Amerika'nın keşfine Osmanlı devri vekil vükelasının bunca bigane kalması hâlâ ilgimi çeker. Bu ilgisizliğin ne kadar derin olduğunu Cem Yılmaz'ın teatral kovboy filminden de görebilirsiniz. Osmanlı şeysi Sultan Bey, aynı dil ailesinden geldiği Japonya'yı bile anca 19'uncu yüzyılın son çıkışının eşiğinde keşfetmiş. O da bir şey mi, Osmanlı'nın kendi ülkesine dahil Yemen'i bile merak etmediğini İlber Hoca'dan dinlemiş ve hayretten yamulmuştum. Evet çok övünülen Osmanlı, kahvesini içip denize bakan, ama o denizde yüzmeyi ve plaj kültürünü Batılıdan öğrenen elit bir ümmet. Kuşkusuz çok orijinal yanları var ve özgünlüğüyle bir kültür ve uygarlığı da temsil ediyor, ama o uygarlığa "merak" pek dahil değil malesef. Çin'li amiral Cheng Ho hazine gemileriyle Afrika'dan Beijing'e zürafa getirmiş, meraktan Güney Amerika kıyılarını dolaştıklarını anlatan bir kitap okumuştum. Kolomb'un Hindistan'ı ve Çin'i ararken Amerika'yı bulup oranın yerlilerine "Hintli" adını taktığında Çinliler Amerikayı en az bir elli yıl önce keşfetmişlerdi, hatta çok daha önceki, Milattan öncesine uzanan Daoist eserlerde okyanusun ötesindeki büyük kıtadan bahsedilir, tabii Amerigo Vespucci gibi bir İtalyan'ın adını vermemişler bu kıtaya, sadece "Fusang" demişler.
Türkler, Amerika'yı yeniden keşfetme adetini Batı'dan öğrenmiş olmalılar. Eskiden olay, "Atını seven kovboy" adlı beşinci sınıf taklit kovboy filmleri boyutundaydı, şimdi konular oldukça inceldi, Davos'da çatallarla bıçakların yerlerini değiştirmek gibi "büyük" yeniliklerin Türk basınında Hürriyet'de kendine yer bulmasından söz etmiyorum, fikirlerden bahsediyorum. Mesela Yuval Norah Hariri furyası...
İnsanın geçmişi ve geleceği ile ilgili kafa yoranların çeviri kitaplarının Türkiye'de yüz bin gibi bir tiraj yakalaması harika bir şeydir. Türkiye yanıp bitip kül olurken, gün aşırı bombalar patlar, İslamcılık çeğrek yüzyıldır ülkeyi yönetirken, sanatına bunlardan hiçbirini bulaştırmayan ve aşktan başka birşey yazamayan teflon Türk yazarlarının durumundan çok daha saygın bir şey böyle kitaplar yazmak ve onların çevirilerinin burada bu kadar popüler olması.
Yuval Norah Hariri, Dünyanın altüstoluş çağında tarihi yeniden -başka perspektiften- okumak furyasının genç popüler simalarından biri, malesef kitaplarını okumaya henüz zamanım olmadı ama bir noktaya takıldım ve yazının konusu da bu, zira kullandığı terimi biryerlerden tanıyorum: "Gereksizler sınıfı"...
Fikirleri alıp tepe tepe kullanmak, hatta başkasının fikirleriyle kariyer yapmak falan gibi şeyleri Türkiye Cumhuriyeti'nde göre göre alışayazmış biri olarak, bazen bu "alışkanlığın" sınırlarının zorlandığı anlar oluyor -şimdi öyle bir an!..
Hariri önce Hürriyet'in bütün sayfalarını doldurmuştu eh hadi ses çıkarmadık, böyle konuların Türkiye'de konuşulmasına sevindik, e ama Mehveş Evin'le yaptığı söyleşisinde "Gereksizler sınıfı"nı pek bi sahiplenmiş! Memleketemin Amerika'yı her gün keşfeden ahalisi yazsaydı gene sesimi çıkarmazdım ama "Gereksizler sınıfı", bizzat tanıdığım birinin ürettiği ve devasa bir teorinin de parçası olan bir terimdir. Yani geçen yıl Hariri'nin "aklına gelmiş" olan şey, yeni kapitalizm eleştirisinin bir parçasıdır (Hariri de terimi aynen aslı gibi sistemsel boyutuyla kullanıyor -ve tabii önüne arkasına değinmiyor). Robert Kurz, sevgili Norbert ve "Fritz"in 1999'da yazdıkları ve çok sayıda dile çevrilen "Çalışmaya karşı manifesto"da anlatılan, sonra ünlü Amerikalı postmarksist Moishe Postone'nin de değindiği bir konudur bu. Adını andığım bu düşünürler ile yapılmış söyleşileri bu blogda okuyabilirsiniz. Ben de konu hakkında 2009'da ilk yazımı yazmışım ve daha geçen gün yeniden paylaştığım 2012 tarihli "Marx'dan geriye kalan" yazımda değinmişim. Harari bu konuyu kendi fikriymiş gibi anlatmasaydı, bu yazıyı yazmayacaktım, Türk gazetecilerin Google'a bakmadan böyle konuları "A bak ne buldum!" diye sunmalarına da ses çıkarmayacaktım. Amerika'yı biraz geç keşfetmişler, e olsun! Ama Amerika'yı yeniden keşfedenlere İsrailliler falan da dahil olunca olay biraz büyüdü. (Teorinin asıl sahiplerini bizzat tanımasam...)
Kıssadan hisse şu: Sadece ikincil kaynaklara (Sekundärliteratur / secondary literature) dayanarak tavşanın suyunun suyuyla yetinmek yerine birincil kaynakları (Primärliteratur) esas almayı önemsemek hem bilim hem düşünce ahlakıyla hem de Google ile ilgili bir konudur. Eh gazetecilik de eskisi kadar kolay bir meslek değil artık maalmemnuniye!
Türklerin aşağılık kompleksini aşmakta olduğu zaman diliminde en önemli konulardan biri de, şu "Amerikayı her gün yeniden keşfetmek" meselesi. Osmanlı devri sona erdi... Bunu İslamcı vasatizmi belki anlayamadan tarih olacak ama Amerika'yı sadece Türklerin yeniden keşfetmediğini, Kolomb'un da o "kaşif"lerden biri olduğunu bilirsek, önümüze çıkan her ikincil kaynağı gereğinden fazla büyütmeyiz ve orijinal olmanın koşullarından birini de yerine getirmiş oluruz. Zira bu diyarda yaşayanların başka diyarların insanlarından eksiği yok. Bunun bilincinde olmanın bazı koşulları var. Eh o koşulları yerine getirmemek için de bir neden yok.