Türklerin dünyaya dönüşü, Batı sorunu ve iç politikanın tasallutundan kurtulmak

Türkler, kendilerine kurdukları kompleksli çarpık (sanal) dünyadan uyanıp, evrensel değerlerin gerçek dünyasına dönüyorlar. Kendi kısır iç politika tartışmalarına gömülmüş Türkiye'nin artık gözünü açıp dünyaya bakması gerek deyince, aklına hemen "jeostrateji" gelen ve İslamî/Osmanî "İmparatorluk" hayalleri kuranların etkilerini tamamen kaybetmekte oldukları bir döneme giriyoruz. Bu dönemin galiba görünürdeki en önemli köşetaşları 2008 krizi, Arap Baharı, Yunanistan'ın çöküş tehlikesi ve belki Türk Yazı'dır (bu deyim Murat Yetkin'e ait). Ama "pek görünmeyen" kategorisinden, "hiç görünmeyen" kategorisine kadar, en azından algılanması geken bir dizi önemli konu var ve onlardan bazılarına burada değinmek istiyoruz.

2008de başlayan krizin, sıradan konjonktürel bir kriz olmanın ötesinde, bir sistem krizi olduğunu çok yazdık, ama değişim/dönüşümden bahsederken, Batı'nın değişim dönüşümünü de konuşmalıyız -ki Arap dünyasının demokratikleşmesinden ve mesela Tunuslu devrimcilerin son Türkiye seçimlerini dikkatle izleyerek Tayyip Erdoğan'ın Bin Ali'nin Türk versiyonu olduğunu anlamalarından daha önemlidir.

Demokratikleşme, yeniden dirilen 'Özgürlük' anlayışının yaygınlaşması gibi konular, ve Batı dünyasında da önemsenen evrensel değerlerin yeni boyutlar ve derinlik kazanması, dikkat çekici gelişmelerdendir. Batı'daki değişim/dönüşümden bahsederken, bu faktörün bir tür zorunlulukla ortaya çıktığı da görülüyor. Artık Papa dahil herkes "Bu böyle gitmez" diyorsa, bunu daha dikkatle incelemek lazımdır. Batı'nın çökmekte olduğuna isat eden tezlerin birleştiği konu, özünde, 'tatsızlaşma' meselesidir. Hayat tatsızlaşıyor, anlamsızlaşıyor, para/mal/bilgi biriktirmek falan kesmiyor. Kesmediği anlaşıldı... Türkiye'deki muktedir "Müslüman" muhafazakarların henüz anlayamadıkları ve bu deneyimde saplanıp kalmaları bir yana, günümüz dünyasına hakim görünen Batı'nın ne olduğu ve nereye gittiği konusu tayin edici önemde.
Ben 'Batı' terimini, coğrafî/siyasî Batı ve sistemsel Batı diye iki ayrı kategoride değerlendirmekten yana olanlardanım (Nuray Mert beni andı!..) Şimdi sadece sistemsel değil, coğrafi Batı da krizde.

Burada bir parantez açıp, Batı'nın nasıl olup da dünya hakimi olduğu konusuna bakalım. Bu konuda Niall Ferguson'un yeni bir kitabı var. Bu zayıf kitabın bizi ilgilendiren kısımlarından biri de, Osmanlı İmparatorluğu ile Batı'yı kıyasladığı bölüm olabilir. Kısaca, Avrupalı karakterinin (?!) ve bilimin üstünlük sağladığını söylüyor. (Bkz. Yazarın "civilization" adlı yeni kitabı)
Biz bu üstünlüğün asıl kapitalizmle ve onunla ilintili bir çok faktörle alakalı olduğunu biliyoruz. Tabii bu çerçevede: "rekabetçi zihniyet", iş ahlakını ve okuryazarlığı özendiren Protestanlık, bilim/bilimsellik/rasyonalizm, tıbbın gelişerek insan ömrünü uzatması, mülkiyetin hukuki güvence altına alınması ve buna bağlı olarak 'hukuk devleti'nin doğması, nihayet demokrasi, Batı'yı yükselten faktörler olmuştur.

Burada en önemli faktör, bu gelişmenin temel dinamiğinin para/kâr ve Marx'ın deyimiyle "Wert" yani "Değer" (ve sistemi) olduğudur. Batı'nın yükselişinin asıl dinamiği, sosyal hayatı ekonomi/para/değer üzerinden tarif etmesi ve hayatın önceliklerini değiştirmesidir. Bu "iş" -Papa'nın da deyimiyle- artık böyle gidemeyeceğine göre, Batı sonrası yeni uygarlığın temel/asıl dinamiğinin para/kâr olMAyacağını, ekonomi merkezli olmayacağını söyleyerek, tartışma alanımızı biraz daha daraltıp yoğunlaştırabiliriz. Batı sistemi nasıl kapsayıcı global bir hale geldiyse, onun bu bütünsel hali üzerinden dönüştürücü bir etki/güç kurmak, bunu da insanları ikna ederek yapmak, şimdilik en genel -ve herkesin kafasına yatabilecek- dönüşümcü anafikirdir. Savaşsız, barışçı bir dönüşüm de bunu dikkate almak zorundadır.

600 yıl önce bir Avrupalı'ya, "Siz birkaç yüzyıl sonra dünyaya hükmedeceksiniz" deseydiniz, buna kesinlikle inanmazdı. O dönemde Avrupalı birinin görüş mesafesindeki Osmanlı Türkiyesi en ileri yerdi; görüş mesafesinde olmayan Çin'deki Ming hükümdarlığı da Avrupa'dan daha ileriydi. Gene o dönemde Avrupa'nın nüfusu, dünya nüfusunun yüzde onuydu. Fakat Türklerin Avrupa'dan çıkarıldığı 1912 yılı sonrasında Batı, dünya nüfusunun yüzde 60'ını, dünya ekonomisinin de yüzde 79'unu doğrudan kontrol ediyordu...

Bu resmin önünde biraz duralım (sayılar, Ferguson'un kitabından). Türkiye'deki entelektüel çevrelerin tamamına yakını bu dönemde donup kalmıştır. Liberalinden Kemalistine, İslamcısından Kürtçüsüne, Milliyetçisinden eski Komünistine kadar bütün kulaklar dikilir. Avrupa'da veya Asya'da göremeyeceğiniz bir durumdur (oralarda da İkinci Dünya Savaşı olayına böyle tepki verirler). Bu ülkenin belki de en büyük laneti, Batı'nın en yüksek/güçlü olduğu bu devri, Türk tarihiyle birlikte konserve edip bugüne kadar saklamış olmasıdır. Bugün artık bambaşka bir formatta (gücü başka bir alana taşınmış) Batı'ya, Türkiye'de tapan (eski Cumhuriyet elitinin ve "Liberaller"in böyle bir yanı vardı) veya Batı'dan nefret eden "entelektüel" anlayışların (mesela makro Milliyetçi Kemalistler, Milliyetçiler, İslamcılar vd.) komplekslerinin ardında, bu 1913-1918 tipi "güçlü/yenilmez Batı" bulunur. Bunun haklı bir yanı da var. O zamanlar çizilen siyasi sınırlar bugün de varlığını korumaktadır. Ama o zaman dünyada var olan Batı türünün, Osmanlı/doğu türünün, milli kapitalizmlerin, klasik emperyalizmin, Batı'nın demografik ve teknik üstünlüğünün yerlerinde yeller esmektedir. Yani bugün bulunduğumuz yerde, Batı icadı son moda kapitalizmin Türkiye'de İslamcılar tarafından temsil edildiği bir atmosferde, "Batı'ya karşı olmak" fikriyatının coğrafi/siyasi karşılığı muğlak, ama sistemsel karşılığı nettir -tabii konuyu mutlaka eski Doğu/Batı ayrımı üzerinden konuşacaksak. Batı'nın düşüşü, şu anda, dünyanın da düşüşü haline gelmiştir, çünkü Batı globalleşmiştir. Tabii Batı içinde bazı ayrımlar yapabiliriz. Mesela Batı derken aslen -Papa'nın bile bugünkü halini kabul edemediği- kapitalizmi ve sistemin dünyaya/insanlara uyguladığı terörü kastediyorsak, "En Batılı" olanlar, elbette Neoliberal Sanal Kapital çevresinden olanlardır. Ve bu Batı'ya, Avrupa'nın bütün sosyal-demokrat partileri karşılar mesela, ama Türkiye'deki muhafazakar iktidar taraftar!

Şimdi coğrafî Batı'da da iyice anlaşıldığı gibi, global sistemin ekonomi merkezli paradigmasını değiştirmek istikametinde bir eğilimler dizisinden söz edebiliriz. Biz bunu, paraya tapan anlayışlarla mücadele şeklinde ifade ederken, onun ötesine bakan anlayışları da konuşmalıyız, dünyaya bu gözle bakmalıyız. Artık gerçek olan, -Stephané Hessel'in de dikkat çektiği gibi- çok karmaşık bir dünyada yaşadığımızdır. Dünya eskisi gibi kolay bir yer değil. Bir taraftan, dondurulmuş eski kavramlarla yeni durumları değerlendirmeye çalışırken, öte yandan kısır ve yıpratıcı iç politikanın tasallutundan kurtulmak diye bir sorun var Türkiye'de. Ama gidişat doğru istikamette...