Türk mantalitesindeki değişim ve iyilik faktörü (17)

 


İslamcılar nereden geldi? Gökten zembille inmediler, hepsi Cumhuriyet okullarında okudu, hepsi sabah derse “Andımız” ile başladı. O halde nasıl “böyle” oldular? Çünkü siz de öylesiniz/öyleydiniz de ondan. Eskiden aynı şeyi sekülerler, halkın geri kalanına yapıyordu -gerçi bugünkü ölçülerde asla değildi- ama bu bir mantalite meselesi. O halde konu hakkındaki yazılara bir giriş yapalım:


Mantalite değişmezse, A gider B gelir, her şey bu kez sadece “Mütedeyyin” denen kesimin ifrit olduğu şekilde gelişir. Türkiye’nin sahici anlamda bir ‘Dünya Ülkesi’ olması için, artık cılkı çımış (İslamcılar tarafından cılkı çıkarılmış) bu kendine Müslüman “şark kurnazı” mantaliteyi değiştirmesi gerekiyor. Bunun için iyi olmak, özgür olmak ve sorumlu birey olmak yeterli. Birçok şey değişti, ama bazı temel konular yeterince değişmedi ve bu da gelecekte yeni “seküler islamcılıkların” ortaya çıkması, yani seküler olduğu halde islamcılar gibi “kendine Müslüman” işleyen kesimlerin diğerlerini baskı altına alıp sömürmediği bir ülke olmaya dikkat etmek gerekiyor. Zira değişmemiş eski kafayla (mantaliteyle) ‘Dünya Ülkesi’ olmak mümkün değil. 

   Konu çok kapsamlı görünse de, şimdilik biraz basitleştirmek mümkün.

   Türkiye’de yapıldığını hiç görmedim ama, başka ülkelerde, “Türkiye’nin Mantalitesi” yazıları/araştırmaları var. Onlardan birini açıp, nasıl görüldüğünüzü kabataslak anlayabilirsiniz, kendinize tarafsız gözle bakmayı öğrenmeden önceki ilk aşamadır. Mesela şöyle şeyler okuyabilirsiniz:

   “Türkler, iktidarla aralarına (siz onu, “Hükmeden otorite/hükümet/devlet” diye okuyun) mesafe koyarlar (yani tamamen kendileri dışında bir şeymiş gibi görürler) ve hiyerarşileri, diğer ülkelerle kıyaslanamayacak ölçülerde kabul ederler.”

   Bu konuda önemli gelişmeler var, halk idari otoriteyi çok eleştiriyor, ama ona tam anlamıyla sadık. Bu nedenle de değişimi sadece “sandık”a endeksliyor. Mesela bu, başka ülkelerden buraya bakanların saptamalarından biri.

   “Türk kültürü, bireysellikten ziyade kollektifliği destekliyor.”

   Herşeyi aileden bekleyen, aile/tanıdık dışında kimseye güvenmeyen -aslında feodal, ama bunun farkında olmayan- bir mantalite var. Yetişkin olan bir kişinin kendi yolunu çizmesi yerine, o yolu “aile büyüğü” çiziyor. Kendi yolunu çizemeyenler de “birinin onun elinden tutmasını bekliyor”. Çok yüceltilen bu tip “aile” mefhumu, bizzat islamcı “kendine müslümanlığı”nı da üreten mekanizma. Bu mekanizmada, “aile büyüğü” ne derse o oluyor ve ailede kimse “aile büyüğünün yaptığı iyi midir kötü müdür” demeden karara “uyum sağlıyor”. Bu feodal aşiret kafası, sadece İslamcılarda değil, sekülerlerde de var. Türk mantalitesindeki kollektivizm, bu sözcüğün gerçek anlamında işlemesi halinde (ki bunun alt yapısı ve kültürü mevcut), toplumu da güçlendirir, yani bireyselliği destekleyen, aile büyüklerine saygıyı onların oturma odasıyla sınırlayan (yani ona saygı gösterilen, ama her halta karışmasın aldırılmayan) bir yaklaşımla, aşılabilir. Buna, “artık büyümek” de deniyor. Daha önce bahsettiğim,“Kendi kafasıyla düşünmek” mefhumunun mikro bazdaki karşılığı bu. Bu konuda kuşkusuz önemli gelişmeler var, ama “aile büyüğü ne derse o” mantığı, abartılı haliyle, liyakati de aşan bir yerden işliyor. 

   Türk mantalitesinin “yardımlaşmak”, “duyarlılık”, “kooperasyon” gibi yanları çok güzel. Mesela dünyada Türk Misafirperverliği” daima övülür (her zaman misafirperver olmasalar da). Ama bu değerler, “büyüğünün kafası”yla değil, kendi kafasıyla düşünen özgür bireyler tarafından işletildiği takdirde -aile ötesinde toplumu da kapsayan- bir güce dönüşebilir. Türkiye şimdi bunu öğrenme aşamasında yol alıyor.

   Eskiden “Torpil” denirdi. Herkesin “Angara’da bi yakını” vardı/olmalıydı (şimdi de bütün İslamcıların Angara’da yakınları var, özde bir değişim olmadı). Ailenizden/tanıdığınızdan başka kimseye güvenmezseniz, ülkeniz, beğenmediğiniz Aşiret devletlerinden biri olarak kalır. Doktora giderken bile “tanıdık” doktor kovalamak ne hazindir. Onun yerine iyi ve güvenilir kurumlar yaratmak (ki bunlar vardı) ve bunun için de her yere “aileden/tanıdık/partidaş” kişileri doldurmak kafasından kurtulmak gerekir. Buna kendi ailenizden başlamalısınız. Bu kafayla yaşamaya devam edip, sadece oyla Türkiye’yi değiştireceğini sanmak, “Sen in biraz da ben yiyeyim” demekten ibaret kalır ve o kafayla sadece ikinci sınıf bir ülkenin yurt dışında kompleksli silik vatandaşları olunur. Başkalarında eleştirdiğiniz yanlara sizin de sahip olup olmadığınıza iyi bakmak gerekir. Böyle şeyleri görebilmek için insanın kendine karşı sahiden tarafsız olabilmesi gerekiyor. Bu, birçok konuda anahtar tutumdur. Tarafsız ve ilkeli bir bakış kazanmak çok önemli. O zaman dağişimin nasıl hızlandığını da göreceksiniz. Bu durum, eski Kam geleneğinde “Kayrakan’a (Dao’ya) engel çıkartmamak” gibi bir hale takabül eder. Birçok şey, hatta kendiliğinden yoluna girer.

   “Türklerin mantalitesinde ‘Risk almak’ pek görülmez. Onun yerine (başkalarının gözünde küçük) düşmemek için başvurulan (uyum) stratejileri uygulanır” deniyor.

   Bugün çok hasreti çekilen ‘Liyakat’in bitişi, “ailenden başkasına güvenme, aileni de mümkünse sustalı maymuna çevir” mantığı nedeniyle yaşandı. Türk mantalitesinin, kötü/zayıf yanlarının abartılması halinde nerelere varacağı yaşanıp görüldü. Liyakatin olması için, “aile” feodalizminin dışında, ilkelere dayalı ilişkiler kurmak gerekir. İlkelerin temeli de ‘İyi Olmak’tır. İyi olmayı, sadece başkalarına gösterdiği vitrini olarak anlayan, ama kendi arasında (yani aile arasında) saf yararcılık dışında ilke tanımayan bir anlayışa artık “riyakarlık” diyebiliriz. İyiliğin ve iki yüzlü olmamanın -insan ruhu için- olmazsa olmaz bir değere sahip olduğunu anlamak gerekir. Sadece ruh sahibi olmak değil, yüksek ruh sahibi olmak, bir ülkeyi yükseltmenin bireysel anahtarıdır. Bu, aynı zamanda sahici iyiliğin neden asla yenilmediği/ezilemediğini ve parayla asla edinilemeyen sahici değerlerin temeli olduğunu anlamamızı da sağlar. Hesabı çok basittir: İyilik gerçek, vitrinci iyilik sahtedir. İkisi çarpışırsa, sonuçta daima sahte olan kırılır. Burada iyiliğin “çoğunluk” olması falan söz konusu değildir. (Bu konuda daha kapsamlı açıklama için blogumdaki diğer yazılara da bakabilirsiniz)

   Türk Mantalitesi hakkında şöyle şeyler yazılıyor dünyada: “Hem Avrupa’nın hem de Ortadoğu’nun bir parçası olan Türkiye, çok zengin bir kültüre sahiptir. Bunu özellikle İstanbul’da görmek mümkün. Türkiye, çok bariz bir şekilde Batılı bir ülke görünümünde olsa da, bazı kültürel (mantaliteyle ilgili) farklılıklar nedeniyle Türkiye’ye gelen turistlere/ziyaretçilere yabancı geliyor. Ama mesela kimse sizden ‘Türkçe bilmenizi’ beklemiyor. ‘Hayır’ sözcüğü mümkün mertebe kullanılmıyor.”

   Türkler, başkalarına, yabancılara karşı gösterdikleri iyiliği ve misafirperverliği, ayrım yapmaksızın Türklere de gösterdiğinde, kendi arasında -mesleğine kökenine vs. bakmadan- aynı göz hizasında konuşmayı benimsediğinde, sahiden ileriye ve yükselişe doğru sağlam bir adım atmış olacak. Farkında olmadan feodal yapılara sıkışmış ikinci sınıf bir ülke olarak kalmayı gençlik artık istemiyor.