2010 yılı yazında, "Kötü'nün karakteri" hakkında yazdığım bir yazıda, Yi Ching'in 23'üncü işaretinden yola çıkarak herşeyi bir arada tutma kapasitesine sahip "İyi Unsur"un, aşağıdan yükselerek temkinli bir şekilde gelen Kötü tarafından (son "Yang" işaretinin da) ortadan kaldırılmasından sonra nasıl ikiye bölüneceğini anlatmıştım. Bu sembolik anlatımda "Kötü faktörü", toplumsal anlamda "Yeni ruhsal/sanatsal değerler üretmeyen"dir. Kötü faktörü, var olan değerleri bozup, yerine yenilerini üretmeyen anlamında kulanılır. Ama "Ruhsal değer üretmek", sadece kültür/sanat ve iyi anlamda özgün/yeni değerler üretmekten ibaret değildir. Mesela Savaş, ruhsal yoğunluğu, ölümün üzerine yürüme kararlılığı ve buradan doğan kahramanlık/altrüizm ile bir "Ruhsal değer üretmek" biçimidir ve kuşkusuz bunun en eski yöntemidir. Bu açıdan bakıldığında savaş zaferi ve savaş yenilgisi, bundan ruhsal değer üretmek isteyen için hayati önemdedir -hele "Kötü faktörü"ne dahil tatsız/tuzsuz boş ve de kültürsüz/sanatsız İslamcılar söz konusuysa.
2013 yılından beri, bu ve bunun gibi "yazılmamış evrensel yasalar" daha bir yoğun işlemekte ve akla kara daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Katakulliyle ülkenin tüm kurumlarını ele geçirdikten sonra "AKP'ciler ve Gülenciler" diye ikiye bölünen ve birbirini yiyen Türkiye İslamcılığının iktidarını elinde bulunduran "Başkan ve Adamları"nın bu iflah olmaz ruhsal erimeyi bir yokoluştan önce durdurmalarının tek yöntemi, askeri bir başarıydı. Türkiye'nin, "toprakları büyüterek büyümek" diye özetlenebilecek islamcı feodal "Yeni aklı" ile, (IŞİD üzerinden) Ortadoğu'da yürüttüğünü sandığı "Cihad"ın başarı şansı, sadece Global Kapitalist Sistemin çöküp Türkiye'nin de onun altında kalması şartlarında vardı. Ama sistemin çökme ihtimali küçük, IŞİD barbarlığı ise haddinden fazla büyük ve Türkiye'nin çok küçük bir azınlığı dışında IŞİD barbarlığı altında yaşayabileceğini tasavvur eden yok, IŞİD yönetiminde gönüllü yaşayan Türk sayısı ise birkaçyüzün ötesine gitmiyor.
Geçen yıl Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu makamın muhalefet tarafından Erdoğan'a adeta hediye edilmesinin tek kerametinin, "savaşçı" Erdoğan zihniyetini AKP'den koparıp izole etmek olabileceğini düşünüyordum. Erdoğan'ın rasyonel akılla pek alakası olmayan -kerameti kendinden menkul- dış politikasının taşınamaz boyutlara ulaştığı aşamada, bu dış politikayı "de facto" uygulayan Gizli Servis şefi Hakan Fidan'ın istifası, ikinci bir bölünmeyi gündeme getirmiş oldu. Erdoğan-Gülen bölünmesinden sonra Hükümet-Cumhurbaşkanı arasında yaşanan bu bölünme ile, ruhen tükenen İslamcılığın bedeninde, ufalanma belirtilerinin de başladığını söylemek mümkün (aynı ufalanma belirtileri, "Gülenist cephe"de de görülüyor).
Anglosaksonların Birinci Dünya Savaşı'ndan beri Araplarla ve İslamcılarla sürdürdükleri müttefiklik ilişkilerini bile yeniden gözden geçirme aşamasına geldikleri ve bu ilişkiye ruhen son verdikleri günümüzde, buna neden olan en "önemli" kişinin Erdoğan olduğunu söyleyebiliriz. Müslüman Kardeşler tipi "Ilımlı İslam"ın süreç içinde IŞİD türevi bir modern taşdevri faşizmine dönüşerek Batı'nın gözünden düşüp bittiği aşamada, oyuna "Müslüman ANAP" dozunda başlayıp IŞİD/Mursi destekçisi pan-İslamist "Yeni Osmanlı Tek adam Başkan Saraylısı" gibi acaip bir yerde iflas eden Erdoğan'ı bu haliyle taşımak, AKP için de mümkün değildi, anlaşılan artık MİT için de mümkün değil. Ve bu çok somut durumun yansıması, daha dün İnternete düşen bir haberle de ifade edilmiş oldu: National Counterterrorism Center (NCTC) yönetiminden Nick Rasmussen, Ocak 2015'de IŞİD'e yurtdışından katılanlarda rekor bir artış olup sayının 19 binlere dayandığını, Şubat atında ise daha şimdiden bu sayıyı geçerek bir rekor kırdığını söyledi. Rasmussen, Dünyanın her tarafından gelen cihadcıları buna özendiren şeyin ise Türkiye'nin vize kolaylıkları olduğunun altını çizdi. Bu konuşma, ABD-Türkiye ilişkilerinin başladığından beri en dibi gördüğü bir dönemde, Erdoğan'ın Meksika'dan "Obama'yı Müslümanlara sessiz kalmakla" eleştirdiği, "Charlie Hebdo karikatürlerine Papa'nın bile kızdığı"nı söylediği, Hakan Fidan'ın istifa ettiği günlerin ardından geldi. Bilindiği üzere ABD, IŞİD'e karşı Irak ve Ürdün ordusuyla birlikte aktif savaş yürütüyor ve Türkiye de (Rasmussen'in deyimiyle) "Rekor sayıda cihadcının IŞİD'e katılmasına, vize kolaylıkları ile" destek olan bir "Tek Adam Yönetimi" var. İstifa eden Fidan başkanlığındaki MİT'in bunun dışında ABD'nin hoşuna gitmeyecek daha neler yaptığını bilen yok (Suriye'ye giderken Türk askeri tarafından yakalanan silah dolu TIR'ları ve bu konularda dünya basınında çıkan çok sayıda haberi saymazsak).
Geçen yılın sonunda, bu yılı değerlendirirken, Erdoğan'ın yeni sarayında pasifize edilebileceği ihtimali üzerinde durmuştum, ama bunu seçimlerden sonra kurulacak yeni Hükümetin yapabileceğini düşünüyordum. Hacmi ve ağırlığı artan sırları tutmaktan yorulup Milletvekili dokunulmazlığı arayışına girdiği anlaşılan Fidan'ın ani bir kararla, en az 3 bakanlık kudretindeki MİT'i bırakması, Türkiye'nin trajikomik "Dış Politika"sının artık tolere edilemeyecek bir noktaya geldiğinin de göstergesi. ABD'nin sahaya inmesi ve IŞİD'e karşı kararlılıkla savaşması, Obama'nın kendi Meclisinden Bush gibi "Savaş yetkisi" istemesi, işin artık olabilecek en ciddi noktaya gelmek üzere olduğunu ve adına buralarda "Dik durmak" denen kabadayı usulü inatçı höt-zötü ile (sadece karşıdakinin sabrına ve toleransına endeksli) bir tiyatronun son perdesinin sonuna gelindiğini gösteriyor ve bunu ilk anlayacak kişi elbette MİT Başkanıdır.
Seçimlerden sonra kurulacak bir AKP-HDP koalisyonunun, veya CHP-MHP-AKP'bölünenleri koalisyonunun, "Asıl dış politika"yı Erdoğan'a bırakma lüksü bulunmamaktadır, yani Erdoğan'a göre kurgulanmış sınırsız-sorumsuz bir "Başkanlık Sistemi" ihtimali bulunmamaktadır, hatta Erdoğan'ın diplomatik duyarlılıklar ötesi "Canı istediği gibi konuşma" lüksünün gazı bile kesilebilir. Sıcak savaş sath-ı mahalline girildiği aşamada, Türk Hükümetinin -mecburen- rasyonel davranacağı yeni durumda, Erdoğan'ın ileri-geri konuşmasına da bir çare bulunmak zorunda kalınabilir, çünkü iş gelmiş, Türkiye'nin bekasından da öte, ulusal sınırlarının değişmesini gündeme getirebilecek bir savaş durumuna kadar dayanmıştır ve bu durumun ilk sorumlusu elbette Tayyip Erdoğan'dır.
Türkiye'nin son seksen yıldır ürettiği karınca kararınca ruhsal değerleri (çünkü yasaklar/günahlar nedeniyle hep güdük kalmıştır) on yıl içinde tüketen ve bittiği aşamada beynelminel asfalt/beton dışında hiçbir yeni şey üretmeyen Türk İslamcılığı'nın Libya, Tunus, Mısır'da başlayıp Suriye çölüne gömülen savaşı, artık net bir savaş hezimetidir ve bu hezimet de ABD'nin ve Rusya'nın "garantisi" altındadır. Hayatta kalmak için savaşla ruh kazanmaya heveslenmişken, kaderinin kökten kesildiğini gösteren bir savaş yenilgisiyle Ankara'da tek başına kalmış Erdoğan'ın her "aykırı" sözü, İslamcı bitişinin daha da köklü ve kesin olmasına hizmet etmektedir. Erdoğan, savaşının sonunda, tıpkı Vahidettin'in Yeşil Ordusunun darmadağın olup bugün hatıralardan bile silinmiş olduğu noktaya doğru ilerliyor, üstelik bu kez çok sert bir kayaya, oluşmasına katkıda bulunduğu ABD-AB-Rusya ittifakına çarptı.
Erdoğan'ın siyasi ömrü ne kadardır? Galiba Ak-Saray'a taşındığı gün manen sona erdi, madden sona erişini de en geç 2017'de olmak koşuluyla bugün yarın görebiliriz.