Tarihin ana yörüngesinin tesadüfler tarafından çizildiği bir gerçek. Tesadüfleri iyi anlamanın yolu, alınan kararların doğruluğu ve yanlışlığının sonuçlarına bakmak olmalı. Çünkü tesadüflere rağmen bu ülkede yaşayan insanların ataları da kararlarında özgürdüler. Türkiye'de, 1911 sonrasında netleşen Osmanlı'nın yıkılışı ve bu nedenle yaşanan travmadan, o dönemden bugüne kalan malum aşağılık kompleksinden, (özellikle 2013'den beri) onun nasıl aşılmakta olduğundan çok bahsettim. Ama şimdi konu farklı. Beni okuyanlar arasında, bugün de samimi olarak Osmanlı'nın yıkılışına üzülen ve onun yeniden tesisi için geçtiğimiz yıllarda samimi bir şekilde düşünüp kafa patlatmış, hatta geçtiğimiz yıllarda bunun için kendince çabalamış dostlar da var. Osmanlı'nın yıkılışına giden yol iyi anlaşılırsa, onun aynı zihniyetle yeniden tesisinin neden kesin başarısızlığa uğradığını anlamak kolaylaşacaktır. Tarihe sağlıklı yaklaşım, ondan öğrenerek oluyor, kuru böbürlenmelerle ve eski hataların tekrarıyla değil. Bu yazının konusu: "Osmanlı, 16. Yüzyılda doğru kararlar alıp belli bir zihniyet değişikliğine gitseydi, bugün Büyük Britanya gibi demokratik bir Krallık/Padişahlık olarak -hatta çok daha büyük bir ülke olarak- yaşayabilir miydi?" sorusuna her okurun kendince yanıt verebilmesi için bazı veriler sunmak. Elbette bunun için tarihten bahsetmeliyiz ve bir blog yazısı formatı dahilinde birkaç şey söylemeliyiz.
Yavuz Sultan Selim'in 1517 Mısır seferinin ve Diyarbakır'dan Yemen'e kadar geniş bir coğrafyanın İstanbul'un kontrolüne geçmesinin sadece Osmanlı İmparatorluğunun kimyası açısından değil, Dünya için de ne kadar önemli olduğunu Twitter'da yazdım. Zaman, uluslararası ticaretin yeni bir ivme kazanıp kendince yeni bir globalleşmenin yaşandığı ilginç bir zaman. Bugünkü Birleşik Arap Emirlikleri'nin bulunduğu bölgedeki limanlar, Yavuz'un Mısır seferine kadar, Avrupa'ya uzanan baharat yolunun ve at ticaretinin kilit noktası. Portekiz gemileri Hindistan'dan ve Çin'den gelen baharat ve lüks eşyaları buraya getiriyorlar, oradan da deniz yoluyla Mısır'a İskendieriye'ye. Akdeniz üzerinden Avrupa'ya uzanan bir ticaret yolu var. Bu ticareti müthiş canlandıran şey ise, İspanyolların bugünkü Bolivya'da And dağlarında keşfettikleri "tarihin en büyük gümüş yatakları". Amerika'yı, Osmanlı topraklarından geçerek rahat rahat Hindistan'a gidemedikleri için yeni bir yol ararken keşfeden ve oranın yerlilerine "Hintli" anlamında "Indian" adını takan Avrupalıların en büyük düşü, I. Selim'in oluşturduğu devasa bariyerin etrafından dolaşacak bir yol bulmaktı. Buradaki ilk sorumuz, "Neden bariyer?" sorusudur. Bal gibi açık bir ticaret alanı da olabilirdi, zira Dünyanın merkezi!
Ticaret yolları elbette bir günde değişmedi, ama Türklerin koyduğu ticari vergiler İstanbul'a oluk oluk akadursun, bu yeni zenginliğin nimetleri Osmanlı coğrafyasında pıtrak gibi biten muhteşem camiler, saraylar, hanlar hamamlar şeklinde ifade buldu. Osmanlı'nın Yavuz ve Kanuni devrine tekabül eden "Yükselme devri"nin ardında bu nemalanma oldukça önemlidir. Türk İmparatorluğunun en önemli gelir kaynaklarından biri, bu yoğun ticaretten alınan "vergiler" idi. Aynı dönemde "Gaza" (yani talan/soygun) ekonomisinin önemli ölçüde önem kaybetmeye başladığını, "toprak almak"la eskisi kadar kazanç elde edilemediğini görüyoruz. Yani, daha sonra kapitalist sistemi ortaya çıkaracak (ilk önce Hollanda'da ortaya çıkmıştır), ticaretin uçtuğu bir dönem söz konusu. İstanbul'un Türkler tarafından alındığı yıllardan başlayarak 16'ıncı yüzyılın sonuna kadar uzanan bu çok önemli dönemde Dünyanın bu güne uzanan kaderini belirleyecek -şimdi acaip görünen- bazı kararlar alınmış ve uygulanmıştır.
Yavuz Mısır'ı "aldığı"nda, yeryüzündeki en büyük üç ülkeden biri Türklerin Rumlarla birlikte kurup yönettikleri Osmanlı İmparatorluğuydu ve bu imparatorlukta Rumlar artık Türklerden belirgin şekilde daha zayıf bir bileşendi. İkisi Müslüman ikisi Hristiyan dört aile tarafından kurulan ve Anadolu'dan asker getirebildiği için "eşitler arasında birinci" seçilen Osmanlı ailesi (aslında "Otoman/Itman" veya "Ataman"), İmparatorluğun yönetilmesinde diğer üç ailenin de söz sahibi olması ilkesine en son I. Selim dönemine kadar sadık kaldı. Sonra, Hilafet Mısır'ından getirilen "Ulema" ile birlikte yönetimden özellikle Rumlar dışlandılar (konu hakkında bu blogda yazılar bulabilirsiniz) ve Osmanlı devleti giderek Emevileşti. Bugün "Osmanlı" dediğimiz bu yapı Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren kabuk değiştirirken, Dünya'da sahiden yeni bir çağ açılmıştı. Osmanlı, Avrupa Hristiyan kültüründen yükselen bu yeniliğe, Rum kökenini baskılayıp tasfiye etmek yerine ona alan açarak karşılayabilir veya Müslümanları bu konuda cesaretlendirebilirdi. Bu, daha Fatih zamanında başlayan ama asıl Yavuz döneminden itibaren kesinlik kazanan yanlış kararlardan ilkidir. Durum farklı mecrada gelişseydi ve Mısır'da 20'inci Yüzyıla kadar olduğu gibi gaha geniş bir Hristiyan halk kesimi ülkenin önemli bir kesimi olarak kalsaydı, yeni başlayan -Hristiyan Avrupa'nın başını çektiği- ticaret çağına adaptasyon çok daha kolay olabilirdi ve Osmanlı'nın ikinci yanlış kararı baştan önlenebilirdi...
Osmanlı'nın ikinci büyük yanlış karararı, Rumlarla birlikte başlattığı Ortaçağ tipi "Gaza" ekonomisini, kör bir inatla sürdürmesidir. Bu arada "Rum eline gazaya giden Gaziler", önemli ölçüde Rum kökenli "Gazi"lerin komutasındaydı. Kurucu ailelerden ikisi olan Rum Mihaloğulları ve Evrenosoğulları, "Yükselme Devri"nde, esasen bu işlerle uğraştılar. "Devlete gelir sağlamak" dendiği zaman akla gelen ilk şey, bütün bu önemli değişim dönemi boyunca talan/ganimet ekonomisiydi. Osmanlı tarihinde gerçekten de en önemli olaylar, padişahların sefere çıkmaları ve biryerleri "almaya" çalışmalarıydı ve bu değişmez zihniyet, Osmanlı'nın çöküş devrine girmesi için en önemli altyapıyı sunuyordu.
I. Selim'in Mısır'ı alışından sonra yaşanan en önemli olaylardan birinin batı Hindistan'daki Diu'da 1538'de yaşanan Osmanlı-Portekiz savaşı olduğundan daha önce bahsetmiştim. Avrupa'nın baharat ticaretinde -yaptıkları anlaşmalarla- bir monopol/tekel kuran Portekiz armadasının batı Hint Okyanusunda Osmanlı gemileri tarafından yenilmesi, çok önemli bir kararın eşiğidir. Bu tarihte Osmanlı, ağırlığını Avrupa'daki Habsburglar'a ve İran'a karşı pahalı seferlere çıkmaya vermeyip, kendi tüccarlarını kendi savaş gücüyle destekleyerek, yani İspanya ve Portekiz gibi yaparak Hindistan'a ticaret kapılarını açsaydı/kolaylaştırsaydı, tarih bambaşka bir mecrada ilerleyebilirdi. Ama "Küffara karşı Gaza" adlı, uygarlığa hiç bir katkısı olmayan "fikir" ağır bastı. Osmanlı eliti, feodal toprak ilhakının giderek daha kârsız bir iş olduğunu görmüş olmalıydı, zira burnunun dibinde Venedik Cumhuriyeti gibi birkaç metrekare arsa üzerine kurulmuş küçük ama güçlü bir muktedirlik örneği vardı. İspanya ve Portekiz de -Amerika'daki varlıklarına rağmen- küçük ülkelerdi.
Kanuni devrinde Osmanlı bölgesinin ticaret için hiç tekin olmayan bir alana dönüştüğü ve yüksek vergilerden/kontrolden kaçmak isteyen tüccarların alternatif yollar aradıklarını ve bulduklarını biliyoruz. Ama bu yeni yollar elli ve daha uzun bir süre içinde esas yollar haline gelmişlerdir.
1517 kadar 1571 yılı da tayin edici önemde, çünkü Türklerin nedense hiç ilgilenmedikleri Hindistan ticaretinde bir dönüm noktası. Dünyanın yuvarlak olduğunun gene Portekizler tarafından keşfinden sonra, Türklerin bölgesine hiç uğramadan ticaret yapmak fikri fiks bir saplantıya dönüşmüşe benzer. Tüm zorluğuna ve tehlikesine rağmen Portekizliler, Çin'den gelen ve Avrupa'da (ve İstanbul sarayında) çok aranan nesne "porselen"i ve baharatı ve tabii -en önemlisi- atları bir şekilde Osmanlı kontrol bölgesinden veya yakınından geçirmek zorunda kalıyolardı. Mesela Afrika'nın güneyinden dolaşan gemiler bile Kap burnuna doğru iyice güneye ininceye kadar Türk gemileri tarafından taciz edilebiliyorlardıi zira Arap yarımadası tamamen İstanbul'un kontrolündeydi. Ama inat bu ya, İstanbul bu gücünü, sürekli anlamsız bir düşmanlık ve savaş lehinde kullandı, ticareti desteklemeyip köstekledi, haraç aldı. Osmanlı, "şunların ticaretinden haraç alacağımıza, onu biz yapalım" demedi. Bu malum Müslüman-Hristiyan düşmanlığının hiş de sanıldığı gibi kronik/otomatik olmadığını İngilizler anlamış ve kendi çağlarının açılmasında bu bilgiyi kullanmışlardır. Kraliçe, Büyük Britanya'nın yükselişinin en başında İstanbul Sarayı ile çok iyi ilişkiler kurarak bunu anladığını kanıtlamıştır, ama Osmanlılar anlamadılar.
Bu arada Güney Amerika'dan çıkartılan gümüş, sikkelere (veya külçelere) dönüştürülerek önce İber yarımadasına getiriliyordu, oradan gemilerle Afrika'nın etrafında dolaşılarak alışverişe Çin'e ve Hindistan'a gönderiliyordu. İşte İspanyollar tam bu zorlu yolculuklardan bunalmışlarken yeni bir yolu Macellan zihniyetiyle keşfettiler. Yıl 1571'di ve Sokollu'nun "halatları ibrişimden, yelkenleri atlastan" gemileri, Akdeniz'de Kıbrıs'da yürüttüğü uzun deniz savaşlarıyla Kıbrıs'ın tamamına yakınını işgal etmişken, Kıbrıs'da Leventlere ve Yeniçerilere bir tek Famagusta (Gazimağusa) direniyordu. O aylarda Filipinlere bir yıl önce ayak basmış ilk İspanyol Miguel Lopez de Legazpi'nin ardından yeni İspanyol gemileri Filipinlere ulaşmışlardı. Burada 1500'lerde kurulmuş "Maynilad" şehrinde Müslüman Raca Süleyman hükümdardı. İspanyollar hazırlıklı gelmişlerdi. Kısa ama net bir savaş oldu ve Süleyman'ın iptidai ordusu yenidi, İspanyollar, 24 Haziran 1571'de nihayet amaçlarına ulaştılar ve Panay ile Mindoro adasını merkez alarak bugünkü Manila şehrini kurdular. Şehir kısa sürede çok önemli bir ticaret merkezi oldu. Bu olaydan sadece iki ay sonra Ağustos ayında, Kanuni'nin oğlu Sarhoş II. Selim ünlü hamam alemlerinde eğlenirken İnebahtı'da (Lepanto) Türk donanması tarihinin en büyük yenilgisine uğradı. Bu da lüzumsuz bir savaştı ve eski düşmanlık zihniyetiyle Papa V. Pius tarafından bir Haçlı Seferi çağrısıyla başlamıştı. Bu savaştan sonra Sokollu, "Bu savaşla bizim sakalımızı traş ettiler, ama biz Kıbrıs'ı alarak onların kolunu kestik, traş edilen sakal yeniden çıkar, ama kesilen kol yerine gelmez" diye klasik Osmanlı böbürlenmelerinden birini sergiledi, ama Dünyanın gemilerle şekillendirildiği bir çağda arazi almak eskisi kadar önemli değildi. Nitekim bu olayla Osmanlı'nın Akdeniz'deki deniz üstünlüğü sona erdi.
İnebahtı savaşının sonucu Manila'ya bir yıl sonra ulaştığında, Meksika sahilindeki Acapulco limanından yüklenen tonlarca gümüş sikke ve altın, artık Büyük Okyanusu aşarak, tek Türk gemisine rastlamadan Manila'ya kadar geliyor, buradan Çin'e porselan almaya veya Hindistan'a baharat almaya gidiyordu. Bu değişimi sadece İstanbul sarayı değil, Avrupalılar bile hissetti ve İspanya'da paniğe kapılanlar oldu, zira gümüş artık önce İspanya'ya ve Portekiz'e uğramadan doğrudan Asya'ya akıyordu ve üstelik Çin'de Amerikan gümüşü çok değerliydi, Hindistan'da alınandan daha fazla mal satın alınabiliyordu. Bu ticaret yolu 1813'e kadar kullanılmıştır ve bu ticaret Osmanlı'nın Dünya'dan soyutlanışının tarihine eşlik etmiştir. Osmanlı'nın düşüşünde önemli rol oynayan bu değişim yanında en büyük etmenlerin başında Osmanlı'nın Avrupa'ya Habsburglar'a karşı yürüttüğü çok pahalı seferler geliyor. Sadece birinci ve ikinci Viyana kuşatmalarını saymak bile yeterli. Bu gösterişli güç gösterilerinin hiç bir getirisinin olmadığı anlaşıldıktan sonra da alışkanlıkla sürdürüldü. Yavuz'un başlattığı İran'a karşı seferler de aynı şekilde getirisi giderek anlamsızlaşan operasyonlardandı. Bunun yanı sıra ülke içinde vergi toplanmasında yaşanan aksamalar, kullanılan zor, rüşvet ve yönetimle ilgili çürüme, ekonominin sürekli daha kötüleşmesini getirdi. Aynı dönemde Osmanlı hükümranlık bölgesi etrafında muazzam bir değişim yaşanıyordu ve Osmanlı, küçülmeye başlayan kendi coğrafyası içine kapanıyordu.
Osmanlı Sultanları, yoğun ticaret ile ortaya çıkan bu önemli değişikliğe, imparatorluk olmanın avantajlarını kullanarak yanıt verip uyum sağlamak yerine, eski bildiklerinde ısrar ettiler. Fakat sadece Osmanlılar böyle davranmadı. Çinliler de benzeri bir tavırla akla-mantığa aykırı kararlar almışlardır. Osmanlılar sadece haraç almakla ilgilenirken, Ming sarayı da daha 15'inci Yüzyılda, Çin'den dışarıya gemilerle seyahati kesinlikle yasaklamıştı. Evet sınırlı kontrollü bir ticaret yürütüyordu Avrupalılarla, ama Çinliler de Osmanlılar gibi asla, "Bu ticareti Avrupalılar yapacağına biz yapalım" demediler. Halbuki Avrupalılar daha kayıklarla kıyılarda gezerken Ming gemileri Afrika'ya sefer yapıyorlardı. Çin bugünkü ticari akla, ancak Mao Zedong (ve Hua Guofeng) öldükten (1978'den) sonra Deng Xiaoping döneminde geldi. Türkiye'deki "Yeni Osmanlı" fikriyatının da eski "Cihad" ve "Güç gösterisi" zihniyetinden öte gidemediği görüldü. Tarihten öğrenmek için tarihle barışmak gerekir. Osmanlı tarihi ile yeniden sağlıklı bir bağ kurmak da ancak bu şartlar altında mümkündür.