Eski Yunan mitolojisine göre Tanrılar, karmakarışık bir hiçlikten doğmuştur. Eski Çin mitolojisine göre de herşey o belirsiz karmaşadan doğmuştur, önce ikiye ayrılarak, erkek prensip Yang ve dişi prensip Yin doğmuştur. Türklerin Umay ve Ülgen ile sembolize ettiği Yin ve Yang'ın birbiriyle ilişkisinin dozu, derecesi, şekline göre de şeyler ve olgular ortaya çıkmıştır (Konunun bu alanını, yeniden dönmek üzere, Gezi sonrasının yeni Sol'u için yazdığım "Yeni Gerçekçilik" altbaşlıklı Manifesto yazılarına bırakıyorum). Yaratıcılığı sınıflandırmak, Tanrısal/ilahi yaratıcılıkla diğer yaratıcılıklar arasına şimdilik belirgin bir sınır çekmeye gerek duymadan, "yaratıcı düşünce"nin ortaya çıkmasıyla ilgili bazı şartlara ve onun yaşam alanına dikkat çekmek istiyorum, zira bu konu bir tek yazıyla yetinemeyecek kadar önemli.
Yaratıcı düşüncenin mutlaka belli bir rahatlık katsayısının üzerinde ortaya çıktığı gibi önyargılarla ilgilenmeden önce, yaratıcılığın bir evrensel durum olduğu ve heryerde evet her yerde ve her sosyal şartta ortaya çıktığını söyleyelim. Mesele yaratıcılığın olup olmaması değil, yaratıcılığa karşı tutumun ne olduğuyla ilgilidir. Finlandiyalı ve Koreli yaratıcılığa nasıl davranılmasını anlayıp titizlikle uyguladığı için Türk'den "daha yaratıcı"dır, yoksa daha akıllı olduğundan ve aklında daha çok şimşek çaktığından değil.
Yaratıcı meslekler, sadece yazarlık, çizerlik, ressamlık, müzisyenlik gibi doğrudan sanat ve estetikle ilgili değillerdir, ama bir şekilde sanat ve estetikle ilgilidirler, çünkü konulara sevgiyle yaklaşmak ve özgür düşünce gibi ön şartlara sahiptirler. Ama bu kadar değil. Bir insanın aklında bir düşünce veya sanat eserinin parladığı anlarda, Schiller'in deyimiyle bu "ilahi kıvılcımlar"ın hakkının verilebilmesi için özdisiplin gerekir, yani yaratıcı düşünce öyle rahat, şarap içerken havadan edinilen falan birşey değildir. Yaratıcı fikir, bir konuda zaten gece gündüz çalışan, meşgul olan, o işin havasına girmiş kişilere gelir. Burada tabii, evrensel kriterlere göre -her insana dokunabilen- yaratıcılıktan bahsediyorum; "hadi bi iş kuralım" tipi, herkesin aklına gelebilecek günlük "yaratıcılıklar"dan değil. Dünya klasında marka üretmekten tutun da, moda/tekstil ürünleri tasarlamak, bilgisayar programı yazmaktan kült ölçeğinde filmler çekmek ve Dünyaya müzik yapmaya, hatta yeni ekonomi modelleri tasarlamaya ve Dünyaya örnek olmaya kadar geniş bir yelpazeden bahsediyoruz.
"Yaratıcı fikirleri olan" çoktur, ama yaratıcı fikirleri hayata geçirenler azdır, çünkü buna ya fırsat/imkan bulamazlar, ya da içinde bulundukları meslek alanı o fikirleri "belli kalıplara döküp" öldürür. Ama yaratıcılığı engelleyen en önemli etmen, bir ülkenin genel mental iklimi, halkının (ve devletinin) yaratıcılığa karşı tutumudur. Bu yazının küçük blogda (Konstantiniye mikronotları) değil de burada yer almasının nedeni de bu. Türkiye bu konularda -1960 darbesi sonrası, 1971 darbesine kadar olan on yıllık dönemi saymazsak- çok kötü bir sınav vermiştir ve yasakçılığı/günahçılığına yenilerek Türkiye'nin bir vasat hıyar tarlasına dönüşmesine neden olmuştur, tabii bu durum artık değişiyor ve yaratıcılığın yükseleceği bir dönem geliyor.
Yaratıcılık, "bir pınarın başında otururken akla gelen fikirler" türünden tamamen bireysel bir konu değildir dedik. Burada yaratıcılığın bir olgu olarak benimsetilip yükseltilmesiyle ilgilendiğimiz için konunun sosyal boyutuna özellikle eğiliyoruz. Bir yazar okursuz neyse, bir ressam da sergisini ziyaret edenin olmadığı ortamda yaşayamaz. Bunlara değer veren bir anlayışın olmadığı bir yerde büyük sanatçı, büyük eser de olmaz, olursa da az olur, çünkü yaratıcılık, Yin ve Yang gibi iki yanı olan bir olgudur; bu denklemin yaratıcı Yang kısmı eserin üretilmesi ise, Yin kısmı da o esere değerini veren halktır. Bunun nasıl işlediğini yakın tarihimize bakıp görmek de mümkün elbette. Bence Türkçe dilinin en önemli yapıtlarından ya birincisi ya ikincisi ya üçüncüsü olan "İnce Memed" romanının piyasaya çıkıp Dünya kültürüne malolduğu yıllar, Türkiye'de kültüre en çok değer verilen, en çok kitap okunan 1960'lı yıllardır. Yaşar Kemal kitabı 1960'dan hemen ömce yayınlamıştı, ama Türkiye'nin o verimli on yılında bir fenomen oldu. Bunda en büyük rol, onun değerini bilen Türk okurunundur elbette. O dönemin yaratıcı değeri, özel bir araştırmayı hakedecek kadar büyüktür. Bu dönem, sadece Yaşar Kemal, Aziz Nesin gibi yazarların değil, Nazım Hikmet'den Orhan Veli'ye, Rıfat Ilgaz'dan Devekuşu Kabere'ye, Aşık İhsani'den Aşık Mahsuni'ye, yani halk sanatına kadar bir dizi sanatsal yaratının dünyaya açıldığı dönemdir. Yaman bir köylü olan Aşık İhsani'nin Paris'de taltif edildiği yıllardır. Ve bütün bunlarda, 1960 darbesi sonrası yapılan demokratik Anayasa'nın ve yeni AP iktidarının ona bir yere kadar saygılı olmasının katkısı vardır. Türkiye'nin yeni döneminde devletin ve hükümetlerin özgür düşünceye/sanata saygılı olması ve desteklemesi, 1960 sonrasından çok daha yaratıcı bir dönemi getirebilir.
Sanata değer veren halk faktörü nedense genellikle gözardı edilir. Nazım Hikmet'in bu kadar büyük bir şair olabilmesi de, Türkiye'de yasaklı olmasına rağmen Sovyetler Birliği sayesinde Dünya okuruna sunulmasıyla gerçekleşmiştir. Gezi isyanı, Türkiye'deki yeni dönemi taşıyabilecek bir gençliğin yaşadığını, yaratıcılığın halkta önemli bir karşılığının olduğunu göstermiştir. O halde yaratıcılığı bilinçli bir şekilde destekleyip yaygınlaşmasını destekleyen iktidarlar, Türkiye'nin betondan çok daha rapine işler/şeyler üretebileceğini ve insanlık hazinesine yeni katkılarda bulunabileceğini gösterebilirler. Bu durum, eski aşağılık komplekslerinden kurtulmakta olan Türkler'in yeni ve sağlam bir özgüven kazanmaları için son derece önemlidir.
Yaratıcılık en başta bir bireysel iştir elbette, bir cesaret ve düzenli çaba meselesidir, gereğinde rezil olmayı göze alabilmeyi falan da gerektirir. Korkaklardan büyük sanatçı/yaratıcı bireylerin çıktığı hiç görülmemiştir. Ve yaratıcılığın burada bizim anladığımız anlamdaki, ilahi biçiminden ayırmadığımız hâli, yaratıcı bireyin "Ben/Ego" olmayı bırakıp "O" olduğu halidir. Bunun mistik açıklamasına ille de girmek gerekmez ama, Çinlilerin "Dao", Türklerin "Kayrakan" dediği, "Herşeyin ruhu"na teslim olmak gerekir. Bu çok önemli konuyu, ünlü ressam Emil Nolde, "Hiçbirşey'in içinden, onda olan herşeyi bulup çıkarmak, Tanrısal yaratıcı gücün mutluluğudur" gibi bir cümleyle anlatmaya çalışmıştır. Kısacası, "Bırakın, yaratıcılığın kendisi sizin üzerinizden Dünyaya aksın" da diyebiliriz. Filozof Wilhelm Schmidt, "Ben" üzerinden düşünerek güdük bir yaratıcılığa ulaşılabildiğini, ama kendi egosunu rafa kaldıranların daha kapsamlı bir yaratıcılık sergileyebildiğini anlatır (yanılmıyorsam, okuduğum "Glück" adlı kitabından bu blogda bahsetmiştim).
Bir insanın Tanrısal/ilahi yaratıcılıkla çelişmeyen, kendi ego'sunun ötesinde bir yaratıcılık sergilediğini nasıl anlarız? Gerçek yaratıcılık, sizi kısıtlamaya/kontrole kalkışmaz, manipulasyona/yalana gerek duymaz. Bizim burada esas aldığımız ve destekleyeceğimiz sahici yaratıcılık, başka insanlara da özgürlük şartları altında ilham olan, insanları kendine bağımlı kılmak yerine özgürleştiren yaratıcılıktır. İşte o yaratıcılık, Türkiye'yi kanatlandıracak yaratıcılıktır.