1.
Orgeneral Başbuğ'un konuşması Türk basınının çok ilgisini çekti. Ama konuşmanın ayrıntılı analizini yapan olmadı. Bunun nedenleri galiba iki önemli noktada gizli. Birincisi, tam ortalık durulmuş, yerel seçimeler sonrası iyimser atmosfer herkesi sarmışken, açılacak bir 'asker' tartışmasının -yılan hikayesine dönmüş- malum eski konuları yeniden ateşleme ihtimali. İkincisi, ortada galiba bir de "konsantrasyon" probleminin bulunması!.. Gazete yazarları sadece dinlemekle yetiniyor, dinlerken de -etraflarındaki gazetecilerin giyim kuşamına bakmaktan- konuşmaya, not almaya yoğunlaşamıyor olmalılar. Dinleyemedikleri, kaçırdıkları konuşmaları sonradan okumuyor da olabilirler. Yazıp yazmamayı düşünürken konu, gündemin değişivermesine kurban gitmiş de olabilirler. Konu hakkında yazılar çıktı elbette. Bunlar arasından, ciddi olma iddiasında olduğundan, anmadan geçemeyeceğimiz bir yazı var. Konuşmanın analizini yaptığını iddia aden Atilla Yayla'nın Zaman gazetesinde çıkan yazısını, -Yayla'nın Başbuğ'un konuşmasını değerlendirdiği kriterlere göre değerlendirecek olursak- "Çoğu çoktan tedavülden kalkmış, artık hiçbir ciddi fikir adamının önemsemediği görüşler"den oluşan bir yazı olduğını söylemeliyiz. Bu çok normal. Kendine liberal diyen aydınlardan, sistem krizinin yaşandığı günümüzde "tutarlı, sistematik bir teori beklemeye hakkımız yok." (Yazı, "Asker konuşmaz" cinsinden, sadece -olağan durumlarda ve iyi işleyen kapitalist ülkelerde- geçerli genel/optimal doğruları içeriyor) Başbuğ'un yazısının eleştirilecek yanları, Yayla'nın yazısındakilerden daha az değil. Ama burada, eleştirilecek yanlarını mümkün olduğunca es geçeceğiz -nedeni çok açık. Eleştirilebilecek konular, esasen, Türkiye'nin iyi işlemeyen -Modern kapitalist/demokrat bir ülke olmasından kaynaklanan- ve ülkenin kendini revize etme zorunluluğu ile ilgili konulardır. Bu yazının konusu değildirler. Ayrıca eleştirilebilecek birçok konu da bir konjonktür meselesidir, yani dünyadaki gelişmelerle eş zamanlı olarak aşılabilir. Bu yazının konusu, Org. Başbuğ'un konuşmasının referans kişileri.
Türkiye, demokrasisi iyi işlemeyen (çünkü kapitalizmi iyi işlemiyor) modern kapitalist bir cumhuriyettir, Türk ordusu da buna uygun olarak örgütlenmiş modern endüstriyel bir ordudur. Ordu elbette -benzeri her modern ordu gibi- rejimi (ve rejimin önümüzdeki dönemde değişmesi gerekebilecek absürd yanlarını da) korumaktadır. Ama burada önemli olan, Türk ordusunun, (modern değerler fundamentalizmi açısından bakıldığında) -mesela- liberal aydınlardan çok daha az dogmatik, çok daha pratik, güncel koşullara daha nesnel yaklaşabilen bir kurum olmasıdır ve radikal değişimlere ayak uydurmak bakımından, müttefikleriyle akılcı/yapıcı koordinasyonlar kurmak bakımından, oldukça pratik/pragmatik bir duruşu temsil etmesidir. Birçok konuda -mesela fundamental sistem krizine karşı- benzeri ordulardan daha az konvansiyonel (unkonventionell/unconventional) bir yaklaşım sergileyebilir. Bunu sayıca kalabalıklığına, ülkenin tamamında yaygın örgütlenmesine, ülkedeki saygınlığına, Türklerin askerliğe yatkınlığına ve ülkedeki siyasi ağırlığına dayanarak yapabilir. (Bu nedenle orduyu klasik klişeler bazında "hemen susup otursun" diye paylamak, ucuzluk oluyor) Konuşma metninde eleştirilebilecek konuların bir kısmı da, zaman içinde söylem olarak kalıp, içerik olarak değişebilecek konulardır. Konuşmadaki yapıcı/samimi üslup, hukuki çerçeve içinde kalmaya vurgu yapması olumludur (ve yapıcı bir eleştiriyi gerekli kılmaktadır).
Atilla Yayla'nın söylediği gibi, aslında böyle konular askerin işini bitirmeyen konulardır ve hiçbir demokratik ülkede olmaz; olsa da çok daha düşük seviyede/teknik bazda olur ve basın da ona bu kadar itibar etmez. Doğru. Bu genel doğruların yanlışlığı şurada: Yayla'nın yanılgılarının başında, (Başbuğ'un da konuşmasında değindiği ve bu Blog'da çok önce yazıldığı gibi) ideal bir demokrasi prototipinin bulunmaması geliyor. Dünyada, "ideal demokrasi budur" diye sunulabilecek evrensel bir tanım yoktur. Dünyada ülkelerin mutabık olduğu bir 'demokrasi' modeli de yoktur. O nedenle, sistemin Avrupa veya Amerika'daki birkaç örneğine bakarak (ama mesela Japon demokrasisine hiç bakmayarak) "demokratik ülkelerde şöyle, bizde böyle" söylemi ve bu yöntemle zeytinyağı gibi hep üste çıkılabileceği hurafesi, 20'inci yüzyılda kalmıştır ve bir liberal güzellemesidir. Elbette Avrupa'daki demokrasilere, yani onların birzamanki ideal hallerine özenmek iyidir, ama onlarla çelişmeden, onlarla dost olmayı sürdürerek, daha özgün olmak pekala mümkündür. Şimdi o örnek ülkelerde demokrasiden değil, giderek bir 'postdemokrasi'den bahsediliyor ve bunun ne olduğu hakkında da küçümsenmeyecek miktarda malzeme (bilimsel araştırma vs.) mevcut. (Colin Crouch'un ünlü "Postdemocracy" 2004 kitabı bunların en çok tartışılanı) Askerlerin zırt-pırt konuşması istenmeyen birşey, ama mesela 'Düşünsel anlamda devletin çerçevesini çizen', bunu sürekli güncelleyen ve birdaha tartışılmayacak kurallar haline getiren nesnel kurumlar/politikacılar ve aydınlar yoksa, bu konunun boşluk kaldırmayacağını da anlamak lazım. Birisi o işi üslenir... (Asker de bu kadar yapabiliyor -ki bu konuşmayla, eskiye nazaran çok daha iyi yapabildiğini göstermiştir)
Türkiye'de asıl sorun, sahici/tarafsız anlamda nesnel düşünen kadroların azlığı ve bunların iktidarlardan/bürokrasiden vs. uzak kalmalarıdır (uzak tutulmalarıdır). Son 60 yıla damgasını vuran ihaleci "Müslüman" muhafazakarlar, kendilerinden daha akıllı ve özgür düşünebilen herkese bir kulp takıp yöneticilikten uzak tutmuşlardır. Sonuç, Türkiye'nin ikinci sınıf bir ülke olması olmuştur. Amca/dayı/parti/ihale yandaşlığını kural haline getirmiş 60 yıllık "Müslüman" muhafazakar iktidarlar döneminin Türkiye'si bu kadar oluyor! -O kesimlere "katıksız demokrat" muamelesi yapan demode liberallerin ciddiye alınmaları artık mümkün değil.
Türkiye'de, Türkiye'nin kendine özgü bir demokrasisinin olabileceği ve bu özgün demokrasinin mutlaka falanca ülkelerin demokrasisiyle aynı olmak zorunda olmadığının... fikri bile yaşayamamıştır (Japonya'da ise yaşamış, hatta siyasi hayata hakim olmuştur). Böyle her önemli işi orduya yüklemeya alışmış politikacılar, ihalelerden başlarını kaldırıp sahici politika yapamamışlar! (Bakın, 'Politika'nın kesin, herkesçe kabul edilen bir tanımı vardır ama). Buna bir de, İmam Hatip mezunlarından oluşan bir bürokrasi/elit kurmaya kalkan neoliberal "Müslüman" muhafazakarların cahil cesaretini de ekleyince -ki günümüzün kriz koşullarında neredeyse, bakkallara atom reaktörü işlettirmek gibi bir şeydir- ortaya ikinci sınıf bir ülke çıkmıştır.
Her devletin, bazıları kulağa saçma da gelse -ki modern devlet zaten birçok konuda oldukça saçma bir düzenektir- belli temel düsturları vardır ve o konularda ülkenin aydınları sessiz bir mutabakat içindedir. "Örnek demokrasiler"de, o temel/hassas konularda tartışma olmaz. Olursa da bunu sadece radikaller yapar. Tartışma olmamasının temel garantisi de, o ülkelerde iyi işleyen kapitalizmdir (ve dolayısıyla onun siyasi ifadesi olan 'demokrasi'dir). Türkiye'de ordunun talihsizliği; 60 yıldır, seviyesi yerlerde sürünen, nesnel olmayan/olamayan ve daha çok kendini/yandaşlarını zengin etmeye çalışan bir politika esnafıyla muhatap olmak zorunda kalmasıdır, ülkenin kötü yönetilmesidir ve (bu nedenlerin kısmi etkisiyle) kapitalizmin iyi işlememesidir. Cumhuriyetin Menderes öncesi döneminde, politikacı kalitesinin daha yüksek olduğunu ve bunun Menderesten sonra hızla bozulduğunu biliyoruz. Burada orduyu yükseltip politikacıları alçaltmış olmuyoruz. Ordu, daha pratik/nesnel olmak, dünyadaki gelişmelerle paralelliğe sahip olmak zorunda olduğundan, "müteahhitler"den daha akıllı olabilmiştir (yoksa ne NATO'nun ikinci önemli gücü olabilir, ne de Anadolu'yu hakkınca koruyabilirdi). Bu zorunluluk sonucu -günümüzün kriz şartlarında- ordunun birçok konuda politika esnafından daha uyanık olduğunu (en azından daha uyanık göründüğünü) söyleyebiliriz.
Şimdi Başbuğ'un konuşmasındaki atıflarına göz atalım.
2.
Max Weber'e değinmeye gerek yok, ama Samuel Huntington ve Eliot Cohen, aşırı tipik neo-liberal teorisyenler. Atıf yapılan kitaplar elbette askeri konularla ilgili ama değineceğimiz diğer atıf kitaplarla birlikte değerlendirildiğinde, oldukça "Popüler" kitaplar oldukları söylenebilir. Burada dikkat çeken konu, metni hazırlayan(lar)ın, eleştirel olmayan güncel statükocu anlayışın taşıyıcılarının kitaplarından yararlanmış olduğu görüntüsüdür. Diğer görüntü, Amerikan ordusu etrafında dolaşan, onu baz alan kitapların/popülerfikirlerin (sadece onların) kullanılmasıdır. (Günümüzde, büyük kitapçıları değil, küçük, kıyıda köşede kalmış görünen, ama belli konularda uzmanlaşmış kitapçıları tercih etmek daha yararlı oluyor!)
Konuşmada Cohen'in, "sivil ve asker ilişkilerini, eşit olmayanlar arasındaki bir diyalog" olarak değerlendirdiği atıfında bulunuluyor. Bunu söyleyecek Cohen'den başka bilim adamları da mevcutken... Cohen (asıl adı Robert O. Osgood), Johns Hopkins üniversitesi bünyesindeki bir stratejik araştırmalar biriminin direktörü. Mart 2007'den beri Bush hükümetinin danışmanlarından. "Project for the New American Century" üyesi! Kendisi, en etkili neo-liberallerden birincisi sayılıyor. Irak ve İran'a karşı savaş açılması düşüncesini ilk dile getiren zat. 2001'de ABD'nin "Terörizme karşı savaşı"nı da "Dördüncü Dünya Savaşı" ilan etmişti (Üçüncüsü de 'Soğuk Savaş'mış). Galiba ondan daha 'tarafsız' ve daha iyi, daha yeni şeyler söyleyen bilim adamları bulmak mümkün.
Samuel Huntington'ın kimliği herkesin malumu. Konuşmada, "sivil otoriteye en sağlıklı ve en etkin kontrolü sağlayan norm 'objektif kontrol'" olduğunu söyleyen sözüne atıfında bulunuluyor. Diğer atıflar ve sözkonusu kitabı ("The Soldier and State" 2001), işleyen kapitalist sisteme göre yazılmış metinler. Kapitalizmin artık eskisi gibi işlemediğini mutlaka hesaba katmak gerekiyor. Bu faktör, şimdiye kadar yazılmış bir çok kitabı geçersiz kılacak kadar büyük/önemli bir faktördür -bunu kabul etmeye henüz hazır olunmasa da. (Pratik/nesnel düşünen bir ordunun, bu gerçeği, "sol hezeyan" önyargılarının ötesinde değerlendirmesi gerekir)
Huntington'a atıfta bulunularak üzerinde durulan Anayasa'nın 117'inci maddesinden (Genel Kurmay Başkanı'nın görev tanımı vs.) yola çıkarak Genel Kurmay Başkanı'nın "sivil-asker ilişkilerini yürütmesi politik ve siyasal hareketler olarak değerlendirmek doğru değildir" sözü, siyasete karışmanın kılıfı/mahzuru gibi duruyor. Evet askerin rolü bütün dünyada önem kazanacaktır, ama hele neoliberallere bakarak bu konular konuşulursa, asker çok yere karışabilir! -ama mümkün olduğunca karışmamalıdır. Neoliberalizmin ne kadar savaş manyağı olduğunu, dünyayı nasıl güvensiz bir yer haline getirdiğini biliyoruz. Bu, temel bir ilke olarak hep gözönünde bulundurulmak zorunda. Burada, Amerikalılara (hem de neo-liberallere!) bakıp, bundan Türkiye'ye pay çıkartmak yöntemi yerine, çok daha dürüst/samimi bir yol seçilebilir ve mesela, Türkler için ordunun anlamı özgün bir şekilde tanımlanabilir. Ve bu tanım, zırt-pırt darbe yapabilen zihniyeti kıysıya eleştiren, ama buna rağmen ordunun Türkler için önemini yükselten bir tanım olabilir.
Başbuğ'un konuşmasında 'ideal durum'lardan bahsetmesi, demokrası, sosyal devlet vs. konusunda o ideal durumlara özenen yaklaşımı, elbette çok olumludur ve Obama'nın milli güvenlik danışmanı James Jones'e atıfta bulunması da olumludur. Jones çok ilginç biri. NATO'nun eski Avrupa komutanı (2003-2006). Başbuğ'un konuşmasında atıfta bulunduğu 8 Şubat 2009 tarihli Münih konuşmasında Jones, MGK'ların önemine değinmiştir. Galiba en önemli katkısı, aynı konuşmasında, NATO'nun bir savunma ittifakından, bir güvenlik ittifakına dönüştürülmesi ve proaktif olmasını önermesi olmuştur. Jones, NATO ordularının belli üslere çakılıp kalmak (stationär/stationary) yerine, hareketli operasyonel (expeditionell/expeditionary) olması gerektiği üzerinde durmuştur. (Kuşkusuz, neoliberallerin yaklaşımından daha yeni, daha doğrudur ve gelişmelerin istikametine uygundur) Jones son derece önemli biri ve dünya basınında, hakkında yapılan yorumlara bakılacak olursa, "bütün iplerin kendi bürosunda toplanmasına çalışıyor". Bu ipler şunlar: "Askeri güvenlik, dünya politikası, enerji politikası, gizli servis çalışmaları, Diplomasi, Kültür vs." Yani kısaca biraz fazla iyi biri!.. Herşeyi kontrol etmeye kalkmak her zaman itici olmuştur (zaten -bu saatten sonra- mümkün de değildir). Amaçlanması bile can sıkıcı. (Bunu not düşmek gerek)
Son olarak, bir atıfa dikkat çekerek bitirelim... Sammy Smootha ve Theodor Hanf. Türkiye'de PKK ile yapılan düşük yoğunluklu savaşın etnik bir temelinin olmadığından bahsedilirken alıntılanmışlar. Konuşmanın en önemli kısımlarından biri. Konuşmadaki ve atıfdaki tesbite temelde katılmamak mümkün değil, ama konunun açıklaması, galiba konuşmadakinden daha karmaşık. Daha karmaşık bir durumla karşı karşıyayız ve o konuşmanın o bölümündeki klişeler de biraz aşılmış gibi. İsrailli sosyolog Smootha, etnik çoğulculuk ve o atmosferde demokrasi konusunda uzman. Araplarla İsraillilerin birarada yaşaması konusunu araştırmış biri. Avusturyalı Hanf da 2006'da Lübnan'daki farklı dinlerin birarada yaşamasını araştırmış. Yerinde iki isim.
Ordular, önümüzdeki dönemde çok daha önem kazanıp, uluslararası politikada çok daha önemli yer tutacaklarından, konuşmaları da çok yerinde. "Ordular konuşmaz." Evet bu kural, ideal durumu ifade ediyor, doğru, ama ideal bir zaman diliminde yaşamıyoruz. Ayrıca, başka konuşan yoksa -ki Türkiye'de pek yok- beli bir nesnel çerçeve dahilinde, emreder tonda olmamak koşuluyla, asker de konuşmalıdır. En ideali/doğrusu, bu söylediklerini basına değil hükümete/hükümetlere anlatmasıdır (-tabii bunun için de; asfalt/beton/ihale işleri dışındaki konularda da fikir geliştirebilen, kendine müslüman kriterler yerine evrensel kriterlerle hareket eden, nesnel ve özgür düşünebilen, bir hafta sonrasını değil on yıl sonrasını hesaba katabilen, kompetan iktidarlara/politikacılara ihtiyaç var!)