Anlayamadığım konu, ülkenin bölünme ihtimalini -bırakın klasik neoliberal Türk "ökönomistlerini"- Sol'un bile ekonomi açısından neden cidden değerlendirmediğiydi. Bir ülke bölünecek, böl! Tamam. Peki bunun ekonomik mümkünatı nedir? Bundan bahseden bir tek bacak entelektüel görmedim. Kürtlerin o dönemde "Bölünürsek Kürdistan ekonomisi nasıl bir şey olur, biz sosyalist falan olma iddiasındayız, sosyalist Kürdistan ekonomisini nasıl işleteceğiz, nice olacak?" meyanında yazılmış bir tek kitap, hatta bir tek ciddi yazı görmedim. Kısacası bu konuda pek ciddiye alınabilecek gibi değillerdi, eh devlet tarafı da ciddi olamazdı. Nitekim Kürtlerin ezici çoğunluğu zaten Türkiye'den ayrılmayı düşünmüyordu, bugün de düşünmüyor. Ama olası bir bölünme durumunun bugün o güne nazaran daha sağlam ekonomik temellere sahip olduğunu da belirtelim. Buna rağmen, ekonomik dayanağı zayıf bir ihtimal. Neden? Bu yazının konusu, bu soruya -kapitalizmin bugünkü ahvali dairesinde- genel bir çerçeve çizip yorumu size bırakmak.
Ulus devlet denen kurumsallaşma, kapitalizmin en başından itibaren bir zorunluluk değildi. Kapitalizm ilk ortaya çıktığında bir şehir fenomeniydi. Venedik, Ceneviz, Amsterdam'daki ilk kapitalizm örnekleri, ulus devleti ve onun teritoryalliğini (egemenlik alanını/coğrafyasını) zorunlu kılmıyorlardı. Kapitalizmin teritoryal biçimini, Londra etrafında şekillenen ekonomiye "borçluyuz". Ardından Büyük Britanya kapitalizmi ve onun teritoryal ifadesi ortaya çıktı, bu model diğer ülkelerde de sahiplenildi. Buna rağmen Avrupa'nın önemli şehirleri, Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar (19'uncu Yüzyıl sonunda) dünya kapitalizminin asli unsurlarını oluşturuyorlardı. Kapitalizmde -ülkeler arası- bariz teritoryal bütüncül farklılıkların ortaya çıkşı, ancak emperyalizm çağının sonuna doğru (yani esasen II. Dünya Savaşı'ndan sonra) görülmeye başlanmıştır. Ondan önce şehirler, endüstrilerileriyle, ülkelerden önde gidiyorlardı. Şehir-ülke ayrımını yeniden hatırlamamızın nedeni, şehirlerin global ekonomide giderek baş rol oynamaya başladığı bir döneme girmiş olmamızdır. 1950'lerde başlayan "iki süper devlet hegemonyacılığı" döneminde, ekonomide şehirlerin farkı değil, ulus devlet farklılıkları ön plana çıkmıştı ve kapitalizmin tarihi açısından önemli bir durumdu. Ama 1980'li yıllardan itibaren şimdi, neoliberalleşmiş bir globalleşme döneminde yaşıyoruz ve 2008'den buyana, postkapitalist paradigmanın gün geçtikçe güçlenmesi, sistemin trendleri açısından ayrı bir önem ve belirsizlik üretiyor.
Şehir ekonomisinden devlet ekonomisine geçiş Türkiye'de de oldukça net gözlenen bir gelişmeydi. İstanbul, Selanik ve İzmir illerinde başlayan ilk kapitalistleşmenin devlet ekonomisine ve homojen ulus üretimine dönüşmesinin asıl Cumhuriyet'in kurulmasından sonraki hızlı süreçte yaşandığını biliyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin teritoryal bir milli ekonomi olarak ABD hegemonyasına göre hizalandığı da malum (bazı ülkeler de Sovyetler Birliği'ne göre hizalanmışlardı). Kapitalizmin globalleşmesinden ziyade enternasyonalleşmesi sözkonusuydu ve dünya ekonomisi, tek tek ulus devletlerin milli ekonomilerinin toplamı halideydi. 1980'lerde başlayan neoliberal globalleşme (özellikle Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra), Amerikan hegemonyasının artmayıp azalmasını sağladı ve neoliberal global döneme has, uluslarötesi kapitalin yeni global hegemonyasına vurgu yapan "Bütüncül Emperyalizm" ortaya çıktı (bu zorlama terim Robert Kurz'a aittir ve Sol konteks içinde geçmiş teori ile bir bağ kurmak amacıyla üretilmiştir).
Burada bizi ilgilendiren, kapitalin tek tek ulus devletlerden koparak uluslarötesi bir karakter arzettiği günümüzde, yerel teritoryal bağlantısının/dayanağının ne olduğu ve bunun önemi. Globalleşme genellikle fazla abartılıyor ve kapitalin yerellikten önemli ölçüde koparak bağımsızlaştığı söylenirken globalleşmenin yerel kökleri küçümseniyor. Şehir kapitalizminden teritoryal kapitalizme geçildiğinden beri devletin ekonomi üzerinde pozitif veya negatif etkisi arttı. Devlet, üretimin koordinesi ve hızlandırılması (ve ülkenin milli kapitalizminin egemenlik alanı dahilinde "iş"lerin daha kolay/hızlı grülebilmesi) için elzem. Halkı "iş toplumu"na entegre edebilmek için kültürel homojenleşmeye (ulus inşasına) girişen devlet, kapitalizmin iyi işleyebilmesi için başka önemli şartlar da yaratır. Mesela, kaliteyi yükseltmek amacıyla herkese sunulmaya çalışılan fırsat eşitliği, kurumsallaşmış hukuk sistemi, yeraltı/yerüstü/insan kaynaklarının hakkıyla kullanılabilmesi, para politikaları, ve benzeri konular, devletin sistemi geliştirmesini sağlayabilir, tersi de sistemi zayıflatır.
Globalleşme, yerel/teritoryal örgütlenmelerle oldu. Teritoryal yapılar, mal/hizmet/işgücü transferini -ülke içinde- yerel kalmaktan çıkarmış ve bu konuda belli tecrübeler biriktirmişti. Yerellik, önce ülkelerin kendi ulusal sınırları dahilinde bozuldu. Devletlerin bu süreçte çok katmanlı yeniden örgütlenmesi, neoliberalizmin kimlikçilik dönemine denk geldiğinden, Türkiye'de etnik/dînî kimlik üzerinden siyaset yapan parti ve örgütleri ön plana çıkardı. Fakat bu durum, 2008'de başlayan sistem kriziyle birlikte önce yavaş sonra hızlı tempoda bozulmaktadır. Kimlikçi politikalar hızla irtifa kaybederken, kapitalizmin yeni sürecine uygun siyasi hareketler ve Sol'a açık atmosfer belirginleşiyor. Henüz cılızlar, ama yaşanacak daha aküt krizlerle, kimlikçi siyasetlerin Türkiye'deki alternatifleri de güçlenecektir.
Globalleşmenin başında, yerel/teritoryal bağımlılığı (yani milli kapitalizmi) aşmak, gene teritoryal yapılar sayesinde oldu ve bu yapılar da gene teritoryal bir yapılanma olan ulus devlet tarafından kuruldular. Sistemin ihtiyacı olan "formatlanmış" -aynı dilde eğitilmiş ve ortak ulus bilinciyle teçhiz edilmiş- üreticileri/tüketicileri devlet üretmekteydi. Neoliberalizmin sınır ötesi karakter arzeden işleyişinin garantörü de gene bu yerel örgütlenmeler ve ulus devletler oldu. Yerel kurumların globalizme göre örgütlenmeleri prosesi için bugün 'Glokalleşme' terimini kullanıyoruz ve bu terim, globalleşme ile ulus devlet teritoryalliği arasındaki kilit terimlerden. Zira giderek global ekonominin yeni metropolleri diyebileceğimiz şehirlerde toplanan elit iş gücü, finans ve sofistike üretim teknolojileri, milli kapitalizm döneminden çok daha hızlı bir iletişim ve ulaşım gerektiriyor. İnternet üzerinden iletişim giderlerinin sıfıra yaklaştığı günümüzde global ekonominin metropolleri, egemenlik alanı dahilinde bulunduğu ülkeler tarafından tam kontrol edilemiyorlar ve bu anlamda giderek ulus devletlerden daha bağımsız oluşuklar haline geliyorlar. Bu şehirlerin içinde Türkiye'den sadece İstanbul ve periferisi bulunuyor. Daha küçük ölçekte, ülke içinde önemli şehirler malum, ama onlar arasında da geleceğe entegre şehirler sıralamasında galiba esasen İzmir, Ankara ve Eskişehir'i sayabiliriz.
Dar alanda hammadde işleyebilen, finans merkezi olan, kültür endüstrisinin yaşadığı, hukuk sisteminin iyi işlediği, banka ve sigortalrın üslendiği global metropollerin işlemesinin garantörü, gene teritoryal devletler. Gene teritoryal örgütlenmeler ve eğitim sistemi sayesinde bu metropollerdi taşıyan kalifiye iş gücü sağlanıyor. Kalitatif yüksek konsantrasyon sonucu elde edilen ekonomik avantaj, merkezî olmayan (desentral) ekonomiyi güçlendiriyor. Ve bu noktada, devletlerin ekonomi politikalarının yeni global mertopollerin güçlenmesine ve zayıflamasına ne kadar önemli etkiler yaptığı da net. Terör tehdidi altındaki İstanbul zayıflarken, Diyarbakır'ın global ekonomiye katılması engellenebiliyor. 1980'ler öncesi dünyasında ekonomik güç sıralaması yapılırken listeye ülke adları konuyordu, bugün de konuyor, ama artık devlet sıralamaları eskisi kadar gerçekçi değil. Sıralamaların giderek şehirler üzerinden yapılacağı, kapitalizmin ilk dönemine benzer bir sürece giriliyor. Ulusdevletlerin metropollere homojen dil ve kültürde kalifiye eleman yetiştirme tekeli de aşınıyor. Dil İngilizce, eğitim biçimi de global ve yerellik eskisinden daha önemsiz hale geliyor. Şehirler, uludevletlerden ve uluslararası ilişkilerden daha bağımsız hale geliyor. Şehirler, uluslarötesi kapitalin mal/iş/eleman dolaşımının merkezleri olarak ulusdevletlerin kontrolünden giderek çıkarlarken, üzerinde yaşadıkları ulus devletlere katkıları da çetrefilli bir rota izliyor. Bu şehirler ülkelere prestij sağlarken, maddi katkıları beklendiği kadar olmuyor. Mesela İstanbul, artık sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin değil, global ekonominin ve global kültürün de malı ve ona uygun yeni bir İstanbul elitinin ortaya çıkmakta oluşuna bakarak, eskinin milliyetçi/ulusalcı mukaddesatçı Türkçü elitinin gelecekte sadece küçük bir azınlık teşkil edeceğini söyleyebiliriz. Bu fikir şimdi bazılarına absürd de gelse, dünyadaki genel trende uygun bir gelişme.
Kapitalizmin kategorik kriz sürecine tekabül eden Postkapitalist dönemde şehirlerin yeniden sistem merkezleri haline gelme eğilimi, teritoryalliğin (kapitalizmin ulusal egemenlik alanının) da zayıfladığına işaret ediyor. Sağ Popülizmin yeniden güçlenmesi, kapitalizmin bu yeni aşamasına hakkıyla uyum sağlanamaması ve yeni alternatiflerin henüz ortada görünmemesindendir. Malesef çok acıya ve ölüme neden olan yeni milliyetçiliklerin ömürleri de kısa olacak gibi görünüyor. Kapitalizmin en temel siyasi ifadesi olan milliyetçiliklerin zamanla marjinalleşip önemsizleşeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Şehirlerin -Türkiye'de İstanbul'un- global anlamda çok daha önem kazanması ve ülkeye daha fazla prestij kazandırması, kapitalizmin en başında kapitalistleşmede motor rolü oynaması, şimdi de postkapitalist dönemde yeni bir rol oynayabileceğini gösteriyor. Ülkeyi de arkasından sürükleyebilecek önemdeki bu gelişmenin sistemsel garantörü, gene Türkiye Cumhuriyeti ve onun -gelişmelere takaza olmayacak- demokratik seküler hukuk devleti yapısı. Bu özelliklerin yaşatılıp geliştirilmesi, ülkenin bütünü için de tayin edici önemde. Yoksa günün birinde İstanbul ve havzasının ülkeden bağımsız bir yapı haline gelmesi hiç de bilim kurgu malzemesi değil, gerçek olabilir.
Kırılganlaşan global ekonominin işleyebilmesi, barışın yaygınlaşmasına ve kalıcılaşmasına bağlı. "Küçük olsun benim olsun" mantığı, üçüncü sınıf bir yer olmayı peşinen kabul etmek demektir. Gelişmenin bu aşamasında neoliberal islamcılığın ardından milliyetçiliğin bastığı zeminin de zayıflaması, Türkiye'nin müzminleşen Türk-Kürt meselesinin sosyo-ekonomi dili ve duruşu üzerinden çok daha yaratıcı ve barışçı bir evrim geçireceği aşikar. Kapitalizmin teritoryal bağımlılığının azalması, barışın sağlanması durumunda bir çok konunun düşünülenden daha kolay aşılabileceği ortamı da yaratabilir. Geleceğe akıllıca hazırlık, elbette kapitalizm ötesi alternatiflerin de denkleme dahil edilmesiyle mümkün. Kapitalizmin yeni aşamasını iyi anlamak, onu akıllıca kullanmak ve aşmak için büyük önem taşıyor.