Yerel değerler ve din ötesi mental köken


Evrensel değerlerden yerel Değerlere, din ötesi mental köken IV

Kutsal değerlerin kökeninde, iyilik diye özetleyebileceğimiz değerler vardır. Onların kökenindeki merhamet, karşılıksız sevgi ve empati duygularının kökeninde ise annelik duygusu bulunur. Dinler, tarih içinde coğrafyaya bağımlı halkları kısıtlayıcı bir rol oynayıp şekilsel yerel özelliklerle onları sınırlayıcı bir rol oynarken, iyi değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılmaları konusunda önemli bir rol üslenmişlerdir. Fakat dinin tek başına sadece iyi değerleri değil, tarih içinde terkedilmiş eski arkaik toplumsal ilişkileri konserve ederek günümüze taşıyan şekilci yanının önemli bir sorun teşkil ettiğini de göstermiştir.
İnsanoğlu/İnsankızı, düşünebilmeye başladığından beri, aciz kaldığı hayat şartları karşısında ve ölüm ötesine uzanan bir varoluş umuduyla, mükemmele özenmek, en mükemmel saydığı Tanrı'ya yakınlaşmak veya kader çarkından kurtulmak için dua eder ve olanaklarını genişletmek ihtiyacı duyar. Din, akli ve bedeni olanakların sınırlarının ötesine uzanan ruhsal tarihi bir olgudur ve ortak öz pratiği dua etmektir. Din sadece acziyetin derecesiyle doğru orantılı değildir, hayatta anlam/mana arayışın da eski yöntemleriyle ilgilidir. İnsanlığın modernleşme döneminde geliştirdiği ek yeni yöntem ise, "yüce bir dava ve amaç uğruna mücadele etmek"dir. Burada mücadele amacı her zaman, insanlara ve topluma daha iyi ve anlamlı bir hayat sunmaktır. Modernleşmeyle birlikte ulusal sınırların çizilmesi, ülkelerarası seyahatte pasaport taşıma zorunluluğu gibi yeni milli özellikler, daha çok ideolojiler tarafından temsil edilen bu yeni "mücadele" yöntemlerinin gene milli sınırlar içinde kalmasına ve uluslaşmayla ilgili olmalarına neden oldu. İslamcı ideoloji, modernleşme çağının bir ürünü olmasına ve Alman/İtalyan faşizmleriyle aynı dönemde doğmasına rağmen, onlardan farklı görünebilmesini, din bazlı bir terminoloji kullanmasına borçlu, yoksa milli ideolojiler gibi halkları sosyokültürel homojen bir "ümmet" haline getirmek'ten, "İslam ulusu" mantığıyla kesin sınırlar çizmek anlayışı ve daha birçok özelliğiyle, eski dinlerin insanlara sunduğu anlam anlayışından net bir şekilde ayrılıyor.
İslamcıların sunduğu ve "vazgeçilmez" saydığı ideolojinin din ile alakasının olmadığı, diğer ideolojiler gibi dünyevi iktidar arayışından ibaret olduğu, üstelik bunu en arkaik ve barbar yöntemlerle yaptığının görülüp yaşanmasından bu yana, global bir dünyada dinlerin insanlara sunmayı amaçladığı anlamın, ne dinler ne de dinci ideolojiler tarafından karşılanabileceği idrak edildi. Günümüz dünyasında dinlerin insanlara hala sunabileceği anlam, ancak onların özüyle çelişmeyen -yani iyi insan olmak özelliklerini esas alan- seküler bir toplumsal düzen içinde gerçekleşebilir çünkü, dış özelliği yerellik olan dinler, globalleşmiş insan bilincine tek başına anlam sağlayabilecek kapsayıcılığa sahip değillerdir.
Dünyanın çok büyük bir bölümünde, Modernleşme devrinden homojen bir ulus olarak çıkamamış halkların, dinleri de kapsayan yeni global sekülerizm devrinde farklılıklarıyla bir arada yaşayabilmelerinin ve anlamlı bir hayat inşa edebilmelerinin ikinci şartı, yerel değerlerin belli bir "Leitkultur" etrafında toplanabilmeleridir. Hala dünyanın tek ekonomi biçimi olmayı sürdüren ve aşılmayı bekleyen kapitalizmin şartları da bunu gerektirmekte ve insanları ekonomik bakımdan çok yönlü olarak birbirine bağlamaktadır. Yerel değerler, Türkiye'de neoliberal dönemde ortaya çıkan etnik/dini kimliklerden daha farklıdır, ama postkapitalist paradigmanın güç kazandığı 2008 krizi sonrasında da kimliklerle ifade edilmeyi sürdürmektedirler ve onların barış içinde yaşayabilmeleri de, halen Hindistan'da yaşamakta olan sekülarizmin Türklere hiç yabancı olmayan biçimiyle yeni paradigmaya uygun bir gelişme gösterebilirler.
Hindistan'da kral Ashoka tarafından M.Ö. 4. yüzyılda tanımlanan sekülarizm, bu anlayışın en eski ve en sağlıklı biçimini temsil ettiğinden, Türk kağanları tarafından da uygulanmıştır, hatta bir Ural-Altay dili konuşan ve Doğu Göktürklerle akraba olan Japonya da -sosyokültürel homojen- modern bir ulus kurmasına rağmen, Ashoka ve 7. yüzyılda yaşamış Kültigin'in geleneğine sadık kalmıştır. Bu yöntem, günümüzde internete hakim olan, insanlığın ortak bilincinden doğup yaşayan bilinçten farklı değildir: Tüm dinlare saygılı olmak ve hepsine eşit mesafede durabilen -dinler ötesi- adil bir yönetim kurmak. Türkler gibi göçebe kavimler bu konuda engin bir deneyime sahiptirler ve dinlerin sınırlı/yerel yapılar olduklarını iyi anladıklarından, din değiştirmek konusunda büyük bir esneklik ve cesaret sergilemişlerdir. Türklerin modernleşme döneminde Batılaşması, islam coğrafyasında ilk ve tek seküler cumhuriyeti kurmaları da bu özellikleriyle ilgilidir.
Göçebe evrensel seküler anlayışı nasıl yaşattıkları konusunda en iyi örnek, Çingis sülalesi ve devletleridir. Çingis Han'ın dördüncü oğlu Tuluy'un oğlu olan Kubilay Kağan, 13'üncü yüzyılda Moğolların başkağanı iken budist, İran-Anadolu hakimi kardeşi Nestoryan Hristiyan, savaştığı akrabası Altınordu Kağanı Möngke Timur Müslümandı. Fakat dinleri, sadece hükmettikleri bölgede yaşayan halklara yakın olmak için, bölgede yaygın olan dini kabul etmişlerdir, ama asla hiçbir dine tam anlamıyla kapılanmamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin, kurulduğu dönemde dünyada hakim olan Batılı bir ülke olmayı seçmesi, tam da bu eski seküler anlayışına uygundur ve Osmanlı döneminde başlayan modernleşmenin doğal bir sonucudur.
Türkler Anadolu'daki tarihleri boyunca din ve sekülerlikle ilişkilerinde iki temel prensip arasında yalpalamışlardır. Bunlardan biri, Anadolu'ya getirdikleri eski Türk yaklaşımıdır, diğeri de sonradan sahiplendikleri Bizans yaklaşımıdır. Türkler, bütün dinlere eşit mesafe koyan ve çok eski bir Atalar kültü ve Göktengri inancına dayanan gevşek bir inanca sahiptlerdi. Bugün bu din Japonya'da yeniden doğmuştur ve Tengricilik adıyla anılmaktadır, ama Japon yönetici elitinin de aynen bu ilkeye uygun olarak Şinto adlı bir dini vardır ve kendini bilinçli olarak yaygın Budizm dininden ayrı tutar. Japonya'daki sekülerizmin en önemli dayanaklarından biri de bu değişmez faktördür, zira Japon İmparatoru Tenno, Şinto'nun başrahibidir, kurban merasimlerini başlatan kişisidir, tıpkı eski Kağanlar gibi. Türkler ve Moğollar, her dine eşit mesafe tuttukları için, hem yönettikleri geniş coğrafyalarda yerel siyasi nedenlerle kolayca farklı dinler kabul edebiliyor ve değiştirebiliyordu, ama bu daima şekilsel bir kabul oluyordu. Bağdat Halifesinin Selçuklu Sultanının gerçekten Müslüman olup olmadığını anlamak için İsfahan'a gönderdiği özel elçiler boşuna değildir. Anadolu Selçukluları da bu geleneğe sadık kalmışlardır ve resmen Sünni olmalarına rağmen din adamlarını aynı ataları gibi sadece danışman olarak kullanmışlardır, ama Anadolu'daki Moğol idaresi sırasında bu durumun karmaşıklaşmaya başladığını görüyoruz, çünkü Selçuklu Sultanları ve prensleri Anadolu'daki Moğollara karşı Bizans'a yani İstanbul'a sığınıyorlar, hatta bazı Selçuklular Bizans komutanları oluyorlar. Bu dönem son derece önemlidir, çünkü Selçuklular ardından Batı Anadolu'da doğan Otman/Ottoman (sonradan Osman) hanedanı zaman içinde Bizans'ın dinle ilişkiler yöntemini devralıp değiştirerek içselleştirmiştir. 
Bizans'ın dinlere karşı tutumu sadece çok özel ve önemli değil, aynı zamanda bir ilktir. Roma İmparatorluğu'nun başkentini İstanbul'a taşıyan Büyük Konstantin, Romalıların çok Tanrılı dinlerini kademeli olarak terkedip, başka bir dini, bir tek Tanrılı dini, Hristiyanlığı, devlet dini olarak kabul eden ilk Batılı Hükümdardır. Bu olay sadece çok Tanrılı dinlerden tek Tanrılı dinlere geçişi tüm Dünyada hızlandıran bir faktör olmakla kalmamıştır (çünkü Hristiyanlık öncesinin tek Tanrılı dini Yahudilik de Anadolu'da yaygındı, ama bir imparatorluk dini olmadığından Hristiyanlık gibi yaygınlaşamamıştır) aynı zamanda bugün Hristiyanlık dininin amentüsü sayılan temel ibadet ve inanç biçimlerini de İznik konsilinde kardinallerle birlikte bizzat belirlemiştir. Tüm Bizans imparatorlarının prototipi Konstantin, dini doğrudan kuran ve kontrol eden özelliğiyle, tıpkı Osmanlı Sultanı gibi, Halife benzeri bir makamda bulunmaktaydı. Kendisi ancak ölüm döşeğinde Hristiyan olan Konstantin, eski hükümdarların dine mesafesini korumakla birlikte, Dünyaya yeni bir kavram kazandırmıştır: Devlet dini. Devletlerin kendilerine göre oluşturdukları bir din. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren dine yaklaşım konusunda, Bizans ve eski Türk geleneği arasında salınan bir yapıda olmuştur. Devlete bağlı, zamanla güçlenen Diyanet gibi bir yapının kurulması, tipik bir Bizans özelliğidir, ama laik/seküler bir devlet olmak, eski Türk geleneğine daha uygundur, nitekim Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde ve tüm Doğu Asya'da sekülerizm, Türkiye'dekinden  çok daha güçlüdür. Doğu Asya'da eski seküler anlayışın terkedilip iktidarın Hocalara devredildiği tek yer Doğu Türkistan olmuştur ve Çin işgaliyle son bulmuştur. 
Cumhuriyet tecrübesinin ardından Osmanlı'nın Bizanstan devraldığı "Devlet dini" anlayışını, yani bir dini diğerlerine üstün tutmak anlayışını terketmeleri ve eski Türk geleneğine sadık kalmaları, eskinin ayakbağlarından kurtulmak anlamında büyük önem taşımaktadır. Doğu Roma da Selçuklu ve Osmanlı da bu toprakların çok köklü kültürüdür ve kuşkusuz önemlidir. Ama bir zamanlar nasıl Bizans yöntemi benimsendiyse ve o yöntemin bugün vardığı yer Halife özentiliği ve din devletiyse, günümüz evrensel seküler değerlere yakın duran eski Türk geleneğine uygun bir "Dine yaklaşım türü" benimsemek, yerel değerlere uygun yeni bir seküler anlayış benimsenmesine yardımcı olacaktır. Cumhuriyet'in merkezini askeri elitin ve bürokrasinin oluşturduğu eski katı laik merkezi, tipik bir Türk idare biçimini hatırlatırken, bir de Diyanet'in olması, Anadolu'ya has bu faktörün de yeni Türk devletine iliştirildiğini göstermektedir. Şimdi hükümetlerin ve devletin laik olup -sadece Sünni İslam'a değil- diğer dinlere de eşit mesafe koyduğu bir sistemi -Diyanetsiz- yeniden kurmaktır. Bunun için devletin Ashoka'nın ve Türk Kağanlarının dinlere koyduğu mesafeyi koyup koruyacak yeni bir sağlam hukuk sisteminin kurulmasının vaktidir. Yeni seküler hukuk sisteminin yaptırım gücü de Türk Ordusu olmalıdır. Ama bunun halktaki mütekabiliyeti, eğitim sisteminin din ve dinler konusunda baştan aşağıya yeniden yazılması, Türk Tarih anlayışının Osmanlı fetih savaşlarından ibaret bir ucube olmnaktan çıkarılması gerekmektedir.
Şimdi başka bir dönemde yaşıyoruz ve kendince eski bir globalleşme deneyimine sahip Türkler, dinlere eşit mesafe tutan eski seküler anlayışlarına geri dönüyorlar ve global dünyada artık kendilerini İslam'la veya Batı'yla özdeşleştirmelerinin gerekmediğini biliyorlar.