Özgün demokrasi ve Türk, Japon örnekleri hakkında

1.
Bazı önyargıların kırılması ve kırılırken ses de çıkarması gerekiyor. Modern değerler fundamentalizmine has önyargıların kişiliğe büründüğü ve bunların gazete yazarı "donunda" karşımıza çıktığı neoliberal devirde, hayatını "demokrasi savunuculuğu" yaparak kazanan bir aydın tipi, yakın zamana kadar çok havalıydı! 2008 sonbaharından önceki dönemde dinin tekeli neoliberal "ılımlı dinciler"e, demokrasinin tekeli de "ılımlı demokrasicilere" aitti!

Demokrasicilere göre kargadan başka kuş, Batı demokrasisinden başka demokrasi yoktur. Bu saçma mantık, Türkiye demokrasisi üzerinde bir tür "fikirsel" vesayet oluşturmalarını sağlamıştır ve demokrasi kardinalleri/bilirkişileri afralarıyla ekranları doldurmalarına yardımcı olmuştur. Demokrasiciler şöyle yanlış bir varsayımdan yola çıkıyorlar: Türkiye herşeyiyle tipik bir Batı demokrasisi olmalı. Olmazsa, Batıdan uzaklaşır, despotik bir ülke olur. (Ilımlı İslamcılar köprüyü geçtiklerine inandıkları an ılımlı despot oluverdiler ama!). Hadi bunları şimdilik bir yana koyalım.. Peki Türkiye'nin kendine özgü bazı yanları tipik Batı demokrasisi olmasına uygun değilse ve bu konuda ısrar etmek ülkeyi istikrarsızlaştırıcı bir rol oynuyorsa... Bu ısrar, amaçlananın tam tersine neden oluyor ve sadece Avrupa/Batı düşmanlığı üretiyorsa (-ki normaldir, zorla güzellik olmaz) o zaman ne olacak? Demokrasicilere göre 'Hayır', nalıncı keseri gibi aynı yerden yontmaya devam etmek lazım... Bir neoliberalizm devri görüngüsü olan Demokrasicilerin en bariz özelliği, ülkenin kendine has tüm özelliklerini/değerlerini kolaylıkla reddedebilmektir ve onun yerine Batı'da oturmuş Batıya has, orada iyi işleyen -ama heryerde işleyeceğinin bir garantisi olmayan- demokrasiyi şablonlaştırarak "Demokrasinin orijinali/aslı" diye zorla pazarlamalarıdır. Bu kopyala-yapıştır pozisyonu, onlar için rahat ve kolay bir pozisyon olabilir, ama artık zararlı bir yanlıştır. Bu tarz, Anglosaksonların bir-iki piyasa gazetesini okuyarak kısa yoldan "medya aydını" olmaya müsaitti -tabii günümüz şartlarında çok yanıltıcı bir faktör haline gelmiştir. Çünkü neoliberal tüketici/açıkbüfci dönemin naylon aydın çağı sona ermiştir.
(Not: 'Modern Değerler Fundamentalizmi' terimi Norbert Trenkle'ye, 'Demokrasicilik' terimi de Franz Schandl'a aittir)

Dünyada Batı demokrasisine benzemeyen, ama Batı demokrasileriyle olağanüstü iyi ilişkilere sahip Japon demokrasisi diye bir gerçek var ve bu gerçek, ülkenin özgün yanlarını gözeten bir demokrasinin, Batı demokrasileriyle mutlaka çatışıp çelişmek zorunda olmadığının da kanıtı. Çelişmez, çünkü bu herşeyden önce bir çıkar/ittifak vs. maselesidir. Nasıl Japonya'nın çıkarı Avrupa ile iyi ilişkilerden geçiyorsa, Türkiye'nin çıkarı da Avrupa ile iyi ilişkilerden geçer. Bu, varsayımdan öte somut bir gerçektir. Bu gerçek ışığında ülkelerin kendi yollarını bulmaları, ilişkilerin daha samimi ve sahici olmasının da yolunu açacak, önyargıların (ve varolan nefretlerin) daha kolay aşılmalarını sağlayacaktır.

Şunu hemen belirtelim: Eğer Anglosakson ve Avrupa demokrasisini baz alacak olursak, (yani Batı demokrasisinden başka kuş tanımayacaksak) Japonya'da demokrasi yoktur ve demokrasicilerin oturup Japonya'yı da bir güzel eleştirmeleri gerekir -ama eleştiremezler! Çünkü hiçbir Japon, hatta hiçbir Avrupalı ve Amerikalı bu eleştiriyi yemez. Elbette birşeyler söylenir, eleştiri her zaman yapılabilir, eleştiri olur, iyidir. Bir ülkenin yazarları/çizerleri, 'kendi durdukları yerden yola çıkarak' başka ülkelerin demokrasilerini, dış politikalarını vs. eleştirebilirler, eleştirmelidirler. Ama bunun bir haddi olmalıdır. Ve bu eleştirinin, 'o aydınların durdukları yerin normlarına göre yapıldığı' unutulmamalıdır. Çünkü, evrensel bir demokrasi prototipi yoktur. Çok sayıda demokrasi çeşidinin var olduğunu/olabileceğini kabul etmek gerekir. Bu çerçevede Batı demokrasisine öykünmek -ki Türkiye böyle bir yol tutturmuştur- elbette bir tercihtir. Avrupa Birliğine üye olmak isteyen bir ülkenin bunu peşinen kabul ettiğini de varsayabiliriz. Ama bu varsayım, Türkiye'nin elini/ayağını bağlamamalı, kendi özelliklerini gözönünde bulundurmasını engellememelidir. Bu, hem Türkiye'nin ve Türklerin, hem de Türkiye'nin müttefiklerinin ve dostlarının çıkarınadır. Unutulmaması gereken konu şu: 1. Türkiye çok önemli bir ülkedir ve Türkiye'yi kimse kaybetmek istemez. 2. Türkiye'nin büyüklüğü ve önemi, onun özgün yanlarının dış dünya tarafından kabulünü de beraberinde getirir -yeter ki evrensel değerlerle çelişmesin, anlaşmalarına/dostlarına sadık kalsın ve barışçı olsun. Bu konuda Türkiye'ye ve onun demokratik geçmişine, kendi geliştirdiği Batıya yaslanan modern değerlerine, ama her şeyden önce tarihi terübesi ve sağduyusuna güvenilmek zorunda.

Şimdi, global sistemin çözülerek ulus-devletlerin daha milli (kendi sınırları dahilinde daha yetkin) olabileceği bir aşamada Türkiye'ye üst perdeden "demokrasi dersi" vermeye kalkan -kerameti kendinden menkul- demokrasici esnafının, cumhuriyet Türkiye'sinin kuruluş felsefesine karşı yürüttüğü uzlaşmaz düşmanlık dili ters tepmiştir. Bu "demokrasi terecisi" vükela çevrenin, itici dili ve tavırlarıyla becerebildiği tek şey, herkesi Avrupa'dan ve Batı kültüründen soğutmak (hatta düşman etmek) olmuştur. Türkler yüzyıllardır Avrupa ile yanyana/içiçe yaşıyorlar, yaşamaya da devam edecekler. Avrupa'ya yaşam tarzı üzerinden de yakın olan Türkler ile Avrupa arasındaki gerilimli durumun sona ermesi gerekiyor. Aynı şey Doğu için de geçerli. Doğudan kesinlikle "bi-haber" olmak durumuna da son vermek gerekiyor -ama Doğu derken Ortadoğu'dan bahsetmiyoruz. Orayı çok bilen, hatta oralarda derin stratejik padişah çadırları falan kurmaya kalkan çok... (Biz 'Doğu' diyoruz) Türklerin Avrupa'yla güvensizliklerini ortadan kaldırabilmeleri ve Avrupa'ya yeniden güvenebilmeleri için, Avrupalıların, Türklerin kendi özgün mecralarını bulmalarına saygılı olmaları gerekir. Sağlam dostluklar gönüllülük üzerine kuruludur. Burada korkuya/kuşkuya yer olmamalı.

Arabi/Sünni neoliberal ılımlı İslamcı lafazanlığı ve bol plastik paradan başka hiçbir numarası olmayan kültürsüz/müziksiz/sanatsız/görgüsüz bir çevrenin, onbin yıllık tarih/kültür birikimine sahip bir yerin geleceğini belirlemesi mümkün değildir -şimdiye kadar sadece dünya faiz şampiyonluğu (küresel sermaye) sayasinde kısmen başarılı gibi görünebilmiştir. Demokrasici esnafının bu para/rant manyağı ılımlı despot "Müslüman" çevreyi "demokratın hası" ilan edip, geri kalan herkesi antidemokrat/Ergenekoncu/faşist/vs. ilan etmesi -hem de güya Avrupa adına!- uyandırdığı bu buyurgan/düşmanca intiba, Türklere çok itici gelmiştir. Bu gerilimli durum, ekonomik kriz atmosferinde ve devamında ne Türkiye'nin ne de Avrupa'nın çıkarına olabilir. Kriz atmosferinde ve onun devamında düşmanlıklar değil, sahici/samimi dostluklar, yakınlıklar çok önemlidir. -Artık barış ve gerçekçi yakınlıklar konusunda çok daha dikkatli olunmak gerek. Böyle konuları, 20'inci Yüzyıl döküntüsü (neo)"liberal" aydınlara bırakılamayacak kadar önemli konulardır. Kaba saba demokrasici esnafı, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de inandırıcılığını ve prestiğini yitirdi, böyle giderse son kalan prestijini de yitireceği kesin.

2.
Japon demokrasisinin özgünlüğü ve bunu sürdürebilmesi, onun kendi değerlerini kimseyi tehdit etmeyecek şekilde ve ekonomik gücüne dayanarak savunması sayesinde, -evrensel değerlerle temelde çelişmemesi sayesinde ve elbette dünyanın (ABD'den sonra) ikinci büyük kapitalist ekonomisi/demokrasisi olması sayesinde oluyor. Neoliberalizmin bütün dünyada ekonomileri erozyona uğrattığı, bu erozyonun Türkiye'de bir tür (tek adamın iki dudağı arasındaki) çoğunluk diktasına dönüştüğü, benzer konuların Avrupa'da 'Postdemokrasi' kavramı altında incelendiği, Japonya'da da birçok postdemokratik sorunla boğuşulduğu biliniyor. Biz, yeni döneme özgü bu bozulmaların ötesinde, kısaca Japon demokrasisinin genel mantığı üzerinde duracağız.

Japon demokrasisi elbette Anglosakson demokrasisi örneği üzerine inşa edilmiştir (II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerikalılar kurdu). Fakat siyasi gerçek, siyasi gelenek üzerinden işlemektedir. Türkiye'dekinden çok daha ataerkil özellikler taşır ve hiyerarşik bir mantığı içselleştirmiştir -herkes yerini bilir. Toplum yapısı kendine özgü bir hiyerarşiye göre işler. Demokrasinin kurumları da bu sabit veriye uydurulmuştur. Örneğin yakın zamana kadar bir tek parti (Türkiye'de II. Dünya savaşı öncesi CHP gibi) esastı -hala bu parti (Liberal Demokrat Parti LDP) ülkenin yönetiminde esastır. Diğer partiler, ya muhalefettir ya da arada koalisyon ortağı olurlar ve LDP, II. Dünya Savaşı'ndan beri Japonya'yı yönetmektedir. Bunun demokrasi çerçevesinde olabilmesi, Japonlara özgü sosyo-psikolojik bir durumla ilgili: Sadakat... Ülkeyi yöneten elit, demokrasi kurulurken, başta LDP içinde yer alınca, -o zamandan beri- Japon seçmen de LDP'yi seçmiştir/seçiyor ve ülke adeta tek parti ikdarı altında yönetiliyor. LDP ne kadar demokrat? Japonya'ya göre çok demokrat... Son derece yetkin bir bürokrasiyle (bir bürokratik elitle) birlikte hem ülkeyi -Japonların çıkarlarını azami ölçüde gözeterek- iyi yönetiyor, hem de ülkenin dünyadaki prestijini ve etkisini genişletiyor. Büyük savaş öncesinin tersine, çok barışçı bir ülke olan Japonya, bir 'Soft Power' şeklinde işliyor ve çok da etkili oluyor. Ama bu durum, mesela II. Dünya Savaşı gazilerini defterden silmesini gerektirmiyor -tam tersine. II. Dünya Savaşı sırasında savaş suçu işlemiş ve uluslararası mahkemeler tarafından yargılanıp hüküm giymiş 14 subayın adlarının DA yüceltildiği Yasukuni mabedi,
'Tenno' (Göğün Oğlu / İmparator) tarafından yılda iki kez (özel temsilcileri aracılığıyla) ziyaret edilir -çok önemli bir mabeddir ve politikacılar dahil herkes mabedi ziyaret eder. Çin, savaş sırasında Çin'de savaş suçu işlemiş Japon subayların da şereflendirildiği bu mabed nedeniyle Japonya ile savaşın eşiğine kadar gelmiştir, ama Japonlar tavırlarını değiştirmemişlerdir. Bu elbette uç bir örnek ve örnek alınması gerekmiyor. Ama Türkiye'deki "Ergenekon" diye adlandırılan davanın tutuklularının hikayeleriyle, Japon savaş suçlusu subayların hikayelerini kıyaslarsak, Ergenekoncular o savaş suçlularının yanında kanatsız melek kalırlar -ve bu durumu yüksek sesle: "Japonya antidemokratik" diye tanımlamaya kalkan Avrupalı/Amerikalı tanınmış "liberal" aydın yok denecek kadar azdır. (Alçak sesle ifade edenler de az!) Japonlar şehitlerine, ülkesi için savaşmış subaylarına -her ne olursa olsun- asla laf söyletmezler ve sahip çıkarlar. Bu böyledir. Kimse tarafından, eni konu düşmanca kampanyalara konu olacak ölçüde gazete/medya saldırılarına uğramıyorlar, çünkü dünya ekonomisinin en önemli direklerinden biriler, çok önemliler, üstelik dünyadaki görev ve sorumluluklarına göre hareket ediyorlar. Ve en önemlisi: Bunların bilincindeler.

Burada önemli olan, Japonların güven uyandıran yapılarıdır. Yarın öbürgün ne yapacaklarının kestirilebilmesi, abukluk yapmayacaklarının bilinmesidir. Yani Japonlar, yarın üç kişiklik faşist Hamas'ı Tokio'ya çağırmazlar, öbür gün de onu Birleşmiş Milletler'de temsil etmeye kalkmak türünden -büyük devletlerin dışişleri çaycılarının bile aklına gelmeyecek- saçmalıklar yapmazlar. Mesela Japonya, "Ah nerede o eski Japon İmparatorluğumuz" ana fikri etrafında Mançurya, Tayland ve Filipinler sokaklarına siyasi yatırım yapmaz. Bu gülünç olur. Aslında Türkiye'de de gülünçtür, ama bunun farkında olamayacak kadar "stratejik" derinliklerde yüzen siyasi sazanların yönettiği bir ülkedir Türkiye. Türkler böyle bir çevreye, Türkiye gibi önemli bir ülkeyi teslim edecek kadar "demokrat!" olabiliyorlar -Japonlar o kadar demokrat değil!