1970'lerin başında yaşanan petrol krizi ve yükselen petrol fiyatları sayesinde Ortadoğu'da yeni merkez ülke haline gelen Suudi Arabistan, tüm Sünni Ortadoğu'yu (Rabıta üzerinden de Türkiye'yi) etkiledi. Bu etki, Ortadoğuda 'Ulus inşaası ve milli kapitalizmler' sisteminin bozulmaya başladığı döneme denk gelmişti ve yeni bir teolojik politika türünün icadıyla da sınırlı değildi. Siyaseti ilahi temellere dayandıran ve "tek doğru"nun tekeline sahip olduğu iddiasındaki modern teolojik politika, Ortadoğu'da zayıflayan seküler ideolojilere alternatif olduğu iddiasındaydı. Kendine "şirk" koşmayan, (yani sahibi olduğunu düşündüğü "tek ilahi doğru"yu başka hiçbir siyasi görüşle tartışmayıp, iktidarı kimseyle paylaşmayan) en popüler yeni dincilik türüne, 'İslamcılık' diyoruz. Neoliberal dönemde Evanjelistler, Hindu milliyetçileri ve diğerleri de ortaya çıktı, ama hiç biri İslamcılık kadar etkili ve başarılı olamadı.
Ortadoğu'da 1920'lerde başlayan modernleşme ve kapitalistleşme furyası, devlet sektörünün özel sektörü dengelediği veya ondan daha güçlü olduğu bir milli kapitalizmi esas alıyordu. Kırlardan şehirlere göç artınca ülkeler şehirleşti, "sanayileşmek" en önemli hedefti. Bu dönemin sistemsel özellikleri, 1970'lerde bozulmaya başladı. 1980'lere gelindiğinde, üretici reel ekonominin merkezî yerini, finans endüstrisine dayalı sanal ekonomi almıştı. "Ücretli iş ile meta/mal üretimi üzerinden elde edilen kâr", paraya para kazandıran borsa spekülasyonlarından elde edilen kârın altında kalıyordu ve endüstriyel üretim, ekonominin motoru olmaktan çıkıyordu. Bir tür plancı kooperatist devlet kapitalizmi olan reel sosyalizm, bu şartlar altında hızla işlemez hale geldi. Aynı dönemde milli ekonomilerin milli (ve sosyalist) ideolojileri de, etkilerini yitirdiler.
Petrol krizi sonrasında ilk İslamcılar piyasaya çıktığında, sonradan modernleşmiş Ortadoğu ülkelerinde yaşayan fakir halk, modern gelecek perspektifini yitirmiş, evrensel ilerleme idealinden kopmuştu. Şehirlere yeni göçenlerin modern hayat tasavvuru, maddi statü sembollerine indirgenip içeriği boşalmıştı. İşte İslamcılık, ortak özelliği sekülerlik olan milli kapitalist/sosyalist devleti yeni ilahi ideolojisiyle tahkim ederek değiştireceği ve ona yeni can vereceği iddiasıyla popüler oldu. Krizdeki "Batı tipi" ulusdevlet ideolojilerinin ortak özelliği 'sekülerlik/laiklik', yaldızlı tarihi geçmişten (modernleşme öncesinden) kopuşun baş sorumlusu ilan edildi. Üstelik İslamcılık, reel sosyalist coğrafyada terkedilen Batı karşıtlığını da "antiemperyalist" söylemiyle yeniden canlandırdı. Ama en etkili ideoloji olabilmesini, neoliberalizme ve yeni konjonktüre borçludur.
1991'de Sovyetler Birliği'nin çöküşünün ardından İslamcılar, mağlupların ve krize girenlerin hepsinin seküler ülkeler ve rejimler olduğuna işaret ediyorlardı, ama söylemleri dışında sisteme alternatif olabilecek -ekonomiyle ilgili- yeni bir yanları yoktu. Onlar neoliberalizmin en fütursuz ve vahşi türünü uygulayıp, yaptıklarına kutsal kitaptan kudsiyet yakıştırıyorlardı o kadar. Ayrıca İslamcılık İslam olmayıp, kapitalizme özgü "bireyselleşme" semptomunun dini semboller kullanarak kendine yeni bir kimlik uydurması hâliydi. Ve İslamcılık, "çıkarlarını savunduğu yapay toplumsal bütüne kendi isteğiyle dahil olmak" modern düşüncesiyle siyasallaşmış kurgusal "Müslüman" kimliğin modern ideolojisiydi. Bu haliyle 'modern ideoloji' İslamcılık, 1980'lerde şehirlere gelip sonradan modernleşen fakir kesimlerin temsilcisi olmayı başardı. İslamcılar, seküler ideolojilerin tam da kriz döneminde modernleşen kitlelerini kazandı, global neoliberal politikalara sadık kaldı ve neoliberal görece refah döneminin nimetlerini sadece kendi yandaşlarıyla paylaştığı geniş bir nepotist ağ kurdu.
Neoliberalizm, milli sınırlar ötesi globalleşen firmaların yeni kapital birikimi için yağmalanacak alan ararken "kamu malını ve alanını keşfetmeleri" devridir. Varlıkları düzenli olarak özelleştirilip satılan, kurumları firmalara pazarlanan ve bu nedenle gelirleri sürekli düşen ulusdevletler hızla zayıfladılar. İslamcılar, neoliberalizmin kültürcü felsefesine de kolay uyum sağladılar. Toplumun alt gelir grubu ve orta alt gelir gurubunun bugün de İslamcı partileri seçmelerinin temel nedeni, neoliberal süreçte devletin terkettiği sosyal-devlet hizmetlerin bir çoğunun islami cemaatler tarafından üstlenilmesi ve buradan kurgulanmış bağımlılıklardır, gelecek korkularıdır ve alışkanlıklardır; devletin ilahi değerler sayesinde sorunlarını aşıp eski güçlü günlere geri dönüleceği hayalidir. İslamcılar, siyasi bağımlılığın en sağlam türünün ekonomik bağımlılık olduğunu çabuk öğrendiler. Siyasi iktidarları sayesinde kurdukları imtiyaz mekanizmalarıyla kendilerine bağımlı, biatkar ve suskun bir kitle yarattılar. Neoliberalizmin zayıflattığı milli ekonomiler ve onların milliyetçi/ulusalcı/sosyalist ideolojileri, aynı başarıyı kazanamazlardı.
Seküler milliyetçiler (ve eski sosyalistler), ulusdevleti zayıflatan neoliberal uygulamalara, özelleştirmelere direnç gösterdiler. Neoliberalizmin ulusdevleti zayıflatmayı amaçlayan gelecek perspektifine uyum sağlamıyorlardı. Bu aşamada ortaya çıkan etnik/dînî kültürcülük, dünyanın sosyo-ekonomik farklılıklar üzerinden değil de kültürel farklılıkar üzerinden tarif edilmesi demekti ve Huntington'un "Kültürler savaşı mı?" makalesinde ifadesini bulmuştu. Türkiye'nin İslamcıları tarafından "Medeniyetler savaşı" (ve barışı) adı altında kullanılan bu ideoloji, dünyayı kültürel bölgelere ayırıp Türkiye'yi de "İslam medeniyeti" coğrafyasına koyuyordu ve o coğrafyada "geleceği temsil eden" de, olsa olsa -ılımlı tarafından- islami politikacılar olabilirdi, Batı'ya has özellikler taşıyan sekülerler değil! Bu şematik bakış, dünyanın heryerinde dinciliği güçlendirdi.
Batılı demokrasi talep eden Arap Baharı ve Gezi gibi ayaklanmalarla Kültürcü ideoloji artık tamamen çökmüştür ve bu durum, Türkiye'deki "ılımlı islam"ın da dünya nezdindeki kesin ideolojik sonu olmuştur. 2008'de başlayan sistem kriziyle birlikte Huntington'ın kültürcü dünya görüşü iyice tavsamıştı, çünkü keskinleşen sosyo-ekonomik sorunları kültürcü argümanlarla örtmek artık mümkün değildi. Huntington'un dünya dörüşüyle uyumlu İslamcılık, kısa sürede dünyanın desteğini kaybedip, düşmanlığını kazandı. Bugünkü haliyle İslamcılık, bir zamanlar sosyalist bloğun yaşadığı çöküşe benzer bir süreçten geçiyor. İslamcılar, Batılıların külürcü tasavvurunu, kendi islamcı tekçi teolojik politik hedefleri adına -Batılıları uyandırmadan- sonuna kadar kullanmışlardı. Şimdi sistem krizi, kültürcü ideolojinin altını oyup boşaltıyor, çünkü kültürcü argümanlarla ve kuru hamasetle idare edilemeyecek kadar sorunlu bir dünya var Türkiye o dünyanın en sorunlu ülkelerinden.
1991'de Sovyetler Birliği ve Sosyalist rejim çöktüğünde, bu olayı "demokrasinin zaferi" diye satan ama daha sonra kapitalizmin adını bile ağzına almayan eski Solcu (yeni Sağcı) entelijansiya, "sosyalizmin yenilgisi"nin, kapitalizmin devletçi biçiminin yenilgisi olduğunu asla konu etmemişti. Oysa sadece sosyalist olanlar değil, devletçi tüm kapitalizmler krize girmişti. Globalleşen ve rasyonalleşen, üretimini ucuz işgücü ülkelerine kaydırıp, birikimini Seyşel adalarına istifleyen uluslarötesi yeni kapitalizmin, dünyayı kültürler üzerinden tasnif etmek istemesi çok normaldi, çünkü milli ekonomilerin milli sınırları globalleşen ekonomiye engeldi. "Beğenseniz de beğenmeseniz de dünyadaki en iyi rejim demokrasidir" (yani neoliberal, özelleştirmeci kapitalizmdir) söylemi, bu şartlar altında tüm dünyada "liberaller"in söylemi haline geldi. Kapitalist sistemin ancak ulusdevletler sistemi içinde yaşayabileceği gerçeği unutuldu, ta ki ulusdevletlerin çöktüğü Afganistan, Somali, Irak, Suriye gibi yerlerde boşluğu korsanların, Taliban tipi örgütlerin ve nihayet IŞİD'in doldurduğu, iyice anlaşılıncaya kadar.
Neoliberal dönemde Bin Laden'ler üzerinden bir ara sistemin modern kriz ideolojisi haline gelen İslamcılık, artık sadece global yıkıcılık rolü üstleniyor ve yıktığının yerine de yeni bir şey koymuyor. Üretemeyen ve tüketemeyen istikrarsız bir coğrafyanın, global sistem tarafından olumlu bulunup desteklenmesi düşünülemez. Sistem için hızla gereksizleştiğini anlayan ılımlı islamcılık, Arap Baharı'ndan sonra teolojik politik fabrika ayarlarına geri döndü ve özünde "teolojik tek doğru" nun tek otoriter hükümdarı/halifesi/sultanı demek olan "kutsal düzen" adına kapitalizmin yaşayabilmesi için gerekli asgari demokratik koşulları da ortadan kaldıran düzenlemeleri hayata geçirmeye çalıştı. Bu arada ekonomi, ılımlı İslamcıların antidemokratikleşen halini taşıyabilecek esnekliğe sahip değil. Türkiye gibi ülkelerin kolay borçlanıp kolay büyüyebileceği şartlar da geride kaldı.
Miadının dolduğunu anladığı halde kendini yeterince güçlü hisseden İslamcılık, ılımlılığı terkederek kendini "ilahi tek düzen" sayadursun, cinsiyetçi ataerkil arkaik bir ahlakçılık ve yasakçılık dışında, akla gelebilecek herşeyi -hatta köleleştirdiği kadını bile- metalaştıran vahşi bir neoliberal yağma düzenini ısrarla uygulamakla, sadece en vahşi ve talancı ahir zaman kapitalizminin ideolojisi olabileceğini gösterdi. Bu haliyle kudsiyetini de tamamen yitirdi. İslamcılık, sosyo-ekonomik anlamda barbarlaşan ve uygarlığın temel koşullarının reddi haline gelip canavarlaşan bir kapitalizm türünün temsilcisi haline geldi. Bu aşamada bizzat insan da köle pazarında alınır satılır bir meta oldu. İslamcılığın kaderi, temsil ettiği ve ısrarla uyguladığı barbarlaşmış neoliberal kapitalizm türüyle birlikte tarihe karışmak gibi görünüyor. Sürdürülemez nepotist vahşi neoliberalizm türünün son savunucusu İslamcılığın ve kimlikçi ideolojilerin iflasıyla doğan boşluğu, kutsal değerleri dışlamayan yeni bir seküler etik ile sorunlara sosyo-ekonomi üzerinden yaklaşan yeni Sol dolduruyor.