olması, olamazsa o normlara göre değiştirilmeye zorlanmasıdır. Yapılan işin komersiyelleştirilebilir olması gerekir. Bunun için de belli normlar vardır ve yaptığınız çalışmaların, o normlara uyması şarttır (Bu blog, kendini böyle normlarla sınırlaMAmayı ilke edinmişir). Ayrıca ciddiye alınmanın önemli şartlarından biridir normlara uymak. Yani her "aklı başında" (yani çıkıntı olmadan kapitalizmle uyum halinde koyun koyun yaşayarak çocuklarını cehenneme göndermekten çekinmeyen) "çağdaş ve de modern" insanın ve bilim insanının, kapitalizmin insanlığın sonu olabileceğini bilebile, maaşı/geliri/işi/ünü/çevresindeki itibarı nedeniyle bu konulara pek girmemeleri -bu pragmatizmin en klişe örneğidir. (Bin dereden su getirir, "demokrasi" dersiniz, ama kapitalizm demezsiniz mesela) Doğru bir şeyin müzelik halini savunmak, bu pragmatizmin daha eski bir yöntemidir. (Bu şekilde konuların özüne hiç değinmeden pas geçebilirsiniz). Bu tarzı
sistem elitleri de beğenirler, hatta desteklerler. Siz yeter ki demode teorilerden (mesela eski/ortodoks Marksizmden) bahsedin. Yeter ki bugünkü kapitalizmin sistemi/şirketleri/reklamı/bankaları/vs. ile dünyayı nasıl mahvettiğinden bahsetmeyin. O zaman, Che T-shirt'ünü giyip, Convers'leri çekip istediğiniz kadar Solculuk attırabilirsiniz! Hatta kocaman fabrikalar sizin için Che T-shirt'leri bile üretirler: Çiçekli Che, baloncuklu Che, pullu Che...
İki: Kapitalizmin dışındaki alan, ekonomiden çok öte bir alanı ifade ettiğinden ve bu yavaş yavaş anlaşıldığından, bilim insanları orada, bir tür sudan çıkmış balığa dönmektedirler. Bu alan, mesela rasyonellik ötesi bazı irrasyonel yaklaşımlar/tarzlar gerektirdiğinden tek tip ölçüler sistemine de (yani sonuçta paraya) uymamaktadır. Para sistemine başka neler uymamaktadır mesela? Erdem, ahlak, annelik, adalet (kanun değil), iyilik, mütevazilik ve daha sayısız madde ötesi yüksek değer uymamaktadır... Aşk da bu uymayan değerlerden biridir -ama buna rağmen, tüketim üzerinden önemli ölçüde sömürülmektedir, tıpkı diğerleri gibi. Ama aşk, hepsinden daha çok sömürülmektedir.
Kapitalizmin ötesini -ortodoks Marksistler gibi- sadece "ekonomi" sananlar çok yanılıyor. Kapitalizmin kısıtlılığını ve ruh fukaralığını anladıkça, kapitalizm ötesi alanın çok daha geniş/derin ve kalite bakımından çok daha zengin olduğunu anlamak mümkün. Aşk ve kapitalizm ilişkisinden bahsetmek, biraz da bu yüzden gerekiyor. Aşkın, kapitalizmin etkisinden mümkün olduğunca kurtarılması önemli, çünkü aşk, insanın en önemli kişsel ilham kaynaklarından biri.

O halde duygusal/emosyonal sıcak aşk ile, rasyonel/işlevsel (yani para edinmek amaçlı) soğuk kapitalizmin ilişkisine kısaca bakabiliriz. 'Romantik aşk' konsepti, -Eva Illouz'un da değindiği gibi- "duyguların; sosyal ve ekonomik çıkarlardan, parasal kardan önce gelmesi" kuralını esas alır. Bu haliyle bazılarına göre ekonomi bazlı evlilik kurumuyla da çelişir (tabii evlilik, ekonomi bazlı bir kurum olmak zorunda değil). Fakat romantik aşk ideali, ekonomi ötesi (ekonomiden önce gelen) haliyle, içinde birçok iyi özelliğin yanı sıra, daha iyi bir düzen mantığını da içerebilir -çünkü özgürlükle yakın akraba görünümünde. Burada düşülen hatalardan biri, galiba, aşkı/sevgiyi, bir din seviyesine yükseltmektir. (Bu iki önemli faktörün birbiriyle bağlantılı/ortak yanları olmakla birlikte, özdeş olmadığı açıktır.) Fakat buradaki 'Özgürlük' faktörünün -tam da bu noktanın- kapitalizm tarafından tepe tepe kullanıldığına özellikle dikkat çekmek gerekiyor.

Aşk, özgür bir ruhta -daha yoğun bir şekilde- ortaya çıkıyor. Aşkın özgürlükle doğrudan ilgisi var. Kapitalizm de, "Özgür insanların sistemi" olmak iddiasında. "Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik" sloganında da ifadesini bulan bu sistemsel düşünce, "ilerici" bir şekilde, "eski" adetlerin ve "baskıcı" toplumun karşısına, "özgürlükçü" olarak çıkıyor. Birçok -gereksiz yere- baskıcı olan ve özgürlüğe sahiden aykırı durumları -dikkatlice- ayrı tutarsak, kapitalizmin getirdiği "özgürlük" ile, sahici özgürlük arasındaki fark nedir? Var mıdır böyle bir fark? Bu sorunun yanıtı, aşkın kapitalizm tarafından kullanılmasının da kilit sorusu olabilir.
Kapitalizmin verdiği/sağladığı özgürlük, paranın sağladığı "özgürlüktür". Bu özgürlük sadece paraya bağımlı olmakla mümkündür. Ve şöyle "ilginç" bir özelliği vardır: Bu tür özgürlüğün hiçbir ruhani/kutsal boyutu olmadığı için iyilik/güzellik şart da yoktur. Yani iyi de olsanız kötü de olsanız birşey fark etmez. Halbuki ruhani/kutsal/gerçek özgürlük, ancak iyi olmakla ve burada kısaca 'iyi olmak' dediğimiz konunun rafine edilmesiyle kazanılabilir. (Rafine edilmesi konusuna sonra dönebiliriz)
Ancak o zaman bazı kapıların açıldığını ve yükseldiğinizi, çok daha yüce gerçeklere erişebildiğinizi, gerçek özgürlüğün anlamını anlarsınız (ve onu hiçbir paraya değişmezsiniz). Burada bir karşılıklılık vardır. Bir kişiye yönelen (veya Tanrı'ya yönelen yüce) aşk, bu özgürlükten doğar (ise) ve o ölçüde yoğun olur. Burada sözü edilen aşkın parayla/pulla ilişkisi ya hiç yoktur, ya da ilişkisi metaforlarla ifade edilebilecek cinstendir. Kapitalizmin, aşkı üzerine oturttuğu özgürlük ise "parasal zenginliğin sınırlı özgürlüğü"dür. Burada aşk açısından bakacak olursak sınır, aşkın kalitesiyle ilgili önemli bir durumdur. (Eva hanım malesef bu konuya girmiyor) Ve bu durum -sürekli hatırlatmak istediğimiz- kapitalizmin ötesine doğru genişleyen yaklaşımla ilgili bir durumdur. İyiliği/güzelliği rafine etmeyen, onun yoğunlaştırılmasıyla insanın ruhunu yüceltmeyi hedefleMEyen (tam tersine ihtiraslara, tüketmeye, ruhu alçaltmaya vs. özendiren) bir yaşam biçiminin yoğun/yüksek duygular uyandırması mümkün değildir. (Dünyadaki sanatın giderek bitmesinin ve sanat niyetine çöp üretnmesinin nedeni de budur. Artık Picasso'lar bile çıkmıyor -ki onların sanatının büyülüğü bile tartışılır) Bunun anlamı, kapitalist sistemde insanın "ruhsal" özgürlüğünün maddi dünyadaki hareket özgürlüğüyle, sahip olmak özgürlüğüyle, maddi dünyayı esas alan kantitatif düşünce çokluğuyla vs. sınırlı olmasıdır. Bunu bir algılama durumuyla da ifade edebiliriz. Örneğin miyopsanız ve sadece önünüzü görebiliyorsanız, önünüzdeki çokluğu zenginlik sayabilirsiniz. Ama çok uzakları görebilmek opsiyonuna sahipseniz, önünüzdeki çokluğun aslında ne kadar az olduğunu ve belki ne kadar değersiz olduğunu anlayabilirsiniz. Kapitalizm insana -para üzerinden- miyopluk sunmaktadır. Seyahat etmek, sahip olmak, kitap okumak vs. gibi özgürlükler sunmaktadır kapitalizm (buraya başka bir zaman yeniden döneceğiz. Elbette bunlar önemsiz değildir. Göreceli önemini ayrıca konuşmalıyız) fakat bunlar belli bir ruhsal kalite seviyesini aşamamaktadırlar -asıl konumuz budur. Ve kapitalizmin bu sınırlı hali çok da doğaldır. Burada bir "Parayla saadet olmaz" durumunun mutlaka her seferinde yeniden keşfedildiğini görüyoruz. Para, vaadettiği tüm özgürlüğe rağmen, vaadinin çok azını tutar ve verdiği mutluluk çok kısadır (hatta anlık olabilir) o yüzden de yalancıdır. Sadece parayla/malla mutlu olmak mümkün değildir, ama bunlar üzerinden başkalarının üzerinde etkili olabilenler, diğerlerinin üzerinde bir çeşit güç oluşturmak ve bu gücün verdiği bir tür "güçlülük" ve "rahatlık" duygusunu "mutluluk" sanabilir. Kısacası, kalitesi düşük bir duygudan/duygulardan söz ediyoruz. (Kapitalist anlamda) Zengin toplumlardaki yoğun depresyonu/mutsuzluğu bununla ilişkilendiriyoruz. Bunun ruhsal özgürlüğün yitimi ile ilişkili olduğunu da söyledik. O halde, buradan çıkan aşkın da düşük kalitede olduğun tekrarlayabiliriz.
Kapitalizmin bu eksiklikten ürettiği caniane yan ise doyumsuzluktur. Kapitalizmin (parasal) özgürlüğüne dayanan/dayandırılan aşk, düşük kalitede/yoğunlukta olduğundan ve insani değerlerle (ahlak, yetinmek, tevazu vd.) desteklenmediğinden, sürekli aşkın daha büyüğü (yücesi değil!) aranmaktadır (ve tabii bulunamamaktadır! Bulunduğunda da kolay yitirilmektedir. Çünkü kapitalizmin aşkı yetinmez ve sürekli daha büyüğünü arar -ve bu yüzden de asla bulamaz! bulduğu anda bile, "daha büyüğü yok muydu acaba" diye sorar). Kapitalizmin "operasyon" alanı madde dünyasında olduğu için, "en yüce duygu" mertebesine çıkardığı aşkı da çeşitli maddesel şartlara bağlamıştır (diğer yüksek duygular taze bittiğinden geriye bir tek aşk kalmıştır!). Burada temel fikir, mesela "aşık olan kişi alışveriş eder"dir -veya bu ekuvalent bir tarzda tersine çevrilir: "Aşk için alışveriş edilir." Buradaki karşılıklılık ilkesi, parasal özgürlük temelli olduğundan, aşkın belirtisi olarak çeşitli -para bazlı- gelenekler geliştirilmiştir. Hediye kültürü burada kötüye kullanılıp bir tüketim kültürü haline getirilmiştir.
Eva Illouz Hanımın yaptığı, bu çerçeve dahilinde "sağlam" bir eleştiridir. Ama mesela parası olanın, sırf daha fazla hediye alabildiği için kapitalizmde -hediye alamayana göre- daha mutlu olabildiği üzerinde de durmaktadır. (Konuyu kapitalizmle sınırlayacaksak) Malesef doğru! Ama şu konuyu da es geçmiyor: E bu mutluluğu "canlı" tutmak için de sürekli birşeyler almak, "sürprizler" yapmak falan zorundasınız. (Sonucu söyliyeyim: Eviniz lüzumsuz eşyalar mağazasına dönebiliyor!) Ama asıl konu bu değil. Sistem içinde yaşayan, sistemle kuşatılmış, herkesin sistemin normlarını esas aldığı bir atmosferde yaşayanların, kendilerini bu "mal" mutluluğunun gazabından korumasının pek de kolay olmamasıdır! Burada yalnız olmazsanız, (yani 'sahici' adam gibi / kadın gibi bir aşkınız varsa yanınızda!) kapitalizmin insan bozan paracıl dangıllığından korunmak çok daha kolay olabilir. Bu açıdan bakıldığında aşkın önemli bir ilham kaynağı olduğunu tekrarlayalım.

Kapitalizm devrinin aşk ritüellerine getirdiği ve benimsenen bir çok yenilik var. Sadece aşk için 'Özel alan' yaratmak ve 'randevu/buluşmak' konusu bile yeteri kadar geniş alanlar oluşturuyor ve Eva Illouz bunları enine-boyuna inceliyor. Bu "Özel"alanlar/"Özel"likler arasında, sözkonusu özel aşk alanlarının sosyal alana kaydırılması konusu da var. Yazar burada 'Sinemaya, lokantaya, Cafeye gitmek'ten tutun da 'birlikte turizm' konusuna kadar geniş bir alanı inceliyor. Aşkla/çiftle ilgili özgür alanın sosyal alana doğru genişletilmesi konusu. Yazarın bunu kapitalizm açısından incelemesi gerçekten de çok ilginç ve güzel. Tabii burada bunların "kötü" olduğunu söyleyecek halimiz yok -zira kapitalizm bile tamamen kötü bir şey değildir/olamaz. Fakat intim (iki kişinin arasındaki özel yakınlaşmayla ilgili) konuların bir tür despotizm gibi sosyal yaşamda diğerlerinin üzerinde baskı unsuru olarak kullanılması konularına bile giriyor yazar -ki, şimdi bu yazının çerçevesini aşmaktadır. Fakat aşkın romantize edilmesi, romantizm için maddesel/parasal şartların icadı (şampanya, sinema, tektaş vs.) aşk üzerinden tüketimin romantize edilmesini sağlamaktadır. Bu da reklam endüstrisinin ilgi alanına giriyor. Yazarın bu denklemi gayet doğru bir şekilde gösterdiğini söylemeliyiz. Ama onun ötesi?!.. O yok malesef!.. Kapitalizm aşkın sadece maddeye değen yerlerini sömürüp kullanıyor, onun ruhuna dokunabilmesi mümkün değil. Ama dokunabildiği alanın bile ne kadar büyük olduğuna bakarak aşkın inanılmaz büyüklüğünü anlamak mümkün. Aşkın aslı ve özü çok büyük ve bizim en güzel işlerimizden biri onu çoğaltmak, maddi kelepçelerinden kurtarmak ve rafine iyilikle yüceltmek olmalı. Bu cümle kulağa, aşk sanki bir "iş"miş, bir külfetmiş gibi geliyorsa şunu hemen ekleyelim: Aşk, dünyanın en güzel işi! En güzel külfeti!