Öğrencilik yıllarımda köstekli cep saati taşırdım. Yeleğimin cebinden çıkarıp tak diye kapağını açmak ve saate bakmak hoşuma giderdi. Türkiye'ye geldikten sonra bu alışkanlığımı terkettim. İnce mizah ustası Albert Einstein, "Saati gösteren alete saat denir" der (zamanı ölçen alete değil, saati "gösteren" alete). Saati işleten şey de zaman değil, zemberektir. Kurarsınız ve sonra kulağınıza dayayıp dinlersiniz: "Tik tak tik tak tik tak..." Ben saatin kaç olduğuna değil, bu sese ve aletin kendisine hastaydım (Berlin'de sokaklarda meydanlarda saatten bol bir şey yoktur) ama zamanın ne olup ne olmadığına hiç uzun boylu kafa yormamıştım, ta ki İsviçreli kriminal roman yazarı Martin Suter'in "Die Zeit die Zeit" adlı romanını okuyuncaya kadar. Kitapta, zamanı geriye çevirip hayatının bir noktasından itibaren yeni bir alternatif hayat yaşamayı kafasına koymuş bir ihtiyarın ve öldürülen karısına yeniden kavuşmak için bu çılgın deneyi destekleyen anlatıcının hikayesi anlatılıyor. Romanın Türkçeye kazandırılması ihtimalinin yüzüsuyu hürmetine, konusunu daha fazla anlatmayacağım. Zaman diye bir şeyin sahiden var olup olmadığını sormak, kulağa çılgınca geliyor elbette. Soru ilk kez sorulmuyor, daha önce çok sorulmuş ve bu konuda belli sonuçlara varılmış. Asıl konumuz, sorunun kulağa çılgınca gelmesi, bunun anlamı ve sonuçları.
Einstein, ölümünden hemen önce 1955'de "İnançlı fizikçiler için zamanın bir illüzyon, bir yanılsama olduğu"nu söylemiş. Immanuel Kant da, 1783'de yazdığı ünlü eseri "Kritik der reinen Vernunft"da, "Zaman kendi başına varolabilen bir şey değil, veya öznel tavrımızdan bağımsız, şeylere bitişik (onların bir parçası) değil" der (Sayfa 34). Hem fizikçi hem de filozof olan Vesselin Petkov bir adım daha ileri gidip, "Zaman diye bir şeyin olmadığının anlaşılması, insanın başına gelen belki de en büyük entelektüel meydanokuma" diyor. Ben buna hem katılıyor hem katılmıyorum, çünkü bu konuda iki gerçekliğin olduğunu düşünüyorum; biri insan doğasının gerçeği, diğeri bilimsel gerçeğin gerçeği. Kısacası bir algılama sorunuyla karşı karşıyayız.
Zamanın varolup varolmadığı bir yana, onun varlığını en azından varsaymak zorundayız, çünkü hayatı ve dünyayı ancak bu şekilde algılayabiliyoruz. Saatin akrep ve yelkovanı dönüyor, ama onu döndüren şey zaman değil. Ağaçlar büyüyor uzuyor serpiliyor, ve onların bu değişiminin nedeni zaman değil, çeşitli biyolojik prosesler. Zamanı, bu değişimleri kendi doğamıza uygun olarak anlamak ve ifade etmek amacıyla kullanıyoruz. Bazı hayvanlar renkleri görmüyor ve ona göre bir algılama ve anlama biçimleri var. Biz de kendi doğamıza göre algıladığımız dünyamız için "zaman" diye, doğamızın bir parçası olan bir tür "katsayı" kullanıyoruz. "Zaman" kavramı, bilimselliğin icadı ve bilimin doğa yasalarını anlayıp ifade edilmesi sürecinde önemli bir rol oynamış. 1681 yılında başına elma düşünce aklına yerçekimi gelen şu enteresan düşünür Isaac Newton, zamanın herşeyden bağımsız var olan ve evrenin her noktasında aynı hızla geçen bir şey olduğu kuralını ortaya atıp herkese kabul ettirmiş. Bu varsayımla bir çok fizik kuralının kurgulandığını, ortaokul ve lisede bile öğretiyorlar. Eleştiriye tahammülsüz biri olan Newton'a göre Dünya'da bir saat ne kadarsa, evrenin herhangi bir yerinde de o kadardır. Evrensel eşzamanlılık. Bazen zamanın çabuk geçtiğini, bazen geçmek bilmediğini düşünüyorsanız, Newton size "yanılıyorsunuz" der. Acaba? Çocuklar için bir gün çok uzun bir süredir, yaşı ilerlemiş olanlar için yıllar "su gibi akıp geçer", burada geçen nedir? Ya da şöyle: Bir saat adamına göre saatte kaç saat hızla akar? Zaman gerçekten akar mı, yoksa bize mi öyle gelir?
Bu yazıda ve her yazıda görüleceği üzere, "geçmiş zaman", "gelecek zaman" ve "şimdiki zaman"ı kullanıyoruz. Dil denen şey böyle işliyor. Yani zamanın varolup olmadığı sorusu daha işin başında insan doğamıza takılıp yere çakılıyor.
Selanik'den hiç de uzak olmayan Halkidiki'nin ünlü filozofu Aristoteles'e göre ne geçmiş diye bir şey vardır, ne de gelecek. Sadece "Şimdi" vardır, gerisi anı ya da hayaldir. Efesli Heraklit ise asıl konuyu "panta chorei" (herşey hareket ediyor) diye özetlemiştir, zaman bununla alakalı bir şeydir sadece ve hareketin olmadığı yerde zaman da yoktur. Mesele sadece "şimdi"den ibaretse, "şimdi" nedir? Bu konuda da birileri oturup türlü çeşitli araştırmalar yapmış elbette. "Şimdi", yaklaşık üç saniyelik bir zaman dilimidir. Yani her üç saniye sonra, daha önceki üç saniye, insan tarafından "geçmiş" sayılmaktadır. O halde hayatımızı, üçer saniyelik "şimdi"lerden oluşan bir tür film sayabiliriz, ama esas olan "şimdi"dir.
Lise mezunu fizik dahisi büyük düşünür Albert Einstein 1905'de "Görecelik Teorisi"ni tarif edip yazıya geçirdiğinden beri Newton mezarında fırdönmektedir, çünkü Einstein, zamanın her zaman aynı hızla akmadığını/geçmediğini gösterir. Zaman görecelidir. Newton, nedenselliğin kurulmasında önemli bir rol oynayıp, şimdi yaşanan ve yaşanacak olanın geçmişten gelen bir nedene bağlılığı kesinliğiyle kendinden emin yaşarken, Einstein böyle nedenselliklerin olmadığını ve konunun gözlemciyle alakasını falan göstermiştir. Bence Einstein'ın bu konudaki en önemli katkısı, Hermann Minkowski'yle birlikte kurduğu anlayış biçimidir: Şeyler üç boyutlu değil, dört boyutludur, yani o üç boyutlu şey, ancak zaman içindeki geçmişi ve geleceği ile bir bütündür. "Masa" diyorsak, onun yapılışından doğada çürüyüp yokoluşuna kadarki süre içindeki üç boyutlu varoluşunu kapsar. Buna göre o şeyin geçmişi ve geleceği, bir şimdiler bütünü olarak algılanır.
Beşinci Yüzyılda Cezayir'in doğusunda yaşayan Aurelius Augustinus, "Zamanı Tanrı yarattı" deyip bu işin içinden çıkmış. Yani Tanrı, bir şeye geçmiş ve gelecek ötesinden bakıp onu bir bütün olarak gören yaratıcıdır. Buna göre de kader çok kesin bir şeydir, zira sanıldığı gibi insan tarafından yazılmayıp, bu zaman ötesi yerde şimdilerden oluşan (öyle algılanan) ve tamamını sadece Tanrı'nın bildiği bir bütündür. Bu oldukça "umutsuz" zaman anlayışı, insana seçim hakkı sunmadığı, sadece seçim yaptığımızı sandığımız bir yanılsama sunduğundan, pek de tercih edilebilir bir şey olmasa gerek. Tabii burada hemen şu soru gündeme geliyor: "Sen tercihini bırak da gerçeğe bak. Hangisi gerçek?" Cevap: Hiçbiri. Ya da her biri. İşte bu, bir tercih ve inanç meselesi, zira kanıt yok.
Einstein'a göre zaman teorik olarak geriye doğru da akabilir. Ama bizim dilimizde kullandığımız gramere ve hislerimize göre zaman ileriye doğru akar. Bu hissi dayandırdığımız çok somut da nedenlerimiz vardır, çünkü "Entropi" dediğimiz çok net bir şey var ve Termodinamiğin ikinci yasası olarak formüle edildiği üzere "düzensizlik/kaos, zamanla birlikte artar". İnsan da bu temel yasaya göre işler. Şekli şemali olan meyvaları sebzeleri vs. yeriz ve buradan şekli şemali olmayan ısı (enerji) üretiriz ve bu sayede yaşarız. Geçmişten geleceğe uzanan bir kaos çizgisi. Peki neden "zamanın akış çizgisi"ne uygun bir proses bu? İngiliz fizikçi Stephen Hawking'e göre, zamanı ölçmeyi, kaosun artma istikametine göre ölçmeyi seçtiğimiz için böyle. Evren sürekli genleşiyor, yani termodinamiğin ikinci yasası işliyor. Hawking'e göre bu genleşme en uç/mükemmel biçimine ulaştığında, ve genleşme durduğunda zaman da duracak ve bu kez evren tersine doğru bir ivmeyle büzülmeye/küçülmeye başlarsa, zamanın istikameti de değişecek. Tabii insanın ve diğer hayat biçimlerinin bunu görme ihtimali yok, çünkü canlılar giderek "bozulan", "Enropi"ye tâbi yaratıklardır -Hawking'in varsayımı böyle.
Tektanrılı dinlerin anlam dünyasını belirlediği çağlarda Dünya, "İnsanın hükmettiği bir yer"di. Hatta evren Dünya'nın etrafında dönüyordu, tüm canlılar insanlar için yaratılmıştı vs. Newton ve diğer düşünürlerin açtığı yolda insanlık muazzam bir tekamül yaşadı. Yazının icadıyla değil, herkes tarafından kullanılmaya başlanmasıyla birlikte bilimsellik giderek asıl inanç sistemi haline geldi, çünkü bilimin koyduğu yasalara göre birçok şeyi açıklamakla kalmıyoruz, aynı zamanda inşa edebiliyoruz. Uzay boşluğuna uydu göndermekten tutun da internette gezinmeye ve akıllı telefonla heryere erişime kadar modern hayatı belirleyen bir çok araç-gereci ve işlemi, bilim sayesinde yapılabiliyor ama bir şeyi unutuyoruz: Bilim de bir algılama biçimi. Kuşkusuz dinlerin algılama biçiminden çok daha gelişkin ve ayrıntılı, ama mükemmel değil. Bilimin her insanın hayatında asıl inandığı şey haline geldiği aşamada önce Dünya'nın merkez olmadığını, Güneşin merkez olduğunu ve Dünyanın da onun etrafında dönen gezegenlerden biri olduğunu öğrendik. Bunu artık herkes kabul ediyor. Dünya portakal gibi yuvarlak. İnsan, yaradılışın efendisi değil, Dünya'daki sayısız canlıdan sadece biri. Bilimin öğrettiği şeyler, insanın hiç de öyle özel bir varlık olmadığı yönünde vites büyüterek artıyor. Mesela zamanın insan beyni tarafından insan doğasına uygun bir yanılsamadan ibaret olduğuna inanan yüksek kalibreli bilim insanlarının sayısı, inanmayanlardan daha çok. Bu yazı, "'Ben' denen 'benlik' denen şey var mı yok mu?" diye bir başlık da taşıyabilirdi. Burada bilimsel sonuçlarıyla, neden "Ben" diye bir şey olmadığı da anlatılabilirdi. Ama anlatılmalı mı? Ya da şöyle soralım: Bu yazıyı okumaya başlamadan önceki halinizle "şimdi"ki haliniz arasında ne fark var? Sadece bir tercih farkı: Hangisini alalım? İnsan doğasına aykırı, "Zaman yoktur" kanıtları toplamı bilimsel döküntüyü mü alalım, yoksa "Aha da zaman vardır, bak geçmiş zamanda konuşmaya başladın bile"yi mi? Zamanımızın asıl entelektüel sorusu bence, bu ikisini iyi değerlendirmek ve "ikisinin de birer seçimden/tercihten ibaret olduğu bilincine uygun özgün bir yeni bakış geliştirilebilir mi?" sorusu. Biz birer insanız ve bambaşka canlıların bize bakıp, "ulan bunlar hepten manyak" deyip demediklerini bilmiyoruz, çünkü çoğu bambaşka -bizim konuşmadığımız- diller konuşuyorlar. İnsan olmanın egoizmiyle diğer canlılara acı çektirmeyi bir yana bırakıp bilimin keskin gözlerini kullanmaya devam ederken, o gözlerin her gösterdiğinin -doğru olsa da- bize uymadığını söyleme cesaretine sahip olursak, "bilimdir ne derse doğrudur" diye kendi doğamızı hislerimizi ve benliğimizi inkar etmek saçmalığına kapılmayız. Şimdi, neosekülerizmi ve hayata yeniden anlam kazandırmak gerektiğini konuştuğumuz aşamada, bilimin sağladığı inanılmaz fırsatları koruyup geliştirirken, bir taraftan da kendi doğamız açısından daha seçici ve özgüvenli olmamız gerekiyor. Bilimin sadece bir araç, ama yeni bir inanç olmadığını anlayarak, yeni dönemin ilk adımlarını atabiliriz belki.