"Şimdi, hepimiz Charlie Hebdo ofislerindeki katliamın ardından şok durumundayken, düşünme cüretini göstermenin tam zamanı. Elbette, cinayetleri, özgürlüklerimizin özüne karşı girişilmiş bir saldırı olarak kayıtsız şartsız kınamalı, “Ama Charlie Hebdo da Müslümanları gereğinden fazla kışkırtıyor ve aşağılıyordu” tarzı zımni ikazlara hiç prim vermemeliyiz. Ama bu evrensel dayanışma pathosu yetmez – ötesini de düşünmeliyiz.
Bu düşünmenin, (“Üçüncü Dünyada berbat katliamlara imza atmış biz Batı’dakiler kimiz ki böyle eylemleri kınayacağız” kabilinden) suçun ucuz yoldan görelileştirilmesiyle hiç ilgisi yok. Çok sayıda Batılı liberal solcunun İslamofobi’den muzdarip olduklarına dair patolojik korkularıyla da hiç mi hiç ilgisi yok. Bu sahte solculara göre İslam’ın her türlü eleştirisi Batı İslamofobisi’nin bir çehresi olarak kınanmalı; Salman Rüşdi’nin Müslümanları gereksiz yere kışkırtmak ve dolayısıyla (en azından kısmen) onu ölüme mahkum eden fetvadan sorumlu olmaktan dolayı kınanması gibi… Bu tavrın sonucu, herkesin bu gibi durumlarda bekleyebileceği şey: Batılı liberal solcular kendilerindeki suçu daha fazla deştikleri sürece, Müslüman aşırılıkçılar da onları giderek daha fazla “İslam’a karşı nefretlerini gizlemeye çalışan ikiyüzlüler olmak”la suçluyor. Bu buluşma, superego paradoksunu mükemmel şekilde yeniden üretiyor: Diğer’in senden istediğine ne kadar boyun eğersen, o kadar suçlusundur. Adeta İslam’a ne kadar hoşgörü gösterirsen, onun senin üzerindeki baskısı o kadar büyüyecekmiş gibi…
Bu düşünmenin, (“Üçüncü Dünyada berbat katliamlara imza atmış biz Batı’dakiler kimiz ki böyle eylemleri kınayacağız” kabilinden) suçun ucuz yoldan görelileştirilmesiyle hiç ilgisi yok. Çok sayıda Batılı liberal solcunun İslamofobi’den muzdarip olduklarına dair patolojik korkularıyla da hiç mi hiç ilgisi yok. Bu sahte solculara göre İslam’ın her türlü eleştirisi Batı İslamofobisi’nin bir çehresi olarak kınanmalı; Salman Rüşdi’nin Müslümanları gereksiz yere kışkırtmak ve dolayısıyla (en azından kısmen) onu ölüme mahkum eden fetvadan sorumlu olmaktan dolayı kınanması gibi… Bu tavrın sonucu, herkesin bu gibi durumlarda bekleyebileceği şey: Batılı liberal solcular kendilerindeki suçu daha fazla deştikleri sürece, Müslüman aşırılıkçılar da onları giderek daha fazla “İslam’a karşı nefretlerini gizlemeye çalışan ikiyüzlüler olmak”la suçluyor. Bu buluşma, superego paradoksunu mükemmel şekilde yeniden üretiyor: Diğer’in senden istediğine ne kadar boyun eğersen, o kadar suçlusundur. Adeta İslam’a ne kadar hoşgörü gösterirsen, onun senin üzerindeki baskısı o kadar büyüyecekmiş gibi…
Simon Jenkins’in 7 Ocak’ta The Guardian’da çıkan makalesinde yer alan, “Görevimiz fazla tepki göstermemektir, olayın sonrasını fazla reklam etmemektir. Her bir olayı, geride kalmış korkunç bir kaza olarak ele almaktır” satırlarındaki ılımlılık çağrısını da bu nedenle yetersiz buluyorum – Charlie Hebdo’ya karşı düzenlenen saldırı basitçe “geride kalmış korkunç bir kaza” değildi. Açık bir dinsel ve politik gündemi vardı ve bu bakımdan büyük bir çizginin parçasıydı. Elbette, kastedilen kör bir İslam düşmanlığına düşmekse, gereğinden fazla tepki göstermeyelim – ama bu söz konusu çizgiyi masaya yatırmalıyız.
Teröristlerin kahraman intiharcı fanatikler olarak şeytanlaştırılmasından daha fazla ihtiyaç duyulan, bu şeytanlaştırma mitinin kirli çamaşırlarını ortaya sermektir. Epey zaman önce Friedrich Nietzsche, Batı uygarlığının nasıl Son Adam’a doğru yol aldığını kavramıştı – hiçbir büyük tutkusu veya bağlılığı olmayan, hissiz bir yaratık. Hayal kurmaktan aciz, yaşamdan bıkkın bu adam hiçbir risk almaz, sadece konfor ve güvenlik arar, bu da bir diğerine karşı hoşgörüdür: “Arada bir biraz zehir: Hoş rüyaların yerine geçer bu. Sonunda da daha fazla zehir, hoş bir ölüm için. Onların gündüzler için de geceler için de küçük zevkleri var, ama sağlığa da saygılılar. ‘Mutluluğu keşfettik’ der Son Adam, onlar da göz kırparlar.”
(Sol Haber'den Ege Galip'in çevirisi)