IŞİD'e biat ettiğini açıklayan Mali ve Sahra'da huzursuzluğu artıran Boko Haram olayından sonra Yemen konusu patladı ve olayı bir Sünni-Şii nüfuz alanları savaşına indirgeyen Sünni blok da, "İran Yemen'i ele geçiriyor" tonunda kafa karıştırmayı sürdürdü. Jamaika'yı, Meksika'yı, Kolombiya'yı, Ukrayna'yı, Somali'yi de İran veya başka bir ülke mi bozuyor? Sorunun yanıtı elbette Hayır. Yerel siyasi nedenler elbette bu ülkelerin bu hale gelmelerinde büyük etken, ama bu duruma gelmeye hazır bir sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel durum söz konusu ki, bu tür yıkıcı faaliyetler eskisinden çok daha etkili olabiliyor.
Bu blogu takip edenler, çağdaş global sistemin çökme ihtimaliden ne kadar çok söz ettiğimi ve yıllaryılı sistemin reformlarla elbirliğiyle aşılmasına yönelik adımların önemine dikkat çektiğimi bilirler. Açıkçası sistemin nasıl çökebileceği hakkında Avrupa'da, Amerika'da ve Brezilya'da küçük YeniSol entelektüel çevrelerde tartışmaların yapıldığı ve çöküşün kaçınılmazlığının konuşulduğu ve bu tarihsel olayın da sistemin çevre ülkelerinde başlayacağı tahminin yapıldığını biliyorum. Fakat konu, yüzmilyonlarca insanı ilgilendiren haliyle yeterince korkunç olduğundan, tartışan dostların da bir umutsuzlukla pasifleştiklerini söyleyebilirim, zira on küsür yıldır konuşulan bu konular, cidden hiç kimselerin ilgisini çekmedi, devletler neoliberal politikalarına aynen devam ettiler, entelektüeller de daha çok şöhret ve para getiren yerel politik didişmelerle yetindiler. Günümüzde bu akıl-fikir uçumu, bir nebze değişmiş olsa da, ulusdevletlerin bozulmasına ve barbarlaşmaya tepki sınırını aşamadı.
Kolombiya'dan Irak'a, Ukrayna'dan Yemen'e kadar geniş bir coğrafyada, sistemin çevre ülkeleri, sadece ulusdevletlere özgü kurumlarıyla ve sosyo-ekonomisiyle değil, yaşam biçimiyle de çözülüyor ve çöküyor. Sistemin daha çok şehirlerden oluşan global merkezleri ve merkez ülkeleri de bu çöküşten nasiplerini almaya başladılar, göçmenler ve çöken bölgelerde ortaya çıkıp devletleri kontrol eden mafyöz/terörist yapılar, sistemin merkezini de etkiliyor.
Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz büyük (post-) Marksist Robert Kurz "globalleşme"yi, var olan "kapitalist üretim ve yaşam biçiminin bozulma süreci" diye tanımlamıştı. Konunun açıklaması hakkında yeterince literatüre sahibiz. 19'uncu yüzyılda yaşamış olmasına ve sistemin kriz potansiyelini incelemek konusunda yeterince veriye sahip olmamasına rağmen Karl Marx, krizin boyutunun paranın değişimiyle ilgili olduğu konusunda önemli tesbitlerde bulunmuştur ve bu nedenle ABD'nin Altın endeksinden Dolar endeksine geçişi, sistem konusunda tarihi önemde bir dönüm noktası sayılmaktadır. Yeni (post-) Marksistler, sistemin o dönemin ardından kendini nasıl yenilediğini de göstererek, sistemi daha iyi anlamamıza yardımcı olmuşlardır, günümüzdeki durum ise, sistemin kendi kendini yenilemesinin mümkün olmadığı bir aşamadadır ve bunun çok somut bir nedeni vardır: Ücretli iş.
Eski Ortodoks Sol'un hiç görmediği üzere kapitalizmin DNA'sı, Marx'ın kitabına adını koyduğu "Kapital"in oluşmasına neden olan "mal/meta üreten ücretli iş"dir. Sistemin özünü detaylarıyla anlatmak bu yazının amacı olmadığından, kısaca değinmekle yetineceğim: "Canlı işi sömürmek", sistemin özüdür, "Cansız işi sömürmek" değil, yani mikroelektronik devrimle otomasyon sayesinde işçileri çalıştırmadan üretilen "mal/meta", sistemin altını oymaktadır (çünkü mesela hiç bir işçi birşey kazanmamakta ve tabii harcamamaktadır/tüketmemektedir vs.) Sistem, globalleşme sürecinde sürekli kendi altını oymaktadır.
Çevre ülkelerdeki çöküş belirtileri ise, Türkiye'ye de yabancı olmayan neoliberal politikalardır. Kapitalizm yayılıp talan edecek alan bulamadığından neoliberal dönemde devlet kurumlarını talan etmişti. Buna kısaca "özelleştirmeler" de diyebiliriz. Bu süreçte ulusdevlet kurumlarının zayıfladıklarını görüyoruz. Ayrıca özelleştirme -yani kamu mallarını talan- sonucu iyice zayıflayan ve parası kalmayan devlet kurumlarının içlerinin boşalması ve çöküşü de, günümüzde çevre ülkelerindeki çöküşün en önemli nedenlerindendir. Ulusdevlet kurumlarının zayıflamasının ardından, ülkenin tamamındaki ulusdevlet kontrolünün ortadan kalkması gelmektedir, çünkü devletin buna parası ve imkanları yetmemektedir. Özelleştirme diye özetleyeceğimiz "kamunun yağmalanması", aynı zamanda ahlaki bir çürümeye yol açmakta, bu aşamada yaşamını sürdüren kamu kurumlarında da resignation/gönülsüzlük hakim olmaktadır.
Günümüzün ihtiraslı/tehlikeli/savaşçı dış politikaları bu durumu hızlandırıyor. Mesela Suriye'de IŞİD'in ortaya çıkışı ve Suriye'nin ülkesinin bir bölümündeki kontrolü yitirmesinde, Esad rejiminin yerine Müslüman Kardeşler rejimini geçirmek hesabının önemli bir payı vardır. Fakat Suriye ve Irak'da IŞİD ortaya çıkıp buraları kendi kontrolüne alırken, Kolombiya'da da uyuşturucu kartellerinin devletin kontrol edemediği bölgelerde "devlet gibi" hareket ettiğini görüyoruz. Sistemin sisyasi ifadesi ulusdevletin kontrol edemediği boşlukları paramiliter grupların kontrol etmesi, Türkiye'de de yaşanabilir, üstelik Türkiye'de bunun ideolojik zemini de, askeri ve siyasi gücü de mevcuttur.
Dünyada Suriye ve şimdi Yemen'de yaşananların ortak bir bileşeni var, bu da sistemin kendi kendini artık yenileyememesi sonucu çevre ülkelerindeki ulusdevletlerin bozulması dinamiği. Bu bozulmayı kapitalist üretim biçimini yeniden ikame ederek -ki mümkün değil- aşmak mümkün değil. Ancak evrensel değerleri savunup, bir taraftan da para sistemini ve ücretli iş sistemini değiştirerek bu bozulmaya karşı durmak mümkün. Bozulmaların sadece "tehdit" olarak algılanıp askeri yöntemler kullanılması, bozulma ve çöküşü hızlandırıyor. Kritik bir eşiğin kenarına gelmiş olan Türkiye'nin buna dikkat etmesi ve barışçı politikalarda ısrarı çok önemli. Çökmeyen ülkeler arasında olmak, daha ciddileşecek çare arayışlarına katkıda bulunmak ve çökmeden sistemi değiştirenler arasında olmak demek. Şimdi özgür düşünceli yenigerçekçiler olmak, aynı zamanda yeni tip refahın kurulmasında ön almak için de önemli. Yoksa bir kaos ve iç savaşın Türkiye'yi yutma ihtimali yabana atılır gibi değil.