Lise'deyken devrimcilik oynayıp plakat yazma işlerini üslendiğim, duvarlara yazı yazdığım ve en önlerde yürüdüğüm için bazı işgüzar yaşıtlarım/akrabalarım tarafından anneme şikayet edildiğim zamanlardaki yürüyüşlerden çok farklı birşeydi. Bu kez, halk sahiden vardı, hem de en önde yürüyordu ve müthiş bir tempoya kapıldım. Çok hızlı ve hareketli bir hayat! Uyku saatlerimden tutun da konuşma alışkanlıklarıma kadar birçok şeyin değiştiğini sevinerek "müşahede" ediyorum. Ama tam da buradan başka bir konuya geleceğim: Koşan zamanlar, zıplayan saatler...
Devrim zamanlarının hızı normaldir. Bir de devrim olmayan zamanların normal sayılmaya başlanan ve yavaşlatılması gerektiğini söyleyeceğim hızı var. Sonda söyleyeceğimi başta söylemekte bir beis görmeyip, Friedrich Nietzsche'nin bir sözünü hatırlatmak istiyorum: "Sakinliği (yavaşlığı) eksik uygarlığımız, bir barbarlığa doğru koşuyor". Nietzsche, insanoğlunun/insankızının karakterinin, bu konuda düzeltilmeye muhtaç olduğunu da söyler -laf arasında belirteyim, Gezi Parkı'nda başlayan 31 Mayıs devrimiyle doğan özgürlükçü mantalitenin, bu tip "düzeltmeler"i zaman içinde gerçekleştirebilecek kalitede olduğunu düşünüyorum.
Hayat neden bu kadar hızlı?
Hayatın nasıl inanılmaz hızlı olduğunu ve bu acaip/saçma durumla övünen -yani çok koşturmakla övünen- insanların komikliğini herkesten önce bana sorabilirsiniz. Evet! Bu saçma ve ruh katili koşturmacanın dışında kalmanın birçok bakımdan hiç de kolay olmadığını söylemeliyim.
Bugün iş odaklı günlük koşturmaca, artık bir kriz haline gelmek üzere ve bu durum en çok "gelişmiş" ülkelerde çok bariz. Bunun farkına varan kişiler var, ilçeler köyler falan da var. "Yavaşlayalım" diyorlar ve kasabalarda otomobil kullanmayı yasaklıyorlar mesela. Bazı yerlerde cep telefonu kullanmaya karşı çıkanların olduğunu, Türkiye'de bu lüksü sadece entelektüellerin uyguladığını (mesela Murat Belge) duymuşsunuzdur. Eski zamanların yavaş akan günlerini geri getirmek için teknik girişimler var. Ama konunun özüne inmeye kimse niyetli olmadığından, herşey bir nostalji, bir süs olmanın ötesine geçemiyot. Günümüzün iş anlayışı ve iş temposu, artık günlük hayatla olan sınırları da kaldırdı. Zınk diye eMail geliyor veya SMS alıyorsunuz, olmadı telefon geliyor. İş temposu -ki paranın temposuyla alakalıdır (bu konuda bu blogda yazılar bulabilirsiniz, sevgili Eske Bockelmann ile yaptığım sohbeti de okuyabilirsiniz)- hemen sizin yaşam temponuza sarkıp, onu belirlemeye başlıyor...
Ben -ne yalan söyliyeyim- 31 Mayıs devriminin çok hızlı temposuna kapıldım, bilerek, isteyerek. Ama iş hayatının temposuna hayatım boyunca kapılmamış olmak gibi bir lüksüm var. Bunun önemi, zamanın, eskisi gibi bir kalıcı bir nitel değere sahip olmamasına karşı durmakla ilgili bir şey. Anlamı olmayan sürekli bir akış. Kalıcı bir değeri olmayan sürekli iletişim. Konuşmalar konuşmalar konuşmalar. Asıl mesele çalışmak da değil, sürekli bir birşeyler yapmak zorunda olmak. Bu baskı, neoliberal zamanlarda şekillenip hayatı belirlemeye başlamış bir şey.
Eskiden bu koşturmacanın neden yaşanmadığını biraz düşününce kolay buluyoruz: Hayata ritm veren başka bir zaman anlayışı...
"İkindiden sonra gelirim."
Bu sözü en son rahmetli Anneannemden duymuştum. "Saat Beşte" falan gibi laflar etmezlerdi onlar. İstanbul'daki Rum Ortodoks cemaatinin ayinine hiç katıldınız mı bilmem ama son derece yavaş ilerleyen, saatler süren bir ibadettir. Bunlar, eski zamanların ritmleri. Hayatın daha da yavaş akmasını sağlayan ve bu şekilde insanların, huzuru içselleştirmelerini sağlayan, "doğal" sayılan faktörler. Bunlar, ritüellerdi ve onların ritmiydi. Hani günlük hayatın ritminden tamamen çıktığınız, ama sizinle birlikte çevrenizdeki insanların da çıktığı anlar. Bayramlar da böyledir aslında. Benim kendi gözlemim, insanlara kendileri olmaları için ortam sunan ve hayatın derinliğini anlamalarını sağlayan bu yavaşlığın bozulmakla birlikte, neoliberal dönemlere kadar yaşadığıdır. Neoliberalizmle birlikte zaman hızlandı. Hızın bir anlamı da yok. Geriye birşey kalmıyor. Ve bu hızlanmanın kökeninde, para işlerinin hızlanması ve onun iletişime yansıması vardır aslında.
Buradan gene (tekrar tekrar) 31 Mayıs devrimine gelmek istiyorum. Eskisinden farklı bir hızlanmayı da beraberinde getiren bu olay, neoliberalizmin ritmini bozdu ve onu kendine tabi kıldı. Bunu nasıl yaptığını anlatmak, bu yazının camını-çerçevesini patlatır, ama canınızı sıkmak pahasına da olsa, şu kadarını söylemeliyim; bir logaritmik eğri düşünün. O eğri X-aksından gelip hızla yükselerek Y-aksına paralel bir çizgi haline geldiğinde, sonsuza doğru uzanır. Yani hızın, herşeyi değiştirip eşzamanlılık gibi bir durum yaratması...
Devrimlere özgü bu durum, ardından yeni bir zaman kalitesinin başlamasını da zorunlu kılar. İşte ben de o yeni zaman kalitesini bekliyorum. Ortalık sakinleşecek, taşlar yeniden yerine oturacak ve bu arada sessiz sedasız bir zaman devrimi de gerçekleşmiş olacak. Koşturmacanın yerini anlamlı dolu-dolu bir huzur ve yavaşlık alacak. Tek tek kişilerin mükemmelliği keşfettiği bir birlik atmosferi. Nazım Hikmet o şiirini bu günler için yazmış olabilir:
"Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşcesine..."
Galiba o zaman, zamanı durdurup, çınar gölgesinde çay içeceğiz -birlikte, tek ve hür...
Ve neden bu kadar mutlu ve huzurlu olduğumuzu da sorgulamayacağız. Çünkü o hal, en doğal şey sayılacak...