Mikael'in 'Son savaş'ı ve kötülüğün yaşam alanı hakkında
1.
Kötülüğün sosyo-ekonomisi ve irrasyonel yanından bahsederken, en önemli konu kuşkusuz; 'Kötü'nün nasıl olup da varolabildiği ve hangi bazda varolabildiği, varolduğu alanın 'Ne?' olduğu soruları. Bu yazının konusu, bir tür bariyer olan 'Rasyonel-İrrasyonel' ikileminin (düalizminin) ne anlam ifade ettiği ve sağlıklı bir şekilde nasıl aşılabileceği sorusuyla da ilgileniyor. Bu önemli barıyer, sosyal şizofreninin yaşamasına ve "normal" sayılmasına yol açan 'durum'a işaret ediyor. Konunun irrasyonel boyutuna (onun da Yahudi-Hristiyan-İslam geleneği boyutuna) sürekli dönüş yapmamızın nedeni, malum şizofreninin getirdiği kısıtlamaları aşmak. Sözkonusu sosyal şizofreniye daha önce de değinmiştik, ama galiba daha önemli olan, bu şizofreninin nasıl olup da olabildiği! Yani bu tohumun hangi toprakta bittiği... Yani insanlar nasıl oluyor da "iş başka aşk başka" diyebiliyorlar ve bu mantığı devam ettirerek, "din başka iş başka" vs. diyebiliyor, nasıl çalıp/çırpıp sonra da namaza durabiliyorlar ve bu anlayışla karşılanabiliyor.. Bu olgunun bu kadar bariz bir şekilde varolabildiği toprak/alan nedir? Bu alan, aynı zamanda, en aşağılık yaratıkların ve nitelikli soyguncuların, sırf gece gündüz namaz kıldıkları için adamdan sayılabilmelerine cevaz veren alandır. Daha çok bir düşünce sistemi/biçimi olduğu ve kurutulunması gereken esas alanın bu alan olduğu anlaşılıyor. Bu alanı tanımlayarak, kötülüğün (burada özel olarak belirtilmeyen diğer biçimlerinin de) nasıl hayat bulabildiğini ve hatta 'nasıl ortaya çıkabildiği'ni (yani tutunabildiğini de) daha kolay anlayabiliriz.
Sözkonusu şizofreni, (şimdiye dek daha çok sosyo-ekonomik anlamından bahsettik) çok daha derin. Mesela bu şizofreninin sonuçlarından biri, kutsal kitaplarda birçok "saçma sapan" yanın olmasıdır! (Yani insanlara öyle gelmesidir).
Kutsal metinlerin şiirsel bir dile/söyleme sahip olduğunu biliyoruz (zaten sanata uzak kutsallık olamaz -gerçeğiyle sahtesini buradan anlayabiliyoruz). Örneğin Kur'an'ın böyle, kendi içinde bütünlük arzeden mükemmel bir şiirsel metin olduğu malum. Burada sesin/tonun/dönüşümlüRitmin uyumu ve bunun önemi devreye giriyor. Eski Hint geleneğinde bunun bir adı var: 'Nada Brahma' (Sanskritçe 'Nada': Ses, 'Brahma': Tanrı/YüceRuh). Öyleyse, neden "insana" (hangi "insana"?) "saçma" gelmektedir ve/veya belki de "saçma" gelmesi gerekmekte midir?
Soru önemli. Çünkü bu kitapların/yazıtların dinci hayvanlık tarafından kullanılması olgusu da, seküler/rasyonel yarım akıllı "bilimsellik" tarafından kafadan reddedilmesi de -bu büyük birikimi kurnazca devre dışı bırakmış oluyor. Ve bu da sözkonusu şizofreni sayesinde olabiliyor. Yani insanlığın onbin yıllık birikimi, (ve kutsallığın günümüzde bilinen/popüler türleri bile) -bu yoldan- düzen açısından "zararsız" hale getirilebiliyor, hatta kolayca parasal madde/mal/meta/araç seviyesine indirgenebiliyor (yani kirletilebiliyor), iyi filmleri, kasetleri, ağlak hocaları, firmaları, kanalları, kılı tüyü, "üretilebiliyor". Bu yolla zengin/iktidar/hoca falan olunabiliyor. Konu galiba aynı fundamental soruyla ve cevabıyla da ilgili: 'Kötü' faktörü aslında insanın (hangi?) düşünce biçimiyle/sistemiyle/tarzıyla alakalıdır. Ve bunun bir başlangıcı (nasıl?) olmuştur ve bir bitişi (nasıl?) olacaktır.
Burada, yeniden konunun irrasyonel boyutuna bakarak, (üç semevi dinde) derin kötülük ile tayin edici büyük savaşın anlamı hakkında düşünebiliriz. Elbette konunun "iyi para eden" popüler alanıyla ilgilenmiyoruz. Yuhanna İncili'nde çok detaylı anlatılan 'canavar' tasvirleri, Kıyamet yorumları vs. gibi konularda, olayı -sadece daha mükemmel silahlarla yapılan/yapılacak- bir 'Dünya Savaşı' olarak açıklamaya çalışan sayısız "fantastik" kitap/film var ve derin "komplo teorileri" hepsinin ana konusu!.. (bunları katakullici İslamcılara/Hristiyancılara bırakıyoruz!) Bizi ilgilendiren, kutsal metinlerde anlatılan bu savaşın gerçekte (yani rasyonel ve irrasyonel dünyanın birlikte/bütünü açısından) ne demek olduğu, nerede (hangi boyutta/platformda/atmosferde) yapıldığı ve çatışan 'iyi' ile 'kötü'nün muhteviyetı ve -sonucu malum- savaşın ardından ne olacağı... Konuyu çok önemsiyoruz, çünkü -herkesin bir şekilde kendince saptadığı üzere- insalık bir varoluş kriziyle karşı karşıya. Bir tür intihar tribi söz konusu. İnsan olma sürecinde bir yerde büyük bir hata yapıldığı ama o hatanın farkına varılmak üzere olunduğu (varıldığı) kesin. Şimdi mesele, bunu belirginleştirmekle ilgili.
Hristiyanlık öncesi ilk olarak Anadolu'da kendinden ayrıntılı olarak bahsedilen Tanrı'nın savaşçı Baş Meleği Mikael'in adı Kur'an'da sadece bir kez geçer. Bakara Suresi'nde (98); "Her kim Allah'a, Allah'ın meleklerine, Peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa, bilsin ki, Allah kafirlerin düşmanıdır" deniyor. (Kur'an'da diğer Baş Melek Cebrail'den sekiz kez sözedilir. Azrail ve İsrafil'den söz edilmez) Mikail'in; bu savaş sonuçlanmadan -savaşçılara özgü- o ciddi duruşunu terketmeyeceği ve her an vuruşmaya hazır olmak pozisyonundan kurtulamayacağı da anlaşılıyor. Bunu, Hz. Muhamed'in bir sözünden de anlayabiliriz belki: "Ey Cebrail Mikail'in güldüğünü hiç görmedim, bunun sebebi nedir?" diye sorunca, Cebrail Peygamber'e "Cehennem ateşi tutuşturulduğundan bu güne dek Mikail gülmemiştir" diyor. (Muinüddin Hirevi) Yani, insanoğlu kötülüğe kapılmaya başlayalıberi, bunun toprağı/alanı oluşalıberi gülmemiş... Şimdi amaç mesela Mikael'in yüzünü yeniden güldürmek olamaz mı? O ateşin sönmesini -bunun ne anlama geleceğini- önce anlamak, sonra kararlılıkla bunun adımlarını -ne pahasına olursa olsun- atmak olamaz mı? Konunun irrasyonal yanı bu meyanda... Kur'an'da ve Eski ve Yeni Ahit'te Mikael'den bahsediliyor. Fakat eskiden (1947'ye kadar) herkese açık olmadığı anlaşılan, Qumran Apokryph'lerine (MÖ. 3 ile MS. 1 yılları arasında yazılmış rulo halindeki gizli el yazmalarına) bakınca, bu savaş hakkında çok daha fazla detay görebiliyoruz. Mesela Qumran'da bulunan el yazmaları arasında, sadece 'Büyük Savaş'la ilgili bir 'Savaş Rulosu' bulunuyor. (Ve tamamı Habeşçe, MÖ. 170'lerde yazıldığı sanılan 'Henoch' kitabında da önemli ayrıntılar bulunuyor)
Önce Baş Melek ve Tanrı'nın Ordusu'nun komutanı Mikael'in savaş düzenine bakabiliriz.
Bir Melek Ordusu'ndan doğrudan bahseden Peygamber (sadece) Hz. İsa'dır, -İncil'de sadece bir yerde- Matta 26'da müridine, "Kılıcını kınına sok" diyor, "Ben istesem Tanrı'nın yanıma hemen 12'den daha fazla melek lejyonu göndermeyeceğini mi sanıyorsun?" diye soruyor. Kutsal kitaplar ve Onları yorumlayan Yahudi ve Hristiyan kaynaklarda bu 'Ordu' konusunda çeşitli ifadeler var. Hristiyanlarda 'Göğün/Tanrının Ordusu' (Exercitus Coeli), 'Göksel/Tanrısal (askeri) güç' (Militia Caelestis) terimleri özellikle kullanıliyor. Baş Melek Mikael'in konumu ise Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında bazı farklılıklar gösteriyor.
Qumran'da bulunan 'Savaş Rulo'sunda -savaşa girecek ordunun- nasıl olması/konumlanması gerektiği anlatılıyor (Satırlar, hem 'olmuş' hem de 'olacak' gibi okunabilir). Mikael'in, ordunun 'Komuta kademesi'ndeki dört Melek'den 'biri' olduğu konusu özellikle öne çıkıyor. Burada dikkat çeken, 'Geniş bir hilal şeklinde' konumlanan/konumlanacak bir Melek Ordusu'dur ve onların önünde dört kulenin/kalenin olması/gerektiği ve her birinin üzerinde bir meleğin adının yazılı olması/olacağı... Burada, Baş Melekleri alem veya bayrakların temsili de söz konusu olabilir. Bu durumda en başta Mikael'in Kırmızı, sonra Cebrail'in Mavi, İsrafil'in Yeşil renkle temsil edildiğini belirtelim (Azrail'in rengini yazıtlarda bulamadık, muhtemelen Beyaz). 'Savaş Rulosu'nda, meleklerin/askerlerin silahlarının türü ve boyutları hakkında kesin bilgiler, uzunluk, adet vs. veriliyor. Aynalardan sözediliyor. Ayrıntıya girmeyeceğiz) Kulelerden/alemlerden/bayraklardan "Birincisinin üzerine 'Mikael' yazılmalı/yazıyor, ikincisinin üzerinde Cebrail, üçüncüsünün üzerinde 'Sariel' (Azrail), dördüncüsünün İsrafil" deniyor. "Mikael ve Cebrail sağ tarafta/kanatta", diğer İki Baş Melek sol tarafta/kanatta yer alıyor.
Burada bazı taktiksel konulara değinmek gerekiyor. İlki, İki önemli meleğin, Baş komutan Mikael ve yanındaki Cebrail'in önemi kesin olmakla birlikte, diğer iki meleğin savaşçı yanının hiç küçümsenmemesi gerekiyor (hatta belki tam tersi!) Çünkü İsrafil, aynı zamanda Kıyamet borusunu çalan melektir. Azrail ise ölüm meleğidir, yani ikisi de büyük bir yokedici gücü temsil ediyorlar.
Bu savaş düzeninde Mikael tek değil. Daha önemlisi, bu yazıtlarda Mikael'in adı hep 'Dört Melekten Birincisi' konteksinde kullanılırken, 'Tanrı'nın Ordusu'nun Baş Komutanı' sıfatıyla ('Archistrategos') birlikte değil, hep bu sıfattan ayrı olarak anılıyor. Hristiyan kaynaklarda ise böyle bir belirsizlik bulunmuyor. Mikael'in Ordu'nun başkomutanı olduğu çok açık/kesin ifade ediliyor. Mikael'in, kötülüğe karşı savaşan ordunun 'Sembolik komutanı' olma ihtimali, Mikael'den söz eden en eski kaynaklarda daha olası görünüyor. Konu hakkında bu kaynaklardan da anlaşılan ve bir savaş taktiği gibi görülen ikinci konu şu: Mikael, Ordu'nun baş komutanı. Dört eşit komutandan Birinci olanı. Fakat asıl öldürücü darbeyi indirecek olan, 'Adsız bir Savaşçı Melek' sözkonusu olabilir. Yani burada tahminlerden daha büyük bir sürpriz faktörü sözkonusu. Öyle ki, bu Adsız Savaşçı Melek, savaşın gizli operatif komutanı bile olabilir. Savaşın sonucu kesin görünmekle birlikte, böyle taktik opsiyonların bulunması, işin çok sıkı tutulduğunun, (tutulması gerektiğinin) ve zorluğunun işareti... Yani derin kötülük ve döküntüleri temizlenecek -ama işin kesinlikle hafife alınmaması gerekiyor. Zaferin konusunda taktiklerin ve sürpriz faktörünün de devrede olduğu unutulmamalı. (Bkz. Johannes Peter Rohland "Erzengel Michael" 1977) 'Adsız Savaşçı Melek'ten Eski Ahit'te iki kez söz ediliyor.
Ayrıca Dört Meleğin görevleri, birbiriyle koordinasyonu, (hatta sembol renkleri bile) çok şey söylüyor.
Tanrı'nın savaş emri ise çok açık. "Düşmüş bütün ruhları ve bekçilerin (derin kötülüğün temsilcilerinin) oğullarını, insanlara kötü davrandıkları için yok et. Yeryüzündeki bütün zorbalık/şiddeteylemlerinin (savaşların?) kökünü kurut. Dünyadaki bütün kötü işler son bulup adalet ve gerçeğin ağacı/bitkisi yeşersin/görünsün ve iş/çalışma, berekete/nimete dönüşsün." (Henoch 10)
Buradan son savaşın dört önemli sonucunu da öğreniyoruz: 1. Savaşlar son buluyor, yani savaşların çıkış nedeni de ortadan kaldırılıyor, gerçek anlamda barış sağlanıyor. 2. 'Kötü işler' son buluyor (yani para/iktidar/vs "uğruna" yenilen tüm haltlar son buluyor, çünkü o ortam ortadan kalkıyor) ve 3. iş/çalışma (yaşamı/atmosferi tehdit eden üretici/tüketici kapitalist ücretli iş/çalışma biçimi değiştirilerek) berekete dönüşüyor. 4. Adalet ve Gerçek hakim oluyor. Bu da yeşeren bir bitki ile sembolize ediliyor (-ki özenle büyütülmesi, sulanması, bakılması, korunması gereken taze bir fide, bir başlangıç gibi düşünülebilir).
Kafasını kaybedecek olan "şey" ve onun yöntemlerinden nemalanan döküntüleriyle birlikte, onların hayat bulabildiği alanın da ortadan kaldırılması/silinmesi ise, kötülüğün (o faktörün) yeniden insanlara tebelleş olaMAmasının garantisi ile ilgili... O 'alan'ı üç noktadan yola çıkarak tanımlayabiliriz. Bunlardan 'Bir'incisi 'görüntü', 'İki'ncisi 'söz', üçüncüsü de, ilk ikisinin dengelenerek sözkonusu 'alan'ın aşılması hedefini ifade edecek 'Gerçek' ile betimlenebilir. Aşılması gereken 'alan'; 'Bir' ve 'İki'nin dengesizliğinden, birinin diğerine galebe çalmasından doğuyor ve eşitsizlik (yani 'alan') kendi kendini sürekli yeniden üretiyor. İlk önce insanın kendi doğasına yabancılaşması sonucunu doğuruyor. Bu yabancılaşma kullanılabiliyor. Bu 'alan'ın doğru ilk hali (ve 'Gerçek'in temelini ifade eden tanımı), Bir ve İki'nin 'Denge'si... 'Bu dengenin bozulmasını simüle eden faktör' deyince, işte orada 'Kötü'den bahsedebiliriz. Yani insanı, (insan doğasını) ve onun nasıl bozulabildiğini çok iyi bilen ve bunu utanmazca kullanabilen bir 'şey' sözkonusu burada. Konuyu biraz açalım.
2.
Burada sözkonusu 'alan'ı daha anlaşılır kılmak için iki aşamada anlatmayı deneyeceğiz. Birinci aşama daha özel ve Dünyanın Orta (yani Doğu ile Batı arasındaki) bölgesini ilgilendiren (aynı zamanda semevi dinler bölgesi) bir yaklaşım denemesi; diğeri, bugün dünyada herkesi ilgilendiren bir genel mantalite sorunu olacak. İkisi kuşkusuz birbiriyle ilintili, zira sözkonusu "şey" -bugünkü anlamda- Orta Bölgeden yayılmış bulunuyor ve bugün dünyada yaşayan herkesi ve her canlıyı ilgilendiriyor.
Derin kötülüğe karşı savaşın irrasyonel komutanı pozisyonundaki Baş Melek Mikael'in adının ''Kimdir Tanrı Gibi Olan?..' olduğu, bu sorunun açılımının da, 'Sen ne hakla Tanrı gibi olmaya kalkarsın', (nasıl yüce yasaların ötesinde kendi çıkarına uygun yasa koyarasın?)' demek olduğunu yazmıştık. Yani bir soruyu adında yaşattığını ve o soruyla birlikte Anadolu'da ortaya çıktığını söylemiştik. Eski Ahit'i oluşturan metinlerin MÖ 1000 yıllarından itibaren (ve daha öncesi kaynaklı da olan sözlü kaynaklardan) derlendiğini, Mikael'in bu dönemde kutsal yazıtlarda yerini aldığını ve çok sonra, ancak 9'uncu Yüzyıldan itibaren, derin kötülüğü yenen melek olarak (mesela Anadolu Hristiyan kültüründe) tasvir edilmeye başlandığını biliyoruz. Eski Türk/göçebe geleneğinde Mikael'e benzer bir kutsal kişilik bulunmakla birlikte, adında böyle bir soru işareti bulunmaz. Onun da sembol rengi kırmızıdır, savaşçıdır, fakat adında böyle bir soru yoktur. Asya'da da, eski Amerika ve Afrika kültürlerinde de yoktur... Buradan, O sorunun (adın) bu bölgede (Anadolu'da) sorulmuş bir soru olduğu sonucunu çıkarabiliriz ve burada sözünü ettiğimiz savaş ilanının tarihsel kronolojisine daha yakından bakabiliriz. -Melek Mikael'in eski (gizli) yazıtlardaki savaşlarına, kimlerle savaştığına... Bu yazıtların, 20'inci yüzyılın ortasına kadar gizli kaldıklarını ve varlıklarının sadece tahmin edildiğini ama yazıtların içeriğinin bilinmediğini yeniden not düşelim.
Sembolik değeri nedeniyle irrasyonel alana kısaca geri gönelim. Mikael, Qumran 'Savaş Rulosu'nda (Bkz.:1QMI2 numaralı Apokryph) ve diğer kaynaklarda ('Henoch' kitabı ve 'Vita Adae et Evae'de) -bizce önemli- üç savaşta yer alıyor (ve savaşları kazanıyor). Bu savaşlar: 1. Perslere/Farslara karşı, 2. Kitea diye bir halka karşı -ki Kıbrıs'ta (Larnaka) yaşamışlardır, Eski Yunan kültürüne dahiller ve Rulo'dan, Mısırlıları sömürdükleri ve Perslerle de ilişkili oldukları anlaşılıyor (Romalı da olabilirler). 3. Philister diye bir halka karşı ('Filistin' adı bu halktan kaynaklanıyor). Bu halk, MÖ.1175'lere kadar Filistin'de Akdeniz kıyısında yaşıyordu. Şimdi burada önemli olan, elbette bu coğrafi/etnik bilgilerden öte...
Burada, Antik Yunan ve Antik Filistin geleneğinden gelen -veya bu geleneklere dahil bazı çevrelerin "geliştirdiği"- birşeye/birşeylere karşı -yayıldığı üç coğrafyada- spiritüel bir savaş sözkonusudur. ('Antik Pers geleneğinden gelen şey' konusuna başka bir yazıda değinebiliriz) Sözünü ettiğimiz coğrafya ve etnik sembollerin -hele günümüzde- sadece sembolik değerinin/anlamının olduğu konusunun bir kez daha altını çizelim.
Bu bağlamda Baş Melek Mikael; "Ben'i Tanrı gönderdi. Ben insan bedeninin üzerinde/ötesinde bir yere/makama kondum" derken (Vita Adae et Evae, 14. Bölüm) ve "Bu dünyanın kralları ve güçlülerinin bedenleri katrandan oluşan sıcak bir kaynakta cezalandırılırken, ruhları iyileştirilebilecek/arındırılabilecek" derken (Henoch), büyük bir kararlılığı ve öfkeyi de dışa vurmuş oluyor. Onu bu kadar öfkelendiren kötülüğün varolabildiği alanın aynı zamanda "dindar" alanla ilgili olduğu konusuna daha önce de dikkat çekmiştik -zira Apokryph'lerin yazıldığı o dönemlerde entelektüalizm, neredeyse sadece din/inanç ve felsefe etrafında/çevresinde var olmaktaydı. Ayrıntılar önemli. Kutsal yazıtlar, aynı zamanda insanın düşünsel (ve tarihsel) yolculuğuna da ışık tutarlar. Zaman içinde çeşitli ağırlık noktaları ortaya çıkar (mesela Kur'an'daki kararlı faiz karşıtlığı gibi) ve bu açıdan kutsal yazıtlar birbirinden farklı görünebilirler. Bazı konular da sadece belli bir dönem için anlamlı olabilirler. Böyle -artık değişmiş olan- bazı kuralarda ısrar etmek, kutsallığın ana fikrine karşı işletilebilir -ve bunu da bu işlerden para/güç/iktidar uman, nemalanan "dindarlar" yapar! Asla gözden kaçırılmaması gereken şudur: Din/inanç put değildir yani taştan/ölü değildir, değişir. Din-inanç-Tanrı canlıdır. Ona put muamelesi yapanlar, din içine yuvalanan derin kötülüğün bilinçli/bilinçsiz müritleridir.
Dünyanın bu tarafında, (Yunan-Anadolu-Filistin dünyası) binlerce yıl önce iki önemli fikir ve onların etrafında özgün bir hayat felsefesi gelişti. Bu iki fikrin de YERLEŞİK kültürlerden doğduğunu (GÖÇEBE değil) -konuya sonra dönmek üzere- not edelim. Bu fikirlerden birincisine, bugünün "bilimsel/dilimsel" diliyle 'Naif Suprematizm' diyebiliriz. Bu terim, daha çok bir "sanat akımı" ile birlikte kullanılıyor/anılıyor ve "baş yapıtı da Maleviç'in ünlü siyah karesidir. (Bildiğiniz siyah bir kare, -"başyapıt" imiş!) Ama burada konuyu ilgilendiren anlamı şu: "İnsan dünyadaki en mükemmel yaratıktır" Önemli ölçüde doğru. Buradan yola çıkarak 1.: "dünyanın insan dışındaki canlıları/cansızları insana hizmet etmelidir." Bugün, bundan çıkarılan sonuç bakımından önemli ölçüde yanlış. Yanlış, çünkü bu fikir üzerinden önce "insan en yüce varlık, diğer yaratıklardan yararlanabilir" (at, inek, köpek vd.) anlaşılmak gerekirken -ki bunun da belli etik sınırları vardır- "ben en yüceyim diğerleri -diğer insanlar da- bana hizmet etmeli" mantığı yerleşebilmiştir. Bu zehirli mantığın daha sonraki yüzyıllarda aldığı şekil şudur: 2. "Ben daha çok mabed/kilise inşa ettim, tonla kitap yazdım, bu göçebeler hiçbirşey yapmamışlar/yapmıyorlar, öyleyse aşağı yaratıklar, bana hizmet etmeliler." Gerçek tersidir!.. (Tanrı'nın dünyayı önce mabedlerle -hadi o neyse de, bu mantığı devam ettirerek beton binalarla doldurmayı emretmediği kesindir! Ayrıca bilgi ve yaracılığı söz/madde ile sınırlamak, sadece o bazda değerlendirmek, büyük bir hatadır -bunun da ilk meşhur tanıklarından biri Harzemşah Muhammed'dir, Anadolu'da Romanos Diogenes'tir vd.)
Asyalı göçebe kavimler, dünyanın doğal güzelliğini bozmamak için taş üstüne taş koymamışlardır! -Bu onların kültürlerinin, inançlarının bir gereğidir. Hatta bazıları "suyu kirletmemek için" yıkanmazlar bile -böyle radikal olanları da vardır. Ve ölmeyi bilirler. Bu da önemlidir. Dünya nüfusunun sınırsız bir şekilde artmasına karşıdırlar. Yani Eski Ahit'in Tekvin bölümündeki (28) ünlü söze ters düşüyor gibi görünürler: "Verimli olun, çoğalın" (...) "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun." Göçebeler, bu anlayışın, insanın ilk zamanlarıyla ilgili bir söz olduğunu ve bu şekliyle ilelebet geçerli olmadığını bilirler. 'Naif Suprematizm'i, insanın dünyadaki ilk zamanlarını ilgilendiren bu sözü -tüm zamanlar için geçerli kılacak mantığı "geliştiren" 'Anlayış'ı ifade etmek için kullanıyoruz ve bunu geliştirenlerin, Baş Melek Mikael'in savaştığı eski Yunan kökenli bir kült (Orfe ve onun inisiyatik öğretisi) ile ilgili olduğunu biliyoruz. (Bkz.: "Therapodos - La via del terapeuta" derl., Gottlieb Guntern, 1989) -Bunun ne olduğu ve neden bu kadar önemli olduğuna gelince. Konu elbette sadece bir sözden ve onun kötüye kullanılarak oluşturulan bir anlayıştan kaynaklanmıyor. Konu, bir tarzın, bir düşünme biçimi/sisteminin kurulmasıyla da ilgili. (Ve bunun galiba biyolojik boyutu bile var! -Bu bağlamda insan beyninin nasıl geliştiği/evrildiği ve Sol/Sağ beyin odaklı düşünme kalitesi üzerinde de duracağız- Çünkü insanın biyolojik gelişimi de gözönünde bulundurularak yanlış istikamete doğru gelişmesi sağlanmış -olabilir.) Böyle bir şeyin değiştirilmesi/iyileştirilmesi ise sadece irade/nefs kontrolü değil, ondan da öte zorlayıcı önlemler gerektirebilir ve Baş Melek Mikael'in savaşı burada devreye giriyor, çünkü savaş yapılıp kazanılmazsa bu insanlığın sonu (intiharı) demek de olabilir. (Küresel ısınmayla dünyadaki yaşam koşullarını ortadan kaldırmak gibi!) Buradaki tavrı, Yi Çing'deki sonuncu hegzagramdan (64. Kun) okuyabiliriz. Orada dördüncü Yang işaretinin ana fikri şudur: "Şimdi savaş zamanı. (Bir dönemden diğerine) geçişin gerçekleştirilmesi dönemi. Şimdi şeytanın ülkesine (yaşam alanına) karşı sıcak savaş, ona haddinin bildirilmesi zamanı." (Yi Çing, Çinlilerin göçebe kültüründen aldıkları -aslı kaplumbağa kabuğu ile ilgili- bir kehanet kitabıdır. Aynı zamanda belli bir düşünce sistemiyle de ilgilidir. Örneğin Orhun Yazıtları -bu nedenle- birer kaplumbağa heykelinin üzerine oturtulmuştur)
Birinci bölümün sonunda sözünü ettiğimiz 'alan', insanın esasen sadece söz/yazı ağırlıklı bir varlık olmadığı, ama son birkaç bin yılda hızla söz odaklı hale gelmesiyle ilgili. Ama kutsallığı anlamak asla sadece sözel birşey olamaz/olmamalı. Sözle kurulan mantık/düşünce zincirlerinin 'Gerçek'e tekabül etmediğini biliyoruz -ama günümüzün söz odaklı insanına bunu anlatmak zor. "Çağdaş" insana kutsal kitaplar, birçok bakımdan saçma geliyor, çünkü onun söz odaklı düşünce biçimine uymuyor. Böylece 'Gerçek', '(Sözel) Doğru'nun kurbanı oluyor. Buradaki temel hata: Sadece söz üzerinden gelişip, diğer alanın -yani görerek anlama, his, duygu, sezgi vs. (söz kullanmayan iletişim biçimlerinin) tamamen ihmal edilmesi. Bu önemli denge bozulmuş bulunuyor. "Burada, zaten çok görsel bir hayat sürmüyor muyuz?" diye itiraz edilebilir. Ama bugünün en fantastik hayallerin bile 'söz'ile, ("söz" üzerinden) kurulduğunu unutmamak gerekiyor. Bunun nasıl bir sonuç doğuduğu ve kötülüğe nasıl bir alan açtığı konusu, rasyonel-irrasyonel dengesinin bozulması ne demek, sözün ağırlığı ne getirip ne götürüyor, diğer faktörün güçlendirmesi ne demek. Kötünün yaşayamayacağı alan ve bunun sosyal/sosyopsikolojik temeli ne olabilir... -Konu çok kapsamlı. Bunları da daha sonraki yazılara bırakıyoruz.
(devam edecek)